

Baran’dan...
Karakolda işlerimi halledip saate baktım.
“Saat uçmuş…” dedim sinirle evrakları toparlayarak. Yorgunluğum gözlerime vurmuştu.
Tam o sırada Göktürk içeri girdi.
“Nereye ağabey?” diye sordu şaşkın bir ifadeyle.
“Emir Kaan çıktı mı?” dedim, aklıma gelen ilk isimle.
Göktürk biraz duraksadı.
“Ağabey… o masa başında uyuyakalmış ya.” deyince bir an hareketsiz kaldım.
Göz kapaklarım yavaşça düştü, derin bir iç çekerek başımı eğdim.
“Beni bekliyordu… Nasıl yorulduysa artık…”
Göktürk gözlerini kaçırdı.
“Hali hiç iyi değil Baran. İklim’in durumuna doktor sıcak bakmıyor mu hâlâ?”
“İki gün önce birlikte gitmiştik. Doktor durumu psikolojik dedi. ‘Zamanla toparlar’ diyerek birkaç ilaç yazdı. Ama zaman... bazen insanı iyileştirmiyor, sadece uyuşturuyor.”
Göktürk kısık sesle, ama içinde bir dolu duygu barındırarak devam etti:
“Emir Kaan’ın içi gidiyor... Çok kral seviyor be ağabey. Hani var ya... içinden geçenle gözünden akan aynı olan adamlardan. O öyle seviyor.”
Başımı salladım.
“Daha önce kimseyi böyle sevmedi ki... İklim ilki. Kimseye o gözle bakmazdı. Evlilik lafından kaçardı hep. ‘Ben kendime zor bakıyorum’ derdi… Şimdi bak, karısını da kız kardeşini de mezun etmek üzere. Omuzlarındaki yük koca bir aile gibi.”
Göktürk, biraz tereddütle ama kaygıyla fısıldadı:
“Bir şey daha var ağabey... Dün burnundan kan geldi. Revirdeki er tansiyonunun fırladığını söyledi. Kendine eskisi kadar dikkat etmiyor.”
“Tansiyonu yok ama Emir’in,” dedim kaşlarımı çatarak.
O çocuk, yıllardır askerin içinde ama bir kere bile böyle şikâyet ettiğini duymadım.
Göktürk ciddiyetle başını salladı.
“Bir doktora görünse iyi olur ağabey ya. Her şey birikti onda. İçine atıyor, kimseye de açılmıyor.”
Gözlerimi yere indirdim. İçimde tanıdık bir sıkışma...
Emir’in gözlerinin dolduğunu görmüştüm birkaç kez ama o hiç ağlamazdı. Hep dururdu, hep dik dururdu. Ama insanın kalbi yavaş yavaş çatlamaya başlardı bazen—gürültüsüz, sessizce.
“Ben konuşurum onunla,” dedim sessizce.
Ama biliyordum… Beni dinleyecek mi, yoksa yine “iyiyim” deyip geçecek mi, emin değildim.
Göktürk ellerini cebine sokup başını eğdi.
“İklim’e bir şey olursa, Emir de çöker ağabey. Ne kadar güçlü durmaya çalışsa da o kıza dokunursa hayat, Emir darmadağın olur.”
Derin bir nefes aldım.
“Olmayacak,” dedim, daha çok kendime inanmak ister gibi. “İklim toparlayacak. Biz elimizi çekmeyeceğiz. Emir de… düştüğünü fark etmeden biz tutacağız onu.”
Kısa bir sessizlik oldu. Ardından Göktürk hafifçe gülümsedi.
“Timde herkes farkında ağabey. Herkes bir ucundan tutuyor bu hikâyenin. Ama en çok da sen... Sen varsın ya, Emir Kaan belki sırf o yüzden hâlâ ayakta.”
“Estağfurullah, sizin de hakkınız var,” dedim hafifçe başımı eğerek. Herkes kendi yükünü taşıyordu sonuçta.
Göktürk omzunu silkti ama sesi yumuşaktı:
“Sizin ilişkiniz ayrı boyut ama ağabey. Başka bir şey…”
“Öyle…” dedim hafifçe gülümseyerek. Dosyaları rafa yerleştirirken bakışlarım bir an boşluğa takıldı. “Her şeyin ötesinde… kardeşim gibi o. Aynı çatının altında büyümüşüz gibi... Bazen onun acısını ben taşıyorum, bazen benim yaram onda sızlıyor. Anlatması zor. Hepinizin yeri ayrı ama Emir Kaan'ın ki bir başka...”
Göktürk, başını küçük bir saygı selamıyla salladı.
“Ben hallederim doktor işini… Emir’i uyandırayım, çıkalım birlikte.”
“Tamam,” dedim sessizce.
Kapıya yönelirken arkamdan ekledi:
“Ama siz de fazla yüklenmeyin kendinize Baran ağabey. Sizin de bir sınırınız var. Emir Kaan da sende fazla yoruyorsunuz kendinizi.”
"Ben neyse de... Emir Kaan için bir şey diyemem. Bilirsin onu..."
Başını sallayarak gülümsedi. Bende Emir Kaan'ı aramaya başladım karakol içinde...
Ama onu bulmam ile buruk bir tebessüm belirdi dudaklarımda...O an içim bir tuhaf oldu.
Masa başında, başını yana düşürmüş, evrakların arasında uyuyakalmıştı. Kalemi hâlâ parmaklarının arasındaydı. Defterin bir köşesinde eğri büğrü cümleler vardı,muhtemelen gözleri kapanmadan önce yazmaya çalıştığı son satırlar.
Bir adım geri çekildim. Birkaç saniye sadece onu izledim.
Yüzü yorgundu. Uyurken bile kaşları çatıktı sanki. İçinde kıyamet kopuyordu da, göz kapaklarının ardına sığdıramamış gibiydi.
“Ah be Emir’im…” dedim fısıltıyla.
“Bu kadar mı yoruldun be kardeşim…”
Yavaşça yanına eğilip hafifçe omzuna dokundum.
Sıcağı tenime geçti, ne kadar uzun zamandır böylece oturduğunu düşündüm.
“Kardeşim… uyan. Eve gidelim.” dedim usulca.
Omzu hafifçe titredi, ama gözlerini hemen açmadı. Belki de bu uykunun içinde biraz kaçış vardı. Belki de ilk defa huzura yakın bir yerdi onun için bu karakol odası.
“Emir… kardeşim,” dedim usulca, omzuna hafifçe dokunarak.
“Hıı…” diye mırıldandı, gözlerini tam açmadan. Sesi yorgun, uykuyla karışık bir uğultu gibiydi.
Bir an bekledim. Göz kapakları ağır ağır aralanırken başını hafifçe çevirdi.
“Hadi uyan,” dedim tekrar, bu kez daha yumuşak ama kararlı bir tonla. “Eve geçelim. Gerçek dinlenme orada… Masada değil kardeşim.”
Emir, gözlerini ovuşturdu.
“Saat kaç?” dedi kısık bir sesle.
“Gece iki kardeşim.”
Bir an durdu. Sonra gözleri hafifçe büyüdü.
“Ciddi misin?”
Gülümsedim yorgunca.
“Çalışmaktan saate bakmayı unutmuşuz. Hadi kalk.”
Yavaşça doğrulmaya başladı. Kalemi masaya bıraktı, dosyaları toparlamaya bile uğraşmadı. Yorgunluk her hareketinde vardı.
“İklim’in haberi yoktu…” dedi bir anda, sesi düşünceli ve biraz suçlu gibiydi.
“Haber edemedim ona.”
“Hadi gidelim,” dedim gözlerinin içine bakarak.
“İklim de daha fazla merak etmesin seni.”
Başını yavaşça salladı. O yorgun bakışların içinde bir anda bir acele, bir özlem parladı sanki.
“Aracın buradaydı değil mi?”
“Garajda. İnelim hadi.”
“Tamamdır kardeşim,” dedi, hafifçe gülümsedi.
Ceketini alırken hareketleri hâlâ ağırdı ama artık içinde bir amaç vardı. Birine yetişme, birine kavuşma hissi… Yorgunluk omuzlarında taş gibi dursa da, kalbinde hafif bir kıpırtı başlamıştı.
Birlikte kapıya yöneldik.
Koridor sessizdi. Sadece adımlarımızın yankısı eşlik ediyordu bize.
Gece, karakolun camlarından içeri sızan loş sokak lambalarıyla aydınlanıyordu. Yağmur durmuştu, ama yerler hâlâ ıslaktı. Hava, serin ve ağırdı.
Garaja indiğimizde Emir derin bir nefes aldı.
“İklim uyumuş mudur acaba?” diye sordu, sanki kendine daha çok.
“Belki. Ama senin sesini duymadan uyuyamayacak kadar alıştı sana,” dedim, hafifçe gülümseyerek.
Gözlerini yere indirdi, ama yanaklarındaki çizgide bir rahatlama belirdi.
Aracın kapısını açtım, o da içeri geçti.
“Emel farklı sanki,” dedi bir an sonra, gülerek.
“Neşterle bekliyor beni. Ben de haber vermeyi unuttum ona…”
“Baturay Yarbay ek dosya kitlemeseydi iyiydi de…” dedim direksiyona geçerken. “Adam sana olan sinirini bizden de çıkarıyor resmen.”
“Adam beni hedef aldı gibi,” dedi Emir, omuz silkip gülerek. Ama arkasında yorgunluk saklıydı.
“Canın sağ olsun Emir’im. Sen iyi ol da, gerisi kolay.”
Bir süre sessiz kaldık. Motorun uğultusu ve yağmurun cama düşen son damlaları dışında hiçbir şey konuşmadı.
“Bu arada... Yiğit Alper nerede?” diye sordu Emir. “Gözükmüyor bu aralar.”
“Memlekete gitmiş. Emirhan söyledi bana da.”
“Allah Allah… Bir sıkıntısı mı vardı acaba?”
“Var var da, tam öğrenemedik.”
“Annesi hastaydı en son konuştuğumda. Ona mı gitti acaba?”
“Ondan haberim yoktu. Ama konuşuruz onunla, dert etme.”
Az sonra apartmanın sokağına döndük. Yağmur yine ince ince başlamıştı.
“Yağmur güzel yağıyor,” dedi Emir, başını yana çevirip camdan dışarı bakarak. “Temizliyor gibi insanı...”
Büyük apartman kapısına yaklaşınca frene bastım.
“Eve hızlı geç, ıslanma,” dedim etrafa göz gezdirerek.
“Merak etme,” dedi gülümseyerek. Kapıyı açarken dönüp baktı.
“Emel’e selam söyle.”
“Söylerim kardeşim.”
“Dikkatli git,” demesiyle kapıyı kapattı.
Ben de hafifçe kornaya dokunup yavaşça uzaklaştım.
___
Emir Kaan’dan
Baran’ın aracının uzaklaşmasıyla ayaklarım istemsizce apartmana yöneldi. Tam adımımı atmıştım ki, karşımda yankılanan bir ses, tüm dünyamı yerle bir etti:
“Emir?!”
Donup kaldım.
Zaman, o anda kırık bir saatin tik takları gibi ağır aksak ilerlemeye başladı. Gök gürlemedi ama içimde bir yıldırım düştü sanki. O ses…
Günlerdir suçsuz kalmış yüreğime bir yağmur yağdırdı.
"EMİR ?!"
Adımı öyle bir söylemişti ki, sanki sesinin içine günlerce taşımak zorunda kaldığı özlemi işlemişti.
Boğuk, titrek, ağlamaklı ama umut dolu…
Yalnızca kulağıma değil, yüreğime de çarptı o ses.
İçimdeki hasreti usul usul yüzeye çıkaran yağmur, gökyüzünün değil sanki kalbimin sevinç yaşlarıydı.
İncecik bir beden, kırılgan bir siluet.
Gözleri dolu, dudağında yarım bir tebessüm.
Yağmur saçlarına tutunmuş, kirpiklerinden sızan yaşa karışıyordu.
“Emir…” dedi yeniden, sesi bu kez daha da çatallı, daha da titrekti.
Ve sonra…
Bir anda daha hızlı koşarak bütün varlığıyla boynuma sarıldı.
Omuz başıma başını koyduğunda, tenimin altında kalbimin nasıl çırpındığını hissediyordum.
Narin kolları, beni kaybetmekten korkan bir çocuğun güven arayışı gibiydi.
Tutuşunda öyle çok şey vardı ki…
Kırgınlık, özlem, korku ve… sevda.
“İklim…” dedim, boğazıma takılan duyguları bastırarak.
"Emir...Emir..." Adımı sayıklayarak ağlaması kulaklarıma gözlerimde şahitlik etmek ister gibiydim.
Bir anda kollarımdan sıyrıldım.
“Sen… sen konuştun mu?”
Titreyen ellerimle yüzünü kavradım.
Gözlerim, onunkilerin içinde bir mucizenin izini aradı.
Başını eğdi.
Saçları alnına düştü, kirpiklerinin altından bir damla gözyaşı süzüldü.
“Emir…” dedi yeniden.
O an...
Dayanamadım. Tüm benliğimle sarıldım ona bu kez.
“Emir kurban olsun yoluna güzelim… Çok şükür...Çok şükür… Sesini duydum ya…”
Sesim titriyordu.
Yağmurla karışan gözyaşlarım yanaklarından akarken, içimde biriken özlem yanıyordu.
“Buz gibi olmuş ellerin…” dedim, parmaklarını avuçlarımın içine alarak.
“Gel, hadi içeri geçelim. Üşümüşsün…”
Tam dönüyordum ki, yine seslendi:
“Emir…”
Dudaklarımda bir tebessüm, gözlerimde sonsuz bir şükürle döndüm ona.
“Söyle… Söyle.... Sesine hasret kaldığım…”
“Emir…”
“Söyle güzelim.”
“K-korktum, bir şey...oldu...sa-sandım…”
Elimi yanağına koyup avuç içimle titremesini bastırmaya çalıştım.
Gözlerinin derinliklerine doğru baktım.
Kelimelerimi yutkunarak dahi olsa dudaklarımdan çıkardım:
“Ben seni bırakır gider miyim hiç, öğretmen hanım? Daha mezuniyetini göreceğim… Ama bugün… sesini duydum ya… Ölsem de gam yemem.”
Yağmur hızlanmıştı. Gökyüzü ağlıyordu sanki; bulutlardan değil, içimizdeki susmayan hüzünden yağıyordu her damla. İncecik bedeni tamamen sırılsıklam olmuştu. Saçlarından süzülen damlalar yanağına, oradan da boynuna akıyor, titreyen elleri farkında olmadan bedenine sarılmış gibi duruyordu.
“Islandın... Hadi içeri geçelim. Hasta olacaksın,” dedim, sesimi olabildiğince yumuşatarak. Sözlerim, içimde bastıramadığım endişenin titreyen yankısıydı.
“Emir…”
Sadece adımı söyledi. O kısık, titrek tını… İçimde bir şey çözüldü. Göz göze geldiğimiz o an, zaman bir anlığına durdu. Bir adımdı belki sadece, ama aramızdaki mesafeyi eriten bir adımdı.
“Elin buz gibi olmuş… Üstün de ince,” diye devam ettim, usulca avucunu avcuma alırken. “Şemsiye de yok, ceket de yok… Bak bu defa tam hazırlıksız yakalanmışsın,” dedim, hafifçe gülümseyerek avuç içini öptükten sonra.
Başını eğdi. Islak kirpikleri göz altlarına yapışmıştı. Titreyen dudaklarının kenarında belirsiz bir tebessüm vardı...
___
İklim’den…
Olayların ağırlığı üzerimden kalkmış gibiydi; onu görüp sarılmam, içimdeki yükü bir parça hafifletmişti sanki. Üstümü değiştirip salona geçtiğimde derin bir nefesle oturdum. Zihnimin köşelerinde hâlâ ablamın o acı dolu görüntüleri dolanıyordu, ama bugün, onun yokluğunun bıraktığı o derin özlem, beni o karanlık kuyudan biraz çekip almıştı.
“Saçlarını niye kurulamadin, öğretmen hanım?” dedi, sesi yanımda belirdiğinde.
Durgun bakışlarımı ona çevirdim, hafifçe gülümseyerek. O da kendi saçlarını kurulamayı bırakıp, yavaşça tekrar odasına yöneldi.
Başımı arkamdaki koltuğa yaslamamla birlikte, sesi yine yanı başımdaydı:
“Kaldır başını, şıpır şıpır olmuş her yer,” dedi gülümseyerek, yüzünde tatlı bir sitem vardı. O anki sevinci çocuklar gibiydi.
Ses tellerim acıdığı için boğazıma bir düğüm takıldı, nefes alışımı fark etmiş olacak ki, gözleri hemen beni buldu.
“Boğazın mı acıyor?” diye sordu.
Başımı hafifçe salladım, gülümseyerek derin bir nefes verdim.
“Önce şu saçlarını kurulayalım. Fön makinesini de getirdim. Sonra sana güzel bir nane-limon yaparız, olur mu, öğretmen hanım?”
Gözlerim onun gözlerine takıldı. Öyle güzel bakıyordu ki… Başımı yana eğince, yanağımda beliren gamze bir anda yüzüme yayılan bir tebessüme dönüştü.
“Neden öyle baktın?” diye sordum.
Derin bir nefes aldım, parmağımla o tatlı gamzenin çukuruna bastırdım. O da elimi tuttu, parmağımın ucunu usulca öptü. Sonra sanki parmağım gamzesinin ait olduğu yermiş gibi, oraya bıraktı.
Gözlerim doldu.
O sırada saçlarımı kurutmakla meşgulken, zihnimde dolaşan görüntüler yüzünden dizlerimi kendime çekip, çenemi dizlerime yasladım. Bunu fark etmiş olmalı ki, fön makinesini kapatıp yan tarafa koydu.
“Güzelim… Ters bir şey mi yaptım? Neden pusuyorsun yine?” dedi, gözlerimle buluştuğunda çoktan dolmak üzereydi.
Başımı dizlerine yasladım. Ellerini saçlarımda gezdirirken, yumuşak bir sesle:
“İklim… Bir şey mi oldu? Ben mi bir şey yaptım?” diye sordu.
“A-ablam…” dedim, kelimeler boğazımda düğümlenerek.
Saçlarımın üstüne uzun bir öpücük kondurdu.
“O’nu sana geri getiremem ama… İntikamını en güzel şekilde aldık,” dedi, sanki bir yemin etmiş gibi.
Elim, istemsizce avcunun içindeki yaraya kaydı yine. Parmaklarım teninde gezinince hafifçe gülümsedi.
“Acımıyor ama… gıdıklanıyorum,” dedi, dudaklarının kenarı kıvrılırken.
Yüzümde buruk bir tebessüm belirdi.
“Günler sonra konuşup şöyle güldün ya… tüm yorgunluğumu aldın, biliyor musun?” dedi, saçlarımı usulca okşayarak.
Başımı eğip dizine daha sıkı yaslandım. Bu defa avuç içi yanağıma kaydı…
Hafif hafif okşar gibi sevmesiyle içim mayıştı, göz kapaklarım ağırlaştı.
“Uyu güzelim… Ben seni yatağına bırakırım sonra,” dedi fısıltıyla.
Ve gözlerim çoktan uykuya teslim olmuştu.
☆☆☆☆
Devam edecek...
Bolca yorum ve oy atınnnnn ❤️❤️❤️❤️
Bölüm şarkınız
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |