

İklim’den...
Başımın yastıkla buluşmasının üzerinden çok geçmemişti ki, çelik kapının kapanma sesiyle irkildim. Uykumdan sıyrılıp doğrulduğumda saate baktım. Gece dördü gösteriyordu.
Gözlerimi ovuşturarak kalktım. Odanın önünde durup içeriyi kontrol ettiğimde, kapısı açık olmasına rağmen içeride olmadığını gördüm. Derin bir iç çekip içeri girdim. Yatağının kenarına oturur oturmaz, kendimi yavaşça yastığına bıraktım. Sarıldım… Hem yastığına, hem ona duyduğum hasrete…
Ablamın çığlıklarla dolu sesi ve gözümün önünden gitmeyen o acı görüntüler hâlâ zihnimdeydi. Ağlamamak elimde değildi. Ama en çok da, onu beklemekten başka çarem olmamasıydı içimi ezen…
"Ne olur, çabuk gel…" dedim çaresiz bir çocuk gibi. Çünkü içimdeki fırtınayı dindiren tek şey onun sesi, onun varlığıydı.
Bir elim yastığına sımsıkı sarılırken, diğer elimle yorganını buruşturuyordum; acımın başka türlü çıkışı yoktu sanki… Uyumak istiyordum. Huzur istiyordum. Ama ne uykuyu ne huzuru bırakmışlardı bana… Öz babam ve dedem… Hayatımın en temel güvenini bile elimden almışlardı.
Zaman geçtikçe gözüm kapıya kilitlendi. Ve sonunda o ses geldi… Kapı açıldı. Hemen doğruldum, hızla dışarı çıktım. Onu karşımda görünce hiç düşünmeden sarıldım.
"Güzelim… Bir şey mi oldu?" dedi şaşkınlıkla.
Başımı iki yana salladım. Geri çekilmek istedim ama elleriyle yüzümü avuçlarının arasına aldı.
"Kabus mu gördün? Neyin var güzelim?"
“Ne-re… Neredeydin…” dedim, hıçkırıklarım kelimeleri bölse de.
Başımı göğsüne yasladı, teni ılık, kalbi sanki sığınağım gibiydi.
“Camiye gitmiştim,” dedi usulca. “Uyuyordun… Seni uyandırmaya kıyamadım. Bir adağım vardı…”
Kulağıma fısıldar gibi devam etti:
“Sesini bir daha duyarsam… camide şükür namazı kılacağım, demiştim içimden. O yüzden…”
Bir adım geri çekildiğinde gözlerim parladı, ona öylece baktım.
Ben ne yapmıştım da böyle sevmeyi bilen bir adam çıkmıştı karşıma?
Hangi iyiliğim, hangi sabrım bu dualı kalbi bana getirmişti acaba?
Elini yanağıma koydu. Başparmağı nazikçe tenimde gezinirken, alnıma bir öpücük bıraktı.
Tereddüt etmeden boynuna sarıldım yeniden. Ama bu defa…
Bu defa ağlıyordum.
Mutluluktan.
Saçlarımı okşayıp gözlerime baktı, sesi yumuşacık, neredeyse fısıltı gibiydi:
" Neyden korktun… niye böylesin, ha güzelim?"
Yutkundum. Boğazım düğüm düğümdü. Zor bela fısıldadım:
"…Ablam."
Gözleri değişti. O an her şeyi anlamıştı. Gecenin karanlığında bile bakışı yüreğime dokundu. Bir adım daha yaklaştı.
"Uyuyana kadar başında bekleyeyim ister misin?" diye sordu, sesi adeta bir sığınak gibi.
Başımı iki yana salladım. Ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum.
Ama o, durmadı. Yavaşça eğildi, göz hizama indi.
"Uykusuz olmaz…" dedi. Hafifçe gülümsedi ama gözlerinde endişe vardı. "Acı veriyorlar, biliyorum. Ama uyuman gerek… Dinlenmen gerek. Bunu kendin için yapman gerek."
Önüme düşen saçları nazikçe geriye itti, parmakları yanağımda durdu bir süre. Parmaklarının sıcaklığı kalbime yürüdü.
Sonra fısıldadı:
"Beraber uyuyalım ister misin? Yanında ki koltukta uyurum bende...Seslenmen rahat olur. Hem korkunu yenene kadar, gözüm üzerinde olmuş olur..."
Sadece başımı eğdim. Ağzımdan kelime çıkmadı ama gözlerim, ellerim… hepsi çoktan kabul etmişti.
Odama geçtiğimizde sessizce yatağa yöneldi. Usulca yorganı açarken bir anlığına göz ucuyla bana baktı.
“Ben… yanındaki koltukta uyurum. Rahatsız olma,” dedi, dudaklarında yumuşacık bir gülümsemeyle.
İçim sızladı. Hâlâ beni incitmekten çekinmesi, o düşünceli hâli… Kalbimin en derin yerini yumuşattı.
“Emir…” dedim çekingen bir sesle.
“Efendim, güzelim?” diye yanıtladı hemen. O kendine özgü, şefkat yüklü sesiyle…
Bir an sustum. Gözlerim yere kaydı. Dudaklarım titreyerek açıldı:
“Beraber uyusak… yanında uyusam… olur mu?”
Bir an sessizlik oldu. Ardından sesi yumuşak bir merhametle doldu:
“Rahat edebilir misin peki?”
“Ben senden rahatsız olmuyorum ki…” dedim fısıltıyla. Gözlerimi kaldırdım. “Sen… sen rahatsız olur musun?”
“Yanında dinleniyorum ben,” dedi. “Nasıl rahatsız olurum senden?”
Sözleriyle gülümsedim. Gözlerimde biriken damlalar yanaklarıma süzülmeden, başparmağıyla silip aldı. Ardından alnıma usulca bir öpücük kondurdu.
“Dökme artık gözyaşlarını,” dedi fısıltıyla. “Gözlerin ağrıyacak…”
“Seninkiler acıyor mu hâlâ?” diye fısıldadım, gözlerimi kaçırarak. Cümlem bitince içimde ince bir utanç kıpırdadı. Sormamalıydım belki de. Ama susamıyordum.
Bir sessizlik oldu önce. Sonra başımı usulca okşadı. Parmak uçları saçlarımda dolaşırken, sesi yumuşak bir melodi gibi kulağıma değdi:
“Yok... artık acımıyorlar.”
Sözlerinin ardında yarım kalmış bir acının gölgesi vardı. Gözlerimi kısmadan fark ettim. Gülümsemesi vardı ama içinde sızlayan bir şey daha taşıyordu. O gülümseme dudaklarında değil, yüreğinin en dip köşesindeydi sanki.
“Alışıyor insan. Ya da... alıştığını sanıyor,” dedi, iç çekerek.
O an gözlerimi ona kaldırdım. Onun kırılmış tarafı, içimde yavaşça bir boşluğa çöküyordu. Bir şey yapamamak, onu o acıya yalnız bırakmak… bu da kendi türümde bir ceza gibiydi.
“Hadi kapat gözlerini,” dedi alçak bir sesle. “Uyumaya ihtiyacın var...”
"Yarına gidecek misin?" diye sordum, uyuyup uyanınca onu görememekten korkar gibi.
"Hıhım... Karakolda işlerim var. Ardından ama kafeye uğrayacağım. Seni de alırım istersen. Samet’in yardıma ihtiyacı varmış. Ağabey bir uğra dedi."
"Gelirim ben de..." dedim fısıltıyla.
“Uyu o zaman, dinlen biraz... Ses tellerini yorma daha fazla. Sonra... hasret kalıyorum sesine.”
Gözlerine yeniden bakmak için başımı kaldırdığımda, gözlerini çoktan kapatmıştı. Ama yüzünde beliren o tebessüm, varlığıyla beni sarmaya yetti. Göğsüne daha çok yaslandım. Gözlerimi kapadım. Onun kalp atışlarına karışarak nefes aldım. İçimdeki fırtınaları dindiren tek kişiydi o. Kalbime de, hayatıma da iyi gelen… en özel kişi.
___
Göktürk Ayhan'dan...
Günlerdir jandarma asayiş dosyalarının arasında kaybolmuş gibiydim. Kafamı kaldırıp yorgun bir nefesle sandalyeme yaslandığımda, Emir yüzünde hafif bir sırıtmayla bana baktı.
“Yoruldun mu, Göktürk Uzmanım?” dedi, alaycı bir ses tonuyla.
“Yoruldum, Emir Uzmanım,” dedim, onun şakasına aynı tonda karşılık vererek.
“Meltem’i arasaydın da biraz teselli etseydi seni?”
Gülümsedim, gözlerimi devirdim. “Kocası kadar meşgul bir karım var,” dedim başımı iki yana sallayarak.
“Allaaaah Allah,” dedi kahkaha atarak.
"Neşen yerine gelmiş... Karın konuşmaya başlayınca mı?" dedim, elimdeki dosyayı yavaşça masaya bırakıp ona dönerken.
Emir başını eğdi. Gülümsemesi yavaşça soldu. Gözlerinde günlerdir içini kemiren yorgunluğun izi vardı.
"Günlerdir içim içimi yiyordu, Göktürk..." dedi kısık bir sesle. "Ne yaşattılar, neler çekti… diye düşünmekten canım çıktı."
Bir süre sessizlik oldu. Masa lambasının loş ışığı yüzüne vuruyor, göz altındaki morlukları daha da belirgin hâle getiriyordu.
"Üzme kendini bu kadar, dedik sana... defalarca söyledik."
Başını yavaşça iki yana salladı. Dudakları titreyerek açıldı:
"Demekle olmuyor işte kardeşim... Sadece 'geçer' demekle geçmiyor. İçindeki o boşluk, o kaygı... Yerleşiyor insanın içine. Onun sesini duymadan geçen her saniye boğazıma düğüm oldu."
Yutkundum. O an, yalnızca bir asker değil, bir adamın, bir eşin kalbini taşıyan tarafı konuşuyordu.
O dosyaları, silahları, talimatları bir kenara bırakıp elimi omzuna koydum.
"Şükret ki konuşuyor artık... Geriye kalan her şey telafi edilir."
Başını kaldırdı. Gözlerinde minnetle karışık bir buğu vardı.
Tam o sırada kapı hafifçe aralandı; baş selamı ile içeri giren görevli er, yüzündeki ciddiyetle konuştu:
"Jandarma Er Uğur Dündar. Komutanım, Emirhan Komutanım, size bu evrakları teslim etti."
"Tamamdır Uğur, sen şu dosyaları da al," dedim.
Uğur, saygıyla başını eğip odadan çıktı.
Ardından Emir Kaan elinde iki kahve kupasıyla içeri girdi, yüzünde hafif yorgun ama dostane bir ifade vardı.
"Al bakalım kardeşim," diyerek kupalardan birini bana uzattı.
"Eyvallah, ellerin dert görmesin kardeşim," dedim gülümseyerek.
Saatine bakarken yüzünde hafif bir telaş vardı:
"Benim birazdan çıkmam lazım, kalan dosyaları sen alır mısın?" dedi.
"Alırım, ama hayırdır kardeşim, bir sorun yoktur inşallah," diye karşılık verdim.
“Yok yok. Bizim Samet vardı ya, kafede çalışan,” dedi Emir Kaan, ayağındaki botunu düzeltirken. “Ağabey uğra dedi, ona uğrayacağım.”
“Benim arabayla git istersen,” dedim, masanın kenarına tutunarak doğruldum.
Elini havada salladı. “Gerek yok kardeşim. Hem Meltem gelecekti bugün, onu sen alırsın.”
Bir an duraksadım. Meltem… O da aklımdan çıkmıştı.
“Vallahi o da aklımdan çıkmış,” dedim başımı kaşıyarak. “Doğru ya… O da geliyor.”
Emir, masanın üzerindeki dosyalara göz gezdirerek devam etti: “Sen dosyalarını bırak, ben akşam evde tamamlarım. Zaten çoğu imza, mühür, damga işi.”
“Olmaz Emir’im ya…” dedim, gözlerimi kaçırarak. Ne kadar da alışmışım yükü birlikte taşımaya…
Elinde tuttuğu kupayı havaya kaldırdı hafifçe. “Haydi haydi… Sivilleri giyip çıkıyorum ben. Hava mis gibi zaten, yürürüm.”
Kahvesinden bir yudum daha aldı. Yüzündeki o tanıdık tebessümle bana baktı.
“Cansın sen,” dedim, içtenlikle.
“Eyvallah kardeşim.”
Ceketini koluna attı, kapıya yöneldiğinde arkasından seslendim: “Dikkatli git!”
“Tamamdır,” dedi, gülümseyerek.
Kapı ardında usulca kapandı.
☆☆☆☆
Bu bölümü sonra düzenleyeceğim ve yeni bölüm yarına gelecek. Annem rahatsız kusura bakmayın bölümler gecikiyor...ve kısa olsa da yarına acısı çıkacak uzun ve soluksuz bir bölüm gelecek ❤️
Oy ve yorum bol olsun ne olur moral verin bana ❤️🔥
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |