

Emir Kaan’dan...
Gecenin ağırlığı omuzlarıma çöktüğünde odama geçip kapıyı sessizce kapattım. Ardından başımı usulca kapıya yasladım.
Vücudum alarm veriyordu artık. Yorgunluk... sinir... stres... Her şey üst üste binmişti.
Tam o an, burnumdan süzülen sıcaklığı fark ettim. Elimi kaldırıp baktığımda, kırmızı bir iz avucumda yayılıyordu.
Gözlerim doldu, ama dudaklarımdan acı bir tebessüm döküldü.
"Bir de sen eksiktin..." diye homurdandım, kendi kendime.
Banyoya gidip alelacele bir tampon yaptım. Sonra geri dönüp yatağa uzandım.
Bu birkaç gündür sıklaşmaya başlamıştı.
Bedenimle birlikte içim de kanıyordu sanki.
“Tansiyonumun da anasını ağlattım, sağlığında...” dedim, yorgun bir gülüşle. Ama o gülüş, gözlerimde biriken yaşları durdurmaya yetmedi. Başımı tavana kaldırıp gözlerimi sıkıca yumdum.
“Oyy Allah’ım... oyy...”
Her gecem artık ağlamaklıydı. Her sabah, bir öncekinden daha sancılı. İklim’in sessizliği, içimde hiç susmuyordu. Onun dili değil, gözleriyle anlattığı acı, ruhumu oyuyordu.
Ve ben... ben onu kurtarmaya çok geç kalmıştım. Vicdanım, her gece aynı ağırlıkla üzerime çökerken susmuyordu.
“Keşke...” diyordum her seferinde.
Ama hiçbir keşke, o sustuğunda duyduğum sessiz çığlığı geri getirmiyordu.
Dışarıdaki yağmura baktım; yağmur damlaları, içimdeki inadı yansıtıyordu sanki.
“Yine inatlaşsam keşke seninle, öğretmen hanım. Yine unutsam şu dünya derdimi...”
Kendi kendime boşuna konuşuyordum belki, ama içimdeki yangın dinmiyordu. O bana aldığım babetler geldi aklıma;
“Bunlar olmasaydı keşke...”
Başımı pencereye yasladım. Ne ciğerime sigara çekebilecek ne de dert taşıyacak yüreğim kalmıştı artık. Gözlerimden süzülen yaşları elimle sildiğimde, parmağımdaki yüzüğe takıldı elim…
Parmağımdaki yüzüğü usulca çevirdim. Metalin soğukluğu, parmaklarımın sıcaklığına inat, içimdeki yangını dindirmiyordu. Sessizliğin içine gömülmüş, kendi kendime fısıldar gibi konuştum:
“Son nefesime kadar… Sana da, aileme de temiz bir dünya bırakmak için uğraşacağım.”
Belki herkes anlamazdı. Ama ben biliyordum… Bu hayat, yalnızca yaşamak için değil, ardında bir iz bırakmak içindi. Temiz bir iz.
Kapım çalınınca, yüzümdeki ıslaklığı aceleyle sildim. Gözlerimin kırmızısı hâlâ geçmemişti ama sesime bir şey yansıtmak istemedim.
“Gel…” dedim, biraz yutkunarak.
Kapı yavaşça aralandı. Ardından sessizce içeri süzüldü İklim. Gözlerinde karanlık gecelerden kalma bir buğu vardı.
“Müsait misin…” diye fısıldadı çekinerek.
Başımı yana eğip yumuşakça gülümsedim.
“Müsaitim, gelebilirsin...Bir şey mi oldu?”
Göz göze gelmekten kaçındı. Başını usulca öne eğdi. Parmaklarıyla elbisesinin eteğini buruşturuyordu.
Anladım...
Yine uyuyamamıştı.
Geceleri ne ben dinlenebiliyordum ne de o. İkimiz de kendi sessizliklerimizde boğuluyorduk. Ama ne zaman ki aynı odada soluklanıyorduk, sanki içimiz biraz olsun hafifliyordu.
“Gel buraya,” dedim, kollarımı açarak. “Hiçbir şey konuşmasak da olur...”
Sarılırken usulca sokuldu kollarıma. Başını sessizce göğsüme yasladı. Kalbinin çırpınışı, sanki tenime işliyordu.
"Yine kabus mu gördün, güzelim?" diye fısıldadım, sesimde hem şefkat hem endişe vardı.
Cevap vermedi. Ama başını yavaşça salladı. Bir çocuk gibi savunmasızdı o an... Kırılgandı.
Avuçlarımı saçlarında gezdirirken, alnına usulca bir buse kondurdum. Teni, ellerimde titriyordu adeta.
"Geçti... Buradayım," dedim yavaşça, parmaklarımı saçlarına dolarken.
O konuşmadı. Ama varlığına sarılışı, kelimelerden çok daha fazlasını söyledi o an. Sanki susarak içini döküyordu bana. Ve ben, susarak dinliyordum.
Başını usulca göğsümden çekti. Gözlerime uzun uzun baktı… İçinde merakla harmanlanmış bir sızı vardı.
Avuç içini yavaşça yanağıma koyduğunda, ben de alnımı onun alnına yasladım. O temas… sanki bizi dünyadan koparıp sadece birbirimize bağladı.
"Sen…" dedi, sesi bir fısıltı kadar inceydi,
"Niye ağladın?"
Bir an duraksadım. Gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım.
"Ağlamadım," dedim sessizce. Dudaklarım yalan söylüyordu ama gözlerim beni ele veriyordu.
Kaşları çatıldı, gözleri yumuşadı.
"Ağlamışsın…" dedi incecik bir sesle.
"Gözlerin hâlâ dolu bakıyor, Emir..."
O an ne desem eksik olurdu. Sadece nefesini hissettim yüzümde, kelimelerin taşıyamadığı bir duyguyla…
“Bir şeyim yok, güzelim…” dedim, sesimdeki kırılganlığı bastırmaya çalışarak. “Gel, biraz gökyüzüne bakalım. Yağmur da durmuş hem… Temiz hava iyi gelir.”
Yatağın ucundaki ince battaniyeyi alıp ikiye katladım, ardından usulca omuzlarına yerleştirip onu sardım. Üşümesini istemedim, ama daha çok içindeki ürpertiyi dindirmek istedim.
“Çocuk gibi hissediyorum sen böyle yapınca,” dedi, dudaklarının ucunda buruk bir tebessümle.
“Benim çocuğumsun,” dedim, gözlerinin içine bakarak.
Alayla bir kaşını kaldırdı. “Tabii… Yirmi üç yaşında bir çocuk.”
“Gel bakalım, seninle yıldızları saymayı öğrenelim. Sonra babet ayakkabıdan nasıl sal yapılır, onu keşfederiz.” dediğimde, sonunda kahkaha attı. O ses, içimdeki fırtınayı bir anlığına da olsa dindirdi.
“Yeryüzünün işkencesi yetmiyormuş gibi, şimdi de gökyüzü başladı…” diye mırıldandı, hâlâ gülerek.
“Çünkü güzelliğini kıskanıyorlar öğretmen hanım,” dedim yavaşça. “Bu kadar güzel görünmene gökyüzü bile dayanamıyor.”
Gülümsemesi bir anda dondu yüzünde. Bakışı ağırlaştı, derinleşti. Gözlerimin ta içine baktı, öyle sessiz, öyle anlamlı ki… İçimde bir şey düğümlendi. O an zaman durdu sanki. Gözlerini kaçırmadan iç geçirdi, ben ise bakışlarından kendimi zorlukla koparabildim.
Balkona çıktığımızda başımı hafifçe gökyüzüne kaldırdım. Yağmurun ardından bulutlar biraz olsun aralanmış, gecenin siyah perdesinden yıldızlar utangaçça kendini göstermeye başlamıştı.
“Sanırım yağmur geçişi vardı,” dedim, iç çekerek. “Hava açılmış…” Sesim yumuşaktı. Hem sessizliği kırmak, hem de içimde sıkışıp kalan ağırlığı biraz olsun dağıtmak istiyordum.
“Evet…” diye fısıldadı yanımda. Sesi kısık ama huzurluydu. Belki de bu sessizlik ikimize de iyi geliyordu.
Yüzümde hafif bir tebessümle ona döndüm. “Görevde olsaydık şu an… eminim Yiğit Alper’le Göktürk söyleniyor olurdu.”
Kaşları hafifçe kalktı. Merakı uyanmıştı. “Neden?”
“Botlara çamur bulaşmasına katlanamıyorlar,” dedim, hafifçe gülerek. “Hele Göktürk… surat asılır, gün boyu kimseyle konuşmaz. Ama haklılar. Kim sever ki o hissi? Çamurla, ağırlıkla, ıslaklıkla yürümeyi? Ama asker olunca… öyle pis şeyler görüyorsun ki… zamanla alınmaması gereken şeylere bile alışıyorsun. Kir, yorgunluk, suskunluk… alışkanlık gibi oluyor. Zorluk bile.”
Bir süre konuşmadık. O yine gökyüzüne dalmıştı. Parmak uçları, balkonun korkuluğuna takılmış; düşünceleri yıldızların izine karışmış gibiydi.
Bakışları yavaşça elime kaydı. Yüzüme dönmeden sordu:
“Yara izin nasıl oldu?”
“Barut yanığı kolay geçmez…” dedim, başımı iki yana sallayarak. “İlla iz bırakır. Tende de, hatıralarda da.”
Derin bir nefes aldı. “Kitaplarda kahramanlar çabuk iyileşirdi hep… Gerçek hayatta öyle değilmiş.”
Gülümsedim burukça. “Bu yüzden kağıt kesiği daha çok acıtır ya… Kitapların içi narin olur, ama gerçek kadar keskindir. Ne zaman unutmaya çalışsan, tam oradan kanar insan.”
Bir an başını eğdi, sonra yavaşça döndü bana.
“Senden çok güzel bir öğretmen olurmuş aslında…”
Yüzümdeki gülümseme silindi. Gözlerim biraz uzaklara daldı. “O yollara girme derim,” dedim sessizce. “Oralar bende hep yaralı…”
“Hiç başka bir meslek düşünmedin mi Emir?” diye sordu, sesi bu kez daha yavaş ve temkinliydi.
Başımı yere eğdim. “Düşünmeme fırsat verilmedi ki… On iki yaşında ailenin ikinci babası oldum ben. Babam kazada bacaklarını yitirince… herkes okuldan eve giderdi, ben okuldan işe, işten tekrar okula... bir döngüydü o. Büyümek zorunda kalmak böyle bir şey.”
Bir süre sustu. Sonra sesinde uzak ama tanıdık bir kırılganlıkla konuştu:
“Benim ablam da öyleydi… Annem ölünce, Cüneyt eniştem her ne kadar destek olsa da ‘kardeşimi ben okutacağım’ derdi hep. Bir sürü işte çalıştı. En yakın arkadaşıydı Cüneyt eniştem… O zamanlar.”
Bir nefes aldı, sesi hafif titriyordu. “Yorgunluktan uyuyakalırdı. Onunla konuşmak, oyun oynamak isterdim ama... yapamazdık. Babamdan korumak için dışarı bile çıkarmazdı beni. Bazen... sadece Alaz ile ailesi gelirse, o zaman oynardım…”
Birkaç saniye birbirimize bakmadan sustuk. Gece artık tamamen yıldızların eline kalmıştı.
O an yavaşça battaniyesinin ucunu biraz daha çekip omuzlarına sardım. “Üşüyorsun…” dedim.
Başını eğdi sadece.
“Ben… bazen sadece biri beni anlasın isterdim…” dedi fısıltıyla. “O kadar uzun zaman geçti ki...”
Başımı hafifçe ona doğru çevirdim. “Biri seni anlıyor artık, İklim.”
“İyi ki o biri de var... Onun yanında biraz olsun huzur buluyorum. Yoksa ne ablamın o son halleri... ne de o sesler gidiyor kulağımdan...” dedi, gözlerini gözlerime sabitleyerek.
Bir an içimdeki kor yandı. Onun o kırık hâlini biraz olsun toparlamak istedim.
“Memnun musunuz bari o birinden, öğretmen hanım?” dedim hafif bir tebessümle, konuyu değiştirip moral vermek için.
“Çok...” dedi, gözlerini kaçırarak. Derin bir iç çekti, sonra bakışları buğulandı. Gözlerini silerken başını usulca göğsüme bastırdım. Ellerim istemsizce saçlarına gitti.
“Yapmak isteyip de yapamadığın ne varsa, demekten çekinme olur mu?” diye fısıldadım, sesi bastırmayacak kadar yumuşak bir tonda.
Başını kaldırmadan mırıldandı:
“Bazen senin bu dünyadan olmadığını düşünüyorum…”
Gülümsedim. “Değilim zaten,” dedim kısaca.
“Hı?!”
“Uzaylıyım ben. Kabilemi kaybettim. Baran’la seni de kabileme katacağım,” dedim, yüzüme sahte bir ciddiyet takınarak.
“Off Emir...” dedi, başını yeniden göğsüme gömerek. Hafif bir gülümseme yerleşti dudaklarına.
“Travma falan kalmadı bak, iki günde dirilttik seni. Uzaylı olmasam kim toparlayacak seni böyle!”
“Uzaylı...” dedi gülerken.
“Uzman uzaylı,” dedim göz kırparak.
Kahkahası içime güneş gibi doğdu.
Üzerine badaniyesini iyice sararken, içimde onu hep böyle koruyabilme isteğiyle badaniyeyi nazikçe tuttum.
Elimi yanağına koyduğumda, buz gibi tenine dokununca istemsizce kaşlarımı çattım. Parmak uçlarımda o soğukluk, içimde hafif bir sızı bıraktı. Hafifçe okşadım yüzünü.
“Buz gibi olmuş yüzün, İklim.”
Gözlerini kaçırarak hafifçe gülümsedi.
“Biraz üşüdüm sadece…”
“Niye demiyorsun bana, daha yeni ayaklandın?” dedim, sesimdeki endişeyi gizleyemeden.
Başını hafifçe bana yasladı, gözleri yorgun ama sakindi.
“Senin yanında dinleniyorum biraz Emir…”
O cümle…
Sanki içime usulca işledi. Onu böylesine kırılgan görmek, ona yetememe korkumu tetikledi.
Alnına usulca bir öpücük kondurdum, sonra yavaşça doğruldum.
“Hasta olursun ama... Hadi, içeri geçelim.”
Başını iki yana salladı hafifçe.
“Emir... Ben odada boğuluyorum…”
“Ben de yanında olacağım,” dedim, gözlerine bakarak. “Söz veriyorum, seni yalnız bırakmayacağım.”
Gözleri hafifçe doldu.
“Emir, lütfen... Biraz daha kalalım burada... Sessizce. Sadece senin nefesini duyayım.”
" Beş dakikan var öğretmen hanım..."
Hafifçe gülümsedi.
" Yeter bana..."
O an her şey sustu içimde.
Yavaşça yanına daha da sokulup onu battaniyeye iyice sardım. Kolumu omzuna doladım, başını göğsüme yasladı.
Ben susarak kaldım yanında…
O sadece nefesimi duydu.
Ben de onun kalp atışlarını…
___
""_Saatler Sonra _""
İklim’den...
Sabah uyandığımda etrafa bakınmamla, yatağın kenarında elimi tutarak uyuya kalan Emir’i görmem bir anlığına nefesimi kesti. Yüreğim öyle bir sızladı ki, sanki içimde usul usul kanayan bir yaranın üzerine parmak basılmış gibi...
Parmaklarıma dolanmış o eller… Uykuya inat hâlâ sımsıkı tutuyordu beni. Sanki bıraksa, ben yine darmadağın olacaktım. Sanki o da biliyordu içimdeki fırtınayı… Gecenin uykusuzluğu yüzüne işlemişti. Saçları alnına düşmüş, göz kapakları yorgunluktan titriyordu ama bırakmamıştı beni. Gitmemişti.
Başımı usulca yastığa geri koydum. Gözlerimi onun yüzüne sabitledim.
Kimse böyle tutmamıştı beni. Kimse, uykusunu bile feda edip başucumda sabahı etmemişti. Sessizce, sadece varlığıyla iyileştirmeye çalışmıştı içimi.
Boğazıma bir yumru oturdu.
İçimden usulca geçirdim:
“Ben kırıldıkça sen topluyorsun beni, değil mi Emir?..”
Elimi okşayan başparmağı yavaşça hareket etti. Uyanmak üzereydi belki. Ama ben o an, zamanın donmasını, bu hâlin hiç bozulmamasını istedim.
Elimi usulca yanağına koyduğumda hâlâ buz gibiydi… Ama nefesi artık daha sakindi, daha derindi. Başını yastığa değil, kolunun üzerine koymuştu. Yatağın kenarında, bana en yakın noktada… Elimi tutarak öylece sızmıştı.
Bir anlık çaresizlikle değil, içten bir sadakatle. Uyuyakalmıştı. Gözkapakları titredi hafifçe, ama uyanmadı. Derin bir nefes aldı, dudakları belli belirsiz kıpırdadı… İçini rahatlatan bir düşte gibiydi.
Yavaşça saçlarına uzandım. Parmaklarım, alnına dökülen o dağınık tutamları usulca geriye itti. Sonra ağır ağır, tarar gibi saçlarını okşamaya başladım.
"Uyanma…" dedim usulca. "Biraz daha uyu. Dinlen…"
İçim titredi. Onun böylece bana güvenip uyuması, böylesine açık kalması… Sanki kalbimde incecik bir sızıyla birlikte şefkat patlaması yaşattı. Başını koluna koymuş, bana bunca yakınken… korumam gereken tek şey onun uykusu gibi geliyordu.
"İyi ki varsın…" dedim yine, kendi kendime fısıltıyla.
"Ne olur hep burada kal…"
Başını kolunun üzerine yaslamış hâliyle hâlâ elimden tutuyordu. Parmakları gevşemişti ama bırakmamıştı. Ben de sıkmadım, zorlamadım… sadece avucunun sıcaklığını içimde tuttum.
Eğildim. Yanağının hemen yanına, saçlarının arasına minicik bir öpücük kondurdum.
“Sen seni seviyorum demesende oluyor Emir…”
Sonra usulca başımı onun hemen karşısına, yatağın diğer kenarına koydum. Elim hâlâ elindeydi. Gözlerimi kapadım. Uyumadım ama sessizliğe gömüldüm. İç seslerimin fırtınası dinmişti. Çünkü onun yanındaydım. O bendeydi.
Ve bu sabah… başka hiçbir sabaha benzemiyordu.
☆☆☆☆
Annem rahatsız hastane + işlerim oluyor. Kusura bakmayın bölümler geç geliyor.
Oylama 25 in altına düşmesin rica ediyorum. Bol yorum istiyorum sizden ❤️
Sizi seviyorummmm ❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |