4. Bölüm
Bozkurt Pençesi / Yarım Kalan Sigara / Bölüm 4 : Yeni başlangıçlar

Bölüm 4 : Yeni başlangıçlar

Bozkurt Pençesi
bozkurt.pencesi

 

 

 

1 hafta sonra

Emir Kaan'dan...

Babamın tedaviye cevap vermesiyle sonunda içim biraz olsun rahattı. Günlerdir bir yandan hastane, bir yandan emniyet derken kendime ait bir köşeyi bulmak şart olmuştu. Nefes alabileceğim bir alan… Yeri geldi, sokak sokak gezdim, internet ilanlarına baktım ama bu semtte kiralar el yakıyordu. Sadece bir ev vardı içime sinen; eski ama bakımlı, küçük ama sıcacık…

 

“Ne diyorsunuz beyefendi, kiralıyor musunuz?” diye sordu, sesi bile çatlamış bir umutla.

 

Ev sahibi başını salladı ve elini uzattı.

 

“Kiralıyoruz.”

 

Ben de onun elini sıktım.

 

“Anlaştık o zaman.”

 

Tam o sırada telefonuma düşen bir mesaj yüzümde gülümsemeye sebep oldu. Baran’dandı.

 

"Bekliyorum seni istemeye!"

 

Babam hastayken bile kendi mutluluğunu ertelemişti o güzel yürekli kardeşim. Şimdi ise sıra ona gelmişti.

 

“Geliyorum reisim…” diye yazdım, içimde biriken sevinç ile...

 

Gerekli evrakları tamamlayıp anahtarı elime aldığımda, kalbimde hem hafif bir heyecan hem de sorumluluğun ağırlığı vardı. Eve adımımı atar atmaz, telefonumu çıkarıp anneme mesaj attım. Evin adresini yazıp gönderdim. Bugün Azra’yla birlikte gelip evi temizleyeceklerdi.

 

Perdeleri eski dahi olsa pencerelerden içeriye sabah güneşi vuruyordu. Duvarlar bomboş, yerlerde ince bir toz tabakası... Ama yine de burası artık bizimdi.

 

Boş evin içi biraz soğuk, biraz sessizdi. Ama bu sessizlik, içimde kıpırdayan umutla karışınca huzura dönüştü. Pencereyi açıp içeriye bahar havasını davet ettim. Hemen ardından zile basıldı. Azra ile annem gelmişti.

 

“Selam yeni ev sahibi!” diye seslendi Azra, elinde temizlik kovasıyla.

 

Annem peşinden gülümseyerek içeri girdi. “Hay maşallah Emir'im,” dedi, içeriyi süzerken. “Fena değilmiş burası. Biraz elden geçerse sıcacık olur.”

 

Azra çoktan ayakkabılarını çıkarmış, cam silme suyunu hazırlıyordu bile.

 

“Sen süpürgeyi çıkar anne, ben camlara girerim, ağabey sende dolapları hallet,” dedi. Her zamanki gibi organizeydi.

 

Ben de mutfağa geçip eski dolapları silmeye başladım. Herkes sessizce işini yaparken, arada Azra’nın kendi kendine şarkı mırıldandığını duyuyordum.

 

Bir süre sonra annem kolunu sıvayıp yanıma geldi. “İyi olacak burası,” dedi. “Yalnızlığa alışamayacaksın belki ama kendi düzenin... iyi gelecek sana da annem.”

 

Başımı eğip gülümsedim. Cevap vermedim. Çünkü annemin dediği gibi, yalnızlığa değil ama özgürlüğe ihtiyacım vardı. Kendi duvarlarım, kendi sessizliğim ve kendi hayatım…

 

Azra, elindeki bezle mutfağa uzandı. “Bu arada,” dedi, gözlerini bana dikerek, “Baran ağabey seni gerçekten kesin bekliyormuş, Emel yengem söyledi. Ceketini de ütüledim, kravatsız çıkma sakın.”

 

“Emredersin hanımefendi başka arzunuz,” dedim alayla.

 

Gülüştük. Her şey çok sade, çok sıradandı ama içimizde taşıdığımız anlam bambaşkaydı. Yeni bir ev, temiz bir başlangıç, güzel bir haber...

 

Ve içimde, uzun zamandır hissetmediğim o his: yaşamaya dair küçük bir istek.

 

Temizlik saatler sürdü. Azra en son yerleri silerken, ben balkonun demirlerine dayanmış, güneşin yavaşça çekilişini izliyordum. Yeni taşınılan her evin içinde bir miktar sessizlik olurdu. Ama bu seferki sessizlik, içimde büyüyen bir kararın yankısı gibiydi.

 

Telefonum çaldı. Baran’dandı...

 

“Bir buçuk saate yanındayım cano” dedi hızlıca. Heyecanı sesine yansımıştı.

 

"Tamamdır kardeşim." diyerek hızlıca Azra’nın getirdiği takım elbiseyi alıp duş almak için banyoya yöneldim.

Sıcak bir duşun verdiği ferahlığın ardından saçımı havluyla iyicene kurulayıp ardından saç kremi ile şekil verip üstümü hızlıca giyindim.

 

"Ağabey, gelebilir miyim? Merak ettim seni..."

 

Kapıyı çalarak seslenen Azra’ya hızlıca kapıyı açtığımda beni sürmeye başladı.

 

Azra aynalı gardırobun önünde durup kaşlarını çattı. “O değil, mavi kravatı giyme, kırmızıyı giy. Daha düzgün duruyordu.”

 

Annem başını salladı, onayladı. Direnemedim. Kravatımı değiştirip aynaya son bir kez göz attım.

 

"Oldu mu Azra Hanım?"dememle gülerek gelip yanağımdan öptü.

 

"Oldu ağabeyim..."demesi ile alnından öpüp hızlıca ayakkabılarımı giymeye başlarken Baran’ın "geldim" mesajı ile kapıya yönelmem bir oldu.

 

Aşağı indiğimde Baran arabada beni bekliyordu. Arabanın içinde deli gibi çalan müziği hemen kısıp bana döndü. “Vay be,” dedi, beni süzerken. “Jilet gibi olmuşsun. E hadi bakalım, sıra bizde!”

 

Gülümsedim burukça...

 

“Senin mutluluğun gecikti benim yüzümden, ama en azından tam vaktinde olacak bu defa her şey kardeşim...”

 

"Kardeşimin acısı varken, ben mutlu gün yaşayamazdım zaten Cano. Canını sıkma..."

 

Derin nefeslerin ardından yola koyulduk beraber. Baran yol boyunca hiç susmadı. Hangi çiçeği alsak, nasıl girsek, kimi neyle şaşırtsak… Her ayrıntıyı kafasında kurmuştu. Ben de onu sadece dinleyerek, mantıklı olanları onaylıyordum. Bazen birine sadece yanında olduğunu hissettirmek yeterliydi.

 

Evlerinin sokağına dönerken Baran bir an sustu.

 

“Biliyor musun,” dedi, gözlerini yola dikerek, “babam bu günü görseydi çok gurur duyardı.”

 

Sessizlik çöktü aramıza. Ağır, ama güzel bir sessizlikti.

 

"Hala seninle gurur duyuyor emin ol buna kardeşim..." dememle gülümseyerek başını salladı. Ardından sırayla araçlar birikmesi başladı yanımızda... Apartmanın önünde beklerken ilk gelenler Baran’ın ailesi olmuştu. Dedesi ağır adımlarla yaklaştı, arkasında Baran’ın annesi ve küçük kardeşi vardı. Hemen ardından siyah takım elbiseleriyle tim de göründü. Baturay Yarbay önde, arkasında Alparslan Üsteğmen, Tansu, Göktürk, İsmail Ağabey, Alper Yiğit ve Emirhan. Hepsinin yüzünde ciddi ama içten bir tebessüm vardı.

 

Baran elindeki çiçeğe ve çikolataya göz attı, avuç içi hafifçe terlemişti.

 

“Ben öleceğim galiba heyecandan… Hiç düşündüğüm gibi değilim şu an,” dedi mırıldanarak.

 

Baturay Yarbay gülerek elini Baran’ın omzuna koydu, sırtını sıvazladı. “Yolun başındasın daha aslanım. Daha çok böyle yüreğin hop hop edecek…” Baran, o tanıdık tebessümle başını öne eğdi.

 

Dedesi, bastonunu yere hafifçe vurdu. “Hazırsanız çıkalım evladım,” dedi kararlı ama yumuşak bir sesle. Hep birlikte apartmanın merdivenlerine yöneldik. Herkes sessiz ama heyecanlıydı. Kapının önüne geldiğimizde Baran derin bir nefes alıp zile bastı. Sonra ceketini düzeltti, çiçeği biraz daha düzgün tuttu.

 

Kapı usulca açıldığında Emel belirdi. Zarif, şık elbisesi içinde gülümseyerek karşıladı bizi. “Hoş geldiniz efendim…” “Ho-hoş… hoş bulduk…” dedi Baran, kelimeleri zar zor toparlayarak. Elindeki çiçek ve çikolatayı neredeyse düşürürcesine Emel’e uzattı. Biz ise bu haline gülmeden edemedik.

 

Emel kibarca çiçekleri alıp kenara çekildiğinde, Baran’ın bakışları bir an onda takılı kaldı. Gözleri öyle dalmıştı ki, koluna girip içeri çekmek zorunda kaldım. Baran, toparlanır toparlanmaz Ökkeş amca ve Necla teyzenin ellerine uzanıp saygıyla öptü. “Allah razı olsun evladım, hoş geldiniz,” dedi Necla teyze yumuşacık sesiyle. “Hoş geldiniz delikanlılar,” diyerek tamamladı Ökkeş amca, tüm timi süzerek.

 

" Hoşbulduk amcacım..." diyerek Alparslan Üsteğmen hepimiz yerine cevap verirken bizler de tokalaşarak içeriye yöneldik...

 

Herkes içeri girdikten sonra salonda yerlerimize oturduk. Emel’in ailesi misafirperverliklerini eksik etmiyor, bardaklar çayla dolup boşalıyor, tatlı ikramları sunuluyordu. Ortamdaki ilk sessizlik yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı.

 

Baran hâlâ biraz gergindi ama yanındaki dedesi ve annesi ona güven veriyordu. O sırada Baturay Yarbay hafifçe öne doğru eğilip ilk sözü aldı: “Ee nasılsınız efendim?” Ökkeş Amca yerinden hafifçe doğrulup tebessüm etti. “Çok şükür, iyiyiz efendim. Allah eksikliğinizi göstermesin. Sizler nasılsınız? Yol yorgunluğu olmadı inşallah.”

 

Alparslan Üsteğmen nezaketle söze girdi: “Estağfurullah efendim, Baran bizim kardeşimiz gibi. Bugün burada olmak bizim için mutluluk ve onurdur.”

 

Necla Teyze, gözlerinde tatlı bir memnuniyetle, “Allah gönlünüzce versin evladım,” dedi. Sözleri duygu yüklüydü, sessiz bir takdir anı yaşandı. Ardından Ökkeş Amca Baran’a döndü: “Sen nasılsın Baran evladım?”

 

Baran bir anda ayağa fırladı: “İ-iyiyim efendim!”

 

O an odada bir anlık sessizlik oldu, ardından kahkahalar yükseldi. Emel başını eğdi ama gülümsemesini gizleyemedi. “Oğlum ne yapıyorsun?” diyen Alparslan Üsteğmen’e Baran sadece “Bilmiyorum komutanım…” diyebildi utangaçça.

 

O sırada Ökkeş Amca’nın sorduğu o klasik ve kritik soru geldi:

 

“Oğlumuz ne iş yapıyordu?”

 

Baran söze girdi utanarak.

"Askerim efendim...İznim, sigortam var."

 

"Hayat sigortan olsa dahi ölmemeye dair bir yaşam sigortan var mı?"diyerek sorması ile herkes yutkunurken Baran yerinde dikleşerek Emel'e baktı.

 

"Emel’e olan sevgim var efendim. Ona olan sevgim, ölüme inat yaşamaya dair tüm hayat sigortalarına bedeldir."

 

Başını şaşırarak salladı Ökkeş amca ama bizimkilerin damarı atmıştı.

 

"Ağzının iyi laf yaptığı kadar iyi bir asker misin peki?"

 

Tansu söze girdi: “Kendisi alanında en iyi keskin nişancı askerlerindendir bey amca...”

 

Hemen ardından Göktürk atladı: “Attığını hiç ıskaladığını da görmedik Baran’ın!”

 

Yiğit Alper de ekledi: “Savaş meydanına bir sal, kevgire çevirir ortamı. Ölüm makinesi yani. Savaşı başlat, Baran’ı sal, otur izle! O biçim yani bey amca…”

 

Alparslan Üsteğmen, alnına vurdu: “Emir Kaan, dürt şunları!”

 

Komutanımın sinirle fısıldamasıyla ben Yiğit Alper’e dirsek atınca ses kesildi. En sonunda İsmail Abi söze girip ortamı toparladı:

 

“Arkadaşlarımın demek istediği şudur efendim: Vatanına bağlı, sevdasına sadık, alnı ak, yüreği temiz, geleceği parlak bir delikanlıdır Baran. Kızınızı gözünden sakınır. Sigarası dışında da bir alışkanlığı yoktur, namazına da dikkat eder.”

 

Bu sırada Ökkeş Amca hafifçe gülümsedi ama hâlâ ciddiyetini koruyordu.

 

“Askerlik zor ama işte...”

 

Bu kez Alparslan Üsteğmen devreye girdi ve içtenlikle konuştu: “Baran’a o konuda hepimiz kefiliz amcacım. Komutanı olduğum hâlde ne kardeş olarak ne de asker olarak beni yüzüstü bırakmadı. Görevi ile hayatını birbirine hiçbir zaman karıştırmadı. Kızınıza gözü gibi bakacağından eminim.”

 

Sonunda ikna olmuş gibi başını tekrar ağır ağır salladı Emel’in babası Ökkeş amca...

 

Baturay Yarbay hafifçe öne eğilerek söze girdi:

 

“Ee efendim, oğlumuz hakkında sualleriniz bittiyse eğer sizlerin sıhhatlerı nasıl, iyisinizdir inşallah?”

 

Emel’in babası başını sallayarak karşılık verdi:

“Şükür, iyiyiz çok şükür. Baran’ı da sizleri de daha önce duyardık Emel'den, şimdi görmek nasip oldu.”

 

Baran’ın annesi Züleyha teyze gülümsedi:

“Kısmet işte, gönüller bir olunca yollar da bir oluyor. Allah razı olsun, bizi güzel karşıladınız.”

 

Emel’in annesi başıyla onaylarken Emel ayağa kalktı.

 

" Kahvelerinizi nasıl alırsınız?"

 

"Hepimiz orta içiyoruz, dört kişi hariç yenge..."diyen İsmail ağabey ile Emel yenge gülümseyerek kahveleri yapmak için gitmişti.

 

Bir süre sonra Emel elinde tepsiyle salona döndüğünde gözler hemen fincanlara çevrildi. Kahveler itinayla yapılmıştı; ama bir tanesi, o meşhur “tuzlu kahve” gözlerden kaçmamıştı. Herkes sessizce Baran’ın bakıyordu.

 

Emel kahveleri sırayla dağıttı, tepside kalan son fincanı da aldı. Tereddütsüz Baran’a doğru yürüdü. Baran’ın gözleri bir an büyüdü ama yerinden kıpırdamadı. Kahveyi aldı, başını hafifçe eğerek teşekkür etti.

 

Ortamda belli belirsiz bir gerilim vardı. Kimse ses çıkarmıyordu.

 

Baran tek bir yudum bile beklemeden, kahveyi bir dikişte içti. Ne yüzünde bir buruşma ne bir yutkunma… Hiçbir tepki yoktu. Herkes küçük dilini yutmuş gibi ona bakıyordu.

 

Tansu fısıldadı: “Bu çocuk insan mı?”

 

Göktürk: “Ya ben azıcık az şeker atsam midem bulanıyor. Bu nasıl tuzlu kahveyi böyle içti?”

 

Baran kahvesini bitirip fincanı masaya koyarken dudaklarını hafifçe yaladı: “Hayatımda içtiğim en güzel kahveydi...”diyerek ceketinin iç cebinden çıkardığı gülü kahvenin yanına koydu.

 

 

Tam o sırada, Alper Yiğit kahvesinden ilk yudumu almıştı ve anında yüzü buruşturdu. Bir saniyelik sessizlikten sonra...

 

“Ppppüü!”

 

Kahve, tıpkı bir patlama gibi, olduğu gibi Göktürk’ün üstüne fırladı!

 

Göktürk, şokla ayağa fırlayarak “Laaaaannn!” diye bağırırken biz gülmeye başlamıştık.

 

Emel, elini ağzına götürerek, olup biteni anlamaya çalışırken, Tansu kahkahalarla iki büklüm olmuştu: “Yanlış kişiye gitmiş!”

 

İsmail , elindeki kahveyle göz ucuyla Baran’a bakarak gülümsedi: “Baran, sen acıya falan dirençliymişsin... ama alper,hâlâ tuzla boğuşuyor, kahveyle bile savaşı kaybetti!”

 

Baran, yüzünde hafif bir gülümseme ile başını salladı, ortamın gerginliği bir anda kayboldu.

 

Emirhan gülerek karnını tutarken

“Bunlar da sabah kahvesini seçemeyenlerden,” dedi esprili bir şekilde.

 

Göktürk içinden sessiz küfürler ettiğini belli ederken Baran, yavaşça göğsünü kabartıp gülümsedi.

“Kardeşim, çok teşekkür ederim. Beni bu kadar sevdiğini bilmiyordum,” diyerek hafif alaycı bir şekilde konuştu.

 

Göktürk, bir an için sinirle ayağa kalktı, suratını ekşiterek etrafına bakındı.

“Lavabo ne tarafta acaba?” diye sordu sinirle.

 

Emel, dudaklarını tutmaya çalışarak gülümsedi.

“Sağdan ikinci kapı,” dedi hafif gülerek.

 

Göktürk, lafı alıp oradan uzaklaşmadan önce, “Sağ ol yenge, sen de sağ ol,” diyerek kaprisli bir şekilde lavaboya doğru yürüdü. Hepimiz, onun sinirli ama komik hâlini izlerken gülmeden edemedik.

 

Baturay Yarbay, derin bir nefes alıp boğazını temizlerken, artık istemeye geçmenin zamanının geldiğini düşündü. Ancak Göktürk’ün sesinin yine duyulmasıyla hepimiz ayağa kalktık.

 

“Laaannnnn!”

Göktürk’ün sesi duyuldu, ve hemen ardından Alparslan Komutan’ın sesi, herkesin dikkatini çekti.

“Emir Kaan, baksana şu çocuğa!” dedi Alparslan Üsteğmen, sabrının son demlerinde olduğunu belli ederek..

 

Başımı salladım ve tam kapıdan çıkacaktım ki, birden arkamızda ıslak bir Göktürk belirdi. Elinde musluk başlığıyla ve su içinde, ter içinde kalmıştı.

 

“Göktürk?” diye sordum, gözlerim şaşkınlıkla büyüyerek.

 

"Oğlum, ne bu hal?"dedi Baturay Yarbay'da gördüğü manzara ile...

 

Göktürk, biraz telaşla derin bir nefes alarak kendini toparlamaya çalıştı.

 

“Meltem yengemin aşkından şırıl sıklam olmuş Komutanım!” dedi Yiğit Alper, dayanamayıp kahkahasını bastırarak.

 

Göktürk, ellerini muslukla beraber havaya kaldırmış ve komik bir şekilde kendini telkin etmeye çalışıyordu.

“Musluğu açayım derken ayağım kayınca musluk elimde kaldı, tutmaya çalışırken de işte durum bu hâlde, Komutanım...” dedi, gözleri halinden ötürü mahçup ama bir o kadar da gülünç şekilde.

 

Bütün odayı gülüşmeler sardı. Kimse kendini tutamıyordu. O an, timin bir arada olduğu anların içindeki samimiyet ve dostluğun en net göstergesiydi. Baran bile bu komik görüntü karşısında gözlerinden yaşlar gelene kadar gülmekten kendini alamadı.

 

 

“Sizi bana sayıyla mı verdiler, Alp ve Gök!” Alparslan Üsteğmen, kısık bir sesle söylendiğini duymamla gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmamı fark etti ve bana bakarak devam etti.

 

“Emir Kaan, şunu al götür!” dedi, ben de başımla onay verdim.

 

“Olmaz, Komutanım. Emir Kaan’sız kız falan isteyemem ben,” dedi Baran, ciddi bir şekilde. Alparslan Üsteğmen’in gözleri seğirmeye başlamıştı. Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştı.

 

“Yiğit Alp, benim anahtarı al. Göktürk’ü götür. Buraya da tesisatçı gönderin!” dedi, sesindeki otoriteyi hissederek.

 

“Emredersiniz, Komutanım,” diyerek Yiğit Alper, anahtarı aldı ve hızla dışarıya yöneldi.

 

 

Yiğit Alper anahtarı alırken hâlâ hafif hafif gülüyordu. Göktürk’ün hâline bir kez daha bakıp, “Yürü sanat eseri,” diyerek omzuna dokundu. Göktürk somurtarak arkasına bile bakmadan kapıya yönelirken, söylenmeye devam etti:

 

“Ben sadece kahve içecektim, başıma gelenlere bak ya…”

 

Kapıdan çıkarken Emel usulca arkasından seslendi: “Göktürk Bey… Kusura bakmayın…”

 

Göktürk, dönmeden cevapladı: “Yok yenge, su gibi geldim, su gibi gidiyorum…”

 

Yiğit Alper kapıyı sessizce kapatırken, içeridekiler derin bir nefes aldı. Alparslan Üsteğmen gözlerini devirdi: “Allah’ım, bir şey rica ediyorum senden… Şu evlenme faslını kazasız atlatmamızı sağla artık.”

 

Tansu, ortamı yumuşatmak adına öne çıkıp, “İşte bunların hepsi de nazardan!” dedi. Emel’in annesi onu onaylayarak, “Öyle evladım, öyle,” dedi. Baran’ın annesi söze girdi:

 

“Eline sağlık Emel kızım, çok güzeldi kahveler.”

 

“Afiyet olsun efendim…” dedi Emel nazikçe.

 

Baturay Yarbay bu sefer iyice toparlanıp ciddi bir duruş aldı. Ceketini düzeltti, Baran’a göz ucuyla bakarak başını hafifçe eğdi: “Baran, hazır mısın oğlum?”

 

Baran derin bir nefes aldı. Bir an için çiçekleri uzattığı anı hatırladı, kahveyi bir yudumda içtiğini… Her şeye rağmen başını dikleştirdi: “Hazırım Komutanım.”

 

Baturay Yarbay tebessüm etti, sonra usulca Baran’ın dedesine dönerek konuşmaya başladı: “Efendim, müsaadeniz var mı?”

 

“Buyurun Komutanım… Söz sizin,” dedi dedesi.

 

“Efendim, o zaman sözü fazla uzatmaya gerek yok. Gençler birbirini görmüşler, sevmişler. Gördüğümüz üzere bir engel de yok. Sizin için de uygunsa, Allah’ın emri, peygamberimizin kabriyle kızınız Emel’i oğlumuz Baran’a istiyoruz…”

 

“Bak delikanlı,” dedi Emel’in babası, gözlerini Emel’den Baran’a çevirirken sesi biraz titredi ama kararlıydı. “Benim bir oğlum bir de kızım var… Ama kızımın yeri hep ayrı olmuştur. Olur da onun gözünden tek bir damla hüzün gözyaşı süzüldüğünü görmeyi bırak, bunu hissedersem... iki elim yakanda olur. Bunu bil.”

 

Baran başını öne eğip derin bir nefes aldı. Sonra dimdik doğrulup, kararlı bir ifadeyle cevap verdi:

“Mutluluk gözyaşından başka bir damla döktürmemeye söz veriyorum, efendim.”

 

Emel’in babası, oğlunun gözlerinin içine baktı. Bir baba olarak onu tartar gibiydi. Ardından bakışlarını Emel’e çevirdi ve sesi bu kez daha yumuşak çıktı:

“O zaman... son kez kızımıza soralım. Kızım, sen istiyor musun?”

 

Emel utangaç bir şekilde başını öne eğdi, hafifçe başını salladı. Yanaklarındaki pembe, sözsüz bir evetin yansımasıydı.

 

Emel’in babası gülümsedi, içten ve sıcak bir ifadeyle:

“Ben de hayırlı olsun diyorum o zaman,” dedi.

 

Emel ve Baran, büyüklerin ellerini öpmeye başladılar. İçeride tatlı bir heyecan, dışarıda camın ardından izleyen kuşlar kadar sakindi her şey. Biz de bu arada Baran’ın annesiyle yüzükleri hazırlıyorduk.

 

“Züleyha teyze, tamam mı?” diye sordum fısıltıyla, gülümseyerek.

 

Züleyha teyze gözlüğünü hafifçe düzeltti, yüzük kutusunu kontrol etti ve başını onayla salladı:

“Tamam yavrum... Takalım artık şu yüzükleri. Allah tamamına erdirsin inşallah.”

 

Tam o sırada Baran heyecanla araya girdi:

“Dedem kesecekti kurdaleyi!”

 

Gözler bir anda dedeye çevrildi. Dede gülümseyerek bastonuna biraz daha sıkı tutundu, öne çıktı. Cebinden küçük, işlemeli makası çıkarırken gözleri nemliydi.

 

“E kolay mı evlat? Torunum evleniyor... Kurdaleyi de ben kesmeyeceğim de kim kesecek?” dedi sesi titreyerek.

 

Kurdele ortalanırken, dede yüzlere tek tek baktı. Herkes susmuştu. Sadece kalplerin sesi vardı o an. Ve kurdele yavaşça kesilirken, sanki yılların emeği, dualar ve umutlar da bir araya gelip o anı kutsuyordu...

 

___

 

Ertesi gün...

 

Evden çıkarken içimde bir huzur vardı… Babamın iyileşiyor olması, annemin ve kardeşlerimin yanımda olması tarifsizdi. Bahçeye adım attığımda, gökyüzü açıktı ama içimde bir gölge dolandı aniden. Gözüm bahçenin köşesine takıldığında, tanıdık ama hiç de olması gerektiği gibi olmayan bir silüet gördüm.

 

Küçük bir çocuk, dizlerini kendine çekmiş, başını yere eğmiş öylece oturuyordu. Yaklaştıkça tanıdım onu.

 

"Pars?"

 

Başını kaldırdı, gözleri dolu ama sevinçle parlıyordu.

 

"Emir ağabey..."

 

Koşarak geldi, hiç düşünmeden eğilip kucağıma aldım. Sıkıca sarıldı. Kalbim sızladı. Bu çocuk burada ne arıyordu?

 

"Ne işin var burada kartalım? Teyzenin haberi var mı?" diye sordum, alnındaki teri elimle sildim usulca.

 

Gözleri yine doldu, sesi titrek çıktı:

 

"Teyzemi götürdüler Emir Kaan ağabey..."

 

"Kim götürdü?" dedim, içime bir şey otururken...

 

"Babası... Bana baktığı için..." dedi ve başını önüne eğdi.

 

Bir an sersemledim. "Anlamadım Pars, senin annen baban nerde?"

 

"Annem çok uzakta... Babam da bana bakamıyor artık..."

 

Yutkundum. "Peki şimdi senin gidecek bir yerin yok mu oğlum?"

 

Bir an bana korkuyla baktı. "Karakola mı götüreceksin sen de?"

 

"Hayır, Pars… Ben seni bırakır mıyım? Ama aileni bulmamız lazım, onları tanımıyorum ki..."

 

Bir adım geriye çekilip ciddiyetle, ama yaşından büyük bir sakinlikle baktı bana:

 

"Dedemi bulur musun bana? O, teyzemi geri getirir. Hem… Hem o adam teyzeme vurdu Emir ağabey. Dedeme şikayet etmem gerek. Dedem olsaydı, izin vermezdi."

 

Sözleri içime saplandı. Sessizce diz çöktüm karşısına.

 

"Peki oğlum, sen buraya nasıl geldin? Teyzen nereye götürüldü?"

 

"Bu apartmanda oturuyorduk biz. Teyzem beni bırakmak istemedi, ama teyzemin babası geldiğinde götürdüler onu. Ben korktum bana da vurur diye, kömürlüğe saklandım. Teyzem hep gelir bulurdu beni ama bu defa gelmedi..."

 

Başı önümde eğildi. Parmaklarıyla ceketimin düğmesiyle oynarken usulca fısıldadı:

 

"İklim teyzem benim her şeyimdi..."

 

Küçük ellerini tuttum, yavaşça ayağa kaldırdım onu. "Tamam Pars. Söz veriyorum. İklim teyzeni bulacağız."

 

Kucağımda hâlâ sessizce nefes alan Pars’la apartmanın merdivenlerini hızlıca çıktım. Kapıyı açarken, içeriden annemin sesi geldi.

 

"Emir, bizimkilerin yanına uğrayacaktın hani?"

 

Kapıdan içeri adım attığımda annemle göz göze geldim. Ama kucağımdaki çocuğu görünce sesi kesildi. Gözleri büyüdü.

 

"Bu çocuk kim evladım?"

 

Kapıyı kapattım, Pars’ı yavaşça yere indirdim. Ayakta durmakta zorlanıyordu ama hemen toparlandı. Sessizce anneme baktı. Ben de üzerimden ceketimi çıkarırken yanlarına geçtim.

 

"Bu Pars anne. Bu apartmandan. Teyzesiyle yaşıyormuş ama... Bugün yalnız buldum onu. Teyzesini alıp götürmüşler. Şu an gidecek bir yeri yok."

 

Annem hemen diz çöküp Pars’ın yüzüne baktı. "Adın Pars mı yavrum?"

 

Pars başını hafifçe salladı.

 

" Yaman Pars adım..."

 

"Sen hiç merak etme. Burası da senin evin. Aç mısın kuzum?"

 

Pars yine başını eğdi, sessizce. Karnı açtı, belli.

 

"Ben bir şeyler hazırlarım hemen," dedi annem ve mutfağa geçti.

 

Pars’a dönüp elini tuttum. "Korkma tamam mı? Annem çok sever çocukları."

 

"Senin annen mi?" diye sordu çekinerek.

"Gördüğün en iyi kadınlardan biridir," dedim gülümseyerek.

 

Yaman Pars ilk defa hafifçe gülümsedi. O minicik tebessüm yüreğime işledi.

 

" Şimdi gel bakalım minik kartal, seninle konuşmamız bitmedi," dedim, Pars'ı biraz daha yakına çağırarak.

 

" Emir Kaan ağabey, teyzem de uzaklara gitmez değil mi?" diye sordu, sesinde beliren endişeyi gizlemeye çalışarak.

 

" Bahsettiğin uzaklık ne kartalım?" diye sordum, yavaşça, onu anlamaya çalışarak.

 

" Annemin yanına, cennette..." dedi, gözleri dolarak. Bu sözler, içindeki acıyı dışa vurmuştu. Bir an sustum, içimdeki duyguların karmaşasıyla.

 

" Teyzen seni bırakıp gitmez Kartalım..."diyebildim ama sözlerim benim dahi içimi yaktı...

 

Yemekten sonra babamın yanına gidebilir miyiz? O da üzülmesin..." diye sordu Pars, gözleri biraz hüzünlüydü.

 

" Evini biliyor musun babanın?" diye sordum, ona bakarak.

 

Başını sallayarak, " Evet," dedi.

 

" Gideriz o zaman paşam," dedim, gülümseyerek. Pars’ın yüzündeki minnettarlık, yavaşça huzur bulmuştu. " Merak etme, her şey yolunda olacak."

 

Pars’ın gözleri bir an parladı. İçindeki kırgın çocuğun yüzünde, umutla çarpan yumuşacık bir tebessüm belirdi. Elimi sımsıkı tuttu.

 

“Gerçekten mi?” dedi neredeyse fısıltıyla.

 

Başımı eğip alnına minik bir öpücük kondurdum. “Gerçekten. Ama önce biraz yemen lazım. Sonra babana güzel bir sürpriz yaparız birlikte. Ne dersin?”

 

“Tamam,” dedi usulca, “ama o da üzülmesin... O da yalnız.”

 

Yüreğime ince bir sızı düştü. O yaşta bir çocuğun bu kadarını hissedebilmesi... Canımı yaktı ama belli etmedim.

 

"Kimse yalnız değil Pars. Hele ki sen hiç değilsin artık."

 

Onu sofraya yönlendirdim. Arkasından bakarken bir yandan da aklımda planlar belirmeye başlamıştı. Pars’ın söylediklerinden, babasının durumu da pek iç açıcı değildi. Ama önce Pars’ı güvende tutmalıydım. Sonra da İklim’in izine düşecektim.

 

"Emir’im, sen kuzuma bak. Ben de babana yemek götüreyim evladım," dedi annem mutfağın kapısından seslenerek.

 

Elindeki tabakları uzatınca hemen aldım, "İlaçlarını da ver annem, o unutuyor," dedim.

 

"Veririm kınalı kuzum," diye gülümsedi, sonra gözleri yumuşakça buğulandı. "Azra’ya da telefon açtım. Yurduyla konuşmuş ama eğitimine orada devam etmesini istemiş hocaları."

 

"İyi etmişler annem, etsin. Zaten yurtta kalıyor. İzin günlerinde ben alırım onu, olmadı Veli alır," dedim, içim biraz rahatlamış bir şekilde.

 

"Veli daha ortaokulda ama oğlum," dedi annem, yüzünde tatlı bir endişe ifadesiyle.

 

"Olsun annem, o da delikanlı artık. Otogardan alır ablasını, ne olacak..." dedim gülerek.

 

"Olmazsa ben alırım," diye iç çekti. Yorulduğunu ama hâlâ her şeye yetişmek istediğini belli ediyordu.

 

"Tamam da bana konum atmadan çıkmayın yine de, olur mu? Daha tanımıyorsunuz burayı, kaybolmayın annem," dedim ciddi bir ses tonuyla.

 

"Olur kuzum," diye başını salladı. Ardından yumuşak bir sesle ekledi, "Hadi sen çocukla ilgilen..."

 

“Gel kartalım, yemek zamanı,” dedim, mutfak kapısından başımı uzatırken.

 

Pars gözlerini kaldırıp bana baktı, dizlerini karnına çekmiş oturduğu yerden hemen ayağa kalktı.

“Teşekkür ederim Emir ağabey...” dedi usulca.

 

Yanına gittim, başını okşadım.

“Afiyet olsun kartalıma! Hadi bakalım ye, sonra babana gideriz.”

Masaya birlikte oturduk. Pars önüne konan tabağa dikkatle baktı, sonra bana döndü.

 

“Sen de oturacaksın değil mi?”

“Beraberiz ya paşam, tabii ki oturacağım. Yalnız yemek mi yenirmiş?”

 

Küçük bir tebessüm yerleşti yüzüne. Kaşığını alırken, o anı kollayan çocuklara has bir ciddiyetle başını salladı.

“Bu yemekleri kim yaptı Emir ağabey?”

“Annemle birlikte hazırladık. Beğenecek misin bakalım?”

 

İlk lokmayı ağzına attığında gözleri hafifçe kocamanlaştı.

“Çok güzel olmuş...”

 

“Anneme söylerim, sevinir. Hem bu ev artık senin de evin, unutmuyorsun değil mi kartalım?”

 

Başını salladı. “Unutmam...”

 

Yemeğini huzurla yemeye başlamıştı. Onun o küçük, kırık dünyasında bir masaya oturup sıcak yemek yiyebilmesi... belki de bu akşamın en büyük zaferiydi.

 

“Yemeğini soğutma hadi kartalım,” dedim göz ucuyla tabağına bakarak. “Yemek bitsin, işimiz çok seninle...”

 

Kaşığını eline aldı ama dudakları kıpırdadı hemen ardından:

“Karakola ama gitmeyelim lütfen...”

Gözleri korkuyla karışık bir mahcubiyet taşıyordu.

 

Yanına biraz daha yaklaşıp diz çöktüm, göz hizasına geldim.

“Bak kartalım... Ben askerim. Seni de istemediğin yere sokmam, kimseye de vermem. Anlaştık mı?”

 

Gözleri büyüdü bir an. “Büyük askerlerden misin Emir ağabey?”

 

Gülümsedim, göz kırptım. “Tabii! Hem benim bir sürü arkadaşım var, hepsi de senin gibi cesur çocukları çok sever. Onlarla tanışırsın. Hemen buluruz teyzeni.”

 

“...Ama onlar da beni yurda vermeye çalışırsa...”

 

O an başımı iki yana salladım. Elini tuttum nazikçe.

“Ben varken seni kimse alamaz dedim ya kartalım... Sözüm sözdür. Sen şimdi güven bana, biz birlikte hallederiz her şeyi.”

 

Birkaç saniye sustu, sonra başını eğdi, dudaklarının kenarına bir tebessüm ilişti.

“Tamam Emir ağabey...” dedi usulca.

 

"O tabak bitecek he kartalım!" dedim kaşlarımı hafif kaldırarak, şakayla karışık bir ciddiyetle.

 

"Bitiririm ki!" dedi ağzı doluyken, gözleri parlayarak.

 

"Göster bakalım aslanlığını!"

Kaşığını biraz daha hızlı hareket ettirdi, sanki yarıştaymış gibi.

 

"Koçum benim!!" dedim gülerek, başını okşarken.

Bu çocuğun içindeki umut kırıntısını büyütmek boynumun borcuydu artık.

__

 

 

Yaman Pars yemeğini bitirince montunu giydirdim, küçük bedenini sımsıkı sardım. Ellerini ceplerine sokmuş, gözlerinde sabırsız bir parıltıyla kapıya yöneldi.

 

Sokaklar usul usul akşama dönüyordu. İki sokak ötede, çatısı yamuk, duvarları dökülmüş bir evin önünde durduğumuzda Pars başını kaldırıp bana baktı.

 

“Burası Emir Kaan ağabey…” dedi fısıltıyla.

 

Gözlerimi evin yorgun silüetine diktim. Kapının önündeki çürük tahta basamaklar, paslı pencere demirleri, her biri başka bir hikâyenin susmuş izleri gibiydi.

 

“Emin misin kartalım?” dedim yumuşak bir sesle. “Tekin bir yere benzemiyor burası.”

 

“Önceden çok güzeldi… Artık böyle…” dedi başını eğerek.

 

Bir an içim burkuldu. Güzelliğini yitirmiş bir ev değil sadece bu… Belki içinde umutlarını da kaybetmiş insanlar vardı.

 

“Sen burada bekle, ben önce bir bakayım olur mu?” dedim içimdeki asker refleksiyle.

 

“Olmaz…” dedi hemen. “Babam beni görmezse korkar senden…”

 

Cümlesi donuk bir sızı gibi saplandı içime. Kim bilir neyle baş başa kalmıştı o adam?

Pars, avuç içimi tuttu.

 

“Arkamda dur o zaman. Elimi de bırakma, tamam mı?”

“Tamam Emir Kaan ağabey…”

 

Birlikte yürüdük. Ev nefes alıyor gibiydi… İçinde boğuk bir sessizlik yankılanıyordu. Zile bastığımda, saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı toz içinde bir adam açtı kapıyı. Gözleri donuktu ama Pars’ı görür görmez yüzüne bir gülümseme yayıldı.

 

“Baba!” diye seslendi Pars sevinçle, kollarını açarak.

 

Adam da çocukça bir sevinçle “Baba geldi!” diye bağırdı.

Sonra beni işaret etti:

 

“Bak baba, Emir ağabey bu! Benimle top oynayan…”

 

Göz göze geldik. Gülümsedi.

“Hoşgeldin Emir ağabey… Emir ağabey hoşgeldin!”

Ellerini çırptı. Çocuk gibi… Ama adamdı.

Bir şeyler… bir şeyler eksikti.

 

İçimde bir analiz başladı. Pars ona baba diyordu. Adamın zihinsel olarak bir problemi olduğu belliydi. Ama Pars’a olan sevgisinde en ufak bir eksik yoktu. Belki de tek sağlam kalan bağı buydu hayatın içinden...

 

“Bak kral… Baba kralı sakladı kuştaş! Baba kimseye vermedi kralı!” dedi adam bir anda.

Sonra tekrar sarıldı Pars’a.

 

Ve o an… Pars başını babasının göğsünden kaldırıp birden durakladı.

 

Gözleri boşluğa dikildi. Sanki bir şey eksikti.

Sanki olması gereken biri yoktu.

Ve içten içe bir şeyleri anlamaya başlıyordu çocuk yüreğiyle…

 

Pars birden başını kaldırdı. Gözleri evin içine, sonra tekrar babasının yüzüne kaydı. Dudaklarını büzdü.

“Teyze nerede baba?” diye sordu ansızın.

“Babanın yanında teyze niye yok?”

 

İçimden bir ürperti geçti. Pars’ın sesi kırılgandı ama sitemliydi. Babasına olan güveni sarsılmıyordu ama… bir eksikliği artık inkâr etmiyordu.

 

Kaşlarım çatıldı, yüzümü çocuğa döndüm.

 

“Babadan kastın sen misin, kartalım?”

 

“Babam bana baba der Emir Kaan ağabey…” dedi gözlerimin içine bakarak.

 

İçimde bir yer burkuldu. Pars bu evde sadece oğul değildi. Yetişkin gibi konuşuyordu ama küçücük bir çocuktu o aslında…

 

“Teyze nerede baba? İklim nerde? Neden babanın yanında yok İklim?”

 

Pars, tekrar dönüp bana baktı:

 

“Teyzemi götürdüler baba… Babası götürdü ama Emir Kaan ağabey kurtaracak onu, söz verdi…”

 

Adam bir anda eğildi, dizlerinin üstüne çöktü. Yüzünü elleriyle kapattı. Parmaklarının arasından hıçkırık gibi bir ses çıktı. Sanki bir anda, bir anlığına hatırladı her şeyi…

“Leyla… Leyla’yı da o aldı…” dedi boğuk bir sesle.

“İklim de onun yüzünden ölecek…”

 

Yüzüm ona döndü.

“Ne diyorsunuz siz beyefendi? Kim aldı? Kimden bahsediyorsunuz?”

 

Adam, ellerini yavaşça yüzünden çekti. Gözleri nemliydi, uzaklara dalmıştı.

 

“Leyla’yı da o kaçırdı… O kaçırmasa, Leyla babanın yanındaydı ki… Leyla bırakmazdı ki Cüneyt'i…”

 

Pars, adamın önüne diz çöktü. Küçük elleriyle babasının ellerini tuttu.

“Üzülme baba… Alacak Emir Kaan ağabey teyzemi… Söz verdi…”

 

O an, evdeki duvarlar bile sessizce ağlıyor gibiydi.

Bir çocuğun, babasına verdiği o sarsılmaz güven vardı ortada.

 

Ve bir adam… çökmüş, dağılmış ama hâlâ içten içe seven biri…

 

"Dedeye gitsin baba, dede güçlü... Polis olmaz, oya ölür... Karakol olmaz..." diye mırıldandı adam, gözlerinde garip bir parıltı vardı. Yaman Pars’ın babasının zihinsel hali bir kez daha netleşmişti.

"Emir Kaan ağabey..."

 

Yavaşça Pars’ı kucağıma aldım, o kadar narin ve savunmasız bir haldeydi.

 

" Korkma kartalım buradayım..."

 

O küçük bedenin ağırlığı, ona bir şey olmasından duyduğum korkuyu artırıyordu.

 

"Babam korktu..."

 

"Şimdi onun sırası değil kartalım. Dedenin evi neredeydi?" diye sordum, bir adım daha atmak için.

 

"Biliyorum evini ama karıştırıyorum. Babamın telefonunda kayıtlı dedem. 1'e basarsak dedemi arıyor telefon..." dedi Pars, biraz tereddütle. Babasının da bakışlarında kaybolan güveni ve çaresizliği yansıtıyordu.

 

"Telefonunuz nerede?" diye sordum, dikkatlice adama bakarak.

 

"Telefon içeride! Babanın karnı aç mı, yemek yapsın mı baba?" dedi adam, yine o garip şekilde endişeli ve aynı zamanda bir tür masumiyetle.

 

"Aç değil baba. Hadi telefonunuzu getirin." dedim, biraz daha sabırlı olmaya çalışarak.

 

Pars’ın gözlerinde bir anlık korku parladı. "Emir Kaan ağabey, kızacak gibi bakma babama. Korkarsa kriz geçiriyor..." dedi, beni endişelendiren bir şekilde.

 

"Özür dilerim, kartalım..." dedim, ve ona daha da yakınlaştım, kalbimdeki korkuyu bastırarak.

 

Birkaç dakika sonra, adam içeriden telefonunu getirip teslim etti. Pars’ın gözleri parladı. "Baba getirdi telefonu!!" diye sevinçle bağırarak, ellerimi sımsıkı tuttu.

 

Adamın elindeki telefona uzandım. Titrek parmaklarla uzattı bana, gözleri Pars’ın üzerindeydi.

“Baba yardımcı oldu, baba getirdi telefonu...” diye kendi kendine mırıldandı.

Pars, kucağımda hafifçe doğruldu.

“1’e bas Emir Kaan ağabey, dedem açar hemen. O hep açar.”

 

Ekranı kaydırdım, tuşlu eski bir modeldi. Rehberde gerçekten de ‘1’ numarası ‘Dede’ olarak kayıtlıydı. Pars’ın güveni tamdı.

Arama tuşuna bastım.

 

Telefon çaldı birkaç kez... Derken telefondaki yaşlı ama tok bir ses cevap verdi:

 

“Efendim Yaman'ım?”

 

Bir an durakladım. Ne diyeceğimi toparlamam gerekiyordu.

“Selamünaleyküm amca. Ben Emir Kaan. Yaman Pars yanımda, torununuz olduğunu söyledi. Babasıyla birlikteyiz, konuşabilir miyiz?”

 

Hattın öteki ucunda sessizlik oldu. Sonra derin bir iç çekiş duydum.

“Nerdesiniz evladım? Pars iyi mi?”

 

“İyi amca, merak etmeyin. Şu an babasının yanında ama biraz karışık bir durum var. Mümkünse gelip sizinle görüşmek istiyoruz.”

 

Adam hemen konum gönderdi. “Pars bilir, siz bir sokak aşağıdaki bakkalın oraya gelin. Onun yanında ki daire benim, Karaçaylar Apartmanı yazıyor. Hemen çıkın gelin evladım. Allah sizden razı olsun. Torunumu bana getirin.”

 

"Geliyoruz efendim..."

 

Telefonu kapattığımda Pars’ın gözlerinde yeniden o ışık belirmişti.

“Dedem geliyor mu?”

“Biz dedene gideceğiz kartalım. Hemen.”

 

Babası hâlâ kapının önünde ayakta duruyordu, kendi etrafında dönüyor gibi, zamanın dışında bir yerde. Gözleri donuktu ama dudaklarında bir mırıltı vardı:

“Leyla gelmedi... İklim de gitmesin... Baba kaldı...”

 

Pars bana yaslandı, başını omzuma koydu.

“Babam yorgun Emir ağabey. Dedem onu da iyileştirir mi?”

Gözlerimi kaçırdım.

“Deden elinden geleni yapar kartalım. Biz şimdi ona gidiyoruz. Hazır mısın?”

“Hazırım. Ama babam da bizi beklesin...”

 

Adamın yanına gittim. Omzuna hafifçe dokundum.

“Beyefendi, burada bizi bekleyin... Leyla’yı, İklim’i konuşuruz. Hem Pars da yalnız kalmak istemiyor.”

 

Adam gözlerimin içine baktı. Sonra Pars’a...

Ve bir anda gülümsedi.

“Baba burada beklesin. Baba Pars’ı bırakmaz.”

 

İlk defa ikimiz de aynı şey için gülümsedik. Bir adım atılmıştı.

 

Dışarı çıktığımızda Pars elimden sıkı sıkı tutuyordu. Elimde de umut kırıntılarıyla dolu bir çocuk ve belirsizliklerle dolu bir yol vardı. Ama o çocuk, birilerinin yolunu aydınlatmaya yetecek kadar güçlüydü.

 

 

__

 

Birlikte yokuş aşağı yürürken, Pars’ın nefesi minik ama kararlıydı. Sokağın köşesindeki bakkalı görünce hızlandı adımları. Yanındaki eski apartmanı gösterdi.

 

“Burası Emir Kaan ağabey… Dedem burada yaşıyor.”

 

Kafamı sallayıp zile bastım. Kısa bir sessizlik… Ardından sert ama yorgun bir ses duyuldu içerden.

 

“Kim o?”

 

“Ben Emir Kaan. Pars Yaman’la birlikteyiz, torununuzla.”

 

Kapı hızla açılmadı, önce bir zincir gıcırtısı… Sonra kırışmış ama dik duran bir çehre belirdi aralıkta. Gözleri Pars’a takıldığında, dudakları titredi adamın.

 

“Pars…”

 

“Dede…”

 

O an zaman durmuş gibiydi. Pars’ın kolları dedesinin beline sarıldığında, yaşlı adamın bastığı yer titredi sanki. Bir adım geri çekilip onlara alan bıraktım. Dede diz çöküp Pars’ın başını kokladı.

 

“Üşümüşsün… Nerelerdeydin yavrum?”

 

“Babamlaydım dede. Emir ağabey beni buldu. Teyzemi de getirecek…”

 

Adam bana döndü, gözlerinde hem minnet hem acı vardı.

 

“Buyrun evladım… İçeri gelin. Anlatacak çok şey var belli ki…”

 

İçeri adım atarken Pars’a baktım. Yorgun ama huzurluydu. İçimde bir yer, uzun zamandır ilk defa sessizdi.

 

Evin içi eski ama tertemizdi. Koltuk örtülerine sinmiş naftalin kokusu, duvarlardaki solmuş çerçeveler, bir zamanlar kalabalık bir aileye ait olduğunu fısıldıyordu.

 

Pars hemen salondaki eski kanepenin köşesine kıvrıldı. Yorgunluğu dizlerine çökmüştü belli ki ama gözleri hâlâ açıktı. Takip ediyordu beni ve dedesini.

 

“Pars’ın büyük dedesiyim ben, annesinin dedesi oluyorum oğlum.”

 

“Elini öpeyim amcam,” dedim saygıyla, “Ama vaktimiz dar. Müsadeniz olursa konuşmamız gereken şeyler var.”

 

Adam başını salladı, Pars’a dönerek yumuşak bir sesle, “Hadi sen dışarıda biraz top oyna yavrum.”

 

Pars yüzüme bakarak, onayımı aldı. Başımı sallayınca dışarı çıkıp topunu sürerek avluda oynamaya başladı.

 

Kapı kapanır kapanmaz içimde birikenleri doğrudan ve sakınmadan söyledim:

 

“İklim’in babası tarafından şiddet görerek kaçırıldığını söyledi Yaman Pars. Aynı şeyin Leyla Hanım’a da yapıldığını babası ağzıyla söyledi…”

 

Yaşlı adam derin bir iç çekti. Gözleri bir an için bomboş baktı, sonra başını iki yana sallayarak yere çevirdi bakışını.

 

“Leyla’m…” dedi, sesi titriyordu. “O benim gül kızım… Tek hayali evli, mutlu, çocuklu olmaktı. Ama babası, o zalim, başkasına vermek istedi onu. Oya en son Cüneyt'e kaçtı… Yaman Pars’ım oldu. Ama o herif peşlerini bıraktı mı sanıyorsun?”

 

Bir an durdu, gözleri doldu. “İzlerini buldu… ‘Namus belası’ dedi, öz kızına kıydı. Cüneyt’i, kızımın kocasını, ellerini bağlayıp izlettirdi ona… O günden sonra zaten hiçbirimiz tam olamadık evlat.”

 

Yutkundum. Duyduklarım boğazıma dizilmişti. Adam devam etti:

 

“Yıllardır aranıyor o şerefsiz. Biz de adını bile anmaz olduk… Şimdi de İklim kızıma bulaştıysa, eminim yine aynı şeyi yapacaktır. Bu sefer para için… Kurban edecektir kızımı.”

 

O anda anlamıştım; karşımdaki adam sadece bir dede değil, yıllarca evlatlarının acısını içinden çıkarmadan yaşamış bir baba, torununun gözyaşına göğüs germiş bir çınardı.

 

Yaşlı adamın yüzü, anlatırken titremeye başlamıştı. Leyla'nın sessiz çığlığı, şimdi İklim’in çaresizliğiyle yeniden yankılanıyordu gözlerinde. Sanki yıllar önce yaşadığı kabus, başka bir yüzle aynı evin eşiğinden içeri sızmıştı.

 

“Cüneyt’im zaten o zamandan beri toparlanamadı. Ne doğru dürüst konuşur ne güler... Ama şimdi İklim kızım da... Eğer o herifin elindeyse, bulup çıkarmak için dua etmekten başka çarem kalmadı...”

 

“Yalnız değilsiniz,” dedim kararlı bir tonla. “Emniyetle görüşeceğim. Bu durumu beraber yürüteceğiz.”

 

Adam başını yavaşça salladı, gözleri yaşla dolmuştu.

 

“İklim’in yerini belki de sadece siz bulursunuz evlat... O herifin izini biz yıllarca süremedik.”

 

“Sizin de ifadenizi almaları gerekir. Ben bir komutanımla konuşayım, ardından emniyete geçeriz.”

 

Dedikten sonra, cebimden telefonu çıkarıp Alparslan Üsteğmen’i aradım...

 

 

Başımı hafifçe salladım. Sessizliğin ardından cebimden telefonu çıkardım. Parmaklarım bir an tereddüt etti ama sonra hızlıca Alparslan Üsteğmen’in numarasını çevirdim.

 

İki çalmadan sonra açtı.

“Efendim Emir’im?”

 

“Komutanım, kusura bakmayın rahatsız ediyorum sizi ama bir maruzatım olacaktı,” dedim ciddi bir tonda.

 

“Dinliyorum paşam.”

 

“Tanıdığım biri kaçırıldı. Şiddet uygulanarak. Kaçıran şahıs da daha önceden cinayet işlemiş biri. Ciddi bir tehlike söz konusu.”

 

Sesi aniden sertleşti, profesyonel tonuna geçti. “Siz tam olarak neredesiniz şimdi?”

 

“Kaçırılan şahsın dedesinin evindeyim komutanım. İlçeye çok uzak sayılmaz.”

 

“İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne geçin, ben de geliyorum. Tanıdıklarım var, pürüzsüz hallederiz. Gereken neyse yapılacak.”

 

Derin bir nefes aldım. “Sağ olun Komutanım…”

 

“Sen de sağ ol aslanım. Kimsesiz değildir bu memleketin evlatları.”

 

Telefonu kapattığımda yaşlı adam bana doğru bir adım attı.

“Yardım edecekler mi?” diye sordu gözlerinin içi umutla parlayarak.

 

“Yardım etmeyecekler değil... Gerekirse yer yarılır, biz yine de çıkarırız İklim’i o herifin elinden,” dedim kararlılıkla.

 

Yaşlı adamın omzuna hafifçe dokundum.

“Artık yalnız değilsiniz. Bu işin ucunda İklim varsa, elimizi korkak alıştırmayız.”

 

Kırık dökük duvarların içinde bir sessizlik daha çöktü… Ama bu kez içinde umut vardı.

 

Alparslan Üsteğmen, daha ciddi bir ifadeyle devam etti:

"Tekrar ifade vermeniz lazım. Daha detaylı bir dosya açacağız."

Yaman Pars, korkusunu bir an olsun gizleyemeyerek, daha da göğsüme sokulurken,

"Emir ağabey..." dedi.

 

Ben, ona güven verici bir şekilde başımı salladım.

"Bir şey yok kartalım, hem bu amcan da benim ağabeyim ve Komutanım. Çok sever çocukları, teyzeni bulmaya yardım edecekler."

 

Yaman Pars, biraz çekinerek, "Sen de Emir ağabeyim gibi asker misin?" dedi.

Komutanım hafifçe gülümsedi,

"Tabii askerim ya! Hem bizim çocuklar için çok güzel oyun alanlarımız var. Biz teyzeni ararken sen de orada oynar, bizi beklersin."

 

"Emir ağabey gitmesin!" diye inledi Yaman Pars, gözleri korku doluydu.

 

"Ben sensiz olur muyum kartalım?" dedim, kafasını okşayarak ve devam ettim...

"Benimle olacaksın, merak etme."

 

"Beni yurda vermesinler o zaman, yurdq polisler götürüyor!" dedi Yaman Pars, çaresizce.

"Kimse sana dokunamaz, Pars Yaman. Emir ağabeyin de bende izin vermem." diye söyledi Alparslan Üsteğmen...

 

Ben ise, biraz daha yumuşak bir ifadeyle,

"Biz seni asla yalnız bırakmayız, Yaman. Bütün ekip burada." dedim.

O an, Yaman Pars’ın biraz daha rahatladığını gördüm. Kollarımda küçük bir güven bulmuştu.

___

 

1 saat sonra...

 

Emniyet Müdürü göz ucuyla anlatılanları tartarken, yanında ki polis memuru notlarını alırken başıyla onayladı.

 

“Bu ifadeler çocuğun yaşına göre olağanüstü tutarlı. Anlattıkları gerçekse durum çok ciddi.”

 

Alparslan Üsteğmen, bir adım yaklaştı. Sertleşmiş yüz hatları, meselenin ciddiyetini yansıtıyordu.

 

“Jandarma olarak dosyayı biz devralıyoruz Müdürüm. Emir Kaan ile birlikte sahada olacağım. Önceliğimiz İklim’i sağ salim bulmak.”

 

İçeride ki Komiser başını salladı. “Elinizdeki tanıklık ve geçmiş kayıtlar, ciddi bir soruşturmayı başlatmak için yeterli. İklim Hanım’ın babası hakkında daha önce açılmış bir dava var mıydı?”

 

Ben cevapladım. “Evet. Leyla Hanım’ın ölümüyle ilgili hâlâ açık bir dosya var. Ama net delil yetersizliğinden yakalama kararı çıkarılamamıştı.”

 

Alparslan Üsteğmen’in çenesi kasıldı. “Yeterince delilimiz artık var bence...”

 

Tam o sırada odanın kapısı çaldı. Bir polis memuru başını uzattı.

 

“Müdürüm, plakasını verdiğiniz araç şehirden çıkarken bir kameraya yakalanmış. Görüntüyü aldık, az sonra ekrana yansıtacağız.”

 

Alparslan’la göz göze geldik. Bu sefer umut daha büyüktü. Çünkü elimizde bir iz vardı. Karanlığın içinde bir ışık.

 

Pars’ın omzuna dokundum, eğildim.

 

“Pars,” dedim yumuşakça, “Teyzeni bulmamıza az kaldı. Sen sıkı tutun bana olur mu?”

 

Gözleri dolmuştu.

 

“Korkuyorum Emir ağabey...”

 

Sarılıp alnını öptüm. “Korkma aslanım benim, ben yanındayım.

 

Alparslan Üsteğmen bir adım öne çıktı, komiserin masasındaki haritaya göz attı. “Görüntülerin geldiği yol ana arter. Eğer hız kesmeden ilerledilerse şu an kırsal bölgeye yakınlar. Takip sistemine geçirirsek yönlerini kestirebiliriz.”

 

“Komutanım,” dedi görevli polislerden biri, “Plaka üzerinden sinyal takibi başlatılıyor. Araç 15 dakikada bir güncelleniyor. Şu anda konumu ekrana veriyoruz.”

 

Ekranda titreyen bir kırmızı nokta hareket halindeydi. Alparslan hemen cep telefonunu çıkararak birimlerine bilgi geçti.

 

“Tim acil toplanacak. Karargaha geçiyoruz.”

 

Ben Pars’ın başını okşadım. “Sen şimdi dedenle eve döneceksin. Sana iki polis arkadaşımız eşlik edecek, tamam mı?”

 

Pars başını salladı, ama gözleri doluydu.

 

Yaman Pars’ın dedesine döndüm:

“Eve gidin, Pars yanınızda kalsın. İki polis memuru da korumalık yapacak size süreç bitene kadar.”

 

Yaşlı adam gözyaşlarıyla ellerini açtı. “Allah razı olsun sizden... Allah ne muradınız varsa versin...”

 

“Bize değil,” dedim gülümseyerek, “Pars’a dua edin. Güçlü durduğu için buradayız.”

 

Tam ayrılacakken Alparslan bana döndü.

“Emir, önce karargaha. Tansu sistemden girip takip sinyallerini doğrulasın. Eğer sinyallerin yönü doğruysa biz o adamdan önce ulaşırız İklim’e. Ama hızlı olmalıyız. Ve bir o kadar da dikkatli.”

 

Gözlerim karardı bir an. Bu sefer her şey gerçekti.

“Bu kez elini kolunu sallaya sallaya çıkamayacak o herif.”

 

Alparslan gözlerimin içine baktı.

“İşte bu. Hadi, vakit daralıyor.”

☆☆☆

Bu bölüm düzenlendi.

Yaman Pars’in annesinin ve babasının adı Oye ve Poyraz'dı. Ama isimlerini Leyla ve Cüneyt yaptım ilerleyen süreçte. ❤️

 

Bölüm : 04.05.2025 00:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Bozkurt Pençesi / Yarım Kalan Sigara / Bölüm 4 : Yeni başlangıçlar
Bozkurt Pençesi
Yarım Kalan Sigara

57.91k Okunma

6.71k Oy

0 Takip
112
Bölümlü Kitap
Bölüm 1 : Atalay Timi 🦂🇹🇷Bölüm 2 : İlk Karşılaşma ❤️‍🔥Bölüm 3 : Görünmeyen YaralarBölüm 4 : Yeni başlangıçlarBölüm 5 : Tamamlanmayı Bekleyen HayatlarBölüm 6 : Timin başı DertteBölüm 7 : Küçük Umut Yaman ParsBölüm 8 : Aşiret ve Töre Kurbanları 🔥Bölüm 9 : İki Sevdanın arafında...Bölüm 10: Başımız Belada ❤️‍🔥Bölüm 11 : Zoraki Evliliğe İlk AdımBölüm 12 : Sözde KarımBölüm 13 : Dik Durmaya ÇalışmakBölüm 14 : Senin Sayende ❤️‍🔥Bölüm 15 : Aşka Adım Adım ❤️‍🔥Bölüm 16 : İstenmeyen GelinBölüm 17 : Namus Davası ve ÇarşafBölüm 18 : Hayatta Kalma SavaşıBölüm 19 : Zor GünlerBölüm 20 : İlk TavizlerBölüm 21 : Aşiret ile karşı karşıya 🔥Bölüm 22 : Kıvılcımlar ArasındaBölüm 23 : Sevgi Tohumları ❤️‍🔥Bölüm 24 : İlk BuseBölüm 25 : Yağmurun altında bir günBölüm 26 : Yasak Sevdalı 💔Bölüm 27 : Acılar 💔Bölüm 28 : Kapanmaz Yaralar ❤️‍🔥Bölüm 29 : Beklenmeyen HaberBölüm 30 : Gönül YarasıBölüm 31 : Cam kırıkları 💔Bölüm 32 : Yağmur Seninle GüzelBölüm 33 : Aşk YağmuruBölüm 34 : Şükür SebebiBölüm 35 : Gökyüzü güzelliğini kıskanırBölüm 36 : Aşk ve Adalet ❤️‍🔥Bölüm 37 : Merhamet Kokulum ❤️‍🔥Bölüm 38 : Aşkı Şerbetli ❤️Bölüm 39 : Yürek Yarası ❤️‍🔥Bölüm 40 : İlk İtiraf ❤️‍🔥Bölüm 41 : Kıskançlık Krizi ❤️‍🔥Bölüm 42 : Korku olmazsa aşk olmaz ❤️‍🔥Bölüm 43 : Beklenmeyen Buse 🥲Bölüm 44 : Yaşam SavaşıBölüm 45 : Ölüm ile Yaşam...Bölüm 46 : İyi ki Sen ❤️‍🔥Bölüm 47 : Canımdan can gidiyorBölüm 48 : Özlemek istiyorumBölüm 49 : Mest Olunur GüzellikBölüm 50: Sevdiğiyle Çocuk Olurmuş İnsan ❤️‍🔥Bölüm 51 : Aşk Ve savaşBölüm 52 : Yıkımlar başlıyor...Bölüm 53 : Mor orkide 🇹🇷Bölüm 53 : Aşk Sakinleştiricisi 🔥Bölüm 54 : Gurur ve Sevda🔥Bölüm 55 : Şımarmak istiyorumBölüm 57 : Masum Aşıklar 🫠Bölüm 58 : Yaşayan Fosilsin SenBölüm 59 : Can kırıklarıBölüm 60 : Bir Gönül Davası 🔥Bölüm 61 : İki Cihan CennetimBölüm 62 : Yak yanıyorsak söndürmeBölüm 63 : Hüzün MaltemiBölüm 64 : Alevler ve küllerBölüm 65 : Bir Yürek Yangını ❤️‍🔥Bölüm 66 : Emir HayranlıklarıBölüm 67 : YıkılışlarBölüm 68 : Gamzenin Çukurunda kaybolmak istiyorumBölüm 69 : Gururum ❤️‍🔥Bölüm 70 : Anlat Onlara...Bölüm 71 : Hasret kavuşmasıOkurlarimmBölüm 72 : Saklanılan AcıBölüm 73 : Küçük Emir’in Acıları❤️‍🔥Bölüm 74 : Acı ve GururBölüm 75 : Hisler Uyanıyor...Bölüm 76 : Yüreğimin Vatanı ❤️‍🔥Bölüm 77 : Yıldızların Altında 🫠❤️‍🔥Bölüm 78 : Son hatırlarBölüm 79 : Başka bir EmirBölüm 80 : Canımı Yakıyorlar ❤️‍🔥😔Bölüm 81 : Hisler Yalan söylemezSoru-Cevap yapıyoruzBölüm 82 : Mazi ve aşkBölüm 83 : Sırılsıklam aşkBölüm 84 : Kokunda Dinlenmek İstiyorum😔❤️‍🔥Bölüm 85 : Kanlı Nefesler 🥀❤️‍🔥Bölüm 86 : Acılar ve Gerçekler 🥀❤️‍🔥Bölüm 87 : Diriliş mi Bitiş mi ?Bölüm 88 : Uyanış ❤️‍🔥Bölüm 89 : Küçük Yılmaz ❤️‍🔥Bölüm 90 : Bir İç savaş Meselesi❤️‍🔥Bölüm 91 : Pembe bisiklet 🫠Bölüm 92 : Efelerin EfesiBölüm 93 : Nemrut’un Kızı ❤️‍🔥Bölüm 94 : Aşk ve SavaşBölüm 95 : Ahım ölüme kadar 🥀🔥Bölüm 96 : Tatlı Aşermeler 🫠❤️Bölüm 97 : Canımın Canını AldılarBölüm 98 : Sensiz Nasıl Yaşarım Ben...Bölüm 99 : Canımı YaktınızBölüm 100 : TükenişlerBölüm 101 : Kanlı GömlekBölüm 102 : Son Yüzleşme ❤️‍🔥Özel Bölüm : Leyla'nın GerçekleriBölüm 103 : Kanlı Son Direnişler...Bölüm 104 : Ahirim SensinBölüm 105 : Kana Karışan NefeslerBölüm 106 : Zamana TutsakBölüm 107 : Aşabildin mi ?Spoi107.bolume oy ve yorum gelmediği sürece bölümü atasım yok bilginize
Hikayeyi Paylaş
Loading...