

İklim Karaçay ’dan…
“Ben o adamla evlenmem!”
Sesim odada yankılandı, titreyen bedenimle direnişimi haykırdım.
“Sana soran mı oldu?!” diye bağırdı. Ardından gelen tokatla yanağım alevlendi, bedenim dengesini kaybedip yatağa savruldu.
“Barış’tan iyisini mi bulacaksın sen ha?!”
“Canisin sen…!”
Yanağımı tutarken gözümden yaş değil, öfke ve kin aktı. Sözlerim onun gibi birinin kalbine dokunmazdı biliyordum ama yine de içimden geleni tuttum:
“Bana bak İklim!” dedi, sesi tehditkâr, adımlarını bastığı her zemine nefret bırakıyordu.
“Ablana yaptıklarımı bilmiyorsun belli ki... Ama onun yaptığı hatayı sen de yaparsan, aynı cehennemi yaşatırım sana!!”
Titreyen dudaklarımı zorla oynattım.
“Ablamın ve çocuğunun vebali… Elbet çıkacak senden Korhan!”
Gözleri öfkeyle büyüdü, sesi boğuklaştı.
“Sen kimsin de babana böyle konuşuyorsun lan?!”
Gözlerimi dikerek baktım.
“Sen hiçbir zaman babam olmadın! Cüneyt ağabey senden fazla babalık etti bana!”
“Cüneyt’inizi sikerim lan sizin!”
Dişlerinin arasından öfkeyle kustu kelimeleri. “Ablan bitti, şimdi sen mi başlıyorsun Cüneyt masallarına?!”
“Sana asla boyun eğmeyeceğim! Yaman’ı da, Cüneyt ağabeyi de, kendimi de sana ezdirmem!”
Sesim çatladı ama kararlılığım tek bir harfinde bile eksilmedi. Gözlerinin içine baka baka söyledim bunları.
“Sus lan, köpek!” diye kükreyerek tekrar tokat atıp yumruğunu sıktı, öfkesini zor tutuyordu. “Onlara da sıra gelecek! Ama… dua et Barış Ağa’ya sözüm var!”
Tüm korkuma, içimde titreyen çocuğa rağmen bir adım daha yaklaştım ona yanağımı tutarken...
“O verdiğin söz… Allah’tan dilerim ki inşallah senin ölüm fermanın olur!”
Korhan’ın gözleri kısıldı. İçinde bastırmaya çalıştığı öfke, yüzünden taşmıştı. Ama o an bir şey onu durdurdu. Belki Barış’a verdiği o söz… Belki de karşısında ilk kez bu kadar dimdik duran bir İklim.
O an kapı hızla açıldı. Barış, öfke dolu adımlarla içeri girdi. Gözleri alev alevdi.
"Ne bu sesler Korhan baba?!"
Korhan az saniyeler önce oturduğu sandalyesinden kalkarken, yüzünde pişkin bir sırıtış vardı.
"Kızımla biraz hasbihal ediyorduk..." dedi umursamazca.
Barış hızla bana döndü, gözümdeki yaşları ve yanağımdaki taze izi görünce yüzü öfkeyle gerildi. Bir adım atmamla geri çekildim istemsizce. O an bakışları babama çevrildi, sesi keskin bir bıçak gibiydi.
"Ben sana demedim mi karıma elin kalkmayacak diye?! Yüzündeki izler ne, Korhan baba?!"
Korhan gözlerini kaçırmadan cevap verdi:
"Kızını dövmeyen, dizini döver Barış Ağa. Hak etmese elim kalkmazdı."
Sözleri kan dondurucuydu. Barış’ın çenesi gerildi, yumruklarını sıktı. Sonra bana döndü, sertçe bileğimden tuttu.
"Yürü gidiyoruz buradan, İklim!"
Korhan bağırdı:
"Nereye götürüyorsun kızımı?!"
Barış dik durdu, sesine kararlılık yerleşti:
"Jandarma kapıda. Karımı alıp götürüyorum."
"Ölürüm de gelmem seninle!" diye bağırdım, bileğimi çekerek kurtulmaya çalıştım ama Barış daha da sıktı.
"İklim, şimdi yeri değil. Anlatırım sonra. Ama buradan çıkman lazım."
"Bırak! Dokunma bana!" dedim, sesim titriyordu ama kararlıydım.
"Ne beni koruyabiliyorsun, ne anlamaya çalışıyorsun! Ben senin malın değilim Barış!"
Barış şaşkınlıkla bana baktı. “İklim… Ben seni kurtarmaya geldim.”
“Sen de onun gibi davrandın! Bana sormadan, beni kolumdan çekip nereye götürüyorsun?! Ben oyuncak mıyım?!”
Korhan sinsice gülümsedi. “Görüyorsun değil mi Barış Ağa? Bu ne edep ne haya bilir!”
Barış o an ona döndü, yumruğunu sıktı. “Kapa çeneni! Bu hale sen getirdin onu!”
Sonra tekrar bana baktı, gözlerinde incinmişlik ama hâlâ sevgiyle:
“Bak... seni zorla götürmek değil derdim. Ama artık burada kalamazsın.”
Koridorda sürüklenir gibi yürürken ayaklarım geri geri gidiyordu. Bileğimden tuttuğu yeri acıtıyordu Barış. Kalbimse... asıl acı oradaydı.
“Barış… böyle biri değilsin sen…” dedim hıçkırıklarım arasında.
“Senin iyiliğin için!” dedi dişlerinin arasından. Ama sesinde öfke vardı, kırgınlık vardı. Sevgi yoktu.
Merdiven başında durduk. Kendimi yere attım birden, gözlerim yaş içinde ona baktım.
“Lütfen… Zorla götürme beni! Bir kez olsun bana inan. Korkmuyorum artık Korhan’dan. Ama senden… senden böyle korkmak istemiyorum. En yakın dostumdun benim...”
Barış’ın yüzü bir an çözüldü. Gözleri karardı. Elini gevşetti.
“Ben… seni korumak istiyorum sadece.”
“Beni böyle koruyamazsın Barış. Zorla sevgi olmaz. Zorla hayat da kurulmaz. Sevmiyorum seni ben Barış...”
Duydukları ile yüz ifadesi anında değişti. Belliydi hoşuna gitmediği..
Gözlerinin öfkeyle parlaması tüm vücuduma daha da korku yaymıştı.
"Gidiyoruz dedim, İklim!" diye kükredi Barış, bileğimden tekrar sertçe tutup beni kapıya doğru çekmeye başladı.
"Barış, yapma lütfen!" dedim, sesi titreyen bir yalvarışla. Ayaklarım geriye direnirken, gözlerimde hem öfke hem korku vardı.
"Sana böyle davranmak istemezdim, İklim..." diye fısıldadı. Ama sesinde bir merhamet kırıntısı bile yoktu. "Mecbur bıraktın beni."
"Bırak... Lütfen bırak..." dedim tekrar. Bileğim acımaya başlamıştı, ama o durmadı.
"Yürü dedim, İklim!" Sesi yankı gibi çarptı duvarlara. O an etrafımdaki her şey silikleşti, sadece onun baskısı ve kendi kalp atışlarımın sesi kalmıştı kulağımda.
Tam çekiştirirken, ayakkabım halıya takıldı ve sendeledim. Düşmemle Barış'ın sertçe beni ayakta tutmaya çalışması bir oldu ama tutuşu daha da acımasızdı.
O sırada dış kapının tok bir gürültüyle açıldığını duyduk.
Koridorda yankılanan kararlı bir ses geldi:
"BIRAK KIZI!"
Barış irkildi, ben gözlerimi açtığımda üniformalı bir adamı gördüm. Parkta yeğenimle oynarken tanıştığım o adamdı... Ama şimdi gözlerindeki sertlik başka biriydi.
___
Emir Kaan Yılmaz'dan...
"Emir Kaan, arka kapı!!" diye komutanımın telsizden gelen net komutunu duyar duymaz, baskın yaptığımız binanın arka kapısına doğru seri adımlarla yöneldim.
Tam o sırada içeriden yükselen bir kadın çığlığıyla irkildim.
"Bırak beni!" diye haykırıyordu bir ses.
Adımlarımı hızlandırdım, kalbim göğsüme çarpıyordu artık.
"Barış, lütfen... bırak diyorum sana!" "Yürü!" diye tersledi adamın sesi.
Köşeyi döner dönmez gözüm İklim'e ilişti. Direniyordu. Gözleri korku ve öfkeyle doluydu. Duraksamadan bağırdım:
"Bırak kızı!"
Sesim duvarlarda yankılanırken, parmağım tetikteydi.
Adam bir anlığına irkildi sesimle. İklim’in kolunu tuttuğu gibi kendine doğru çekmişti, ama benim yaklaşmam onu tedirgin etmişti belli ki. Göz göze geldik. Gözlerinde hem panik hem öfke vardı.
"Silahını indir!" diye bağırdım. Tetikteki parmağım milim oynamıyordu.
“Yapma!” dedi İklim, sesi neredeyse yalvarır gibiydi ama gözleri yardım istiyordu.
Barış denen herif bir an tereddüt etti, sonra İklim’i kendine siper etmeye kalkıştı.
Bu hamlesi öfkemin fitilini ateşledi.
"Son kez söylüyorum, bırak kızı!" dedim, sesim bu sefer daha tok, daha kararlıydı. Gözüm hedefteydi. Nefesimi tuttum.
Tam o sırada İklim, dirseğini Barış’ın karnına sertçe geçirdi. Adam sendeledi.
İşte fırsat buydu!
Hızla atıldım, silahım hazırdı ama ateş etmedim. İklim’in zarar görme ihtimali hâlâ vardı.
Bir hamleyle Barış’ı yere yatırdım, silahı elinden aldım ve ters kelepçeyi bastım bileğine. Hâlâ debeleniyordu ama artık etkisizdi.
İklim, birkaç adım geriye çekilmiş, elleri titriyordu. Göz göze geldik.
"İyi misiniz?" diye sordum, sesim bu kez yumuşaktı.
Bir anlık duraksamadan sonra başını yavaşça salladı.
"Geçti… Artık güvendesiniz İklim Hanım."
Ardından hızla telsize yöneldim.
“İklim Hanım’ı aldım. Ama çıkışımız kolay olmayacak, Komutanım. Çok fazla koruma var,” dedim, nefesim hâlâ düzensizdi.
Telsizden Alparslan’ın sesi geldi hemen ardından:
“Emirhan ve Baran, arka girişten girin!”
Bu komutla İklim’e döndüm, sesimi yumuşatmaya çalışarak konuştum:
“Birazdan çıkacağız. İyi misiniz? Devam edebilecek misiniz?”
İklim, bu defa başını iki yana salladı. Gözyaşları aniden boşaldı. Çaresizlikle ağlıyordu. Hemen çevreme göz gezdirip güvenli olduğumuzdan emin oldum, sonra tekrar yanına yaklaştım.
“Güvendesiniz… Jandarma olarak emniyetle birlikte tüm ev dahil şehrin dört bir yanı sarıldı. Kimse size dokunamaz artık, tamam mı? Güvendesiniz. Bana güven.”
Tam o anda, arkamdan gelen o iğrenç sesle irkildim:
“Piç herif… Burnundan fitil fitil getireceğim lan oğlim senin!”
Barış’tı. Ellerini kelepçelediğim hâlde hâlâ konuşacak nefesi buluyordu kendinde. Derin bir nefes alarak arkamı döndüm. Sinir damarlarım çatlamak üzereydi.
Silahın kabzasını sertçe şakağına geçirdim.
“Sen kimsin de hâlâ konuşuyorsun lan?!”
Yerde kıvranırken hâlâ sayıklıyordu:
“Hepinizin soyunu kurutacağım…”
Öfkem taştı. Sesim kükredi:
“Adamsan kurut, şerefsiz it! Hadi lan, adamsan kurut! Gücünüz çocuklara, kadınlara mı yetiyor lan it?!”
Tekmelerim ve yumruklarım peş peşe indi. Öfkemin gölgesinde sustu. Sadece inliyordu artık.
Nefes nefese kalmıştım. Ellerim titriyordu. Sonra yavaşça döndüm.
İklim orada, köşede, gözleri kocaman açılmış, sanki nefes almakta zorlanıyordu. Dizleri titredi, duvara yaslanmak isterken sendeledi.
“İklim Hanım?” dedim hemen, sesim aniden yumuşadı.
Adımlarımı hızlıca ona doğru attım. O ise gözlerini benden ayırmadan fısıltıya yakın bir sesle konuştu:
“Başım… dö… dönüyor…”
Bir adım daha atmasına fırsat kalmadan bedeninin boşaldığını hissettim. Hemen kolunun altından kavrayarak düşmesini engelledim.
“Tamam… tamam, buradayım,” dedim, onu yavaşça yere oturturken. Sırtını duvara dayadım, alnına ter oturmuştu, teni solgunlaşmıştı.
“Derin nefes alın, İklim Hanım.. Sadece bana bakın,” dedim göz hizasına eğilerek.
O an bana sımsıkı tutundu. Parmakları koluma kenetlendi.
Korku, yorgunluk, çaresizlik… Hepsi bir aradaydı gözlerinde.
Telsizden tekrar bir ses yükseldi:
“Emir Kaan, giriş sağlandı. Sizi almaya geliyoruz!”
Hemen karşılık verdim:
“Çabuk olun, İklim Hanım fenalaştı. Durumu stabil ama bekleyemem fazla.”
İklim’in yüzüne düşen saçlarını geriye doğru çekip, kulağına fısıldadım:
“Bitti... Şimdi sadece çıkacağız. Söz veriyorum, sizi buradan sağlam çıkaracağım. Pars sizi bekliyor...”
O ise başını zar zor salladı, ama elleri hâlâ kolumdaydı.
Tetikteydim. Hem onun için, hem gelebilecek her tehlikeye karşı.
“Az kaldı, gelmek üzereler,” dedim, gözlerinin içine bakarak. “Biraz daha dayanın.”
Koridordan ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Hızlı, dikkatli adımlar.
Silahımı kaldırdım, hedefe odaklandım. Ta ki o ses gelene kadar:
“Emir Kaan, biziz!”
Emirhan’dı. Hemen ses yönüne döndüm. Maskeleriyle, tam teçhizatlı hâlde Baran’la birlikte koridorun ucunda belirdiler.
“Temiz mi?” diye sordum kısaca.
“Temizledik,” dedi Baran. “Çıkış güvenli. Ama hızlı olmamız gerek, dışarıdaki destek kuvvetleri tetikte bekliyor.”
Başımla onayladım. İklim’e döndüm.
“Haydi,” dedim. “Bizi çıkarmaya geldiler.”
O an, İklim’in dudakları kıpırdadı. Zorlukla da olsa sordu:
“Gerçekten… bitti mi?”
Gözlerinin içine baktım.
“Bitti. Geriye temizlenmesi gerekenler kaldı, merak etmeyin,” dedim, sonra hafifçe gülümsedim. “Artık yalnız değilsiniz.”
Emirhan hemen yanımıza gelip İklim’in diğer kolunu destekledi.
“Hazır mısınız?” diye sordu kısa ve net.
"Yürüyebilir misiniz?" diye sordum. Başta başını hafifçe olumlu anlamda salladı ama Baran, bana dönüp kaşlarını kaldırdı. Sessiz bir uyarıydı bu—bu halde yürümesi mümkün değil diyordu.
Derin bir nefes aldım. "Önce bir deneyelim," diyerek birlikte ayağa kalktık. Ama daha ilk adımda, dengesini kaybedip düşecek gibi oldu. Refleksle belinden tuttum, yere kapaklanmasına izin vermedim.
"İzninizle, sizi ben taşıyayım," dedim kararlı bir ses tonuyla. "Bu halde hem siz hem biz zaman kaybediyoruz."
Sözlerime sessizce başını sallayarak karşılık verdi.
Silahımı sırtıma sabitleyip onu dikkatlice kucağıma aldım. Emirhan önden, Barış’ı kolundan çekiştirerek ilerliyordu. Baran ise arkamızdan tetikte, gözünü kırpmadan çevreyi tarıyordu.
"Emir’im, seri ol! Gelenler var!" diye seslendi Baran. Bu uyarıyla birlikte adımlarım hızlandı. Artık zamanla yarışıyorduk.
Adımlarım ağır ama kontrollüydü. İklim’in başı göğsüme yaslanmıştı; gözleri yarı kapalıydı ama bilinci hâlâ yerindeydi. Soluğu hızlanmış, vücudu hâlâ titriyordu.
“Az kaldı,” dedim, yürürken nefes nefese. “Sıkın dişinizi… bitiyor.”
Emirhan önde Barış’ı sürüklüyordu. Öfkesini her hareketine yansıtmıştı; adamı adeta yere çarpa çarpa çekiyor, tek kelime etmiyordu. Baran arkamızdan, silahını omzunun üzerinden desteklemiş, sessiz ama tetikteydi.
“Emir’im, seri ol! Gelenler var!” dediği anda, uzaklardan yükselen motor sesleri gecenin sessizliğini parçaladı. Ya geç gelen destekler ya da o herifin peşinden saldığı adamlarıydı…
Adımlarım hızlandı. Baran öne geçti, bizi sağdaki arka çıkışa yönlendirdi.
Dar bir koridor… Ardından bahçe duvarının arkasında kalan çelik kapı… Baran tekmeyle kapıyı savurduğu gibi açtı. Peş peşe silah sesleri havayı yardı ama bizimkiler çoktan pozisyon almıştı. Mavi flaşörler, şarjör değiştirme sesleri, telsiz cızırtıları… Her şey iç içe geçmişti.
Ambulansa yaklaştığımızda biri sedyeyi hızla çekti.
“Buraya!” diye seslendi sağlık görevlisi.
Yavaşça eğilip İklim’i sedyeye bıraktım. Ellerini yakamdan çözmemişti.
“Yalnız kalmak istemiyorum…” dedi, kısık bir sesle.
Eğildim, göz hizasına indim.
“Gitmiyoruz. Sadece izin verin, sizi toparlasınlar. Sizi yalnız bırakmayacağız.”
O an gözlerinden süzülen yaş, kelimesiz bir teşekkür gibiydi. Ambulans kapısı kapanmadan önce son kez bakıştık.
“Emir Kaan, sen ambulansa refakat et. Ön koltuğa geç,” dedi Baran, gözünü İklim’den ayırmadan. “Biz arkadan geleceğiz.”
Başımı hafifçe sallayıp bir şey demeden ambulansa yöneldim. Kapıyı açarken gözüm hâlâ arka bölümdeydi. Sedyede yatan İklim, gözlerini tavana dikmiş, dudaklarını sımsıkı kenetlemişti. Yanında oturan sağlık personeli hemen nabzını ölçüyor, bir diğeri ise damar yolu açmakla meşguldü.
Kapıyı kapattım. Ön koltuğa oturduğumda sirenler tekrar çalmaya başladı. Araç sarsılarak harekete geçti. Şoför göz ucuyla bana baktı.
“Durumu ciddi mi?” diye sordu.
Kısa bir sessizlik oldu.
“Direniyor,” dedim. “Bir şekilde tutunuyor.”
Pencerenin camından dışarı baktım. Gece, mavi ve kırmızı ışıkların arasında savruluyordu. Arkamızda başka araçların farları… Baran ve tim diğer araçla peşimizdeydi, bunu biliyordum.
Ambulans sirenleri hâlâ çalarken acil servisin önü insan kalabalığına rağmen açıldı. Araç hız kesmeden içeri girdi. İçerideki sağlık personeli kapıları daha tekerlekler durmadan açmıştı. İklim'i sedyeyle indirirken ben de araçtan atladım. Baran hemen yanımdaydı, gözleri bir an bile çevreyi taramayı bırakmıyordu.
Sedyedeki İklim’in parmakları hâlâ kasılmıştı. Gözleriyle beni aradı. Kısa bir an... Ne korkuydu ne de rahatlama. Ama içinde, bana inanan bir güven ışığı vardı. O kadarı bile yeterdi.
Baran koluma dokundu.
“Gel,” dedi alçak sesle. “İfadeyi biz alacağız. Olayın ilk tanığı olarak seni istiyorlar. Ayrıca… Bu iş daha yeni başlıyor gibi.”
Başımı ağır ağır salladım. “Ne olursa olsun,” dedim, İklim’in gözden kaybolduğu kapıya bakarak, “artık o kızın da ailesinin de arkası boş değil...”
Hastane koridorları ilaç ve telaş kokuyordu. Kaosun içinde adım adım ilerledik. Baran sürekli telsiziyle bağlantıda kalıyor, timin dış güvenliği sağladığından emin oluyordu. Ama o an...
“Baran?”
Tanıdık bir sesle irkildik. Baran anında döndü, sesi tanımıştı. Emel, hemşire formasıyla birkaç adım ötede durmuş, yüzünde şaşkınlıkla karışık bir gülümsemeyle ona bakıyordu.
“Emel? Ne işin var gülüm burada?”
“Geçici görev için... Bu hastaneye yönlendirdiler,” dedi Emel, sesini alçaltarak.
Baran’ın yüzü bir anda gerildi, kaşları çatıldı. “Benim niye haberim yok bundan?!”
“Önce bir sakin olur musun hayatım?” dedi Emel, biraz sertleşen ses tonuyla.
“Sakin mi olayım?! Emel sen benden habersiz belanın içine gelmişsin, ben kendi canımın derdindeyken sen niye bile bile kendini de riske atıyorsun?!”
Emel gözlerini kaçırdı, belli ki bu tepkiyi bekliyordu ama hazır değildi. Ortalıkta gerilim tırmanırken Emirhan araya girdi.
“Baran, hastanedeyiz. Yengeme çok yüklenme...”
Baran başını iki yana salladı, öfkesini yutmaya çalışıyordu. Sesi biraz daha kısık ama hâlâ titrekti.
“Ya sen git, İklim'in doktoruna bak.”
Emirhan başını sallayıp uzaklaşırken Baran Emel’e yaklaştı. Ses tonunu alçalttı ama hâlâ içi kaynıyordu.
“Senin başına bir şey gelirse ben ne yapacağım Emel?”
Emel, gözleri dolmuş bir şekilde başını kaldırdı. “Ben sadece senin yanında olmak istedim. Uzakta kalsam da içim rahat etmiyor.”
Baran iç geçirdi, ellerini beline koydu, sonra yorgun bir şekilde başını salladı.
“Ne zaman senin inadınla başa çıkabildim ki zaten…”
Yanına yaklaşarak, “Baran, çok üstleme,” dedim usulca.
Gözleriyle beni buldu, yüzünde öfkeyle kırgınlık birbirine karışmıştı.
“Nasıl üstlemeyeyim Emir Kaan?! Sevdiğim kız, çıkmış gelmiş görev yaptığım, tehlikenin anası olan yere!”
“Baran…” dedi Emel, gözleri dolu dolu. Sesi titriyordu. Adını söylerken içinde taşıdığı endişe ve kırgınlık her hâlinden okunuyordu.
“Kızı üzüyorsun, yapma Baran…” dedim. O ise derin bir nefes alarak alnını ovuşturdu, sinirini bastırmaya çalıştığı belliydi. Sonra başını hafifçe kaldırarak bana döndü.
“Siz Emirhan’la İklim’e bakın. Ben Emel’le konuşup geleceğim.”
“Tamam,” dedim. “Ama yüklenme çok kıza, onun da görevi bu sonuçta…” diye ekledim.
Baran başını salladı, ama içinde hâlâ fırtına kopuyordu.
O sırada bir hemşire gelip,
“İklim Hanım’ı başka odaya aldık, muayenesi orada sürecek,” dedi.
Gözüm kapı aralığında bir sedyeye uzanmış İklim’e takıldı. Yavaşça oraya yöneldim. Adımlarımı hızlandırmadan ama tereddüt de etmeden.
Kapıdan içeri süzüldüğümde gözleri açıktı ama boşluğa dalmış gibiydi. Yanına yaklaştım, ses tonumu yumuşatarak konuştum.
"Daha iyi misiniz İklim Hanım? "
"İyiyim, teşekkür ederim her şey için..."
"Ne demek, görevimiz..."
___
Baran Boran'dan...
Tek tek oda gezip sonunda boş bir hastane odası bulmam ile oraya Emel ile geçip kapıyı kitleyip derin bir nefes ile ona döndüm. Gözlerinin içine baktığım an, yüreğimde bir şey kırıldı. Ne öfke kaldı içimde, ne sitem... Sadece korku. Onu bir daha görememe korkusu. Sesim titreyerek çıktı:
“Niye yaptın bunu, Emel?”
Gözleri doldu. Dudaklarını araladı ama sesi çıkmadı önce. Sonra boğuk bir sesle fısıldadı:
“Ben sadece...Yanında olmak istedim…”
Bir adım attım. Kalbim sanki yerinden sökülecek gibi atıyordu. Gözlerim yanıyordu ama ağlamıyordum. Ağlayamazdım. Erkeklikten değil, çaresizlikten.
“Bak… kızamıyorum bile sana.” diyerek yüzünü avuçlarımın arasına alarak gözlerinin içine baktım.
“Emel’im… güzel gözlüm… burası tehlikeli. Emir Kaan’ın babası hasta olmasa, onu bile buraya getirmeyi düşünmüyorduk. Sen… niye kendini bile bile ateşe atıyorsun?”
“Aramızda bir iki il var, Baran…” dedi sessizce. Ama o sessizlikte bile baş kaldıran bir sevdalı vardı.
“Gerekirse seksen bir il olsun, umurumda mı Emel?! Yapma… gözünü seveyim yapma. Beni böyle koyma arada…”dedim çaresizlikle geri çekilip ellerini saçlarıma geçirirken.
“Sınır yutar mı insanı, Baran?” dedi gözlerini kaçırarak. “Urfa’dan farkı ne?”
Bir an tutulduğum yerden patladım. Sustum ama içim bağırdı. Sonra sesim çatlayarak döküldü:
“Emel sen şaka mısın?! Kellem koltuğumda geziyorum ben yavrum! Dağdaki itten daha rezillerin peşindeyim, Emel ben! Çamurun içinde, dağda yatıp kalkıyorum. Senin hayalinle uyuyup kovan sesleri ile uyanıyorum güzelim ben... Kefenimle yatıp azrailimle selamlaşıp kalıyorum burada her gün ya, her gün! Daha ne kadar anlatayım sana, seni buradan vazgeçirmek için? Ya seni isteyebilmek için ben…” diyerek bir anda duruldum.
“Devam et…” dedi. O iki kelimeyle, aslında ne çok şey söyledi.
“Seni isteyebilmek için uykusuz geçirdiğim kaç gece var, biliyor musun Emel'im? Bir aylık görevi bir haftaya sıkıştırarak savaştım. O kullandığım silah var ya… herkesle aynı değil o. Sağ omzuma bak. Mosmor. Şimdi sen söyle, yutar mı Sınır insanı?”
Gözleri yaşla doluydu. Bakamıyordu bana. Ama ben görüyordum. Kalbinden geçen her şeyi okuyordum. Ellerime baktım, eldivenlerimi çıkarmaya başladım.
“Belki inanmazsın ama… göstereyim,” dedim, üniformamın kolunu sıyırarak bir ay önceki barut yanığını gösterdim. “Bak bir ay önceki iz. Bazı izler zamanla silinir… ama bazıları zaman aşımına uğrasa da hep kalır bu yanık gibi, Emel’im. Şurada ben yokken sana bir şey olsa, bu Baran bir daha bu Baran olur mu, sen söyle? Yüreğime bir iz bıraksan, o iz nasıl geçecek sensiz sen söyle güzelim?”
Sustu. Gözyaşları yanaklarına düştü. O an daha fazla dayanamadım. Adım attım, hiç tereddüt etmeden sarıldım. O da göğsüme kapandı. Kalplerimiz bir ritimde atıyordu artık. Korkular, özlemler, sitemler… hepsi sustu.
“Özür dilerim…” dedim fısıltıyla, saçlarına kapanırken. “Sert çıktım ama… kaybedemem seni güzelim. Saç teline zarar gelse, canımdan can gider benim…Görev yerimiz değişene kadar bekleseydin bari...”
“Bu kadar tehlikeli olduğunu düşünemedim ki ben… Özür dilerim,” dedi hıçkırarak. Omzuma sıkıca tutundu.
Gözyaşları kirpiklerinden süzülmeden önce usulca yanağını okşadım. Sanki dokunduğum yerden içimdeki yangın da hafifliyordu. Sonra bir adım attım. O da bir adım yaklaştı.
Ve sonunda… gözyaşlarıyla dolu gözlerimiz birbirine değdi.
Sarılırken, içimizdeki her fırtına sustu. Sadece kalp atışlarımızın sesi kaldı o sessizlikte. Gözlerimizi kapattık, çünkü gerçek dünya ikimize de fazla gürültülüydü.
“Kaybedemem seni güzelim… saç teline zarar gelse, canımdan can gider benim…” dedim, sesim titreyerek, nefesim boğazıma düğümlenmişken.
“Bu kadar tehlikeli olduğunu düşünemedim… Özür dilerim,” dedi o da, göğsüme yaslanmış, kalbimin çırpınışını dinlerken.
“Kaç gün buradasın?”
“Sekiz…”
Yanaklarındaki sıcaklığı ellerimde hissederken dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm belirdi.
“Yıllık iznim olacaktı… Komutanımla konuşayım, alayım sekiz gün.”
“Olmaz… Sana lazım olur o günler, Baran.”
Başımı iki yana salladım.
“Bana en çok sen lazımsın, Emel’im. Senin burada olduğunu bilmekle nefes almak arasında fark yok benim için. Hem… baban duyarsa, seni yalnız bıraktım zannederse, ne der bana?”
“Haberi yok zaten… İstanbul’a özel göreve gittim sanıyor.”
Derin bir iç çekip alnımı onun alnına yasladım.
“Ah Emel’im… nasıl bir yangına düşürdün bizi böyle…”
“Ne olur söyleme babama, olur mu? Zaten mesleğin hakkında yeterince ima yaptı isteme günü…”
“Elinde olsa… vermezdi seni, biliyorum. Ama vermezse de ne olurdu biliyor musun?”
“Ne olurdu?” dedi hafifçe kıkırdayarak.
“Kaçırırdım seni.”
“Baran yaa…”
“Cennet gülüşlüm benim…” dedim ve gözlerimizi kapatıp o anın sessizliğinde ona sarılırken...
"Affettin mi ?" diyerek geri çekilmesi gülümsedim.
"Hiç küsmedim ki..."
Yanağımdan öpmesi ile boynuna uzunca bir öpücük bırakıp geri çekildim.
"Ee güzel nişanlım, ben bir izin alayım komutandan o zaman işlerimi halledip," dememle gülerek bana baktı.
"Al bari, Baran Komutanım..."
"Baran boran kaçar o zaman..."
"Kafiyeni yesinler senin!" diyerek gülünce, göz kırpıp yanağından öptükten sonra, bizimkilerin olduğu polikliniğe doğru ilerlemeye başladım.
Emirhan, odanın kapısında beklerken kaşlarım çatıldı. "Manisalı nerede?" dememle, gülerek kapısı açık olan odayı işaret etti. Onun baktığı yöne başımı çevirmemle birlikte, benim de yüzüme bir gülümseme oturmuştu, yalan yok. Onların konuşmalarına bir yandan kulak verirken, Emir Kaan’ın utangaç halini belli etmemeye çalışarak ciddi olup sonra gülmeye çalışması ayrı bir eğlenceliydi.
"Yaman Pars iyi değil mi?"
"İyi, İklim Hanım, merak etmeyin... Serumunuz bitince, evinize bırakacağız zaten sizi..."
"Teşekkür ederim, her şey için," dedi.
“Bunların ikisi olur bak!” diyen Emirhan’a gülerek baktım.
“İklim’i bilemem ama Emir’in ses tonlaması bile değişmiş,” dedim, gözlerimi kısmış halde ikisine birden bakarak.
“İçine kaçtı kaçacak sesi, utancından!” diye güldü Emirhan.
“Bu kaçmamış hali mi?” dedim ben de kahkahayı bastırarak.
“Yine de kız belalı bir tip… Gönül bu, belli olmaz. Emir’in başında yeterince dert var zaten. Uzak tutalım,” dedim, göz ucuyla odaya doğru bakarken.
“O konuda hemfikiriz. Çocuk zaten babasının hastane borcunu zorla kapatıp zor zar ev tuttu,” dedi Emirhan, sesi biraz daha ciddi çıkmıştı bu kez.
Ama hemen ardından konuyu dağıttı gülerek: “Bizimkilerin de çatı su akıtmış yine, biliyon mu?”
“Valla mı?” dedim şaşırarak.
“Valla. Babam, anneme ‘Emirhan'a söyle, biraz para göndersin de çatıyı yaptıralım,’ demiş. ‘Hallederim’ dedim ama... zırnık yok!” diye kahkaha attı.
“Biz ne kıyak adamlarız ya… Ağlanacak halimize gülüyoruz!” dedim, ben de onunla birlikte gülerek.
Sonra sesi biraz daha kısık ama aynı esprili tonda devam etti: “Sadık olamadığım tek yer banka olabilir. Sekiz bankaya ayrı ayrı borcum var oğlum ya!”
“Utanmasalar, affedersin, üstümdeki donuma kadar alacak bankalar da!” dememle birlikte Emirhan omzuma bir şaplak indirdi.
“Sapıtma lan sende!”
“Bak şimdi ne yapacağım,” dedim sinsi bir sırıtışla. Emir’in olduğu tarafa dönüp seslendim:
“Emir, bir baksana cano!”
Başını çevirip bana baktığında, elimle “gel gel” işareti yaptım.
“Yine ne geçiyor aklından?” dedi Emirhan kuşkuyla.
“Emir gelsin bir hele!” dedim, gözlerim parlayarak.
Emir yanımıza gelip “Bir şey mi oldu?” diye sorduğunda, hiç bozuntuya vermeden patlattım:
“Nikâh ne zaman?”
Şaşkın bakışlarla karşılık verdi: “Ne nikâhı kardeşim?”
“Orasını bilemem, o ses tonundan sonra…” dedim, göz ucuyla Emirhan’a göz kırparak.
O sırada Emir Kaan derin bir nefes alıp ciddileşti:
“Ağabey, hoş değil. Ben senin kız kardeşine böyle şakalar yapsalar, hoşuna gider mi?”
Söylediği cümleyle ortamda bir anda sessizlik oldu. Emirhan omzuma hafifçe vurdu:
“Böyle de duyarlı, efendi çocuk işte Emir Kaan,” dedi gülümseyerek.
Emir Kaan usulca iç geçirdi, sesinde bıkkınlık vardı:
“Uğraşmayın ağabey benimle... Yeterince derdim var, bir de siz dert katmayın,” diyerek yanımızdan çekilip dışarı çıktı.
Kaşlarım çatıldı. Ardından Emirhan’a dönüp fısıltıya yakın bir sesle sordum:
“Oğlum, kız mı yanlış bir şey dedi? Şaka yaptığımızı bilecek biri Emir... Böyle tepki vermez normalde.”
Emirhan başını ağır ağır iki yana salladı.
“Yetemiyor Baran... Kendine dahi yetemeyecek kadar yorgun kafası.”
Bir an sustum. Ardından sadece şu kelimeler döküldü ağzımdan:
“Öyle olsun bakalım…”
___
Üsteğmen Alparslan Demir'den...
Biten görevin ardından yorgunluktan neredeyse ayakta uyuyacak halde kendimi evime zor attım. Üstümdeki sivilleri çıkarmadan yatağıma uzandım; başımı yastığa yaslayıp yana çevirmemle birlikte kalbimin tam ortasına saplanan o tanıdık sızıyla karşılaştım.
Yastığımın kenarında duran fotoğraf...
Sen...
Gözde'm.
Boğazım düğümlendi. Elim titreyerek uzandı. Fotoğrafı avuçlarımın arasına alıp usulca öptüm.
“Özledin mi beni?” dedim fısıltıyla. Sanki yanıt verecektin de duymayı bekliyormuşum gibi bekledim bir an. “Ben seni çok özledim Gözde'm… hem de her gün biraz daha fazla...”
Fotoğrafı göğsüme bastırdım, nefesim daraldı. “Ama senin dediğin gibi… daha yapacak çok babalık var,” dedim, boğuk bir sesle.
Gözlerim dolmuştu. İçimde taşıdığım yük hafiflemiyordu ama seninle konuşmak, beni hayatta tutan şeylerden biriydi artık. Sessizce devam ettim:
“En son sana anlattığım askerim vardı ya… Hani içine kapanıktı. Ona ev tuttuk. Artık ailesiyle birlikte, huzurlu… Mutlu. Yaman denen çocuğun da teyzesini kurtardık...”
Derin bir iç çektim.
“Bir de Urfalı vardı. Ona da sevdiği kızı istedik. Nişanlı artık o da, nişanlısı buraya gelmiş… Gözlerinde nasıl bir ışık var kıza bakarken bir görsen...”
Başımı hafifçe geriye yaslayıp gözlerimi kapattım. “İsmail’in düğünü de üç ay sonraymış… Allah nasip ederse hep birlikte oynayacağız.”
Bir süre sessizlik oldu. Yorgunluğumun, özlemimin ve hasretimin içinde kaybolmuşken, dudaklarım kıpırdadı:
“Babalık yapmak zormuş Gözde’m…”
Sesim kendi içimde yankılanırken boşluğa konuştum. “Belki yaşım genç diye, bu yük bu kadar ağır gelmez sanmıştım ama... oturdu yüreğime. Taş gibi...”
Fotoğrafını avuçlarımda sıktım.
“Her şeyi anladım… Özellikle de bugün, Baturay Yarbay’dan azar yiyince. Sesinin tonunda öyle bir ciddiyet vardı ki... O an, içimde bir şey kırıldı.”
Gözlerim dolmuştu yine. Alışamadım. Ne senin yokluğuna, ne bu sessizliğe…
Yavaşça gözyaşlarımı sildim. Derin bir nefes aldım, içimden çıkmayan sızıya rağmen konuşmaya devam ettim.
“‘Askerlerine duyguyla yanaşma,’ dedi. ‘Komutanlığını unutturma, ağırlığını koy.’ diye bağırdı...”
Kafamı iki yana salladım.
“Gözde’m... Sana verdiğim sözü diyemiyorum kimseye. Dilim varmıyor. ‘Gözde’me sözüm var’ diyemiyorum. Benden alay ederler, küçümserler diye değil... Yaramı görüp acımı eksiltirler diye korkuyorum.”
Sesim çatallandı. Gözlerimi bir kez daha sildim, burnumu çektim.
"Acına o kadar çok alıştım ki...Yaramı görürlerse seni unutturmak isteyecekler olur Gözde’m. Ben buna izin veremem..."
Boğazım düğümlendi.
“İki gündür gelmiyorsun zaten rüyalarıma... Belki de sen de kızgınsın bana, hani şu birliğe gelen yeni çocuk vardı ya, ona da fazla sarıldım diye...”
Duraksadım. Boğazımda düğümlenen o cümleyle yuttum içimdeki sitemi.
“Özür dilerim...Eski Alp olamadığım için... Ama onların istediği değil, senin istediğin Alp olacağım. Ne pahasına olursa olsun.”
Fotoğrafını kalbimin üstüne bastırdım.
“Yeter ki, bir gece yine gel. Sus bile desen razıyım. Yeter ki gel…”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |