

İklim'den...
Eve geldiğimizde Emir, acil bir işi çıktığını söyleyip tekrar çıkmak zorunda kaldı. Kapı kapanır kapanmaz derin bir nefes aldım; sessizlik evin her köşesine yayıldı. Ayakkabılarımı çıkarıp banyoya yöneldim. Duşun altına girer girmez sıcak su omuzlarımdaki ağırlığı yavaş yavaş aldı, günün gerginliği su damlalarıyla birlikte akıp gitti.
Kısa bir süre sonra havlumu sarıp odama yöneldim. Tam dolabın kapağını açmıştım ki, Emir’in sesi koridordan geldi:
“İklim’im… Güzelim, neredesin?”
“Duş aldım, üstümü giyinip geliyorum,” dedim sesimi biraz yükselterek.
“Yemek hazırlayayım mı canım, acıktın mı?”
“Ben hazırlardım… yorgunsun,” dedim hafif bir tebessümle.
“Hadi, üstünü giyin gel. Saçlarını da kurulamayı unutma. Hasta olacaksın bak, ben yemeği hazırlarım.”
“Tamam,” diye karşılık verdim, sesindeki korumacı tını içimi hafifçe ısıtırken.
Üstümü giyinip saçlarımı havludan kurtardığımda, aynada kendime bir an baktım. Duştan çıkmanın verdiği o tazelik, yanaklarımda hafif pembe bir sıcaklık… Islak saç tellerim omuzlarıma yapışmış, boynumdan aşağı süzülen ince damlalar tişörtümün yakasını ıslatıyordu. Dudaklarım hafifçe kıvrıldı; aklıma gelen küçük bir oyunla fön makinesini elime aldım ama çalıştırmadım. Sessizce mutfağa yöneldim.
Kapı eşiğine geldiğimde Emir’in sırtı bana dönüktü. Bıçak tahtaya ritmik bir şekilde inip kalkıyor, taze sebzelerin kokusu havaya yayılıyordu.
“Emir… neredesin?” dedim, sesimi biraz uzatarak.
Başını hafifçe çevirdi, gülümsedi. “Mutfaktayım, güzelim.”
“Ne yapıyorsun?”
“Elimde bıçak, önümde tahta olduğuna göre… gazel okuyorum güzelim ya,” dedi, omzunun üzerinden bana bakarak.
Kahkaha atmamla birlikte başımı salladım.
“Of Emir ya!”
O da karşılık verdi, hafif alaycı bir gülümsemeyle.
“Of Emir ya… saçlarını yine kurulamamışsın ama öğretmen hanım!”
“Emir…” dedim bu kez, sesimi yumuşatarak.
Bıçağı yavaşça bıraktı, bana dönerken gözlerinde tanıdık bir kıpırtı belirdi.
“Bu ses tonunu… bir yerden tanıyorum.”
“Emir…” dedim bu kez, sesim iyice çocuk gibi çıkmıştı.
O, ellerini yıkayıp kağıt havluyla kuruladı, sonra başını gülerek iki yana salladı.
“Benim güzelimin saçları mı ıslak kalmış?”
Söylediği an, istemsizce kikirdemeye başladım.
“Kurular mısın?” dedim, gözlerimin içi onun gözlerine bakarken pırıl pırıl parlıyordu.
Alnıma usulca bir öpücük kondurdu, fön makinesini elimden aldı.
“Gel bakalım güzelim benim, salona geçelim.”
“İtiraz etmedin,” dedim, hafif şaşkın ve sevinçli bir gülümsemeyle.
Belimden tutup kendine doğru çekti, teni sıcacık, sesi yumuşacıktı.
“Ben alıştırdım karımı böyle… itiraz etmek olur mu? Bana nazlanmayacak da kime nazlanacak, karım benim,” dedi ve yanağıma sevgiyle bir öpücük bıraktı.
Başını hafifçe geriye çektiğinde, içimde tatlı bir huzurla elimi yanağına, gamzesinin tam üzerine koydum.
O gamze… sanki orada sadece ben dokunayım diye var olmuştu.
“Çok seviyorsun herhalde orayı…” dedi, sesi hafif alaycıydı ama gözleri ciddiyetle üzerimdeydi.
İrkildim, parmaklarımın sıcaklığını yanağında hâlâ hissederken gözlerimi onun gözlerine çevirdim.
“Hı…” dedim sadece, kelimeler boğazımda düğümlenmişti.
“Böyle bakıyorsun ya…” dedi, dudak kenarındaki tebessümünü derinleştirerek ve devam etti...
“Kendi gamzemi bile böyle bakıp sevmeni kıskanıyorum desem, ne dersin?”
“Emir…” dedim, adını fısıldar gibi. Yanaklarım çoktan yanmaya başlamıştı. Ona oyun yapmak isterken ben düşmüştüm onun oyununa...
O ise gülümsedi, “Utanmana kurban olurum…” diye karşılık verdi.
Tam o an, bastıramadığım bir hapşırık geldi. Elim anında ağzıma kapandı, gözlerim sulanırken o bana hem endişeyle hem de gülerek bakıyordu.
“Ah ah… hasta olacaksın dedim sana ama değil mi, güzelim? Nasıl öğretmen yapacağız seni, hiç söz dinlemiyorsun,” dedi Emir, hafif başını sallayarak. Sesi yumuşaktı ama içinde tatlı bir sitem vardı.
“Emir… hapşırdım sadece,” dedim, dudaklarımın kenarında küçük bir gülümseme belirmişti.
Omzumdaki havluyu bir hamlede aldı. Sanki bir komutan emir vermiş gibi hiç beklemeden saçlarımı kurulamaya başladı. Havlunun pamuklu dokusu saç tellerimin arasından geçerken hafifçe elektrikleniyordu. Emir’in elleri, havlunun altından başımın her yanına sabırla, nazik ama kararlı dokunuşlarla dolaşıyordu.
“Ceza o zaman sana,” dedi, sesi bu kez daha derin, hafif alaycı bir tonda.
“Emir, yüzümü kapatıyorsun!” dedim, havlunun altından boğuk çıkan sesimle.
“Sus bakayım… yaramaz çocuğum benim. Kim dedi sana duştan sonra ıslak saçla gez diye, he?”
Başımı hafif kaldırıp kaşlarımı kaldırdım.
“Kocam.”
“Kocan dedi bir de… heh,” dedi, dudaklarının kenarı yukarı kıvrılırken.
“Hıhı.”
“Kocan öyle demez ama.”
“Kocam dedi,” diye üsteledim, bilerek gözlerimi masum masum açarak.
Bu inatlaşmamı, başımı iki eli arasına alıp alnıma sıcacık bir öpücük kondurarak bastırdı. Elleri, avuçlarının sıcaklığıyla şakaklarımı sararken gözlerindeki bakış daha da yumuşamıştı.
“Ben o kocanı dövmem mi ama? İnsan karısını hasta eder mi?”
“Etmez… değil mi?” dedim, başımı hafif yana eğip gözlerimin içine bakmasını sağlayarak.
"Cııık, etmez!" dedi gülerek, sesi göğsünde hafifçe titredi. O gülüşü duyunca istemsizce derin bir nefes aldım. Elim, sanki kendi iradesi varmış gibi, yine yanağındaki gamzesine gitti. Parmak uçlarım orada bir an durakladı.
Başını hafifçe diğer yana eğdi, gözlerinde hem merak hem de oyunbaz bir parıltı vardı.
"Çok mu seviyorsun sen bu gamzemi?"
"Çok güzel…" dedim, sesim neredeyse fısıltıya dönüşmüştü.
“Seviyorsun yani?” diye üsteledi, dudaklarının kenarındaki tebbesüm ile gamzesi daha da belirginleşirken.
"Çok güzel…" dedim tekrar, sanki başka kelime bulamıyormuşum gibi.
Gözlerimi yakaladı, hafifçe kaşlarını kaldırdı.
“Beni mi daha çok seviyorsun, onu mu?”
Soruyu sorarken başını bana biraz daha yaklaştırdı, nefesi tenime değdi. O an kalbim hem hızlandı hem de yerinden çıkacakmış gibi oldu.
“Çok güzel,” dedim, sesimi neredeyse fısıltıya indirmiştim. Emir’in gözleri hafifçe kısıldı, dudak kenarı yukarı kıvrıldı. Yüzündeki elimi, sanki vazgeçmek istemiyormuş gibi nazikçe kavradı. Avuç içimi dudaklarına götürdü; dokunuşu yavaş, öpüşü derindi. Tenimde bıraktığı sıcaklık, kalbimin ritmini hızlandırdı.
Sonra kollarını sardı; öyle sıkı, öyle sahiplenici… Gövdesinin ağırlığı ve kokusu etrafımı kapladı. Kalp atışlarını duyuyor, her vuruşunda göğsümde yankısını hissediyordum. Bir an nefesimi tuttum, bu yakınlığın verdiği huzuru bozmamak için.
“Çok güzel diyen diline kurban olsun Emir’in…” dedi, sesi hem tatlı hem de şefkatli bir tını taşıyordu.
Yanaklarım ısınırken, gözlerim hafifçe yere kaydı. O kısa anlık utanç, dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme yarattı. Emir ise geri çekildi, fön makinesinin fişini taktı. Koltuğa oturup dizine vurdu.
“Gel bakalım, fıstığım.”
“...hıh,” dedim. Ama sesim çıkarken hafif afallamıştım; hem davetine hem de dizine vurmasına ne tepki vereceğimi bilemedim. Kaşlarım kısa bir an kalktı, bakışlarım şaşkınlıkla ona takılı kaldı.
“Güzelim, gel… saçlarını kurulayacağız.”
“He...ne? Dizinde mi?” dedim, dudaklarım istemsizce hafifçe aralanmıştı.
“Koltukta olurdu ama istersen dizime de gel, sorun yok benim için.”
“Ne?..”
“Sanırım karımın ayarlarıyla fazla oynadım,” dedi, derin bir nefes alıp yanıma yaklaştığında yüreğim birden hızlandı. Ellerimi tutup omzuna yerleştirdiğinde gözlerim kocaman açıldı.
“Emir, ne yapıyorsun?”
“Sıkı tutun… karımı kucaklıyorum,” dedi ve aniden havalandım.
Refleksle boynuna sarıldım. Kollarındaki kuvvet, tenine sinmiş sabun kokusu, başımı göğsüne yasladığımda duyduğum kalp sesi… Hepsi bir arada başımı döndürüyordu.
“Emir?!”
“Ama haber verdim o kadar.”
“Off Emir…” dedim, yüzüm yanaklarından daha sıcak hissettirirken. Gülüşünü hem duydum hem omzundaki hafif titremeden hissettim.
“Gülme Emir.”
“Ciddi olayım mı?”
“Hayır!?”
Başımı kaldırdığımda koltuğa oturmuştu ama hâlâ kucağındaydım. Ellerini belimden çekmiyor, bakışları hâlâ oyunbazdı.
“Nedenmiş o?”
“Asker gibi hissediyorum o zaman kendimi…” dedim, gözlerim yavaşça yere kayarken.
“Ondan yani…” dedi muzip bir sesle. Fön makinesinin sıcak havası saçlarımın arasından geçerken enseme değen parmakları ürpermemi sağladı. Boğazım kuruyunca hafifçe yalandan öksürdüm.
“Su…”
“Önce saçlarını kurulayalım, sonra su, güzelim. Yalandan yaptığını biliyorum,” dedi gülümseyerek.
Başımı geriye çektim.
“A-anlamadım ?”
“Saçların kurudu sayılır.”
“Emir,” dedim bu defa ikaz eden bir ses tonuyla.
“İki dakika yerinde durmayacaksın yani, anlaşılan…” Sesinde oyunbazlıkla kırgınlık arasında bir çizgi vardı. Beni kucağından kaldırıp koltuğa bıraktı.
Ama sesine sinen o hafif kırıklık kalbime saplandı. İçimde ince bir sızı oluştu.
“Emir…” dedim, sesim daha yumuşak.
“Bekle, geliyorum,” diye karşılık verdi.
Onun mutfağa gitmesiyle dayanamayarak peşinden yürüdüm. Tezgaha kolunu yaslayıp gözlerini silerken titrediğini görmek içimi yaktı; hem korku, hem endişe, hem de tarifsiz bir özlem vardı içimde.
“Emir…” dedi, sesi titrek ve kırılgandı. Tereddüt etmeden beline sarıldım, sırtına başımı yasladım. Ellerim karnının üstünde, kalplerimizin ritmi birbirine karışmıştı.
“İklim…” dedi, sesi de gözleri de ıslanmıştı... O an, hiç kimseye göstermediği kırılganlığı ben yakalamıştım sanki...
“Seni çok seviyorum…” dedim, tek bir cümleyle tüm içimdeki fırtınayı dile getirdim.
“Kurban olurum…” diyerek ellerimi gevşetti, başımı göğsüne çekti. Başımın üstünü öpüp kalbine yasladı; nefesimiz birbirine karıştı.
Gözlerim dolarken gamzesini okşadım, sonra yavaşça dudaklarına yükseldim. İlk öpücüğüm hafif ve şefkat doluydu; onun gözlerindeki yaşlar ve titrek nefesiyle birleşince, sanki dünyadaki tüm kırgınlıklar eriyip gidiyordu.
Gözlerini yavaşça gözlerime çevirdi; bakışlarında hem hüzün hem de derin bir sahipleniş vardı. Alnını usulca alnıma yasladı, parmak uçları yanağımda hafifçe gezindi. O küçücük dokunuş… kalbimdeki bütün korkuları bir anlığına susturdu, nefesimi titretmeye yetti.
“Güzelim benim…” dedi yumuşacık bir sesle.
“Kırdıysam seni—” diye fısıldadım, ama kelimelerim dudaklarımda yarım kaldı; parmağını dudaklarıma koymuştu bile.
“Şştt… özür dileme,” dedi gözlerime bakarak, sanki bütün cümlelerimi tek bir dokunuşla susturmak ister gibi.
“Emir…” dedim, sesim kırılgan, biraz da ısrarcıydı.
“Hadi içeri geçelim…” dedi, omzumdan nazikçe tutup beni yönlendirmek ister gibi.
“Niye ağladın…” diye üsteledim, gözlerim onun gözlerinden cevap arıyordu.
“Senlik bir şey yok, güzelim…” dedi, ama sesi fazla hızlı çıkmıştı.
___
Cüneyt Duman'dan…
Yıllar sonra ilk defa yaşadığımı hissediyordum, az da olsa. Yaman Pars’ın ofisimde koşturması, kahkahalarının duvarlara çarpıp yankılanması hoşuma gidiyordu. Sanki Leyla’mın o eski rüzgârlarını getiriyordu bana; unuttuğumu sandığım kokuları, yüzüme değen o ılık bahar nefesini…
“Baba, bak uçak yaptım!” dedi, elinde buruşturulmuş kâğıttan bir hayaliyle önüme dikildiğinde.
Gözlerimde hafif bir buğu belirdi, dudaklarımda ise farkında olmadan bir gülümseme…
“Aferin babam,” dedim, sesim boğazıma düğümlenmişti ama o anlamadı; çocuklar anlamazdı, iyi ki de anlamazlardı.
“Baba… Emir ağabey yarına gelecek mi?” dedi Yaman Pars, elindeki kâğıt uçağı masama bırakırken.
Gözlerimi ona çevirdim, gülümsemeye çalıştım ama dudak kenarım titredi.
“Bilmiyorum babam…”
“Peki… teyzem?”
“Aramadım babam.”
Kaşlarını hafif çattı, masanın kenarına oturup ayaklarını sallamaya başladı.
“Ama anneme sürpriz yapacaktık hani…”
İçimden derin bir nefes aldım, başını okşadım.
“Biliyorum babam… ama herkesin işi var. Emir ağabeyin asker, teyzen de yakında öğretmen olacak. İstediğimiz zaman göremeyebiliriz sevdiklerimizi bazen…”
Bir an sustu, gözleri yere kaydı. Sonra sesi biraz inceldi:
“Annem gibi mi…”
“Annen gibi…” dedim, boğazıma düğümlenen kelimelerle.
Yüzüme baktı, o saf ve çocukça merakıyla sordu:
“Cennette mutludur ama değil mi? Biz başardık çünkü… kötü adamları yendik.”
Başımı salladım, gülümsemeye çalışarak:
“Mutludur babam… hem de çok mutludur.”
“Emir ağabey kurtardı bizi! Teyzemle beni de o kurtarmıştı biliyor musun baba?”
Gözleri ışıl ışıl olmuştu Yaman Pars’ın, elleriyle heyecanını anlatmaya çalışıyordu.
“Kötü adamlar geldiler… Ben korkunca bana sarıldı, bizi yatağın altına sakladı. Sonra… sonra onlar gidince biz çıktık. Emir ağabey yakalattı onları!”
Gülümsedim, içimde bir sıcaklık yayıldı.
“Yapar Emir ağabeyin…” dedim, hem gurur hem de özlemle.
“Baba, arayalım Emir ağabeyi!” diye atıldı hemen.
Başımı hafif salladım.
“Yaman Pars, daha dün gece mesaj attık babam. Kızayım mı şimdi? Dönmüyor demek ki… meşgul.”
Çocuk suratını buruşturdu, dudaklarını büküp yere baktı.
“Teyzem… unuttu mu bizi?”
O küçücük sesi, kelimelerin arasına gizlenmiş koca bir kırgınlık taşıyordu.
“Yarın günlerden ne günü babam?” dedim, eğilip göz hizasına gelerek.
Bir an sustu, parmaklarıyla tişörtünün ucunu buruşturdu.
“Annemin… cennet günü…”
Başımı hafifçe salladım, boğazıma oturan düğümü yutkunmaya çalışarak.
“Evet babam… Ona gideceğiz. O yüzden… ona odaklan, olur mu?”
Yaman Pars, gözlerini yere indirdi, dudaklarını büzdü.
“Teyzem de gelsin, ne olur ki…”
O an gözlerimde bir anlığına Emir’in ve İklim’in yüzü belirdi… içimde hem bir özlem hem de acı kıvrılıp durdu.
“Yaman Pars…” dedim, uyarıcı ama şefkat dolu bir sesle.
“Baba lütfen…” dedi, ağlamaya meyilli gözleri parlayarak. Derin bir nefes alıp kollarından tuttum, kucağıma aldım ve masamın üstünden telefonu kapıp ekranı açtım.
“Gel arayalım bakalım babam…” diyerek ekranı açmamla birlikte sevinçle ellerini çırptı.
“Oleey!”
“Hangisini ilk arayacaksın?” diye sordum, telefonu önüne tuttuğumda gözleri ışıldayarak bana döndü.
“Emir ağabey!”dedi, kıkırdayarak.
“Teyzenin dahi pabucunu dama attırdın ‘Emir ağabey’ diye diye,” diyerek gülüp başından öptüm. Mis gibi kokuyordu yavrum benim...Leyla'm gibi...Gözlerini annesinden almış olması, zaten ona kızamama ve kıramama neden oluyordu.
Telefon çalmaya başladığında heyecanla bana döndü.
“Baba…”
“Çalıyor bak…” dedim, gülümseyerek.
Pars’ın minik elleri heyecanla titriyor, gözleriyle telefon ekranını sabırla takip ediyordu.
Telefonun hoparlöründen Emir Kaan’ın yorgun ama yine de içten sesi doldu odaya:
“Efendim kardeşim?”
Bir an sessizlik oldu. Yaman Pars, heyecandan gözlerini bana dikmişti, sanki önce benim konuşmamı bekliyordu. Küçük elini dizime vurup fısıldadı:
“Baba, hadi söylesene…”
Boğazımı temizleyip derin bir nefes aldım. “Bacanak, kusura bakma rahatsız ettim seni. Bizim çocuk sizi isteyip duruyor.”
Telefonun öte yanında kısa bir sessizlik, ardından mahcup bir tebessümün sesi geldi adeta:
“Dün yazmışsın… dönemedim. Asıl sen kusura bakma kardeşim ya. Uyuya kalmışım.”
Emir’in sesindeki yorgunluk, kelimelerin arasına gizlenmişti. Onu bilirdim; asla kolay kolay itiraf etmezdi tükenmişliğini. Ama bu kez ses tonundan belliydi.
Yaman Pars ise dayanamayıp öne atıldı. Ellerini hoparlöre doğru uzatmış gibi konuştu:
“Emir ağabey, ben kızmadım sana! Uçak yaptım kocaman, senin gösterdiğin gibi… ”
O an Emir’in nefesi hafifçe titredi. Çocuğun gözlerindeki umut, onun sessizliğini daha da ağırlaştırıyordu.
“Yavru Kartalım…” dedi sonunda, sesi çatallı. “Kurban olurum senin o ellerine !”
Ben başımı eğdim, avucumda oğlumun minik parmaklarını sıkıca tuttum. Emir’in sesinde o gizli özlemi duymamak imkânsızdı.
“Emir ağabey, annemin yarına cennet günü. Siz de gelin! Babamla anneme gideceğiz, çiçek götürecek babam. Bahçeden toplayacağız bu gün!”
Yaman Pars’ın sesi heyecanla titriyor, gözleri kocaman açılmış ve sevinçle parlıyordu. Küçük elleri telefonu sıkıca kavramış, neredeyse yüzüne yapışmıştı.
“Gelirim, gelmez olur muyum? Ama teyzenin mezuniyet provası var, o gelemeyebilir. Ona da sorarım, okur mu… Şu an karakoldayım ben.”
“Mezuniyet ne, Baba?”
“Biz tören yaptık ya, babam, ofisimizi açarken. Ona benzer ama teyzen öğretmen olduğu için yapılacak.”
Yaman Pars, kafasını yana eğip dudaklarını büzerek bir an düşündü, ardından heyecanla tekrar telefonun ekranına yaslandı.
“Biz niye proka yapmadık?”
“Proka değil, babam, ‘prova’. Ben sana sonra anlatacağım bunları. Hadi Emir ağabeyini tutma.”
“Yok yok, bacanak, sorun yok. Müsaitim şimdi, ani bir şey olmazsa…”
“Emir ağabey… Ne zaman geleceksiniz bize?”
“Kartalım benim, valla yoğunum şu sıralar… Aklımdasın yoksa…”
“Emir ağabey, ne olur gel, olur mu?” dedi Yaman Pars… sesi öyle ince, öyle kırılgandı ki sanki her kelimesi kalbime bıçak gibi saplanıyordu.
“Geleceğim kartalım benim. Babayı üzmek yok, tamam mı?” dedi Emir’in sesi. Onun şefkatini işitince oğlumun yüzü ışıldadı ama gözlerinin içindeki özlemi ben saklayamadım.
“Üzmüyorum ki, sinirlendirme diyor sadece bazen.”
“Haa, sinirlerini mi bozuyorsun babanın?”
“Bay bay kartalım.” diyerek kesilen telefonla Yaman Pars kucağımdan yavaşça indi. Küçük parmakları bir süre havada asılı kaldı, sanki telefondan hâlâ Emir ağabeyinin sesini duyacakmış gibi… Sonra yavaşça bana döndü.
“Baba… işler çok mu daha?” dedi.
Sesi ürkekti, ama içinde belli belirsiz bir umut da vardı. Belki işlerim bitse onunla ilgilenebilirdim, belki biraz daha sohbet edebilirdik.
“Var daha babam, ne oldu?” dedim, gözlerinin içine bakarak.
Omuzlarını silkti, dudaklarını büktü.
“Acıktım…” dedi öyle bir sesle ki… sanki sadece karnı değil, ruhu da açtı. Vakit geçirmek istediğini gizliyordu ediyordu sadece...
“Yemek söyleyelim mi?” dedim, masanın üzerindeki dağınıklara bakıp biraz toparlarken.
Pars hemen bana döndü, gözleri kocaman açıldı.
“Sen de yiyecek misin?”
O an boğazım düğümlendi… Çünkü biliyordum ki o küçücük soru, sadece yemek için değildi. “Yanımda olacak mısın baba?” diye soruyordu aslında.
“Yerim babam…” dedim, dudaklarıma küçük bir tebessüm koyarak. “Ne canın istiyor? Toplantıdan sonra yiyelim beraber.”
Biraz düşündü, küçük parmağını dudaklarına götürüp bakışlarını tavana çevirdi. Sonra kocaman bir hevesle:
“Tost!” dedi.
O kadar masum, o kadar saf bir heyecanla söylemişti ki… Gözlerim doldu istemsizce. Annemizin yaptığı gibi “tost” bile onun için koca bir mutluluktu.
Ellerini iki yana açıp bana doğru koştu. “Ama sen yapacaksın baba! Dışardan söyleme. Senin yaptığın daha güzel oluyor.”
Gülümsedim, alnından öptüm.
“Tamam babam… Sen de bana yardım edeceksin ama, olur mu? Sen peynirleri koy, ben ekmekleri ısıtırım.”
O an gözleri parladı. “Tamam!” dedi heyecanla. Sonra birden sustu, dudaklarını büktü.
“Teyzem olsa, üçgen keserdi tostları…”
Kalbim göğsümde öyle bir sızladı ki… Onu kucağıma çekip sımsıkı sardım.
“Ben de üçgen keserim babam… sen üzülme.”
Pars kafasını göğsüme yasladı, fısıldar gibi mırıldandı:
“Üçgen olunca daha güzel oluyor baba…”
“Evet babam,” dedim, boğazım düğümlenmiş halde. “Üçgen olunca daha güzel oluyor her şey…”
“Derya teyzeye söyle, tost için malzeme ayarlasın. Ben toplantıdan sonra geleyim yanınıza, olur mu?”
Pars’ın omuzları hemen düştü, gözlerinde küçücük bir hayal kırıklığı belirdi.
“Baba… ama şimdi niye değil?”
İçimde ince bir bıçak gezdi sanki… Derin bir nefes aldım, masanın üstündeki dosyalara baktım. “Toplantıya gel, beraber girelim o zaman.”
Kaşlarını çattı, alt dudağını ısırdı. “Ama baba…”
Sesi öyle kırılgandı ki, elim hemen saçlarını okşamak için uzandı.
“Yapma ama Pars… Baba üzülsün mü?”
Küçük ellerini kucağına koydu, başını eğdi.
“Ben top oynayacağım…”
Yüreğim sızladı, hemen göz hizasına indim.
“Küstün mü babaya?”
Başını hızla salladı. “Küsmedim.”
O an gözlerinin derininde, annesinin yokluğuyla büyümeye çalışan bir çocuğun masum direnişini gördüm. Gözlerim doldu, kucağıma alıp alnından öptüm.
“Söz, vakit geçireceğiz. Şu toplantı bitsin, maça gideriz beraber, olur mu babam?”
Kafasını kaldırdı, gözlerinde yeniden o ışık belirdi.
“Söz mü?”
“Söz.” dedim, kelime boğazıma düğümlense de gülümseyerek.
☆☆☆☆
Bol oy ve yorum istiyorum sizdeeen ❤️
Oy sınırı 30, sınırın altına düşmesin. Kitabı durdurmayalım Sonra 
Bol yorum yapın, satırlar boş kalmasın. Bu aralar hevesli pek yazamıyorum. Kusura bakmayın, belki araya dahi gidebiliriz :(
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |