

Emir Kaan’dan...
“Ağabey ben çıkıyorum,” dedim İsmail ağabeyin yanına yaklaşırken.
Başını yavaşça dosyadan kaldırdı, gözlüğünü çıkarıp bana baktı.
“Çık koçum. İklim’e selam söyle bizden…”
Yüzümde hafif bir tebessümle başımı eğdim.
“Hediyesini dahi vermeyi unutuyorum kaç gündür, bu akılla unutmazsam söylerim ağabey,” dedim gülerek.
Göktürk, masanın kenarına yaslanmış, gözlerini kısmış bana bakıyordu. Dudak kenarından alaycı bir gülümseme sızdı.
“Anlaşılan sana da sürpriz oluyor, yapacağın sürpriz kardeşim…”
Arkasından Baran homurdanır gibi konuştu.
“Ya ya… İklim Hanım için dağı del de, otur izle. Mecnun oldu başıma...”
Gözlerimi devirdim, ama yüzümdeki gülümseme sönmedi.
“Baran…” dedim, uyarıcı ama kardeşçe bir tonla.
O ise derin bir nefes verip ellerini iki yana açtı. “Baran ya, Baran…” diyerek çıkıp gitti odadan.
Arkasından bakarken göğsümde tuhaf bir sıkışma oldu.
Baran’ın tepkilerine iç çektim. Haklı yanları vardı belki ama… Fazlaydı. İklim’e olan her serzenişi, her iması. İçimde bir yer, onu savunmak isterken bir yerim de sessizce susmayı seçiyordu.
Omzumda hissettiğim hafif dokunuşla irkildim. Emirhan’ın eli… ve ardından gelen o sakin sesi:
“Sıkma canını… Baran işte, biliyorsun.”
Bakışlarımı yere indirdim, derin bir nefes verdim. İçimde kopan fırtınayı saklamaya çalışırken zihnimde bir cümle yankılandı:
“Ne yaşadığımı siz de bilseniz… onunla aynı tepkiyi verirdiniz.”
Ama sustum. Söylemedim. İçimdeki yangını kimselere açmadım. Yalnızca dudaklarımda belli belirsiz bir tebessümle başımı salladım.
“Öyle kardeşim…” dedim sadece.
O an anladım ki, bazen gerçeği söylemektense susmak çok daha ağır bir yük oluyordu. Derin bir nefes alıp çıkmak koridora yöneldim.
___
Baran Boran'dan...
“Nereye, Emir Kaan, eve mi okula mı?” dedim, farkında olmadan sesime sertlik sinmişti.
Arkasını döndü, yüzüme baktı. Gözlerinde yorgunlukla karışık bir kararlılık vardı.
“Yaman Pars’a sözüm var. Leyla'nın vefatının yıl dönümüymüş. Erken çıkıp tekrar geleceğim karakola.”
“Ben de geleyim. Yürüme… İklim’i de alırız.”
Başını iki yana sallayıp gülümsedim.
“İklim gelmeyecek. Hiç yorulma...”
Kaşlarım istemsiz çatıldı.
“Niye?”
“Mezuniyet provası var. Zorla gönderdim zaten üniversiteye bugün. Gitmek istemiyordu. Yarın da okul dereceleri belli olacakmış.”
“İyi.” dedim kısa ve keskin bir tonda.
O an omuzları düştü. Yüzünde o tanıdığım kırgın ifade vardı.
“Şöyle soğuk yapma bana ya… Onca dertle uğraşıyorum kardeşim, İklim’e olan buzlarını erit artık.”
“Haftaya doktora gideceğiz, unutma.”
“Baran, ben giderim. Gelme.”
“Emir Kaan!” Sesim yükselmişti.
Dudaklarını sıktı, derin bir nefes aldı.
“İklim’in suçu yok demekten dilimde tüy bitti. Hâlâ tavır yapıyorsun. Bana söz verdin sen ya… Böyle mi tutacaksın sözlerini?!”
“Suçu yok, öyle mi?” dedim, dişlerimin arasından çıkan bir hırıltıyla.
“Olmadığı için bunca halt geldi başımıza!”
“Baran, yeter!” diye kükredi.
“Gözüme gözükme benim, o hırsın bitene kadar!”
Bir kahkaha attım, acı bir kahkaha…
“Ya sen… bir kız için kaç yıllık kardeşini gözden mi çıkaracaksın gerçekten?”
Şaşkınlıkla bana baktı, sanki kalbinden vurmuşum gibi.
“Ne diyorsun ya sen…”
“Kendinden vazgeçen, bizden niye geçmesin, değil mi? Haklısın… Kusura bakma.”
O an yüzünde öyle bir kırgınlık belirdi ki, ben bile içimde pişmanlık hissettim.
“Öyle olsun, Baran… Böyle destek ol bana.” dedi. Ve yürüyüp gitti.
Arkasından baktım. Yumruklarımı sıktım.
Kardeşimdi. Ama içimdeki öfke, gurur… İklim’e olan kırgınlık, hâlâ alev alevdi.
Dayanamayıp peşinden koştum.
“Emir Kaan!” diyerek koluna yapıştım.
Birden sertçe geri çekti kolunu, bakışları bıçak gibiydi.
“Siktir git Baran!”
Yüreğim daraldı.
“Emir…”
“Ne Emir’i, ne?! Oğlum, ben sana destek ol diye anlattım derdimi! Sen gelip ilk başıma kalkan oluyorsun! Dilim kopsaydı da anlatmasaydım sana olanları!” diye kükredi, sesi boğazında patladı.
“Deme öyle… Özür dilerim… Bir an gerildim Emir… İstemsiz oluyor artık.” dedim, elim titreyerek havada asılı kaldı.
Gözlerindeki öfke daha da büyüdü.
“Olmasın Baran! Olmasın! Ben kahroluyorum her gün onun gözlerine bakarken. Ona sözler verirken… Ya tutamazsam demekten içim eziliyor! Sen gelip beni avutacağına yarama köz basıyorsun, bir de sen öldürüyorsun ya beni!”
Yutkundum, gözlerim doldu.
“Deme şunu… Deme!”
“Dedirtme lan o zaman!” diye haykırdı. Yumruklarını sıktı, dudakları titriyordu.
“Sizin bildiğiniz Emir’den uzak bir Emir daha var içimde. Çıkartmayın şu adamı dışarı! Gözüm dönüyor, yakıyorum, yıkıyorum… Sonunda ihale yine bana kalıyor! Yeter Baran! Yeter!”
Bir an sustu, nefesi kesik kesikti, alnından süzülen ter damlası titreyerek yere düştü. Sonra daha kısık ama daha yaralı bir sesle devam etti:
“Yorgunum… Hayata yorgunum… Size yorgunum… Ona yorgunum… Aileme yorgunum artık… Taşıyamıyorum!”
Sanki bütün omuzlarıyla beraber ruhu da çökmüştü. Öfkesinin altında, yılların biriktirdiği o derin kırgınlık vardı.
“Kardeşim… Özür dilerim…” dedim kısık bir sesle, sanki kelimeler dilimden değil, yüreğimden dökülüyordu.
“Dileme Baran…” dedi Emir, gözlerini kısarak. Nefesi kesik kesikti, öfkeyle kırgınlık arasında sıkışmış gibiydi.
“Ben sözlerimi tutmak için her gün, her saniye canımla çekişiyorum. Bari sen yapma artık ya… Birimiz sözlerini tam tutsun…”
Yutkundum, boğazım düğüm düğüm oldu.
“Sen de beni anla… Anlattıkların zihnimde döndükçe yüreğimi kin basıyor…” dedim.
Emir gözlerimi delip geçen bir bakış attı.
“Kinini soyunup bir kenara atacaksan gel benimle. Cüneyt’in hali hâl değil zaten.” dedi Emir, bakışlarını benden saklamadan. Gözlerinde bir yorgunluk vardı; ama aynı zamanda kardeşliğe dair son bir çağrı gibi.
“Ses etmem…” dedim kısık bir sesle. Yutkunurken boğazımda taş gibi bir şey düğümlenmişti.
Emir başını yana eğdi, dudaklarının kenarında acı bir gülümseme belirdi.
“İyi, çalıştır arabanı. Gel o zaman. Bekliyorum burada.”
Sanki “gel” demekle, aslında “beni yarı yolda bırakma” diyordu.
“Tamam kardeşim…” diye fısıldadım, ama içimden geçen binlerce cümlenin tek kelimeye sıkıştığını hissederek.
____
Cüneyt Duman'dan...
Mezarlığın sessizliği, öğle güneşinin altındaki o ağır toprağa sinmişti. Kuş sesleri bile hüzünlü geliyordu kulağıma. Yanımda duran Pars’ın meraklı bakışlarıyla yüreğim sızladı. O küçücük gözlerinde annesinin eksikliğini görmek, nefesimi en çok zorlayan şeydi.
Gelen aracın sesi sessizliği bozdu. Başımı çevirdim. Tozlu yolun ucundan Baran’ın direksiyonundaki araç göründü, yan koltukta Emir Kaan. İçimde bir şey derin bir “şükür” çekti. Onların varlığı, yükümü biraz olsun hafifletiyordu.
Araç durur durmaz Emir aceleyle indi. Daha nefeslenmeden, yüzünde o eksilmeyen yorgun gülümsemeyle bana doğru yürüdü. Ben de dayanamadım, Pars’ın kapısını açtım.
“Baba, Emir ağabey mi geldi?!” diye heyecanla bana döndü oğlum.
“İn bak bakalım, gelmiş mi…” dedim, dudaklarımda acı ama tatlı bir tebessümle.
Pars minicik adımlarıyla arabadan indi, gözleri parlıyordu.
“Emir ağabey!” diye bağırdı.
Emir kollarını açarak ona eğildi.
“Yavru kartalım?!” dedi, sesi hem kırık hem de kucaklayıcıydı.
Pars kendini onun kucağına atarken içimden “Allah’ım, ne olursa olsun bu bağı koparma, Emir'i de bizden alma...” diye dua ettim.
“Hoş geldiniz.” dedim derin bir nefes alarak. Emir Pars’ın ellerinde sevinçle kımıldarken Baran da aracın kapısını kapatıp bana doğru yürüdü.
“Hoş bulduk kardeşim. Nasılsın?” diye sordu, sesi yumuşaktı ama yüzündeki gerginlik kolayca okunuyordu.
“İyiyiz…” dedim kısa keserek. Yüreğimin içini açmaya gücüm yoktu bugün.
Tam o sırada Pars heyecanla araya girdi:
“Baba! Annemin çiçekleri arabada kaldı!”
Baran’ın gözleri oğlumun masum yüzüne çevrildi. Dudaklarının kenarı istemsizce kıvrıldı, ona doğru eğilip elini öptü.
“Sen annene çiçekler mi topladın bakalım?” dedi, sesine sakladığı buruk tebessümle.
Pars’ın gözleri ışıldadı.
“Bir sürü hem de, Baran ağabey! Babamla topladık…” dedi gururla. Sonra çocuk saflığıyla ekledi:
“Emel ablaya da topla istersen. Bizim bahçede çok var.”
Baran bir an sustu, gözlerinde anlık bir donukluk geçti. O küçücük kalbin farkında bile olmadan açtığı yarayı gizlemeye çalıştım. Pars’ın başını okşayıp gülümseyerek cevap verdi:
“Aklımda bulunsun, yavru kartal.”
“Hadi bakalım, çiçeklerini götürelim babam,” dedim, araçtan demetleri alırken.
Emir, kucağında taşıdığı Yaman Pars’ı yere indirdi. Sonra bana baktı. O bakışında hiç kelime yoktu, ama ben hepsini anladım. “Hazır mısın?” diyordu gözleri.
Ben de gözlerimi kapatıp açtım, zor da olsa başımla onay verdim.
İçimdeki fırtına ne kadar uğuldayıp dursa da, Pars’ın ellerine çiçekleri teslim ettim.
Emir… O benim geç bulduğum ama ebediyet kazandığım tek dostum olmuştu. Oğlumdan ve İklim’den sonra, kalbime en sağlam kökü salandı.
Pars gözlerimin içine baktı, dudaklarını küçücük kıvırarak yalvarır gibi söyledi:
“Baba… Çiçekleri ben vereyim! Lüyfen baba!”
Elim titredi ama yüzüme belli etmedim. Onun isteği… annesine duyduğu özlemin küçük bir yansımasıydı.
Başımı eğip zor bir tebessümle mırıldandım:
“Ver babam…”
Pars, ellerindeki çiçekleri göğsüne bastırdı. Sanki minicik kalbi, annesine kavuşuyormuş gibi…
Sonra… Pars, ellerindeki çiçeklerle minicik ayaklarıyla koşa koşa Leyla’mın mezarına gitti.
“Leyla Duman…”
O taş… O soğuk yazı… En son aklımı yitirmenin eşiğindeyken bakmıştım ona. O gün, kucağıma oğlumu verdiklerinde…
“Onun emaneti… oğlun…” demişlerdi.
O cümle kulağımda çınladı. Boğazıma bir şey düğümlendi, sertçe yutkundum. Başımı çevirdim. Emir ve Pars görmesin diye gözlerimi kaçırdım. Emir, Yaman Pars’ı neşeyle oyalarken, Baran sessizce yanıma gelip sırtımı sıvazladı.
“Güçlüsün hâlâ… Dik dur kardeşim. Oğlun sana çeksin…” dedi.
Başımı göğe kaldırdım. Gözlerim yanıyordu, taşmak üzereydi. Ama sakladım. Çünkü oğlum bana bakıyordu…
Sonra o masum ses duyuldu.
“Anne, babamla topladık çiçekleri. Teyzem gelmedi bu sefer, o da getirirdi çiçek ama okulu varmış. Emir ağabey geldi onun yerine, değil mi Emir ağabey?”
Emir hemen cevap verdi, gözleri dolu dolu ama gülümseyerek:
“Öyle kartalım. Annen mutlu olsun diye teyzen okulunu başarıyla bitirmeye çalışıyor. Ondan gelemedi.”
Pars başını salladı, minicik yumruklarını sıkarak gururla ekledi:
“Anne, ben de öyle olcam! Babamla çok çalışıyoruz biz ders! Emir ağabey teyzemi çalıştırıyor, babam da beni çalıştırıyor. Büyüyünce teyzemle biiiiiz, çok büyük parti yapcaz mutlu ol diye!”
O an dizlerim çözülecek gibi oldu. Emir oğlumu övüp “Aferin benim paşama!” derken, ben nefesimi içime gömdüm.
O an gözlerimde Leyla ile yaşadığımız anılar bir film şeridi gibi canlandı.
Yıllar öncesine gittim bir an…
“Cüneyt, yıldızlar bize ne kadar uzaktır sence?” dedi Leyla’m, başını omzuma yaslayarak.
“Gözlerine sormak lazım,” dedim, yüzüne eğilip derin bakışlarını içine çekerek.
“Ya cıvıma Cüneyt ya…” diye söylenip çimenlerden doğruldu, yüzünde hem şaşkın hem de meraklı bir ifade vardı.
“Tüm Samanyolu iki çift göze sığdırmış, kurban olduğum Rabbim,” dedim muzip bir gülümsemeyle, Leyla’nın parlak gözlerine bakarken. O an eli karnına gitti, sıcak dokunuşu kalbimi eritti.
“Cüneyt!”
“Ne oldu?” diye panikle doğruldum.
“Tekme attı oğlumuz!” dedi heyecanla, bana dönerek.
“Ciddi misin?!” dedim, titreyen elimle karnına dokunurken.
“Bak, tekme atıyor!”
“Paşam benim be!” dedim, gözlerim dolarken, gülümsememle birlikte içimde tarifsiz bir sevinç yükseldi.
“Bak, bu çocuk futbolcu olacak, ben sana diyeyim,” dedi Leyla gülerek, mutluluğu yüzüne yayılmış.
“Babası iş adamı ama,” diye ekledi, dudaklarındaki o muzip gülümsemeyle.
“Olur… Başka meslekleri de tatmış eder çocuğumuz yakışıklım,” dedim, derin bir gülümsemeyle alnından öpüp, kollarımın arasında sımsıkı sardım eşimi. Kalbim göğsüme vuruyor, nefesimiz birbirine karışıyordu.
“Sağlıklı ve mutlu olsun da… Ne meslek olursa arkasındayım yavrumun. Varımı yoğumu dökerim…”
Leyla’nın sesi hafifçe hüzünle düştü, titreyen dudaklarından zar zor çıkıyordu:
“Kalırsa tabii…”
“Leyla’m…” dedim, gözlerimden süzülen nemli bakışlarla onu araladım, parmaklarım saçlarını okşarken.
“Haksız mıyım Cüneyt? Mutlu olalım diye dedenden kalan malları dahi koruma tutmak için sattın…”
“Karımın canından kıymetli mi?” dedim, yüreğim sıkışmış, boğazım düğümlenmiş bir hâlde.
“Biz ne zaman mutlu olacağız Cüneyt… tehlike olmadan…”
“Korkma… Seni kimsenin benden almasına izin vermem gül kokulum…”
Nefesim titriyordu, gözlerim doluyor, ellerimle onun ellerini kavradım.
“Ben bu sevdanın sonunda mutluluk göremiyorum ama Cüneyt…”
“Leyla, yine başlama,” dedim, gözlerimi kaçırarak.
“Kan bürümüş babamın gözünü Cüneyt… Sen tanımazsın onu, çok zalimdir. Anneme kıyan bize kıymaz m?..”
"Yapamaz Leyla'm... Ben yaşadığım sürece bebeğimize de sana da gözüm gibi bakacağım..."
“Cüneyt, canımın içi… Bebeğimiz olunca onu ayrı koru olur mu, kimse bilmesin yerini, gerekirse bana dahi deme...O yaşasın…”
Elimi yavaşça karnına götürüp, tekme atan minik varlığımızı hissettim; içimde hem korku hem umut bir aradaydı.
“Leyla’m… Ceylan gözlüm, gül bakışlım… Biz bu hikâyenin sonunda mutlu, bol çocuklu olacağız. Bu şekilde konuşma, boşuna…Kocan hayatta iken, kralı gelse yıkamaz bizi..” dedim, sesime espritüel bir ton katarak, maksat hamile karımın kokularını yok etmekti. Ama ondan fazla korkuyordum ben.
Bir den “Bol çocuklu, öyle mi Cüneyt Bey?” dedi, kaşlarını kaldırıp başını geriye atarken, dudaklarının kenarındaki hafif titremeyle hem şaşkın hem de espritüel görünüyordu.
“En az sekiz tane,” dedim ciddi ama şakacı bir tonda, göz kırparak.
“Yuhh Cüneyt! Ben daha bir tanesinin canını düşünüyorum, sen ne diyorsun ya,” dedi Leyla, gülerek ama sesindeki hüzün fark ediliyordu; ellerini gömleğimin yakalarına kenetlemişti, titreyen parmakları bana dokunuyordu.
“Arkanda ben varım çünkü, karım,” dedim, kollarımı etrafına sarıp alnından öptüm.
“Yakışıklı kocam benim,” dedi Leyla, gözlerini kapatıp nefesini derinleştirerek başını göğsüme yasladı...
“Gel, öpeyim bir kere yavrumu,” dedim, yüzünü ellerimle nazikçe kavrayarak. Dudaklarımız buluştu; o an nefeslerimiz birbirine karıştı, zaman durmuş gibiydi. Geri çekildiğinde gözlerimizden birer damla yaş firar etti. Alnımı olun alnına yaslamam ile bakışları ellerime kaydı.
“Cüneyt'im...Bak bana söz ver,” dedi Leyla, sesi hafif titrek ama gözleri kararlıydı, ellerini ellerime kenetledi.
“Ne kadar kötü şeylere maruz kalsak da… ter temiz olacak çocuğumuzun geleceği. Kara para falan bulaşmasın, arkadaşların gibi.”
Gözlerine baktım; içinde hem korku hem de umut vardı. Dudaklarını ısırıyor, kalbini benden emanet ediyormuş gibi bakıyordu.
“Babası bulaşmadı, oğlunu bulaştırır mı?” diye fısıldadım.
“Canımsın,” dedi, gülümseyerek; alnından öptüm, ellerini bırakmadan sıkıca tuttum.
“Can parem benim,” dedim...
Leyla, nefesini bırakıp ellerimi kendi yanaklarına götürdü.
"O zaman, nazlanma zamanı kocacığım!"
"Nazlan yavrum benim!"diyerek alnından tekrar öpmem ile güldü.
O an, sadece biz vardık; dünya susmuş, zaman durmuş, geriye yalnızca söz veren iki yürek kalmıştı...
Bilseydim o zamanlar daha çok öperdim karımı... Alamazlar sanmıştım onu benden ama almışlardı...Gözlerimin önünde...Aklımla, yüreğimle beraber...
Omzuma dokunan el ile irkildim; o ani temas, düşüncelerimden sıyrılmama yetti.
" Neye daldın gittin o kadar kardeşim, Pars’ı korkutuyorsun bak," dedi Baran. Etrafıma bakınca, Yaman Pars’in pantolonuma sıkıca tutunduğunu gördüm; minik parmaklarının kumaşa gömülüşü hem sevimli hem de kırılgan bir görüntüydü.
" Baba, niye ses vermiyorsun?" dedi Yaman Pars, sesinde hem merak hem de hafif bir kırgınlık vardı.
Hemen onu kucağıma aldım; minik bedeni boynuma yaslandı ve saçlarını öptüm.
"Babam...Cennet kokulum…" fısıldadım, kalbimde tarifsiz bir sıcaklıkla.
" Baba, niye cevap vermedin?" gözleri merak ve biraz da sitemle bana bakıyordu.
" Dalmışım, babam…" dedim, gülümseyerek ama içimdeki huzuru saklayamadan.
O an etraf sessizleşmiş, sadece küçük nefeslerinin ve kalbimin ritmi birbirine karışmıştı; dünya sadece biz olmuştu.
" Kardeşim… biz Yaman Pars ile mezarlığa yakın bakkaldan pamuk şeker alalım. Sen de vedalaş Leyla ile, gel yanımıza, olur mu?" dedi Emir Kaan, sesi buruk ama gözlerinde hafif bir gülümseme vardı.
" Olur mu, babam," dedim, kucağımda salladığım oğluma dönerek.
" Ama çabuk gel, baba," dedi Yaman Pars, heyecanla küçük ellerini benim boynuma dolarken.
" Tamam babam… Baran ağabeyin de sizinle gelsin," dedim gülümseyerek.
" Baran ağabey, at olur musun?" minik sesi umut dolu bir ısrarla soruyordu.
" Gel gel, omzuma bin bakalım," dedi Baran, hafifçe eğilip kucağını açarken.
Onlar yanımdan uzaklaşırken, ben karımın mezarına doğru adım adım ilerledim.
“Leyla’m benim… yavrum…” diyerek ellerimi toprağa bastırıp mezar taşını okşadım. Taşın soğukluğu avuçlarımı titretiyor, rüzgâr saçlarımı savuruyor, uzaklardan gelen kuş cıvıltısı ve yaprak hışırtıları arasında mezarlığın sessizliği derinleşiyordu.
“İşlerimin başına geçtim ama ruhum hâlâ seninle, toprak Leyla’m…yavrum benim..." diyerek öptüm mezar taşını.
"Toprak kokunu kaybettirememiş meleğimin...hala gül kokuyorsun yavru ceylanım benim..."dedim, yanına oturup.
"Yaman Pars… oğlumuz… seni sorup duruyor. Anlatırken boğazım düğümleniyor. Çok akıllı, çok zeki bir çocuk… Ne verirsen hemen kapıyor. İklim’in yanında kalmıyor artık, benim yanımda kalıyor hep… İntikamını aldık ama… adaletleri batsın… ben yargılanıyorum Leyla… Emir… İklim’in kocası… çocuk benimle batağa girdi… hayatıyla oynadılar… Arıyorum kapı kapı, onlar da bizim kaderimizi yaşamasınlar diye…”
Gözlerimi sildim; hıçkırıklarım arasında derin bir nefes alıp devam ettim:
“İklim’in yüzü senden sonra ilk defa böyle gülüyor Leyla… Benden seni aldılar… ondan da Emir’i almaya çalışıyorlar… Direniyorum… Panzehirini bulmaya çalışıyoruz Emir ile… İklim’e de aynısını yapacaklar… Gözlerinin önünde alacaklar sevdiğini… Yardım et bana Leyla’m… Dayanacak gücüm yok ama savaşıyorum hâlâ oğlumuz için, kardeşin için, onun ailesi için… Ama sensiz düşünmek çok zormuş Leyla’m… Karanlıktan korkarsın diye mezarının başında yattım günlerce… Aynı kaderi yaşarlarsa ne yaparım, bilmiyorum Leyla’m…”
___
En az 30 oy ve 25 oy istiyorum yeter degerini gorsun kitap 
gelevek bolum emir kaan

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |