

Emir Kaan’dan…
Bir anda apartmanın önünden geçen aracın kurşun yağdırıp uzaklaşmasıyla kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Aracı evin girişine savurur gibi park ettim ve hızla fırladım dışarı. İçimde tarifsiz bir korku, göğsümde taş gibi bir ağırlık vardı.
Apartman merdivenlerini ikişer üçer çıkarken dizlerim değil, yüreğim titriyordu. Her adımda içim daralıyor, boğazım düğümleniyordu.
Dairenin kapısına vardığımda ellerim titreyerek anahtarı çıkardım. Kilidi çevirdiğim an, göğsümdeki sıkışma daha da arttı.
“İklim’im… Yavrum… Güzelim, neredesin?!”
Sesim çatallı çıkan feryadımın ardından evin içinden bir ses duyuldu. Ardından odanın kapısı açıldı…
"Emir! Emir!" diyerek koşup boynuma sarıldı. Kolları titriyordu, nefesi düzensizdi.
"İyi misin? Bir yerine bir şey oldu mu?! Sana bir şey yaptılar mı?!"
"Bi-bir şey… o-olm… olmadı…" dedi ağlamaklı sesiyle. Gözleri korkudan büyümüş, sesi neredeyse fısıltıya dönüşmüştü.
"Çok şükür…" dedim derin bir nefes alarak. "Aklım çıktı güzelim, aklım çıktı…" Sımsıkı sarıldım, alnından öperken kalp atışları kulaklarıma çarpıyordu. O da sarıldı bana, sanki bütün korkusunu kollarımda eritmeye çalışır gibi.
"Kimdi onlar… ya sen gelmeseydin… Emir, ne oluyor… hani ölmüşlerdi?!"
Avuçlarımı yanağına koydum, titreyen bakışlarını kendime sabitlemeye çalıştım. "Anlatacağım… Ama günümüzü bozmayalım. Bunları unut. Şimdi ben yanındayken bize bir şey olamaz. Sakinleş bebeğim, hadi…"
Geri çekildi, gözlerini yere indirdi. Başını iki yana sallarken o bakış… içimi dağladı.
"Ablam gibi olacak sonumuz… Bırakmayacaklar bizi de…"
"Güzelim… olmayacak öyle bir şey."
"Mahvedecekler huzurumuzu!"
"İklim’im… inci gözlüm… Yapma böyle. Bir şey olmayacak. Söz veriyorum…"
"Ya ablam gibi olursa sonumuz, Emir… Emir… Ben korkuyorum…"
Dudaklarım titredi, boğazım düğümlendi. Onun gözyaşlarına daha fazla dayanamadım, kucağıma aldım. O kadar savunmasızdı ki… koltuğa oturup çocuk gibi başını göğsüme yasladım. Parmaklarım saçlarının arasına daldı, öptüm usulca.
"Seni benden hiç kimse alamaz. İzin vermem, güzelim benim… korkma." dedim, hem kendime hem ona söz verircesine. Sesim titremesin diye dişlerimi sıkıyordum.
Başını kaldırdı. Gözleri buğulu, dudakları titriyordu. Sesi neredeyse fısıltı gibiydi ama içimde koca bir yarık açtı:
"Ya seni benden alırlarsa… ben ne yapacağım, Emir? Ben ölmekten korkmuyorum artık ama… sensiz kalmaktan korkuyorum…"
Onun gözyaşlarını silerken gözlerimin kenarı da yanmaya başladı.
"İzin vermeyeceğim… Ne seni ne de beni birbirimizden ayıramazlar, korkma."
O an başını eğdi, dudakları kımıldadı ve kalbimi parçalayan cümle döküldü ağzından:
"Ablamın canını çok yaktılar, Emir…"
Kollarımı daha da sıkıp başını göğsüme bastırdım. "Kurban olayım ağlama, güzelim… Ben buradayım."
"Bize de kıyacaklar, Emir…" dedi titreyen sesiyle.
Kollarımı daha sıkı sardım. "İzin vermeyeceğim… kurban olayım, ağlama güzelim. Ne olur… iki cihanda da ayıramazlar bizi."
"Emir… Emir…" diye hıçkırdı, parmakları üniformamın yakasına tutunmuştu.
Saçlarını okşayıp alnına kapanırken, boğazım düğümlendi.
"Ağlama, inci gözlüm… ne olur… Onca acıya, kurşuna, ölüme dayanıyorum ama gözyaşların var ya… onlar kurşundan beter yakıyor tenimi."
O an yüzünü kaldırdı, gözleri dolu dolu, yüreğim parçalandı.
"Çok kötüler, Emir…"
"Biz bu dünyayı güzelleştirmek için asker olmadık mı, öğretmen olmadık mı güzelim?" dedim sesi titreyen bir kararlılıkla. "Sen iyi insanlar yetiştireceksin, ben kötülere dünyayı dar edeceğim. Hadi… ağlama artık."
Ama o hâlâ gözlerime bakıyordu, sanki içine tutunacak bir dal arar gibi.
"Seni de benden almasınlar, ne olur… benim senden başka kimsem yok, Emir… ne olur, sen de gitme."
Gözlerimi kapatıp alnımı onun alnına yasladım, kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.
“Ağlama… yalvarırım, ağlama… tükeniyorum, İklim… tükeniyorum seni böyle gördükçe…” dedim hıçkıra hıçkıra. Sesim titriyor, nefesim kesiliyordu. Panzehiri hâlâ bulamamıştım; zaman daralıyordu. Kollarımda ise dünyamdan habersiz, saf bir korkuyla bana sarılan kadın… benim canımdan çok sevdiğim, her şeyim… haberi olsa, gerçeği bilse kim bilir nasıl yıkılacaktı.
“Gitme… ne olur gitme…” dedi, gözleri yaşlarla dolu, sesi çocukça titrek.
“Gitmiycem… bırakmıycam… ağlama, kurban olduğum… ne olur…” diyerek yüzünü avuçladım, dudaklarından düşen her kelime boğazıma bir düğüm gibi oturuyordu.
“Emir… gitmeyelim…”
“Bana güvenmiyor musun, yavrum? Korkma… korurum seni… ağlama… İklim’im… ne olur…” dedim ama içimde fırtına kopuyordu. O bana güveniyordu, ben ise kendime bile güvenemez durumdaydım.
Elleri titreyerek ellerime kenetlendi, gözlerinde yalvarışla fısıldadı:
“Seni benden almasınlar… ne olur…”
Sarsıldım. Beni öldürseler bile canımı acıtamazlardı ama onun gözyaşları… işte onlar kurşundan beter yakıyordu tenimi. Onu göğsüme daha sıkı bastım, saçlarını kokladım, dudaklarımla alnına mühür gibi bir öpücük bıraktım.
“Seni benden, beni senden Yaradan dışında hiç kimse alamaz, güzelim… ne olursa olsun… izin vermem. İki cihanda da yanındayım…”
“Emir…” dedi gözleri dolu dolu, ince sesiyle.
“Haydi kalk güzelim… güzelce hazırlan. Ben yanındayken sana hiçbir şey olmayacak, söz veriyorum. Hadi bebeğim… yavrum benim… inci gözlüm…” dedim, saçlarını okşayarak.
Başını omzuma yasladı, sonra titreyen bir nefesle mırıldandı:
“Gitmek istemiyorum artık… baloya…”
“Böyle yaparsak onları sevindirmiş oluruz. Mutluluğumuza gölge düşsün ister misin, güzelim?” dedim yüreğim sızlarken.
Başını iki yana salladı, burnunu çekti.
“İşte bu yüzden kalk hadi hazırlan… Ben buraya bir ekip isteyeceğim. Hatta istersen eşyalarını da al, seni Emel’in yanına bırakayım. Onunla kız kıza hazırlanırsınız…”
“Emel ablayı riske atamam.”
“Ah güzelim… o nasıl söz? Neden kendini risk gibi görmeye başladın yine? Bak, o kadar dil döküyorum sana, yavrum…”
“Çünkü… korkuyorum…” dedi titrek bir sesle.
“Tamam o zaman… gel benimle karakola. Oradaki işleri hallederiz, sonra birlikte eve döneriz olur mu?”
Bu defa sessiz kaldı. Gözlerinden süzülen yaşlar hâlâ yanaklarına iz bırakıyordu. Derin bir iç çektim, içimdeki çaresizlik boğazıma düğümlendi.
“Güzelim… ben seni böyle çaresiz görmek istemiyorum. Emel’in yanına bırakayım seni, olur mu? Hem lojman… korunaklı… Baran’la beraber biz dönene kadar orada beklersiniz.”
Başını bu defa çocuk gibi usulca salladı.
“Eşyalarını, kıyafetini al hadi güzelim. Bu senin en mutlu günün… bugün senin günün. Unutma bunu, bebeğim…” diyerek saçlarına bir buse kondurdum.
Bir süre öylece kucağımda kaldı. Sonra yavaşça hareketlenip kalktı. Onu gülümseyerek izledim. Odasına yönelirken ben de telefonuma uzandım. Ama ceplerimde yoktu.
Araba da düşürdüm umuduyla hemen çıkıp geri gelirim diye seslendim:
“Güzelim… telefonumu düşürmüşüm, bahçeye inip alıp geliyorum.”
Gözleri kaygıyla büyüdü. “Hemen gel…” dedi titreyen sesiyle.
“Sen hazırlan, ben buradayım…” diyerek kapıya yöneldim.
Hızla merdivenleri indim, kalbim göğsümü parçalıyor gibiydi. Aracın kapısını açıp koltuğun altına, kenar köşelere baktım. Ellerim ter içinde kayıyordu. Ve tahmin ettiğim gibi, telefon oraya düşmüştü. Derin bir nefes alıp hemen Baran’ı aradım.
Telefon açılır açılmaz sesi patladı:
“Emir’im! Neredesin lan, iyi misin?! Niye açmıyon telefonu, aklımız çıktı!”
Nefesim hâlâ düzensizdi.
“İyiyim… İklim biraz kötüydü, onunla ilgilendim. Ama… Baran… bizim evi kurşunladılar.”
Bir anda Baran’ın sesi titredi, öfkeyle karışık panik koptu:
“Ne kurşunlaması Emir Kaan?! Neredesiniz şimdi, nerdesiniz lan?!”
“Dinle beni! Şu an hâlâ evdeyiz, ama çıkacağız birazdan. Bizde bir şey yok, ikimiz de iyiyiz. Ama herifler kaçtı, yetişemedim. Plakayı aldım: 32 Konya Van Sivas 756. Mesaj olarak da atarım. İklim bir an transa girdi ama şimdi toparladı. Onu Emel’in yanına bırakıp geri geleceğim.”
Baran’ın sesi kararlı ve sertleşmişti:
“Silahın kurulu olsun, kardeşim. Sakın boş yakalanma.”
“Merak etme. Emel’i ara, haber ver. Ben İklim’i bırakıp hemen geliyorum.”
“Tamam kardeşim… Allah’a emanet ol. Biz burdayız.”
Telefonu kapattım, alnımdan süzülen teri sildim. Derin bir nefes alıp yukarı baktım. Yukarıda beni bekleyen kadının gözleri geldi aklıma… Onu bu evde yalnız bırakmaya içim el vermiyordu artık...
Torpido gözünden iğnemi çıkarıp koluma vurduğumda derin bir nefes aldım. O an için acının, yorgunluğun önemi yoktu. İçimdeki tek düşünce ayakta kalmaktı. Çünkü o hâlâ oradaydı… bana ihtiyacı vardı.
İğnenin bıraktığı yanma damarlarımda yayılırken gözlerimi kapattım. Birkaç saniyelik karanlık bana koca bir savaş gibi geldi. Yumruğum direksiyonun üzerine düştü. Dudaklarımdan istemsizce döküldü:
“Dayan…Az kaldı...”
Başımı geriye yasladım, alnımdan süzülen teri üniformamın koluna sildim.
Ardından yukarıya tekrar çıktım. İklim’in elinden poşetleri almamla beraber bir anda boynuma sarıldı. İnce bedeni titriyordu, sanki bütün korkusu kollarıma akıyordu.
“Dikkat edeceksin kendine… söz ver…” dedi, sesi titrek, gözleri çaresiz.
“Söz güzelim…” dedim, alnını dudaklarımla mühürlerken.
“Dünyalar kadar güveniyorum sana…” diyerek boynuma kapanıp öptü. Daha da sarıldı. Ben de poşetleri umursamadan yere bıraktım, kollarımı sıkıca doladım ona.
“Kurban olurum o diline senin…” diye fısıldadım saçlarını koklarken. Ama hâlâ ürperiyordu, hâlâ korkusu tüm teninde dolaşıyordu. Derin bir nefes alıp, kendimi zorlayarak geri çekildim.
“Poşetleri al eline bakayım…” dedim, sesim yumuşak ama kararlı.
“Napacaksın Emir…” diye mırıldandı, gözleri dolu dolu.
“Sen al,” dedim, poşetleri avuçlarına bırakarak. O an onun ellerinin titremesini görmek bile yüreğime hançer gibi saplandı. Sonra hiç düşünmeden kucağıma aldım onu.
“Emir… yorgunsun…” diye fısıldadı, yüzünü boynuma yaslarken.
“Değilim güzelim… Yasla başını, inelim arabamıza.”
“Arabamız yok gibi bizim…” dedi, dudakları titreyerek.
Hafifçe gülümseyip saçlarının arasına nefesimi bıraktım. “Sürpriz yapacaktım ama nasip olmadı… Araba aldım ben.”
Gözlerini kaldırıp yüzüme baktı. Gözlerinde şaşkınlıkla birlikte derin bir sevgi parladı. Dudaklarından yalnızca tek kelime döküldü:
“Emir…” dedi, kalbiyle konuşur gibi.
“Elbet Emir’in kurban olsun yoluna, İklim’im… Hadi başını yasla. Sonra kutlayacağız bunu, ne de olsa…”
Başını ağır ağır salladı. Bir çocuk gibi, bütün yükünü bana bırakıp göğsüme yaslandı. Küçücük elleri üniformamın yakasına sıkıca tutundu. Sanki bıraksa ben de kaybolacakmışım gibi… Ben ise o an bir kez daha anladım ki, onun nefesi benimle, benim nefesim onunla tamamlanıyordu.
____
Baran’dan...
Alper’i en son aradığımda, nihayet bu defa açmıştı. Kalbim göğsümde küt küt atıyordu, öfkemle endişem birbirine karışmıştı.
" Ya oğlum aklımız çıktı, başına bir şey geldi zannettik, bir şey oldu zannettik, Alper’im iyi misin ?!"
Karşıdan titrek bir ses geldi, nefesi bile düzensizdi.
" İ-iyiyim ağabey."
Dişim gıcırdayarak, sinirime hâkim olamadan haykırdım:
" O zaman neredesin lan sen, neredesin ?! Lan bizi karakolun ortasında bıraktınız, kaldık mal gibi, mermi manyağı yapıyorlardı lan bizi! Dünden beri yoksun! Nereye kayboldun lan sen! Sen neredesin Yiğit Alper Tuna?!"
Bir an sessizlik oldu. Sanki nefesini tutmuştu, sonra ürkek bir tonda konuştu.
" Ağabey... azarın bitti mi?"
Elimi saçlarıma attım, öfkeyle bastırdım.
" Şuanlık bitti, neredesin dökül?!"
Sesi daha da kısıldı, utanmış gibi:
" Ağabey... kızma ama... ben izinliydim..."
Bir an beynimden vurulmuşa döndüm.
" Nerede izinliydin lan sen, niye bize söylemedin lan?!"
" Ağabey... Alparslan Üsteğmen’in haberi vardı..."
Öfkem iyice kabardı, yumruğumla duvara vurdum.
" Delirtme Alper beni! Hangi delikteysen çık gel! Emir’i deşiyorlardı lan, Emir’i!"
Karşıdan yutkunma sesi geldi, sesi titriyordu.
" Bi-bir şey var mı ağabey..."
" Var! Bizde yok ama sana olacağı için var. Neredeysen bas gel buraya!"
" 2 saate oradayım ağabey."
" 1 saate burada ol!"
" Peki ağabey..." dedi ve apar topar kapattı telefonu.
Elimde kalan sessizlik, kulaklarımda yankılanan kendi nefesimle birleşti. Öfkem boğazımı sıkıyordu adeta. Parmaklarım hâlâ sıkı sıkıya telefonu kavrarken çenemi kilitledim, alnımdaki damar zonkluyordu. Çünkü artık mesele sadece görev değildi... kardeşlikti, güven meselesiydi.
Tam o sırada kapı gıcırtıyla aralandı. İçeriye Göktürk girdi, yüzündeki ciddiyet ortamın havasını daha da ağırlaştırdı.
"Ağabey..." dedi derin bir solukla. "Emir geldi... ama hali, hâl değil."
Başımı bir anda kaldırdım.
" Nerede?"
" Bizi bekliyorlar ağabey... toplantı odasındalar."
Bir anlığına derin bir nefes aldım. Yumruklarımın çözülmesine izin vermedim, sadece cebime sıkıştırdım ellerimi. Ayaklarım istemsizce yere daha sert basıyordu. Çünkü biliyordum... birazdan duyacaklarım, taşıdığım öfkeyi ya söndürecek ya da büsbütün alevlendirecekti.
Emir’i görmek için hızla toplantı odasına koştum. Kapıyı açar açmaz göz göze geldik. O da aynı anda ayağa fırladı ve bir an bile düşünmeden bana sarıldı. Kollarındaki titremeyi, nefesindeki kırılmayı hissettim. Gözleri dolu doluydu.
“İyisin…” dedim kısık bir sesle.
“Yine ona yalan söyledim…” diye fısıldadı ve başını omzuma gömdü. İçimde boğazıma oturan bir düğümle gözlerimi kapadım.
“Az kaldı… biraz daha dayan…” dedim. Sözlerimle birlikte yavaşça geri çekildi, ardından yüzünü time döndü.
Alparslan Üsteğmen, Tansu Asteğmen, Emirhan, İsmail, Göktürk… hepsi sessiz, endişe dolu bakışlarla bizi izliyordu. Ağır bir nefes alıp koltuğa oturdum.
“Anlatın şimdi… Panzehir meselesi nedir? Ne işin var yine bizim haberimiz olmadan, Emir Kaan?” dedi Alparslan Üsteğmen, sesinde sabırsızlık ve öfke vardı.
Tam o sırada, “Komutanım…” diyerek araya girdim, sesim uyarıcıydı. Çünkü Emir’in üstüne gidip, hastanelik etmelerinden korkuyordum. Alparslan Üsteğmen bana döndü, bakışları sertti.
“Bu defa tavizim yok Baran. Adam gibi anlatın. Neye, kime, ne kadar kızıp kıracağımı ben bilirim!”
Emir yutkunarak ona baktı.
"Devam et Emir Kaan!"
“Ko-komutanım…” Emir’in sesi titredi. “Ben hastayım…”
Tansu Asteğmen’in kaşları çatıldı.
“Hani tansiyon demiştin?”
Yutkundu. Dudakları kurumuştu.
“Değil…”
Sözleri boğazımda düğümlendi, elim istemsizce yumruğa döndü.
“Sinir sistemi çöküyor Emir’in…” dedim, dişlerimi sıkarak.
Alparslan Üsteğmen birden ayağa kalktı, gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
“N-ne çökmesi Emir Kaan?!”
O an ortam sessizleşti. Sadece kalplerimizin gürültüsü vardı.
Göktürk’ün sesi titreyerek çıktı.
“Burun kanamaları… Ondan mıydı Emir’im?”
Emir gözlerini sildi, başını yere eğdi. Omuzları titriyordu. Cevap vermedi, sadece başını salladı.
“Sürekli bir yorgunluk… geçmeyen baş ağrıları… burnumun durup dururken kanaması… bir çıkıyor, bir düşen tansiyon…” Emir konuşurken sesi gittikçe kısıldı. “Doktora gittim, baktılar ama başta bir şey bulamadılar.”
Onunla beraber benim de gözlerim doldu. O an Alparslan Üsteğmen’in birden sendeleyip duvara yaslandığını görünce hızla ayağa kalktım, koluna girdim.
“Ko-komutanım! İyi misiniz?”
Ama elini kaldırdı, yaklaşmamam için işaret etti. Gözleri Emir’deydi.
“Gözde’ninkinden mi…” dedi titrek bir sesle.
Emir, başını yerden kaldırıp öyle bir baktı ki… O bakış ikisini de paramparça etti. Sonra Emir gözlerini kaçırıp ağlayarak yere indirdi, Alparslan ise derin bir nefesle sırtını döndü.
“Gözde kim Komutanım?” diye sordu Emirhan, hepimizin duygularına tercüman olurken...
Alparslan gözlerini kapadı, sesi çatallandı:
“Eşim...kanserden kaybettim.”
Tim bir anda ikinci şoku yaşadı. Emir’in boğazından hıçkırıklar yükseldi, dizlerinin üzerine çöküp elleriyle yüzünü kapattı. Hemen yanına vardım, yere diz çöktüm.
“Ondan değil… ondan da çaresizim, Komutanım ben...İklim’in yüzüne bakamıyorum…” dedi Emir, titreyen sesiyle, gözyaşları yanaklarını yakarak süzülürken.
“Emir… yapma… kurban olayım…” dedim, onu kollarıma alıp sıkıca sarıldım.
“Ben pes etmedim, Komutanım…” dedi Emir, gözleri dolu, sesi titrek ama inatçı bir tonla. “Geceleri araştırdım. Sabahlara kadar dosyaların başında kaldım. Uyuyamadım, duramadım. Sizin bana verdiğiniz o nasihatlar… hâlâ kulaklarımda küpe… Ama olmadı…”
Sesinde derin bir yorgunluk vardı. Bir an durdu, yutkundu. “En sonunda… bir doktor sayesinde eski bir vakada izine rastladık. Nadir görülen bir nörotoksin…” dedi, kelimeyi söylerken odada buz gibi bir sessizlik hâkim oldu.
“Sinir sistemine saldırıyor. Ama öyle bir saldırı ki… ağır ağır çökertiyor insanı. Gün be gün alıyor senden. Direncini, nefesini, yaşamını… Ve sonunda hiçbir şey bırakmıyor.”
Timden bazıları nefesini tutmuş gibi bakıyordu Emir’e. O ise başını kaldırıp gözlerini sıkıca kapadı, sonra yeniden açtı.
“Panzehiri var…” dedi boğuk bir sesle, ardından başını iki yana salladı. “Ama öyle her yerde bulunmuyor. Mısır’dan geliyor. Kapalı sistemle çalışan, kayıt dışı siyah laboratuvarlardan çıkan bir zehir bu… Bir panzehir için ömrünü pazarlığa açanlar var…”
Tansu Asteğmen aniden ayağa kalktı, yüzü kıpkırmızıydı.
“Ne zaman oldu bu, niye sakladınız?! Baran, senin haberin varken niye sakladın bizden?!”
Başımı eğdim, boğazımda düğümlenen sözcükleri zor yuttum.
“Bir sakin olun önce… benim de yeni haberim oldu. Üstüne çok varmayın…” dedim ama daha cümlem bitmeden Alparslan Üsteğmen yaka paça bana yapıştı.
“Bu timde bir daha gizli saklı olmayacak demedim mi sana Baran?! Emir senin en yakınındaydı, nasıl gizlersin?!”
“Komutanım, yapmayın!” diyerek araya girdiler ama Emir Kaan da öne atılıp onu geriye çekmeye çalıştı.
“Komutanım, benim suçum… Baran’ın suçu yok. Yapmayın, Komutanım!”
Alparslan gözlerini kıstı, sonra beni bir anda bıraktı. Sırtımı duvara yasladım, başım öne düştü. Suçluydum. Haklıydılar. Emir’i dinlemeyip çoktan anlatmalıydım hepsine.
“Emir, sen devam et. Ne zaman oldu bu iş?” dedi İsmail ağabey, sesi çatlamıştı. Timden kimisi duvara yaslandı, kimisi çöktü, kimisi gözlerini yere dikti. Sessizlik içinde Emir’in nefesi yankılandı odada.
“Beni karakolun önüne attıkları gün…” dedi Emir boğuk bir sesle. “Vurmuşlar iğneyi. Haberim bile yoktu. Sonra… İklim’le evlendikten sonra tehdit ettiler beni.”
“Lan bize niye şimdi diyorsun Emir, niye?! Biz neciydik burada ha?!” diye patladı Göktürk, öfkeyle ayağa kalkarken gözlerinden süzülen yaşları gizlemeye çalışıyordu.
“İzin verin… anlatayım. Zamanım çok yok.”
“Anlat bakalım, anlat.” dedi Emirhan, sesi kısılmış, boğazı düğümlenmişti.
Emir derin bir nefes aldı, sonra gözlerini kapatıp açtı.
“Tüm oyunlarını çözdüm. Leyla’nın cinayet dosyası… Cüneyt’in tedavisi… Hepsi aynı masaydı. Bana karşı, bize karşı oynadılar. Altı ayım vardı sadece. Panzehiri bulmak zorundaydım. Her şey o süreye bağlıydı.”
Alparslan öne eğildi, sesi yalvarır gibiydi:
“Buldum de… Allah’ını seversen buldum de…”
“Bulmuş ama… yapamamış.” dedim ben, gözyaşlarıma engel olamayarak.
O an Alparslan öyle sert bir tekmeyle masayı devirdi ki, herkes yerinden sıçradı.
“Lan niye Emir Kaan, niye?! Niye yine, niye?!”
Emir’in gözleri yaşla dolu, sesi titrek ama kararlıydı:
“İklim’i kaçırdıkları gün… ona da yapmışlar. Aynı zehir. İki doz…”
“İklim yüzünden yani!” diye kükredi Göktürk, sinirle ayağa fırlayarak.
Emir başını sertçe salladı, sesi çatladı ama kesin konuştu:
“İklim de benim kadar kurban bu oyunda. O da bilmiyordu. O hala farkında değil. Hiçbir şeyden haberi yok… Bilgisi yok. Onun da günahı yok...Aramızda hatta en masum olan o kız!”
Odanın içinde ağır bir sessizlik çöktü. Emir nefesini zorlayarak devam etti:
“İklim’in ses kaydını o gün göndermediler bana. Videolar yoktu. Ama öyle bir oyun kurdular ki… beni vicdanımdan vurdular. Tamam, yine ses kaydı vardı. Tahrik ettiler beni...Onu bana karşı kullandılar, Komutanım. Onu yaşatmak için kendimden geçtim ben…”
Alparslan Üsteğmen kaşlarını çatsa da yanaklarından süzülen yaşları kimseye belli etmemek için elinin tersiyle hızlıca sildi.
“Devam et.”
Emir’in gözleri karardı, sesi hıçkırıklarla boğuştu:
“Konuşma fonksiyonlarını bile kesmişti o zehir. Ben çoktan kendi canımı unutmuştum o an, Komutanım. Bari o yaşasın istedim. Kör kütük âşık oldum ben o kıza… Yeni bulmuşken bırakamazdım. Sesini duymamak bile delirtti beni. Yapamazdım Komutanım! Onun hayalleri vardı… geleceği vardı. Ben bu mesleğe girerken kendi hayallerimi hep karakol kapılarında bıraktım ben…”
İsmail ağabey kısık bir sesle inledi:
“Ne yaptın sen be Emir’im… Niye yaktın kendini bir kız için… Niye demedin bize…”
Emir gözlerini yere dikti, sesi kısılmış ama netti:
“Sen derdin ya ağabey… ‘Sevince insan kör olur, herkesin gördüğü kusur sana cennet gibi gelir’ diye. Allah şahidim, ben o kızda hiçbir kusur görmedim. Hatta siz bile dediniz… ‘Biz seni böyle bilmezdik oğlum, gülüşün değişti’ diye…”
“Baştan almayacaktın bu kızı hayatına…” dedi Emirhan, acıyla başını iki yana sallayarak.
Emir ona döndü, gözleri sitemle parladı:
“Sende mi Emirhan?..”
Kısa süreli bir sessizlik oldu. Göktürk yumruklarını sıktı, sonra derin bir nefes alarak toparlanmaya çalıştı.
“Olan oldu… Çözüme bakalım şimdi.”
Timden boğuk nefesler, bastırılmış inlemeler yükseldi. Kimisi duvara yaslandı, kimisi ellerini yüzüne kapattı. Tansu Asteğmen’in dudakları titredi, nihayet kısık bir sesle sordu:
“Bu panzehir… nerede bulunuyor? Biz gidip alsak?”
Emir başını iki yana yavaşça salladı.
“Üç ayda bir geliyor buraya… Mısır’dan. Kara borsa, kapalı kargo, izinli sistem… her şey kontrol altında. Ama bana ulaşmadı. Doktorlarla sadece zehrin etkisini yavaşlatabiliyoruz. Zaman kazanıyoruz…”
Göktürk’ün dudakları titredi, sesi boğazına düğümlendi:
“Ne kadar zamanın kaldı peki?..”
Emir sustu. Gözleri dalıp gitmişti. O an ben, boğazımdaki yumruyu yutkunarak bastırmaya çalıştım ve güçlükle fısıldadım:
“Bir iki aydan… belki de daha az.”
Sözlerim odanın ortasına bir kurşun gibi düştü. Nefesler kesildi, kimse konuşamadı. Sadece duvar saatinin tik takları duyuluyordu.
Alparslan Üsteğmen’in yüzü bir an kasıldı, sonra öfkesiyle patladı. Birden üzerime yürüdü, yakamdan kavradı, gözlerini gözlerime sapladı.
“Baran! ***** senin ağzına! Defol git bu karakoldan! Gözüm görmeyecek seni!”
Şaşkınlık, timin içine korku gibi yayıldı. Emir, gözleri yaşla dolu bir halde atıldı:
“Onun suçu yok, Komutanım! Yapmayın! Ne olur...Ben zorladım onu...”
Ama Alparslan’ın bakışları buz kesmişti, sesi bir idam hükmü gibi çıktı:
“Eğer Emir’e bir şey olursa… affetmeyeceğim tek kişi sensin, Üstçavuş Baran Boran!”
"Siz askerinizi... ben kardeşimi kaybediyorum, Komutanım..." dedim, sesim titreyerek. O an yumruğu suratımda patladı.
Dizlerim çözülür gibi oldu, yere kapaklanacaktım ki timden bazıları koluma uzandı.
"Komutanım, durun gözünüzü seveyim!" diye araya girmeye çalıştılar ama Alparslan Üsteğmen hepsini kenara itti. O bakış, o öfke... insana değil, ateşe bakar gibiydi.
Bir anda salonun içi yankılandı:
"Hepinize ilk gün ne dedim lan ben?! Bu timdeki hiçbir üye benden önce ölemez, demedim mi?! Hepinizin canı benimkinden kıymetli, hepiniz yeri geldiğinde evladım, yeri geldiğinde kardeşim, yeri geldiğinde askerimsiniz, demedim mi?!"
Sözleri boğazımıza saplanan hançer gibiydi. Hepimiz başımızı eğdik. Kimimizin yumruğu sıkıldı, kimimizin gözleri doldu, kimimiz ise nefesini tutup yutkunamadı bile.
Alparslan’ın sesi titreyerek ama gür bir şekilde yeniden yükseldi:
"Ben sizi şimdi ne yapayım Emir Kaan?! Sev! Sevme demedik sana. Ama arkanı toplarken ne dedim ben sana?! Oğlum, bir şey gizlemeyeceksin bir daha! Demedim mi?!"
Emir’in sesi ince bir fısıltı gibi çıktı, boğuk ve pişmanlıkla dolu:
"D-dediniz, Komutanım..."
O an Alparslan bir adım geri çekildi, ellerini saçlarına götürüp kavradı. Sesindeki öfke yerini yıkılmışlığa bıraktı.
“Yazıklar olsun ya… Yazıklar olsun! Ben size bir şey katamamışım… Hiçbir şey…”
“Komutanım…” dedim, Emir’in üzerine gitmemesi için. Ama Alparslan Üsteğmen’in keskin bakışları yine bana döndü.
“Baran, sus! Defol git buradan!”
Dayanamadım, sesim çatladı:
“Riskleri var! Atak geçirmesine neden olacaksınız, yapmayın artık! Benden alın hıncınızı!”
“Baran!” diye gürledi Alparslan, ama ben devam ettim.
“Emir’in mutlu günü bugün. O gitsin… merak ettiğiniz ne varsa benden dinleyin. Daha fazla üzmeyin onu… atak geçiriyor!”
Emir gözlerini kaçırarak fısıldadı:
“İğnemi yaptım, Baran. Korkma… Kim ne diyorsa desin, haklılar…”
Başımı öfkeyle iki yana salladım.
“Yine de riskin var Emir Kaan. Hadi git… İklim bekliyor seni.”
“Git Emir Kaan!” dedi bu defa Alparslan Üsteğmen, sert bir tonla. Emir başını önüne eğdi, gözleri doluydu ama bir şey demeden çıktı.
Kapı kapanır kapanmaz, Alparslan Üsteğmen kolumdan sertçe kavradı.
“Ne riski var Emir’in?!”
Boğazım düğümlendi, yutkunarak cevap verdim:
“Kalp krizi… ve iç kanama, Komutanım. Ben araştırıyorum… Cüneyt de araştırıyor. Panzehiri bulmak için çabalıyoruz.”
Odanın havası ağırlaştı. Alparslan’ın parmakları bileğimi hâlâ bırakmamıştı, ama gözlerinde öfke kadar korku da vardı.
“Atalay Timi, su panzehiri araştırın, Tansu Emir’in de görevini düşürün. Gazilik verilir ne de olsa...”
Sözünü bitirmeden atıldım:
“Komutanım, olmaz!”
Alparslan Üsteğmen’in gözleri alev aldı, boğuk bir gürlemeyle üzerime yürüdü.
“Ederim senin ağzına!” diyerek yakama yapıştı, sırtımı duvara çiviledi. Yumruğu havada asılı kaldı.
Gücüm yeterdi, belki onu alt ederdim… ama elim gitmedi. Çünkü o sadece komutanım değil, ağabeyim gibiydi. Bizim kadar o da çaresizdi. Yıkılıyordu tek kaldıkça…
“Kafayı yemek üzere zaten…” dedim zor nefesle, “bırakın evrakla, asayişle oyalanmaya devam etsin. Sahadan koparmayın onu.”
Bir an yüzüme baktı, dişlerini sıkarak geri çekildi.
“Off ulan offf! Bu iş burada kapanmadı!” diye homurdandı. “Ben Baturay Yarbay’la konuşacağım. Sen Emir Kaan’ın moralini yükselt, bir şey yap. Ama bu gün gözüme de gözükme Baran!”
Başımı eğdim.
“Emredersiniz Komutanım…”
☆☆☆
Bölüm nasıldı?
Oy sınırı gelmediği için eksik attım. Alper in geldiği sahneyi sonra göreceksiniz...
Oy sınırı 30... Ne diyeyim yazıklar olsun emeklerime, 35 oylama dahi olmadı geçen bölüm. Neyse yorum sınırı 20... iyi okumalar...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |