

Emir Kaan Yılmaz'dan...
İşlemler tamamlandıktan sonra ifade almak için İklim’in yanına gittim. Kapıyı çalıp içeri adım attığımda, yüzündeki yara izleri yüreğimi sızlattı. Hiçbir kadın bu hale düşmemeliydi... Hele ki bunu yapan kendi babasıysa...
"Bir şey mi oldu?" diye endişeyle doğrulmaya çalıştı. Hemen elimi kaldırıp nazikçe durdurdum onu.
"Rahat olun. Sadece ifadenizi alacağız," dedim, sesimi yumuşatarak.
"Tamam..." dedi, kısık bir sesle. Başımı hafifçe eğip onu cesaretlendirmek istercesine gülümsedim.
O sırada Emirhan söze girdi:
"İklim Hanım, babanız Korhan Karaçaylar hakkında şiddet ve zorla alıkoyma suçlamalarıyla şikâyetçi olmak istiyor musunuz, önce bunu sormamız gerekiyor."
İklim bir an duraksadı. Gözleri doldu, ama kararlıydı.
"İ-İstiyorum..." dedi, sesi titreyerek.
"İklim Hanım, ablanızla ilgili olayı biliyorsunuz, değil mi?"
Gözleri bir an boşluğa kaydı. "Açıkçası bilmiyorum... Ben sadece ablamın ölümü üzerine geldim buraya. Eniştem, Cüneyt ağabey, o olaydan sonra akıl sağlığını yitirdi. Ben de ablamın emaneti olan Pars Yaman’a sahip çıkmak zorunda kaldım. Onu babamın ellerine bırakamazdım..."
Derin bir nefes aldı, kelimeler boğazına düğümleniyor gibiydi.
"Pars’ın dedesi Numan amca da sahip çıkmaya çalıştı... Zaten adam bu yüzden battı. Oğlunun gelinini korumaya çalışırken, bir gece babamın kurduğu bir oyunla karşı karşıya kaldı ve fabrikasını iflas ettirdi."
Yanımda duran Emirhan sessizce başını salladı. "İklim Hanım’ın söyledikleri, Numan Duman’ın verdiği ifadeyle örtüşüyor."
Başımı onaylarcasına eğdim. "Devam edebilirsiniz, İklim Hanım."
"Babam, ablamı zorla evlendirmek istemiş. Ablam kabul etmeyince Cüneyt ağabeyle yıllarca kaçak yaşadılar. Eniştem güçlü biriydi, korumalar tuttu, elinden geleni yaptı ama babamın karşısında yetemedi. Adam her şeylerini aldı, birer birer... Tüm mallarını tüketti. En sonunda, namus bahanesiyle ablamı öldürdü."
Sustu bir an, sesi titreyerek devam etti:
"Babamın hapse girmesi için çok uğraştık. Ama olmadı. Ne kadar savaştıysak, o daha çok güçlendi. Yıllar sonra da bu defa bana bulaştı."
"Barış Botanlı... Onunla ilişkiniz nasıldı?"
"Barış benim yakın arkadaşımdı. Gerçekten iyi biriydi... Ama bir gün, babamın aşiret davası yüzünden benimle evlenmek zorunda kaldığını söyledi. Ben kabul etmedim, istemiyorum da. Ben onu hep arkadaşım olarak gördüm... Ama artık o da babamla aynı gözümde."
Bir süre sessizlik oldu. Ardından Emirhan notlarını toparladı.
"Bu kadar yeterli, İklim Hanım. Teşekkür ederiz."
İklim zorlukla gülümsedi. "Ben teşekkür ederim… Her şey için. Hayatımı kurtardınız."
"Bu bizim vazifemizdi," dedim, içtenlikle.
"Ne zaman çıkacağım buradan?" diye sordu gözlerime endişeyle bakarak.
"Eğer kendinizi iyi hissediyorsanız işlemleri başlatalım. Sizi evinize bırakacağız. Savcılık desteğiyle koruma talebiniz de oluşturuldu zaten," dedim, yumuşak bir ses tonuyla.
Bir an durdu. Gözleri yere kaydı, sesi kısık ama kararlıydı.
"Ablamı koruyamayan korumalar... Beni ve yeğenimi gerçekten koruyabilecek mi?"
İçimde bir şey düğümlendi. Bu sorunun cevabını kim tam olarak verebilirdi ki? Ama yine de gözlerine güvenle bakmaya çalıştım.
"Aynı kaderi paylaşmamanız için elimizden gelen her şeyi yapacağız, İklim Hanım. Söz veriyorum."
Başını hafifçe salladı, ama gözlerinde hâlâ bir an önce uzaklaşma isteği okunuyordu.
"Çıkabilir miyiz? Ne olur... Bir an önce gidelim buradan."
Emirhan araya girdi.
"Ben işlemleri halledeyim. Emir Kaan, size eşlik etsin. Koruma ekibi ulaşana kadar sizin güvenliğiniz bize emanet."
İklim başını sallayarak onaylayınca Emirhan da baş selamı ile çıktı odadan.
İklim ayağa kalkmak için toparlandı. Yardım etmek istercesine uzandığımda nazikçe geri çevirdi.
"Ben kalkarım, teşekkür ederim," dedi, sesi yorgun ama nazikti.
Geri çekildim ama o anda sendeledi. Refleksle kolundan yakaladım. Dengesi yerine gelse de göz göze geldiğimiz o kısacık an... Zaman durdu sanki. Gözleri gözlerime değdiğinde bir şey içimi titretti. Başımı hemen yere eğdim.
"Düşmeyin diye tuttum," dedim hafif bir utangaçlıkla. "Yanlış anlamayın... Zaten yaralısınız."
"Teşekkür ederim," dedi kısık bir sesle.
"İsterseniz destek olayım," diye ekledim. Bu sefer karşı çıkmadı, sadece başını usulca salladı.
Kolumu ona doğru uzattım, girmesi için. Bir an duraksadı. Gözleri koluma kaydı, sonra bana... Tereddüt etti, belli ama sonunda nazikçe koluma tutundu. Teninin ürkekliği kolumda hissedildi.
Yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Sessizlik vardı, ama aramızdaki mesafe eskisi gibi değildi artık. Sanki sadece bedenini değil, yükünü de taşıyordum yanında yürürken.
Araca yaklaşırken Baran yanımıza geldi.
"Emirhan'la konuştum kardeşim, ben bu akşam için izin aldım. Siz İklim Hanım'ı evine bırakın. Koruma ekibi gelene kadar nöbet sizde."
"Tamamdır kardeşim," dedim başımla onaylayarak.
Baran gülümsedi, elini omzuma koyup sırtımı sıvazladı.
"Bir şey olursa mutlaka ara... "
"Ararım kardeşim, merak etme," dedim, göz kırpar gibi bakarak.
Sonra İklim’e döndüm.
"Buyrun, geçelim araca," diyerek arka kapıyı açtım. Usulca binmesine yardımcı oldum.
"Teşekkür ederim," dedi nazikçe. Başımı eğip hafifçe gülümsedim, sonra ön koltuğa geçtim. Tam o sırada Emirhan geldi, sürücü koltuğuna oturdu.
"İşlemleri hallettim," dedi rahatlamış bir ifadeyle.
"Eline sağlık kardeşim."
"Sağ ol kardeşim... Bu arada Baran yengeme kavuşmuş," dedi gülerek.
"Bağrı yanıklardan Baran," dedim gülümseyerek. Emirhan kahkahayı koyuverdi.
"Öyle vallahi... Ama yengeme bu defa fena çıkıştı. Yengeme de helal olsun, Baran'ı bir güzel haşladı."
"Valla öyle ama Baran'a da hak vermemek elde değil. Baran nasıl laf yedi o gün kayınbabasından istemede..."
"Adam zaten baştan önyargılıydı; 'askere, polise kız verilmez' diye tutturmuştu. Dua etsin bizim Baran gül gibi çocuk, yoksa o gün kıyamet kopardı."
"Yengemi kaçırırdık artık bir sonra ki görevde!"
" He valla ya! Beklenir bizden ve timden..."
İkimizin kahkahaları arabanın içinde yankılanırken, arka koltukta sessizce oturan İklim’in camdan dışarıya dalan bakışları, bu sessizliğin ardında ne çok hikâye biriktiğini fısıldıyordu. Gözüm ona kayınca gülümsemem ister istemez solmuştu. Ablasının başına gelenlerden gerçekten de bir haberdi. Ve ne tür bir tehlike ile baş başa olduğundan onun dahi haberi yoktu...
Eve vardığımızda araçtan iner inmez, bana doğru hızla koşan Yaman Pars’ı görünce hemen kollarımı açtım.
"Emir ağabey!"
"Paşam!" dedim gülerek, onu havaya kaldırıp yakaladım ve sımsıkı sarıldım. Neşeyle kahkahası yükseldi.
"Nasıl geçti günün bakalım paşam?"
"Sen teyzemi bulursan iyi olacağım, Emir ağabey."
"Hmm… o zaman şöyle yapalım. Şuradan bir buse kondur bakalım, sana bir sürprizim var."
"Gereçekten mi?! Ne sürprizi?!"
"Önce bir yanağımdan öp bakayım, ondan sonra sürprizi görürsün!"
Yanağıma öpücüğü kondurunca Emirhan’a döndüm, o da ikimizin bu haline gülerek bakıyordu. Sonra arka kapının önüne geçip İklim’in olduğu kapıyı açtım. Pars’ın gözleri bir anda parladı.
"Teyzeee!" diye haykırarak yere bırakmamla birlikte fırladı.
İklim araçtan inip hızla eğildi, onu sımsıkı kucakladı, öptü.
"Teyzem…" diyerek daha da sarıldı iklim Pars'a, sesi titreyerek.
"Çok korktum sana bir şey olacak diye teyze..."
"Geldim teyzem, buradayım…" dedi İklim, gözyaşlarını zor tutarak.
Biz ise Emirhan’la yan yana durmuş, o manzarayı tebessümle izliyorduk.
O sırada Yaman Pars bana döndü.
"Teşekkür ederim Emir ağabey. Sözünü tutacağını biliyordum..."
Eğildim, saçlarını gülerek karıştırdım.
"Ben teşekkür ederim, yavru kartalım. Hadi, şimdi teyzenle eve çıkın ve güzelce dinlenin."
İklim başını çevirip bana baktı, gözleri doluydu ama yüzünde minnet dolu bir ifade vardı.
"Çok teşekkür ederim, Emir Bey... her şey için."
"Vazifemiz İklim Hanım," dedim, sesimi yumuşatarak. "İyi geceler."
"İyi geceler..." dedi yumuşak bir sesle.
Başımı hafifçe eğip gülümsedim. Tam dönecekken Pars bir anda bana döndü, gözleri parladı.
"Bir üçlü çeker miyiz Emir ağabey?!"
Gülümsemem genişledi, işaret parmağımla dudaklarıma dokunarak "şştt" işareti yaptım. O da aynı heyecanla taklit etti beni. Sonra aramızdaki o tanıdık ritüeli başlattım.
"Bir, iki, üç!" dedim, önce sağ, sonra sol, sonra tekrar sağ elimle sırayla havaya vurup indirirken birlikte bir ağızdan bağırdık ardından alkış eksik etmeden
"Beşiktaş!"
"Beşiktaş!"
"Beşiktaş!"
Ardından Pars’ı kucaklayıp havaya kaldırdım. Neşesi apartmanın duvarlarında yankılanırken, İklim’in yüzünde ilk kez içten bir tebessüm belirdi. O an, yalnızca bir çocuğun kahkahası değil, bir evin içinde bastırılmış nice duygunun da hafiflediğini hissettim.
“En büyük Beşiktaş!” diye bağırdı Pars, heyecanla. Öpüp yere indirmemle Emirhan hemen araya girdi.
“Takım tutuyorsan, maç da yaparız seninle bence, Yaman Pars?”
Pars gözlerini kocaman açtı. “Emir ağabey benim takımımda olacak ama asker ağabey.”
“Benim adım da Emirhan,” dedi Emirhan, gülümseyerek. “Emir ağabeyinle adaş sayılırız, Yaman Pars.”
“Sen de mi Beşiktaşlısın?” diye sordu Pars, heyecanla. Sorunun ardından Emirhan’ın bakışları bana kaydı. Gözlerimle ona onay verince başını hafifçe sallayıp cevapladı:
“Takım tutmuyorum ama istersen seninle aynı takımda olurum.”
“O zaman süper olur! Belki Emir ağabeyle seni de Beşiktaşlı yaparız!”
“Ooo, o zaman bir hafta sonu maç yapalım seninle!” dedi Emirhan, göz kırparak.
“Olur!” diye bağırdı Pars, yerinde zıplayarak.
Gülerek diz çöktüm önüne. “Hadi Kartal’ım, şimdi sen kartal yuvasına çık bakalım. Emirhan ağabeyinle yine geliriz senin yanına. Teyzen yorgun, dinlensin biraz... Ama yarın yine üçlü çekeriz, anlaştık mı?”
“Söz ver Emir ağabey!”
“Söz, yavru kartalım.”
“Oleey! Maça gideceğiz, duydun mu teyze?!” diye bağırarak yukarı koşmaya başladı.
“Duydum teyzem, hadi çık sen, ben de geliyorum hemen...” dedi İklim, ardından bana döndü. Bu kez konuşmasına gerek yoktu; göz göze geldik, başıyla selam verip sessizce kapıdan içeri girdi.
Ben ise arkamı yaslayıp derin bir nefes aldım. O an, sadece Pars’ın gülümsemesi değil, İklim’in sessiz selamı da içimde yankılandı. Bazı geceler, bir görevden çok daha fazlasıydı.
“Çok tatlı çocuk... Sevmiş seni,” dedi Emirhan, yanımda belirerek.
“Öyle...” dedim sadece, bakışlarımı yukarıya, karanlığa bırakarak.
Bahçede, gecenin serinliği yavaş yavaş çekilirken gökyüzü sabaha hazırlanır gibi gri tonlara bürünmeye başlamıştı. Omuzlarıma çöken ağırlıkla, nöbetin sessizliğine gömülmüş bir haldeydim. Gözlerim karanlıkta belli belirsiz bir noktaya takılı kalmıştı ama zihnim hâlâ içerideydi—o küçük çocuğun ışıl ışıl bakan gözlerinde ve kadının kırık ama derin gülüşünde.
Bir süre sonra kapıdan gelen ayak sesleri sessizliği usulca bozdu. Başımı çevirdiğimde İklim’i gördüm. Elinde iki kupa vardı; buharı hâlâ yükselen kahvelerle bana doğru yürüyordu.
“Umarım şekersiz içiyorsunuzdur…” dedi, dudaklarının kıyısında yorgun ama içten bir tebessümle.
"Ne zahmet ettiniz, dinleseydiniz..."
"Ne zahmeti, estağfurullah...Şekersiz içiyorsunuzdur diye umut ediyorum?"
O an her şey bir anlığına yavaşladı. Elini uzatıp kahveyi bana uzattığında parmaklarımız hafifçe birbirine değdi. Bu küçük temas bile, sessiz bir yakınlık ile utanmama neden oluyordu.
“Şekersiz iyidir… Teşekkür ederim,” diyebildim sadece.
“Sizin yaptıklarınızın yanında hiçbir şey aslında... ama yine de, rica ederim,” dedi, sesi hem mahcup hem de içtendi.
Bu defa sadece gülümsedim.
Bir süre sessiz kaldık. Sabahın ilk ışıkları toprağın, çiğin ve güvenliğin kokusuna karışmıştı. Hava hâlâ serindi ama bu sessizlikte bir sıcaklık vardı.
“Uyuyabildiniz mi biraz?” diye sordum.
“Pars hemen uyudu. Ben de başını izlerken dalmışım... Korkularım ilk kez bu kadar sessizdi,” dedi, gözleri uzak bir noktaya takılmış gibiydi.
“Yanınızda biz varken... sessiz kalmaya devam etsinler,” dedim. Bu cümle sadece bir temenni değil, aynı zamanda bir söz gibiydi.
İklim, bahçenin biraz ilerisindeki banka yöneldi. “Şuraya oturabilir miyim?” diye sordu.
“Tabii,” dedim. “Ben de buradayım zaten.”
"Oturun isterseniz siz de?" diye sordu İklim, sesinde içten bir incelik vardı. "Bütün gece ayaktaydınız."
Şaşırmıştım. Bu nazik teklifi beklemiyordum.
"Rahatsız olmayın..." dedim.
"Estağfurullah, rahatsız olmam... Buyrun," dedi hafifçe gülümseyerek ve yanındaki banka eliyle işaret etti.
Sözleri, sabahın serinliğinde yumuşak bir rüzgâr gibi çarptı içime.
Bankın diğer ucuna oturup kahveden bir yudum aldım.
İklim’in sesi ne çok yorgun, ne de mesafeliydi; sanki uzunca süredir susan biri, nihayet içinden gelenle konuşmaya başlamıştı.
Sessizliği bozan yine o oldu:
"Arkadaşınız gitti sanırım, onu göremedim?"
"Koruma ekipleri yolu bulamayınca, onları almak için gitti. Bir iki saate devrederiz zaten onlara görevi," dedim, kol saatime göz ucuyla bakarak.
İklim başını salladı. "Pars, sizin de bu apartmanda oturduğunuzu söyledi."
"Ailem kalıyor evet, yeni taşındık biz de..." dedim. Sesime farkında olmadan yumuşak bir ton yerleşmişti. Belki sabahın ilk ışıkları, belki de bu kadının gözlerindeki kırılgan ama dirençli bakış etkiliyordu beni.
İklim’in dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi. Gözlerini benden ayırmadan, "Tanıştığımıza tekrardan memnun oldum o zaman yeni komşunuz olarak," dedi.
"Ben de, İklim Hanım." dedim, hafifçe başımı eğerek.
"Yaman Pars anlattı bana... Benim yokluğumda onunla ilgilendiğiniz için ayrıca çok teşekkür ederim," dedi İklim, kupasını iki eliyle kavrarken.
"Pars çok zeki ve cesur bir çocuk," dedim, hafifçe gülümseyerek. "Onun sayesinde bir günde on sekiz suç şüphelisini gözaltına aldık..."
İklim’in gözleri parladı bir an. Hem gurur hem buruk bir ifade geçti yüzünden.
"Ablama benziyor... Gerçi eniştem de en az ablam kadar zeki ve cesurdu ama Leyla ablam bir başkaydı. Aklına koyduğunu yapardı."
"Eniştenizin tedavi olma şansı yok mu?" diye sordum, sesimi alçaltarak.
"Vardı... Ama hastaneye yatırılması gerekiyordu. Yaman Pars, onu göremeyince hastalandı... Eniştem de tedaviyi yarıda bıraktı."
"Hiç mi dönemiyor peki eski haline?"
Omuzlarını silkti, gözleri yere kaydı.
"Babamın ona ne yaşattığını bilmiyorum ama... doktorlar, eniştemin ablamın kaybından çok, o günü aşamadığını söyledi."
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra, konuyu biraz değiştirmek istercesine sordum:
"Duyduğum kadarıyla edebiyat öğretmeni son sınıf öğrencisiymişsiniz... Mesleğinizi Pars yüzünden mi yapamadınız?"
İklim başını salladı.
"Aslında Pars yüzünden değil...Babam engel oldu. Okulumun yarım dönemi yarım kaldı yine de pes etmedim KPSS'ye girip 98 aldım. Yine de o puanı kullanacak diplomam yarı da kaldı..."
"98 mi?" dedim, şaşkınlıkla.
"Evet... Niye bu kadar şaşırdınız?"
"Bu kadar yüksek alıp yarı da bırakmanıza... şaşırdım sadece. Haksızlık bence."
Gülümsedi ama gözlerinde ince bir kırgınlık vardı.
"Siz peki?" diye sordu, konuyu bana çevirdi.
"Ben askerim, öyle işte... Liseyi bitirdikten sonra para bulamayınca, uzman çavuş olayım dedim. Buradayım," dedim gülerek.
"Başka bir meslek düşünmediniz mi hiç? Askerlik çok zor olmalı..."
"Düşünmedim, çünkü düşündüğüm her işi zaten yaptım."
"Nasıl yani?"
"Göreceğiniz her işi yaptım desem yeridir," dedim ve sırayla saymaya başladım, içtenlikle.
"Çocukluğumdan beri çalışıyorum. Garsonluk yaptım, amelelik yaptım, hammallık, temizlikçilik, sanayide çıraklık, kuryelik... Aklınıza gelen çoğu işi denedim."
İklim bu kez gerçekten gülümsedi.
"Hayat size erken başlamış anlaşılan..."
"Erken başlamadı, hep ensemdeydi zaten..."
"O kadar hayata erken atılmanızın bir sebebi var mıydı peki?" diye sordu İklim, bakışlarını benden ayırmadan.
Bir süre sessiz kaldım. İçimdeki düşünceler birbirini kovalarken derin bir iç çektim.
"Kardeşlerimi okutmam gerekiyordu açıkçası. Onlar için küçük bir fedakarlık yaptım diyebilirim sadece..."
Sözlerim havada asılı kalırken, İklim gözlerini hafifçe kısarak beni dinledi.
"Siz de bir kahramansınız o zaman birilerinin hayatında…"
Gülümsedim, bu defa daha içten bir şekilde...
"Sizin Yaman Pars’ın hayatında kahraman olduğunuz gibi ben de size yakın bir kahramanım diyebilirim," dedim içten bir gülümsemeyle. O da aynı şekilde gülümseyerek başını eğdi.
Kahvemden son yudumumu alarak bitirip fincanı bankta bıraktım. Ayağa kalkarken, kelimeler susmuş gibiydi.
"Teşekkür ederim kahve için, elinize sağlık," dedim, hafifçe başımı eğerek.
İklim gülümseyerek, "Afiyet olsun, ne demek…" dedi.
Tam o sırada, Emirhan ve koruma araçları arka arkaya gelince, yüzümde küçük bir gülümseme belirdi.
"Korumalarınız da geldi," dedim, bakışlarımda hafif bir tebessüm.
" Evet..." diye cevapladı İklim, sessizce.
Emirhan araçtan inip, korumalarla kısa bir konuşma yaptıktan sonra yanıma yaklaştı. Gözleri bir an için dinlenmiş görünüyordu, ancak hemen ardından görev havasına geri döndü.
"Emir’im, bir karakola uğramamız lazımmış. Eksik imza varmış, bir hafta izinliyiz sonrasında..." dedi Emirhan, yüzünde hafif bir huzursuzluk izleriyle.
"Baran yüzünden mi?" diye sordum, hafifçe kafamı kaldırarak.
"Alparslan Üsteğmen’in canı sıkılmış, ne oldu bilmiyorum ama timi haftalık izin yazıp memleketine gitmiş diye duydum." dedi Emirhan, bir yudum su alırken.
"Allah Allah, bir şey mi oldu ki?" dedim, kafamda sorular dönmeye başladı.
"Bizim Laz Ziya mı acaba laf etti komutanıma ya?" diye espri yaptı Emirhan, ama kahkaha çıkmadı.
"Neyse, bir karakola gidelim de öğreniriz," dedim, işi geçiştirmeye çalışarak.
"Aynen kardeşim," dedi Emirhan. "Beyler, burası size emanet."
"Gözünüz arkada kalmasın, Komutanım," dedi bir koruma, başını sallayarak.
"Eğer bir sorun olursa, Yaman Pars'ta kartım vardı, İklim Hanım. Bundan sonrası zaten koruma ekibimizle." dedim gülümseyerek.
"Çok sağ olun," dedi İklim, başını hafifçe eğerek teşekkür etti.
"İyi günler İklim Hanım," dedim, ona son bir bakış atarak.
"İyi günler," dedi İklim, içindeki yorgunluk ve sessizlikle, ama aynı zamanda bir umut taşıyarak.
__
Karakolun tanıdık kokusu karşıladı bizi. Evrak işlerini Emirhan'la hızlıca hallettikten sonra, adımlarımız neredeyse eşzamanlı şekilde tim odasına yöneldi. Kapıyı araladığımız anda içeriden Göktürk’ün sesi duyuldu, sesi biraz yorgun, biraz da dalgacıydı:
“Sizin ne işiniz var lan burada?”
Gülerek içeri adım attım.
“Senin ne işin varsa, bizim de o işten var, Göko.”
“Ya boş yapma şimdi, zaten canım burnumda Emir’im…” dedi başını iki eliyle ovuşturarak.
Köşede oturan Yiğit Alper gözlerini kısa süreliğine kapatıp derin bir nefes verdi, sonra Göktürk’e dönüp alçak sesle konuştu:
“Onlar burada değildi ağabey… Haberleri yok başımıza gelenlerden.”
O an gözlerim daraldı, içimde aniden yükselen huzursuzlukla kaşlarım çatıldı.
“Neyden haberimiz yok?”
Göktürk kısa bir bakış attı bize, sonra iç geçirerek konuyu devretti.
“Tansu Komutanım ya da İsmail ağabey anlatsa daha iyi olur.”
Emirhan’la göz göze geldik, sessizce karşı koltuklara geçip oturduk. Ortamın havası ağırlaşmıştı. İçerideki arkadaşlık bağı, şimdi endişeye bürünmüştü.
İsmail ağabey, yaşını gösteren çatık kaşlarıyla sigara paketine uzandı, bir tanesini yavaşça dudaklarına yerleştirdi. Kibriti çakmadan önce, yorgun bir iç çekişle söze başladı:
“Alparslan Komutan, İzmarit Hasan’la kapışmış.”
Emirhan hemen araya girdi.
“Yüzbaşı olan mı?”
Tansu başını yavaşça salladı.
“Aynen öyle Emirhan’ım. Bizimki ‘Orası riskli, asker çıkartmam’ demiş. Haklı da… Bildiğin ‘Karanlık Vadi’. Zaten kaç tim pusu yedi orada. Bilmeyen yok.”
“Peki o İzmarit’in derdi neymiş?” dedim, biraz daha öne eğilerek.
İsmail ağabey, sigarayı yakmadan eliyle oynarken devam etti:
“Derdi belli oğlum… Gövde gösterisi yapacak ya. Emir yetkisini kullanmış, ille de asker çıkartacak. Bizimki de çat diye karşı çıkınca olay büyümüş. En sonunda bizim timi göreve yazmış.”
“Ne zaman öğrenmiş bunu komutan?” dedi Emirhan, yüzündeki ifade ciddileşmişti.
“Bizimki ‘Adamsan çıkar timimi!’ demiş. Yüzbaşı da sinirlenip üzerine yürümüş. Sonra bizim Alparslan dayanamayınca, bir güzel girişmiş adama.”
İçimden “vay be” der gibi bir iç çekip gözümü yere indirdim.
“Sonra Laz Ziya duymuş. Yüzbaşıya cezayı basmış ama bizimkine de ‘Gözüm görmesin seni’ demiş. O da sinirle ‘Ben yokken timi harcarlar’ deyip hepimize haftalık izin yazıp memleketin yolunu tutmuş.”
Bir süre sessiz kaldık. Herkesin aklı başka yerdeydi. Sonra ben fısıltı gibi bir sesle söyledim:
“Alparslan Üsteğmen… Cidden adam gibi adam…”
Tansu gözlerini yere dikti.
“Adam gibi ama… Harcanması an meselesi. Yarbay’dan da yakın zamanda fırçayı yemiş.”
“O da mı olmuş?” dedim, gözlerimi şaşkınlıkla büyüterek.
“Aynen. Komutan demiş ki, ‘Time fazla yüz veriyorsun, ağırlığını koy. Komutansan komutanlığını bil.’ Azar işitmiş anlayacağın.”
Boğazım düğümlendi, bir an içim yandı. Gözlerim doldu fark ettirmemeye çalışarak söyledim:
“Kesin benim yüzümden yedi o lafı…”
Yiğit kafasını iki yana salladı.
“Seninle ne alakası var oğlum?”
Yutkunup omuzlarımı silktim.
“Kaç defa benim için peşimize düştü. Gecesi gündüzü demedi. Maddi, manevi bir kez bile yalnız bırakmadı beni. Her seferinde arkamda durdu. Gerçekten… Ağabey gibi...”
“Seninle alakası yok gülüm benim. Onu dert etme. Alparslan’ı tanıyan bilir, onun gölgesine giren her askere ağabey ya da baba gibi davranır.” dedi İsmail ağabey, gözlerinde yılların tanıklığını taşıyan bir yumuşaklıkla.
Söylediklerine buruk bir tebessümle karşılık verdim. İçimdeki vicdan sesi hâlâ susmuyordu.
“Yine de olmadı böyle ağabey...”
İçerde kısa bir sessizlik oldu. Sonra Tansu derin bir nefes aldı, sözleri odaya ağır bir hava gibi yayıldı:
“Siz onu boş verin de… İzmarit'in cezası biter bitmez ilk hedefi bizim tim olacak. O yüzden bu haftayı akıllıca değerlendirin. Dinlenme bahanesiyle gardınızı sakın düşürmeyin.”
İsmail ağabey sigarasının son nefesini içine çekip izmariti küllüğe bastırdı. Yüzünde hem öfke hem umutsuzluk vardı.
“Onu komutan diye başa dikenin… Neyse, ilk fırsatta geçireceğiz zaten elden.”
Tansu ona anlamlı bir bakış fırlattı ama ses etmedi. Sözler arasında gizli bir anlaşma vardı sanki, herkes fazlasını biliyor ama kimse yüksek sesle söylemiyordu.
“Bir hafta dinlenin... Bir hafta sonra eğer Alparslan uzaklaştırma almazsa, içimizden birini gözden çıkarmak zorunda kalacağız. Onu İzmarit’in elinden kurtarmanın başka yolu kalmayacak.” dedi İsmail ağabey, sesi çatallaşmıştı. O an masadaki tüm bakışlar dondu, yutkunan yutkunana…
Tansu hızla dönüp ona baktı, kaşları çatılmıştı.
“Ne diyorsun oğlum sen?!”
İsmail ağabey gözlerini yere indirdi, sesi daha kısık ama daha keskin çıkıyordu artık:
“Beni tanıyorsun Tansu… Ben kolay kolay kimseyi gözden çıkarmam. Ama Alparslan’ı da bu sistemin çarkına kurban edemem. O adam… Bizim gibi değil. Biz onun gibi olamadık. Ama o hâlâ inandığı şeyler uğruna yıpranıyor, komutan olsa dahi oğlum...”
“Sadede gel sen bir?” dedi Tansu, gözlerini İsmail ağabeyin üstünden ayırmadan.
İsmail ağabey sandalyesine iyice yaslandı, sesi kararlı ve keskin çıktı:
“Diyeceğim şu; içimizden biri, İzmarit’in ‘seçeceği’ o göreve nail olacak. Başka yol yok. O herifin huyunu bilirim ben. Komutanlığı değil, kiniyle hareket eder. Timimizin varlığını bile hazmedemeyecek kadar hırslı bir pezevenk o. Gözünü diktiyse, ya biri gidecek ya hepimiz.”
Tansu yerinden doğrulurken yüzündeki ifade keskinleşti:
“Emir Kaan hariç içimizden birini seçeriz o zaman.”
Ama benim sesim onunkini hızla bastırdı:
“Niye ben hariç Komutanım?”
Sözlerim aniden çıkmıştı, içimden geçenleri tartmadan.
Tansu başını bana çevirdi. Gözlerinde bir ağabeyin taşıdığı kaygı vardı.
“Senin arkanda okuttuğun iki kardeşin var Emir. İzmarit gidip dönmeyecek birini arıyor. O göreve seçilen, geri dönmeyeceğini peşinen kabullenmeli.”
Ortam bir anda buz kesmişti. Sessizliği bozan Yiğit Alper oldu, sesi çatlamıştı:
“Ağabey saçmalamayın... O kadar da değil!”
İsmail ağabey yumruğunu masaya koydu, öfkesi artık sesine taşmıştı:
“Maalesef o kadar! O piç yıllardır ayağını kaydıramadığımız, kök salmış bir yılan gibi. Torpille geldi başımıza, hâlâ gitmedi! Her seferinde bir yolunu buldu.”
Gözlerim büyüdü, içimden bir ürperti geçti:
“Ağabey... Başkalarıyla mı bağlantısı var yani?”
“Olmaz olur mu?” dedi Tansu, sesi buğulu ama netti.
“Kimin kaç yılda geldiği yer ortada. Dağa bile çıkmadan bu kadar hızlı rütbe atlayan başka biri gördünüz mü siz? Alparslan Üsteğmen’in hakkını senelerdir çalıyor o!”
“Hain mi yani?” dedim istemsizce, ama yanıt belli gibiydi.
İsmail ağabey gözlerini kısıp başını salladı.
“En alasından hem de… Ama attıramıyoruz o ibneyi içeri. Arkasında kim varsa hâlâ çözemiyoruz. Güçlü bir el tutuyor onu, biz sadece gölgesine taş atabiliyoruz.”
“Komutanlarımız biliyor mu peki?” diye sordu Emirhan, içinde büyüyen rahatsızlıkla.
Tansu acı bir tebessümle başını sağa sola salladı.
“Bilseler, o koltukta bu kadar rahat oturur muydu o piç Emirhan? Bilmiyorlar. Anca bizim gibi onun emrine mecbur kaldığımız için biz görebiliyoruz ama Alparslan Üsteğmen farkına vardığından dolayı düşüşü yakındır onunda..."
Tam o sırada Tansu’nun telefonu çaldı. Sert bakışlarla hepimize “susun” işareti yaptı, ardından telefonu açtı.
“Efendim Komutanım?”
Sesi, alışkın olduğu ciddiyete bürünmüştü. Kısa bir sessizlik oldu, biz de kıpırdamadan bekledik. Ardından tekrar konuştu:
“Emredersiniz Komutanım.”
Telefonu hoparlöre aldı. Odaya düşen ses, netti, sertti:
“Beyler, bir hafta orada yokum. Bu süre boyunca hiçbirinizin karakola adım atmasını istemiyorum. Anlaşıldı mı?”
Herkes bir anda toparlandı, oturuşlar düzeldi, gözler Tansu’nun elinde ki telefondan gelen Alparslan Üsteğmen'in sesine kitlenmişti.
"Emredersiniz Komutanım...."
“Ben gelince gerekli mercilerle görüşeceğim. Muhtemelen tim olarak başka bir yere görevlendirileceğiz. Şimdiden hazırlıklı olun. Haberiniz olsun.”
Odanın içinde tek bir ses duyuldu:
“Emredersiniz Komutanım.”
Ancak Alparslan Üsteğmen devam etti, tonu biraz daha sertleşmişti:
“Ayrıca... o şerefsiz İzmarit’le ilgili de gelince konuşacaklarım var. Özellikle uyarıyorum; ona tek birinizin gölgesi dahi görünmeyecek! Gölgeniz bile! Anlaşıldı mı bu?”
Bir anlık sessizlik oldu. Sonra hep bir ağızdan:
“Emredersiniz Komutanım!”
Telefon kapandıktan sonra odadaki hava ağırlaştı. Birkaç saniye boyunca kimse konuşmadı. Tansu telefonu yavaşça cebine koydu, derin bir nefes aldı. Kaşları çatık, gözlerinde belli belirsiz bir öfke vardı. Ama sesi sakindi:
“Bundan sonra her adımınızı ölçüp biçeceksiniz. İzmarit bizimle oynamak istiyor, ama biz taş olmadan hamle yapmayacağız. Anlaşıldı mı?”
Bu cümleden sonra içeride kısık sesle “anlaşıldı komutanım...” diyenler oldu ama herkesin içinde çakan kıvılcım aynıydı: Sabır taşmak üzereydi.
Uyarı : Kitap kurgudur. Gerçekte yaşanmış olaylarla bir bağlantısı yoktur.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |