

Emir Kaan’dan...
Karakola yakın o küçük çay bahçesindeydik. Masada üç kişi: ben, Yiğit ve İsmail ağabey. Çaylarımız önümüzde, hava gri ama hafif bir meltem var. Konuşmuyorduk pek; zaten İsmail ağabeyin gözü telefondaydı. Nişanlısı aramıştı. Biz ise çaylarımızı yudumlarken ister istemez onu izliyorduk.
“Yok hayatım, biz dışarı çıktık biraz. Hı hı... evet, Emir'le Yiğit yanımda...”
Gözleri boşluğa dalmıştı, sesi tatlılaşmıştı. Bambaşka bir tondaydı. Biz Yiğit’le hafifçe gülümsedik, sessizce çayımızı yudumlamaya devam ettik.
Sonra...
“İssss-maaaa-iiilllll!”
İkimiz de refleksle başımızı çevirdik. Karşımızda Baran; gözlerini kısarak, ince bir ses tonuyla telefonu taklit ediyordu. Kalın yapısına hiç uymayan o ses tonu ve “aşkım” vurgusu hepimizi hazırlıksız yakaladı. İsmail ağabeyin kaşları anında kalktı.
“Napıyoosun aşkım beeenim?!” dedi Baran, elini kalbine götürerek abartılı bir şekilde.
Ben neredeyse çayımı püskürtecektim, Yiğit ise gülmemek için dudağını ısırıyordu.
O anda telefondan öfkeyle yükselen ses geldi: “İsmail! Kim o?!”
İsmail ağabey neye uğradığını şaşırmıştı. “Gülüm… o şey… bir arkadaş…” diye geveledi.
Ama Baran hızını alamamıştı:
“İsmaaaailll! Kimle konuşuyorsun yine aşkııımmm?”
Bu kez İsmail ağabey kaşlarını çatıp döndü: “Baran, aşkını sikeceğim ama!”
Baran kıkırdamaya devam etti. “Aaa, ama İsmail… ayıp oluyooor çocukların yanındaa küfüt etmeee aşkımmm…”
Telefondaki ses daha da hiddetlendi: “İsmail! Kapat telefonu! Beni de bir daha arama!”
“Gülüm! Şaka vallahi! Emir, bir şey desenize?”
Ben panikle: “Yenge, şaka…”diyebildim.
“Çok sağ ol Emir ya!” dedi İsmail ağabey sinirle.
“İsmaaailll!” diye yine bağırdı Baran arka plandan, sesi inceltmeye devam ederek.
Telefondaki yenge bir kez daha atıldı:
“Arama beni İsmail!!”
İsmail çaresizce telefonu uzattı, “Valla Baran o aşkım ya...” dedi.
Biz ise gülmekten nefessiz kalmıştık.
İsmail ağabey telefonu yüzüne kapanmış şekilde elinde tuttu, bir süre ekrana boş boş baktı. O sırada ise Baran tüymüştü.
“Ben niye sizinle dışarı çıkıyorum ki zaten? Baran evde kalsaydı da şu sahneyi yaşamasaydım... Şu timin içinde bir ben mi ciddiyim?”
"Ağabey deme öyle be..." dedi Yiğit gülmemek için dudağını ısırırken.
"Gülmeyin, yetkiyi devreye sokarsam nefes aldırmam size de !"
"Tamam ağabey..."diyerek biz kendimizi tutmaya başlarken o anda Baran kafenin köşesinden belirdi. Elinde iki çay bardağı, ağzında ıslık, keyfi yerindeydi.
“İsmaaaiillll… Bir de şeker atayım mı çayııııınaaa?” diyerek seslendi.
İsmail yüzünü ellerinin arasına gömdü. “Ben bu adamla aynı kareye bile girmem artık!”
Baran masaya gelip oturdu, çayını önüne koydu. Göz kırparak:
“Yengemle aram nasıl ama? İkna oldu mu aşkın olduğuma?”
"Oldu Baran! Senin yüzünden yüzüme kapattı. Üç kamyon trip yiyeceğim şimdi, üç!"
İsmail ağabey ellerini iki yana açtı, çaresizliğini adeta havaya saldı.
Baran keyifle çayını yudumladı. “Ohohoooo... senin işin zor. Bak Emel'ime, anında gelir beni bulur, trip atmadan direkt damarıma saplar valla!”
Ben kahkaha patlatmamak için dudaklarımı ısırıyordum. Yiğit gözlerini kıstı, başını iki yana salladı.
“Maşallah, bunlar da ailecek saldırgan,” deyiverdi İsmail ağabey. Sonra benle bakıştı, ama bakışı ‘gülme!’ diye tehdit içeriyordu.
Baran ise hız kesmeden devam etti. Klasikleşmiş o ses tonuyla bir kez daha:
“Ama hani ilk aşkındım İsmaaailllll?”
İsmail’in alnındaki damar belirginleşti, kaşı seğirdi.
“Ederim İsmail’ine senin ha!”
Tam susmuş gibiydik ki Baran son kez uzattı:
“İsmaaaaailllll?!”
İsmail ayağa kalktı, “Baraaaann!!” diye bağırdı, ama o ton tam bir ‘yeter ulan’ çığlığıydı.
Baran kahkahalara boğulmuştu, benle Yiğit kafenin sandalyesinde kıvranıyorduk gülmemek için. Gözümden yaş gelmişti, Yiğit gömleğinin yakasını ağzına bastırmıştı.
İsmail ağabey sonunda oturdu, başını ellerine gömdü.
“Yemin ediyorum sizinle izine değil, beraber sigara içilmeye dahi çıkılmaz .”
Baran eğildi, usulca:
“Sen niye ponçik kalbimizi kırıyorsun bizim şimdi cimcime heh? Hem ben sevgilinle de konuşurum, istersen gönlünü alırım.”
Bir de üstüne göz kırptı.
İsmail hiç başını kaldırmadan:
“Yok ya, onunla da konuş tam olsun! Düğüne varana kadar iptal etsin o sinirle yetmezmiş gibi... İlk dans müziğiniyetine de sela sesi verdirir.”
Baran "Hanımcı senii!" diyerek gülerek çayından bir yudum alırken bir yandan da bize dönüp " kendinizi tutmayın sizde, patlıcana dönmüşsünüz, gülün işte. Benim yetkim ne de olsa İsmail’den çok!"demesi ile İsmail ağabeyin kaşları çatıldı.
“Oğlum ben Emel yengeme bu kızlara bakıyor diye şikayet etmezsem seni?!”
İsmail ağabey gözlerini kısıp Baran’ı işaret etti.
“La yalan atma, keser beni Kur'an'ıma!”
Baran hemen araya girdi, ama gülüyordu.
“Kessin! Benim yuvamı dağıttın sen yuvamı!” diye bağırdı İsmail ağabey, dramı tam dozunda vererek.
Baran dirseğini masaya dayayıp:
“La oğlum saçmalama! Kız neşterle geziyor, neşterle! Üç gramlık tartışmada safra kesemi alır valla!”
İsmail ağabey yüzünü buruşturdu.
“Bana ne? Ben mi dedim sana sağlıkçı sev diye?! Bak benimki en azından canıma kast etmiyor!”
Ben kendimi tutamayıp araya girdim, “Öyle mi ağabey?”
İsmail ağabey sinirle bana dönüp bakarken Baran yine devreye girdi.
“Neee olduuu İiiissmaaaillll?” dedi sesini incecik yaparak, biz taklidine gülmekten yere yattıyorduk neredeyse artık...
İsmail Ağabey ise gözlerini kapattı, ellerini havaya kaldırdı.
“Yeter lan! Hepinizden davacıyım!”
"Bizi alakadar etmez, avukat olan karına söyle şekerim..."diyerek bir yudum daha aldı Baran...
Yiğit ise sakin sakin çayından bir yudum aldıktan sonra şöyle dedi:
“Ağabey bir gün bu timden emekli olursak, sırf anılarımızı anlatacağımız bir podcast açalım. Adı da ‘İsmaaailll ağabeeeey’ olsun.”
" Siz iflah olmazsınız ne diyeyim..."
İsmail başını iki yana sallarken, biz kafenin ortasında kahkahalara boğulmuştuk.
Ben gülerken, gözüm bir an saate kaydı. İçimde istemsiz bir huzursuzluk büyüyordu.
“Sohbetinize doyum olmaz ağabeyler,” dedim ayağa kalkarken. “Ben kaçayım.”
“Ne oldu Emir Kaan?” diye sordu İsmail ağabey, endişeyle.
Derin bir nefes aldım. “Ağabey, çok yoruldum ya. Daha babamla konuşacağım... Protez bacak işini…”
Bir sessizlik oldu. Ne Baran ne Yiğit bir şey dedi. O an onların suskunluğu daha da zoruma gitmişti...
İsmail ağabey usulca elini omzuma koydu.
“Üzme kendini. Maddiyat bulunur. Allah büyük.”
Başımı iki yana salladım.
“Yetemiyorum ki ağabey. Maaş geliyor, ertesi gün bitiyor…”
“Az daha sabret. Alparslan Ankara’ya aldıracak bizi geçici görevle. Ek ücret olacak, o dahi can suyu olur sana.”
“İnşallah İsmail ağabey…”
Baran ilk kez ciddi konuştu:
“Bak, bir gün bile yalnız yürümeyeceksin cano... Biz seninleyiz. "
İsmail ekledi: “Kardeşlik bizim için sadece aynı üniforma değil Emir. Aynı yükü sırtlamak, bizde üzerimize düşeni yapacağız ona göre kardeşim. ”
Gözlerim doldu ama belli etmedim. Başımı eğdim, “Sağ olun,” dedim kısık sesle. “İyi ki varsınız."
" Sende Emir'im..." diyerek Baran’ın sarılmasının ardından hesabı ödeyip evin yolunu tuttum.
___
Bu gün yaşananların ardından yorgunluk kelimesi yetersiz kalırdı.
Alparslan Üsteğmen’in başına gelenler, benim taksitler, ev kirası, hasta bakım ücreti...Bunlar yetmezmiş gibi ayrıca bir sıkıntı daha vardı içimde..
Sanki içimde ağır bir taşla yürüyor, her adımda biraz daha eziliyordum. Bedenim değil, ruhum bitap düşmüştü. Güçlükle attım kendimi eve. Cebimden anahtarı çıkarırken ellerim titriyordu. Tam kapıyı açacakken arkamdan gelen cıvıl cıvıl, tanıdık bir sesle donakaldım. O ses... boğazıma oturan düğümü tek hamlede çözdü.
"Emir Kaan ağabey!"
Bir anlığına her şey silindi. Yorgunluk, içimdeki ağırlık... Hepsi yok oldu. Gülümseyerek döndüm. Kollarımı açtım, sanki sadece onu beklemişim gibi.
"Yavru kartalım!" dedim, özlemle sımsıkı sarıldım ona.
“Nasılsın bakalım?”
Minik kolları boynuma dolandı. İçimde bir yerlere güneş doğdu o anda. Sanki evine dönmüş bir çocuk gibi huzurluydu.
“İyiyim Emir Kaan ağabey... Ama ne zaman top oynamaya gideceğiz?” dedi, gözlerinde saf bir özlemle.
Cevap verecektim ki, karşı dairenin kapısı hızla açıldı. Telaşlı ayak sesleri çınladı koridorda, kalp çarpıntısı gibi...
Ve İklim fırladı dışarı. Gözleri büyümüş, yüzüne korku yerleşmişti.
"Yaman Pars?!"
"Bir şey mi oldu, İklim Hanım?" dedim hemen. Bizi fark edince Yaman’ı yere indirdim. Daha yere basar basmaz, İklim’in kolları çoktan ona sarılmıştı.
“Yaman Pars! Teyzecim... Neden haber vermeden çıkıyorsun?” dedi, sesi titreyerek.
Yaman başını eğdi. “Emir ağabeyi pencereden görünce... gelmek istedim, teyze…” diye fısıldadı suçlulukla.
İklim’in gözleri yaşla dolmuştu. Dudakları titredi. “Ödümü kopardın Yaman…” dedi boğuk bir sesle, sanki kelimeler boğazına takılmıştı. Bir adım geri attı, dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi.
“İyi misiniz?” dedim usulca, yanına yaklaşırken.
“Değilim…” dedi gözlerini kaçırmadan. “Bir an... bir an onu da kaybediyorum sandım.”
“Yardımcı olmamı ister misiniz?” diye sordum sessizce.
Başını hafifçe salladı. Gözlerinde hâlâ korkunun izleri vardı. Elimi uzattım, diz çöktüğü yerden kalkmasına yardım etmek için. Parmakları titreyerek kavradı elimin ucunu, sanki yalnızca bu dokunuş bile ona güç verecekti.
Tam o sırada bizim kapı da açıldı.
“Emir’im?!” diye seslendi annem, neşeli bir tonla. Ama bakışları hızla İklim’e ve Yaman’a kayınca, yüzündeki ifade anında endişeye döndü.
“Oğlum… Pars’a bir şey mi oldu?”
“Yok annem,” dedim hemen. “Teyzesinden habersiz evden çıkmış, İklim Hanım da çok korkmuş... Biraz fenalaştı. Ona bir su getirebilir misin?”
“Getireyim kuzum, kıyamam, rengi atmış kızın. Ah Pars... Niye böyle yapıyorsun çocuğum, teyzene eziyet ediyorsun?”
“Anacım, hadi sen suyu getir,” dedim yumuşak bir tonla, “Ben Pars’la konuşurum sonra.”
Ama tam o anda Yaman’ın dudağı büküldü. Başını öne eğdi, gözyaşları yanaklarından süzüldü.
“Ama… ben kötü bir şey yapmadım Emir ağabey…” dedi, sesi titreyerek.
Kalbim burkuldu. O minicik ses öyle içime işledi ki… çömeldim yanına, göz hizasına indim.
“Biliyorum yavru kartalım,” dedim, alnını okşayarak. “Sen sadece özledin. Ama bir dahaki sefere haber vermelisin olur mu? Teyzen seni kaybetmekten çok korktu.”
İklim, hâlâ zor ayakta duruyordu. Annem mutfaktan bir bardak suyla döndü, eline tutuşturduğumda bakışlarımız buluştu. Gözlerinde hâlâ titreyen bir telaş vardı ama suya uzanan parmakları yavaş yavaş sakinleşiyordu.
“Teşekkür ederim,” dedi usulca.
Annem, Pars’ı kucağına aldı. Minik yanaklarına sevgiyle öpücükler kondururken, diğer eliyle gözyaşlarını sildi usulca. Ardından başını kaldırıp İklim’e döndü, gözlerinde bir anne sıcaklığıyla.
“Geçin annem içeri, buyrun...” dedi yumuşacık bir sesle.
İklim bir adım geri çekildi, sesi yorgun ve kararsızdı.
“Teşekkür ederim... ama ben eve gitsem...”
“Biraz dinlenin öyle geçersiniz İklim Hanım,” dedim, sesim olabildiğince nazik tutarak ve devam ettim... “Ayakta zor duruyorsunuz, bu halde olmaz.”
Gözleri bir an bana kaydı. O kısa anlık bakışta hem minnet hem de yorgunluk vardı. Fakat daha bir şey diyemeden, annemin sıcak ve ısrarcı sesi yeniden araya girdi.
“Biraz otur kuzum, hiç iyi görünmüyorsun. Hem... Allah korusun, evde başına bir şey gelse seni kim fark edecek? El kadar çocuk zaten Pars… ne olur dinlen biraz, sonra gidersin.”
İklim bir an durdu. Başını eğdi, kucağında taş gibi büyüyen korkusuyla sanki boğuşuyordu. Pars’ın minik elleri hâlâ annemin boynundaydı, ama gözleri teyzesinde.
İklim’in dudakları titredi. Gözleri doldu bir kez daha ama bu kez gözyaşı sadece korkunun değil, şefkatin, yumuşamanın da işaretiydi.
Başını yavaşça salladı. “Peki... biraz... sadece biraz oturayım,” dedi neredeyse fısıltıyla.
İçeriye, İklim koluma hafifçe tutunmuş halde birlikte adım attık. Onun bedeni yorgundu ama asıl yorgunluk gözlerinde, kalbindeydi. Sessizce yürürken, annemin hazırladığı o tanıdık ev kokusu karşılamıştı bizi. Salona geçtiğimizde, babam tekerlekli sandalyesiyle kapıya doğru yaklaşmıştı. Yüzünde her zamanki gibi sakin ama dikkatli bir gülümseme vardı.
“Hoş geldiniz kızım, geçin buyrun…” dedi nazikçe, gözleriyle de bizi yoklayarak.
“Hoş bulduk efendim…” dedi İklim mahcup bir tebessümle.
“Hoş bulduk amca,” dedi Pars da, başımı hafifçe eğerek.
Annem, Pars’ı kucağından nazikçe yere bıraktı. Pars hemen ayaklarının üzerinde sevimli sevimli zıplarken, annem babama dönüp gülümseyerek konuştu:
“Sana bahsettiğim oğlan çocuğu bu işte Yunus bey... Bak bak, aynı Emir’imin küçüklüğü değil mi? Maşallah!”
Babam başını eğip dikkatlice Pars’a baktı, gözlerinde tanıdık bir özlemle. Sonra hafifçe başını sallayıp gülümsedi.
“Öyle vallahi hanım... Hele bir bak hele kızım... Adı ne bu şirin oğlanın?”
İklim, Pars’a bakıp gözlerinin içiyle gülümsedi.
“Yaman Pars...”
Babam, kollarını iki yana açarak sandalyesinden biraz öne eğildi.
“Gel bakayım buraya Yaman Pars! Çak yapalım bakalım! Adın kadar Yaman mısın, görelim bakalım ha?!”
Pars, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle babama doğru koştu.
"Çaaaktımm!!"
Küçücük elini büyük bir ciddiyetle kaldırıp babamın eline çakarken, evin içi neşeyle doldu.
“Baba, Yaman Pars da Beşiktaşlı,” dedim hafifçe gülümseyerek, babama göz kırptım.
Babam kaşlarını kaldırıp tebessüm etti, sanki içinden “Şimdi oldu bu iş” der gibi.
“Öyle mi Yaman Pars?” dedi gülerek, sesine hayranlık karışmıştı.
Pars, gururla göğsünü kabarttı. Gözleri ışıl ışıldı.
“En büyük Beşiktaş!” diye bağırdı, tüm çocuk neşesiyle.
Babam kahkahayı bastı, elini dizine vurdu.
“Helal olsun sana!” dedi. “Delikanlı erkek renkli takım tutmaz!”
Annem başını iki yana sallayıp gülümseyerek mutfağa yöneldi.
“Aman Allah’ım, bir siz eksiktiniz evde!” dedi tatlı bir sitemle. “Şimdi evde üç Beşiktaşlı oldunuz, vay halime!”
Annemin tatlı isyanına gülerken “Annem, siz İklim Hanım’la biraz konuşun, İklim Hanım’ın izni varsa ben Pars’ı alıp babamla beraber odama geçeyim rahat konuşun,” dedim usulca.
"Pars istiyorsa..." dedi İklim Pars'a bakarak ve o an Yaman Pars direk atıldı.
"İstiyorum teyzeee!"
"Tamam o zaman..."dedi burukca gülümseyerek.
"Biz odama geçelim o zaman..."
Pars bu cümlemi duyar duymaz heyecanla elimi tuttu.
“Oyun bilgisayarın var mı Emir Kaan ağabey?” dedi, gözlerinde bir çocuğun saf merakı ve coşkusuyla.
Gülümsedim, başımı hafifçe eğip onu yanıma çektim.
“Var ama eski... yine de bir şeyler oynarız. Gel bakalım, Yavru Kartal.”
Pars heyecanla zıplayarak yanımda yürümeye başladı. Babam da sandalyesiyle yavaşça arkamızdan geldi.
Arkamı dönerken gözüm annemle İklim’e takıldı. Annem yumuşak bir ses tonuyla bir şeyler anlatıyor, İklim ise başıyla usulca onaylıyordu. Gözlerinde hâlâ az önceki endişenin izi vardı ama Pars’ın güvende olduğunu görmek belli ki içini biraz rahatlatmıştı.
Pars içeri girer girmez odama bakındı.
“Vay canına... Bu senin odan mı? Çok güzelmiş!” dedi.
Gülerek kapıyı kapattım.
“Evet. Ama biraz dağınık. Asker adamın evi böyle olur işte.”
“Ben toplarım!” dedi Pars gururla. “Ben düzenliyimdir!”
İçimden bir kahkaha yükseldi.
"Sen keyfine bak kartalım, ben sonra hallederim!"
Küçücük bedene koca bir yürek sığmıştı sanki.
Pars odanın içinde merakla dolaşırken gözleri hemen kitaplığın üst rafındaki maketlere takıldı. Parmak ucuna basarak uzanıp hayranlıkla sordu:
“Bu maket oyuncaklar senin mi Emir Kaan ağabey?”
Gülümsedim, yanına gidip başını okşadım.
“Evet paşam, hepsi benim... Ama sadece oyuncak değil onlar. Dedemden kalma hatıralar. Her birini birlikte yapmıştık zamanında.”
Pars büyülenmiş gibi bakıyordu maketlere. “Dedeler hep mi böyle güzel şeyler bırakır?” diye sordu fısıltıyla.
“Bazen bir saat, bazen bir söz, bazen bir oyuncak... Ama en çok sevgilerini bırakırlar, paşam,” dedim usulca.
Tam o sırada minik elleriyle etrafı toplamaya kalkışınca yavaşça eğildim.
“Paşam, uslu dur. Emir ağabeyin halleder. Sen dağıt, ben toplarım. Kural böyle bizde,” dedim göz kırparak.
Arkamızdan babamın sesi duyuldu:
“Oğlum, istersen sen geç uyu. Ben ilgilenirim Pars’la...”
Babamın yorgun yüzüne baktım, gülümsedim.
“Baba, istersen sen geç dinlen biraz. Pars’la ben oyalanırım. Bilgisayarı açacağım şimdi onun için zaten.”
Babam gözlerini bana dikti, yorgun ama huzurlu bir tebessümle başını salladı.
“Tamam oğlum... Allah razı olsun. Pars sana emanet.”
Başını okşadım hafifçe. “Her zaman, babam...”
Pars o sırada sabırsızca yanıma sokuldu. “Hadi ama Emir Kaan ağabey! Açalım oyunu!”
Babam da odasına yönelirken, göz ucuyla bir kez daha dönüp baktı bize. O bakışta hem bir minnet hem de içini rahatlatan bir huzur vardı.
Bilgisayarın açılması ile beraber sandalyeye oturduk.
Küçük ellerini avuçlarımın üstüne koymuştu. Dizlerime oturmuş, heyecandan neredeyse yerinde duramıyordu. Bilgisayarın ekranında dönen arabalar, Pars’ın gözlerinde pırıl pırıl bir parıltı yaratmıştı. Ama asıl parıltı... benim içimdeydi.
Sanki içimde bir yer, uzun süredir ilk kez bu kadar huzurluydu. Göğsümde hissettiğim ağırlık, onun başını omzuma yaslamasıyla biraz olsun hafiflemişti. Minik kalbi sırtıma dayanıyor, her atışı içimde bir yerleri yumuşatıyordu.
“Kemerleri bağladın mı paşam?” dedim gülerek, kulak hizasında fısıldar gibi.
Başıyla hızlıca onayladı.
“Hazırım Emir ağabey!”
Kahkaha attım istemsizce. Oyun başladı. Direksiyonu o yönlendiriyor, gaz ve fren bendeydi. Birimiz küçücük ellerle çocukça hayaller kurarken, diğerimiz yarım kalmış çocukluğunu onunla tamamlıyordu sanki.
“Dön dön dönnnn! Çarpmaaa! Geçtik mi?”
“Geçtik paşam, geçtik!”
Bir anlığına oyunu boşlayıp ona baktım. Gözleri ekrana kenetlenmiş, dudaklarında kocaman bir tebessüm vardı. O an fark ettim… Ben bu evin sessizliğinde hep bir eksiklik hissetmişim.
Ama şimdi…
Kucağımda bir çocuk kahkahası vardı.
Omzumda güvenle yaslanmış minicik bir beden…
Ve içimde uzun süredir ilk kez… yaşadığımı hissettiren bir sıcaklık.
Saatler boyunca o küçücük bedenin neşesine ortak oldum. O anlattı, ben dinledim. O güldü, ben içimden şükrettim o karşıma çıktığı için. Ama zaman su gibi aktı. Bilgisayar ekranındaki ışıklar artık gözlerimi yormaya başlamıştı. Pars hâlâ enerjikti; ben ise günün yorgunluğunu omuzlarımda taşır gibiydim.
Gözlerim bir noktadan sonra istemsizce kapanmaya başladı. Kafam bir an yana düştü. Hafifçe doğruldum ama yorgunluk tüm hücrelerimi sarıyordu. Uyandığımı sandığım her saniye, göz kapaklarım biraz daha ağırlaşıyordu.
Ve sonra...
“Sen geç uyu istersen Emir ağabey. Ben devam edeyim oyuna...” dedi Pars, gözünü bilgisayardan ayırmadan.
Başımı yana eğip ona baktım, sesindeki ciddiyet gülümsetmişti beni.
“Emin misin paşam, tek eğlenceli olmaz sanki?” diye sordum. Yine de ne olur ne olmaz diye elimi onun omzuna koyup bekledim.
“Eminim Emir ağabey...Hadi uyu sen ben ikimiz için bu yarışı kazanacağım söz” dedi bu kez başını çevirip bana bakarak, gözleri kararlı ama içinde yine de o çocuksu masumiyetle.
Başımı iki yana sallayıp usulca güldüm. “Peki küçük komutan, sana güveniyorum... söz senin.”
Yavaşça sandalyeden kalktım, onun minik bedenini dikkatle yerleştirip bilgisayarın başına oturttum. Sonra arkamı dönüp yatağa geçtim. Göz ucuyla hâlâ onu izliyordum.
Ciddiyetle oyuna odaklanmış, zaman zaman dudaklarını kıpırdatıyor, kendi kendine mırıldanıyordu.
Yorganı üzerime çekip bir kolumu yastığın altına sokarken hâlâ ekranın yansıması odayı hafifçe aydınlatıyordu.
___
Uyandığımda, kucağımda yatan minik bedeni fark ettiğim an kaşlarım istemsizce çatıldı. Gözlerimi kısarak bir an ne olduğunu anlamaya çalıştım. Ama o tanıdık sıcaklık, hafifçe karnımın üstüne yerleşmiş minik ağırlık ve burnumun ucuna kadar gelen çocuk kokusu her şeyi anlattı bir anda.
Gözlerim yumuşarken dudaklarımdan usulca döküldü kelimeler:
“Ah yavru kartalım... Ne ara geldin kucağıma?” dedim, kendi kendime sessizce mırıldanarak.
Başını göğsüme yaslamış, ellerini gömleğime iliştirmişti. Nefesi hafif ve ritmiydi. Öylece, sakin sakin uyuyordu… Sanki tüm dünyanın karmaşasından kaçıp en güvenli limanı bulmuş gibi.
Saçlarını hafifçe okşadım, usulca… Uyandırmamak için nefesimi bile sessiz almaya çalışarak.
“Büyüdüğünde de unutma bu anı Pars… diye geçirdim içimden.
Kollarımı hafifçe doladım etrafına, uykusunu bölmeden biraz daha sarsın istedim güven duygusu onu. Göğsümdeki minik bedenin huzuru, içimde kopan fırtınalara ilaç gibi gelmişti. Sanki bir süreliğine dünya durmuş, sadece biz kalmışız gibi…
Başını biraz kıpırdatınca nefesimi tuttum, uyanmasın diye. Ama yalnızca daha çok sokuldu bana.
Minicik parmakları hâlâ gömleğimin düğmesine takılıydı, sanki gitmemi istemiyor gibi...
Ve öylece tekrar uyuya kaldık...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |