

Göktürk Aydın'dan…
Emir’in işinin uzayacağını öğrenince telefonu kapatıp, yanımda oturan Yiğit Alper’e döndüm.
"Emir’in işi uzamış..." dedim omuz silkip.
Yiğit Alper, telefondan başını kaldırdı, gözlerinde yorgun bir gölge vardı. Derin bir iç çekti.
"Şimdi haberim oldu benim de... Hüda Sultan yine olay çıkarmış."
Kaşlarımı çatarak söylenmeden edemedim:
"Gül gibi gelin işte... hem akıllı, hem zeki. Oğlun da deliler gibi seviyor. Neyine olay çıkarıyorsa..."
Yiğit Alper, kısa bir sessizlikten sonra başını yana eğip düşünceli bir ses tonuyla konuştu:
"Azra da şikâyetçi bu durumdan... Ama bu kadın böyle değildi ya sanki... bir şey oldu ona..."
Ben de omuzlarımı kaldırıp hırçın bir sesle karşılık verdim:
"Ne bileyim... Egemen’e sordum bir gün. ‘Psikolojik destek alıyor annem’ dedi. O an sustum ama... demek ki işin aslı buymuş."
Yiğit Alper’in yüzünde buruk bir ifade belirdi. Gözleri uzaklara dalmış, sanki kendi içindeki hesaplaşmayı yapıyordu.
“Azra’yı evden kaçırdı, İklim’in travması tetiklendi… Emir’e de ya kriz sebebi olursa?” diyerek döndü Alper. Sesinde gerçek bir korku vardı; cümleler havada asılı kaldı.
“Allah korusun ya!” diye çıktım, içimde buz gibi bir ürpertiyle. “Otele gideceklerdi en son, iğnesini vursun diye uyarmıştım zaten.”
Alper başını iki yana salladı, yüzünde bir karartı belirdi. “Ya Gök… oğlum — Emir’in hastalığını öğrenirse bu kadın hepimizin içinden tek tek geçer. Alparslan Üsteğmen bir an önce izin işlerini halletseydi, şu ilaç için…” Sesindeki “keşke” ağır ağır düştü.
“Bilmiyorum artık, Yiğit… bilmiyorum,” dedim, cebimde titreyen telefonun ekranına bakarken.
“Neyse, bak araçlar geliyor. Sen çevirmeye başla. Meltem de arıyor, bir konuşup geleceğim yengenle.”dedim, çevirmeye giren araçları fark ederek.
Alper omuz silkti, gözleri kararlı ama tedirgindi. “İyi. Hadi git,” demesi ile hızla uzaklaştım.
“Efendim, canım.” diyerek telefonu açmamla, günlerdir özlemle beklediğim o ses kulaklarımda yankılandı.
“Hayatım… ben otogara indim, nereye geleyim?”
“Otogara mı indin? Ne otogarı güzelim?” diye şaşkınlıkla sordum.
“Aşkım, sana sürpriz yapmak istedim…” dedi mahcup bir sevinçle.
“Güzelim… iyi yapmışsın da ben görevdeyim şimdi.”
“Öyleyse taksiye binip eve geçeyim ben.”
“Tamam, evin konumunu atayım sana.”
Bir an duraksadı, sonra sesi biraz kırık ama içinde umutla geldi:
“Aşkım… sevinmedin mi sürprizime?”
Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım, kalbimde beliren o sıcaklığı saklamaya gerek yoktu.
“Sevinmez olur muyum? Meltem’im… benim ilkbaharım… Sen varsan bana sürpriz değil, bayram olur. Sadece biraz yorgunum, bir de çok ani oldu… şaşkınlığım ondan.”
“Ne yapayım o zaman ben şimdi…” dedi sesi biraz kırık, biraz da beklentiyle.
“Hayatım, taksiyle eve geç. Konumu attım ya, şoföre göster. Benim burada en fazla bir saatlik işim var zaten. Sonra yanına koşarak geleceğim.” dedim yumuşak bir tonla.
“Tamam…” dedi ama sesindeki burukluk gizlenmiyordu.
“Meltem’im, kapatmam lazım ama… inan bana, bir saat sonra yanında olacağımı bil, olur mu?”
Telefonun ucunda kısa bir sessizlik oldu, sonra usulca fısıldadı:
“Beklerim aşkım… her zaman beklerim.”
Telefon kapandıktan sonra derin bir nefes alıp ekibime döndüm. Rüzgar hafifçe yüzüme çarparken, adrenalinin ve günün temposunun etkisi hâlâ üzerimdeydi.
"Göktürk, araçtan tableti al. Karşıdan gelen iki motorlu var, onları sen al," dedi İsmail ağabey. Başımı sallayarak araçtan tableti aldım ve çevirmeye giren iki motorluya doğru yürüdüm.
"Kolay gelsin, Komutanım," dedi ilk motorcu. Sert bir duruşu vardı ama gözlerinde saygı ve biraz da gerginlik vardı.
"Eyvallah… Her şey tam mı?" diye sordum, gözlerim kısık, dikkatle onu süzerek. Kimliğini çıkarıp bana uzattı.
"Tam, Komutanım," dedi. Ama arkasındaki kadını fark edince gözlerim istemsizce ona kaydı.
"Arkadaşın mı, arkanda duran?" diye sordum, tabletten bilgilerini kontrol ederken.
"Eşim, Komutanım," dedi motorcu, gururla.
"Yengenin kaskı nerede? Sen sevmez misin eşini?" diye takıldım, hafifçe gülümseyerek.
"Sevmez olur muyum ağabey, o nasıl söz?" dedi, yüzünde utangaç bir gülümseme ve gözlerinde güvenle.
"Her şeyin temiz. Ama eşine de kask al. Bu defalık ceza yazmıyorum, ama hayat ceza yazarsa, son pişmanlık fayda etmez kardeşim," diyerek uyarımı yaptım.
"Böyle dedin, canımı yedin ağabey ya," dedi motorcu, kaskını tekrar takarken. Gözlerindeki gülümseme biraz mahcup, biraz da keyifliydi.
"Kazasız belasız gidin hadi," dedim.
"Sağ olun ağabey, size de kolay gelsin… Unutmayacağım bu sözünü," dedi.
"Küpe olsun sana, kardeşim," diyerek omzuna dostça vurup arkamı döndüm ve arkadaki motorcuya yöneldim.
"Seninki de kimliğe kayıtlı mı?"
"Kayıtlı, Komutanım."
"Güzel makina almışsın, her şey yolunda mı?" dedim, motoru süzüp hafifçe gülümseyerek.
"Tam ağabey, ama egzosu orijinal olmasına rağmen geçen çevirmede yazdılar. Belgeyle geldim bu defa. İstersen vereyim," dedi, elindeki evrakları uzatarak.
"Bir ara gaz ver bakayım," dedim. Motor ara gaz verince homurtusu kulaklarımı doldurdu, içimden gülerek başımı salladım.
"Hızlı mı girdin çevirmeye de yazdılar sana?"
"Yok ağabey, durduk yere yazdılar. İki saat anlattım, orijinal egzoz diye, anlamadılar."
"Büyük makinadan miyavlama sesi beklediler herhalde. Bundan bende de vardı, bende de yemiştim," dedim, gülümseyerek.
"Valla mı, ağabey?"
"Valla… Şimdi yengen kullanıyor, Malatya’da. Şu kaskını da çıkar, nur cemalini görelim, belki bizi kekliyorsun," diye araya espri katınca motorcu gülerek kaskını çıkardı.
"Estağfurullah ağabey, sizden kaçar mı?" dedi, yüzünde hafif bir utangaç gülümseme.
"Kaçırmayız tabi, yakışıklı. Ben sistemden not da düştüm, egzozunu da. Yine de onu onaylat, başına iş gelmesin. Ben öyle rahatladım," dedim, dostane bir şekilde omzunu hafifçe sıvazlayarak.
"Çok sağ ol, ağabey ya. Allah kaza bela vermesin," dedi motorcu, gözlerinde samimi bir ciddiyetle.
"Eyvallah. Her şey yolunda, geç sen hadi. Hızına dikkat et, genç nesillere ihtiyacımız var," diyerek kafamı salladım.
"Ağabey, bu arada ben kayıttaydım da, motovlog çekiyorum. Paylaşabilir miyim?"
"Başımız belaya girmesin," dedim tebessümle.
"Yok ağabey, sansürlerim yüzünü," dedi, hafif gülümseyerek.
"Nerede yayınlıyorsun?"
"İnstagram ve YouTube, ağabey."
"İsmini not aldım, akşam bakacağım, ona göre."dedim, telefondan motorunda yazan hesabını okutup.
"Baş üstüne, ağabey," dedi, kaskını takarken yeniden motoruna yöneldi.
"Hadi bakalım o zaman, iyi yolculuklar," dedim, gülümseyerek.
"Sağ olun ağabey, iyi görevler size de," dedi motorcu.
"Eyvallah," diyerek geri çekildim ve güvenlik noktasındaki araçların yanına doğru yöneldim.
Ama elleri belinde, bana gülerek bakan İsmail ağabeyi görünce gözlerimi devirdim.
"Çay kahve de söyleseydim Gökoş," diye takıldı, hafif şaka karışık.
"Gözünü seveyim ağabey bitsin bir mesai, hadi hadi…" dedim, gülerek. "Arkadaki aracı ben alıyorum," diyerek aracı güvenlik noktasına çağırdım.
"Kolay gelsin, reis," dedi şoför, başıyla selam vererek. Plakayı okuttum.
"Ehliyetli de göreyim," dedim, hafifçe kaşımı kaldırarak. Adam ehliyeti uzattı.
"Ne için denetim var, reis, bu arada?" diye sordu merakla.
"Sana ne için lazım?" dedim, hafif gülümseyerek.
"Güvenlik için olduğunu biliyoruz, kral," dedi, gözlerinde saygı ve biraz da espri karışık bir ifade vardı.
"Muayenen yok, niye yaptırmadın?" diye sordum.
"Ya reis, yaptıracaktım da fırsat olmadı," dedi, omuz silkerek.
"Valla kusura bakma reis, benim de fırsatım oldu, ceza yazacak," diye takıldım. Adam gülümseyerek karşılık verdi.
"Bu defalık yazmasan be, kral," dedi esprili bir tonla.
"Aracın senin bir kaza yapsa, arkadaki evladına yazık değil mi kardeşim? Muayene hem taşıt hem de insan güvenliği için önemli. Ben yazdım, sen buradan doğru muayeneye götür aracı," dedim, dostane ama ciddi bir tonda.
"Baş üstüne reis, sen öyle diyorsan vardır bir bildiğin," dedi, başıyla onaylayarak.
"Eyvallah, iyi yolculuklar," diyerek gülümseyip aradan çekildim.
Ardından Alper’in yanına doğru yürüdüm. O da çevirdiği aracı sorguluyordu, kaşlarını hafifçe çatarak.
"Her şey yolunda, buyurun, devam edin," dedi sakin ama dikkatli bir sesle.
"İzmirli’m… Nasıl gidiyor?" dedim, omuz silkeleyerek.
"İyi gidiyor. Naptın, Meltem yenge ile konuştun mu?" diye sordu.
"Bende onu diyecektim sana," dedim, hafifçe gülümseyerek.
"Çakallık yapacaksın yani," dedi bana gülerek, ardından gelen araç şoförüne döndü.
"Ehliyet, ruhsat bir alabilir miyim?"
"Tabii, Komutanım," dedi araç şoförü, evrakları uzatırken. Ben de yanına sokuldum.
"Çakallık değil de, rica edecektim," dedim, kısık sesle.
"Söyle bakalım, Gök," dedi, göz ucuyla bana bakarak.
"Beni bu gün idare etsene… Meltem gelmiş. Evlendik, evlenelim, görmüyorum adam akıllı karımı," dedim, gözlerim hafifçe dolarak ama şaka karışık bir tonla.
"Başımı azmadın demi lan," dedi Alper, kaşlarını kaldırıp şaşkın bir gülümsemeyle.
"Düzgün konuş lan benle ! Hdm Azra ile seni o kadar idare ettik, sen etmeyecek misin şimdi?" diye takıldım.
"İsmail ağabey’e söyle. İzin veriyorsa, bendensin, hadi," dedi, omzunu silkerek.
"Nikah şahidin olmazsam adam değilim, İzmirli," dedim, hafifçe gülerek.
"Hadi hadi," dedi, arkamdan hafifçe iterek beni gülümsetti.
____
İklim Yılmaz’dan...
Sabah gözlerimi açtığımda, onun kollarının arasında uyanmıştım. Yüzünde uykunun verdiği masumiyet vardı; öyle huzurlu, öyle güzeldi ki, bir anlığına dünyanın tüm kötülükleri durmuş gibiydi.
Beline sarılıp biraz daha sokuldum ona. Tam o sırada kolundaki morluklar gözüme ilişti. Gözlerim doldu; içimde keskin bir suçluluk sızısı belirdi. Ya ben yaptıysam? Ya yine travmama yenilip ona zarar verdiysem?
Gülümsemem soldu, boğazım düğümlendi. O anda Emir döndü, gözlerini açmadan daha sıkı sardı beni kollarıyla. Sanki içimdeki korkuyu hissetmiş gibi…
Başımı göğsüne yasladım. Kalbinin düzenli atışları kulaklarıma doldu; her vuruş, bana yaşamı ve güveni fısıldıyordu. Keşke hep bu kalp atışlarıyla uyusam, hep bu sesle uyansam… diye geçirdim içimden.
Usulca başımı kaldırıp göğsüne bir buse kondurdum. Dudaklarım kalbinin tam üstüne değdiğinde, içimden sessizce bir dua yükseldi: Allah’ım, bu huzuru asla alma benden...
“Seni çok seviyorum… her şeyim…” dedim fısıldayarak, kolumu biraz daha sıkı sardım ona. Derin bir nefes alıp ciğerlerini doldururken, gözlerim yüzüne kaydı. Bir elim sımsıkı ona dolanmışken, diğer elim usulca yanağına uzandı. O yanakta beliren tek gamzeyi okşarken içimden kocaman bir şükür yükseldi. Gülümseyince o gamze öyle güzel çıkıyordu ki… sanki bana bu dünyada cenneti yaşatmak için Rabbim özenle kondurmuştu oraya.
“Güzelim…” diye mırıldanınca, bu defa elimi utanarak geri çekmedim. Devam ettim sevmeye, usulca, doyamayacağımı bile bile… Onun da dediği gibi, sevmek yetmiyordu, doya doya yaşamak gerekiyordu onu.
Gözlerini hâlâ kapalı tutsa da uyanıklığını hissettiriyordu. Ben yanağına küçük bir buse kondurduğumda ise, sonunda ağır ağır araladı göz kapaklarını. O sıcak gülümsemesiyle baktı bana.
“Günaydın…” dedim, sesim titrek bir mutlulukla.
Alnıma kondurduğu öpücükle içim daha da ısındı. Bir eliyle sırtımı sıvazlamaya devam ederken, dudaklarından dökülen o kelimeyle kalbim yerinden taşacak sandım:
“Günaydın… gün ışığım…”
“Uykunu aldın mı?” diye sordum kısık bir sesle.
Cevap vermek yerine kollarını iyice sardı, sanki bedenimi kendine hapsetti. O sıcaklık içinde nefesim karıştı ona.
“Bilmem…” dedi dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle. “Karım aldıysa, ben de almışımdır uykumu.”
Sözleri kalbime işleyince yüzümde istemsiz bir tebessüm yayıldı. Başımı göğsüne yasladım.
“Huzurlu bir uykuydu…” dedim fısıltıyla.
O da kokumu içine çekerek gülümsedi. “Tıpkı senin kokun gibi, öğretmen hanım…”
“Emir…” dedim kısık sesle, gözlerim hâlâ kolundaki morluklara takılmışken.
“Güzelim…” diye karşılık verdi, gülümsemesi hiç kaybolmadan.
“Koluna ne oldu?” dedim, parmak uçlarımı dikkatle gezdirerek.
“Ne olmuş?” dedi umursamaz bir edayla, sanki ben yanıyorken onun umurunda bile değildi.
“Morarmalar olmuş hep…” Sesim titredi, yüreğim sıkıştı. Onun canının yanma ihtimali bile içimi dağlıyordu.
Emir hafifçe omuz silkerek bana eğildi. Dudak kenarındaki o yaramaz gülüşle, “Hmm… öpersen geçer,” dedi.
“Off Emir ya…” dedim gözlerim dolarak, bir yandan da dudaklarımı sıktım. İçim sızlarken, o hâlâ beni güldürmeye çalışıyordu.
Başımı göğsüne yaslayıp fısıldadım:
“Ben senin canın yansın istemiyorum…”
O ise parmaklarıyla saçlarımı okşarken sakince mırıldandı:
“Benim canım zaten sensin, gerisi boş…”
“Ben mi yaptım…” dedim kısık bir sesle, gözlerim ondan kaçarken.
“Ben yaptım… senle alakası yok güzelim,” dedi, başını yana eğip gözlerime baktığında o sakin güveniyle.
“Yalan söyleme… doğru de… ben mi yaptım dün?” Sesim titriyordu, içimden geçen korkuyu saklayamıyordum.
“Sen yapmadın, kurban olduğum… doğru diyorum,” diye fısıldadı. Avucunu yanağıma koyduğunda parmaklarının sıcaklığı içimi rahatlattı.
“Peki nasıl oldu o zaman?” dedim hâlâ inatla, cevabını duymadan içim rahat etmiyordu.
Bir an durdu, sonra göz kırpar gibi hafif bir tebessümle, “Bir kere Emir’im de, söyleyeyim,” dedi.
“Off Emir…” diye iç geçirdim, yarı öfkeli yarı çaresiz.
“Off’kine ne off öğretmen hanım,” dedi kıkırdayarak, parmaklarını saçlarımda gezdirirken. “Ancak böyle dize getiriyorum sizi, napayım…”
“İltifata zorlayarak mı?” dedim kaşlarımı hafif kaldırıp, sanki ciddiymişim gibi ama dudaklarımın kenarı gülümsemeye kaçıyordu.
“Zorla mı diyorsun ki…” dedi gözlerime bakarak. “Bende otomatik çıkıyor…”
“Nasıl bir otomatik bu?” dedim, burnumu hafifçe ona sürterken.
“Yürek telinden…” diye fısıldadı. Sesinde öyle bir samimiyet vardı ki kalbim sıkıştı.
“Emir’im demem senin için… niye bu kadar önemli peki?” diye sordum merakla, parmak uçlarımı boynunda gezdirerek.
Gözlerimi yakalayıp kollarını daha da sıkı sardı. “İklim’im demem senin için ne kadar önemliyse… o kadar öğretmen hanım,” dedi içten bir iç çekişle, “Zorla değil… yürekten, istemsiz döküldüğü zaman duymak istiyorum…”
“Zorla demiyorum ama Emir’im… sana dair ettiğim her iltifat… yürektendi,” dedim, sesim hafif titreyerek.
Emir dudaklarını ısırıp gülümsedi. “Emir deyişlerine dahi… ölüp ölüp dirilesim geliyor ki zaten, güzelim…”
Kaşlarımı kaldırdım, hafif alayla. “Ha, oyun yaptın yani?”
“Şımarmak istiyorum öğretmen hanım,” dedi gözlerini kısarak, bana doğru yanaşıp burnumu sıkıca sıkıştırırken.
Ben de gülerek başımı göğsüne yasladım. “Şımar o zaman…”
“Sen benim şımarmamı mı istedin demin, yanlış duymadım değil mi?” dedi gözlerini kısarak.
“Evet,” dedim meydan okur gibi ama dudaklarımda belli belirsiz bir gülümsemeyle.
“Bak sen…” diye mırıldandı.
“Bakıyorum zaten,” dedim, göz göze gelince kalbim daha da hızlandı.
“Ben şimdi seni kahkahalara boğmaz mıyım!” deyip birden ellerini belime atarak gıdıklamaya başladı.
“Emir yapma ya!” diye çığlık gibi çıkan gülüşümle debelenmeye başladım.
“İzin aldım ki!” dedi kahkahalar atarak, gözlerinde yaramaz bir parıltıyla.
“Emir!” dedim nefessiz kalmış halde, kahkahalar arasında onun göğsüne kapanarak.
O ise sımsıkı sarıldı bana, hâlâ gülerek kulağıma eğildi. “İzin verdin… şimdi sözümden dönemem güzelim…”
Kahkahalarım arasında kollarımdan tutup, boynundan ellerimi birleştirmesiyle beni kucağına aldı. Vücudu sıcacık, kalbi ritmik; tüm dünya o an için sadece ikimizdendi.
"Hazırlanmamız lazım bebeğim, sonra devam edeceğiz seninle şımarmaya," dedi usulca, sesi hem ciddi hem şefkatli.
"Niye bilmiyorum ama böyle bebek gibi taşımaların hoşuma gitmeye başladı," diye fısıldadım, yüzümde utanmış bir gülümseme.
"Kız, sen bu gün yürek mi yedin?" diye takıldı, gözleri gülerken kaşını kaldırdı.
"Utandırma işte ya," dedim, yanağımı biraz daha göğsüne gömdüm.
"Bana karşı açık olman hoşuma gidiyor benim de, öğretmen hanım," diye mırıldandı, parmaklarını nazikçe avucumun içlerinde dolaştırarak. Sesi içimde sıcak bir dalga bıraktı.
"Nasıl becerdin hâlâ merak ediyorum," dedim, sesimde hem şaşkınlık hem hayranlık.
"Neyi?" diye sordu, gözleriyle her kelimemi takip ederek.
"Hem hayatımı kurtarıp, hem en yakın hem de tek aşkım olmayı," diye fısıldadım, gözlerim ona kilitlenmişken.
“Kendini unutmuş bir adama kendini hatırlatan sana sormak lazım, öğretmen hanım…” dedi Emir, gözlerinde o tanıdık yaramaz parıltıyla.
“Sen bu dünyadan olamazsın, Emir…” dedim, ona hayranlıkla bakarken.
“Uzaylıyım ben, unuttun mu?! Kabileme katmaya geldim seninle… ve Baran’ı!” diye alaycı bir şekilde ekleyince gözlerimi devirdim ve gülümseyerek, “Ya Emir!” dedim.
“Hadi, geç kalacağız!” diye sabırsızlandı, sesi bir anda enerji doldu.
“Nereye?” diye sordum, merakla.
“Gideceğimiz yerler çok bugün, bitanem. Rahat bir şeyler giy üstüne; birazdan alışverişe çıkacağız,” dedi göz kırparak, heyecanı yüzüne yayılmıştı.
“Emir… Anıtkabir’e eşofmanla götürmeyeceksin, değil mi?” diye takıldım, hafifçe gülerek.
“Ayıp ettin güzelim! Hadi, hazırlan sen. Ben de kahvaltı isteyeyim odaya gelsin,” diyerek eliyle saçımı nazikçe düzeltti.
“Tamam!” dedim, kalbim heyecanla çarparken hızla odama yöneldim.
___
Meltem Korel Aydın'dan…
Taksi evin önünde durduğunda, parayı uzatırken bile kalbim sıkışıyordu. Kapıdan inip başımı kaldırdığımda, o bildik binaya hüzünle baktım. Üçüncü gelişimdi buraya ama bu kez farkı vardı; bu kez onun karısı olarak dönüyordum… İçimde bir buruklukla, sırt çantamı omzuma asıp ağır adımlarla merdivenlere yöneldim.
Güya tayin isteyecekti bu sene, yanımda kalabilmemiz için. Ama hayat… ah şu hayat! Her seferinde boğazımıza düğümlüyordu hasreti, mesafeyi, özlemi…
Anahtarı kilide yerleştirip çevirdiğimde, kapının gıcırtısıyla beraber tanıdık bir koku çarptı yüzüme. O an, istemsizce hüzünle gülümsedim. Evin her yanı onun kokusuyla doluydu… Sanki duvarlar bile Göktürk’ün nefesini saklıyordu.
Çantamı yatak odasına bıraktım. Tam dönüyordum ki gözüm çamaşır makinesinin önünde birikmiş kıyafetlerine ilişti. Kahkaha attım istemsizce. Deli doluydu, fevriydi, ama asla dağınıklığı sevmezdi. Kesin yine aceleyle çıkmıştı evden; “sonra hallederim” diye bırakıp gitmişti.
Kirli kıyafetlerini makinaya atarken derin bir iç çektim. Sonra mutfağa yöneldim. Masanın üzerindeki kahvaltılıklar, yarım kalmış bir telaşın sessiz tanığı gibi duruyordu. Ve o an… gözlerim doldu.
Çay bardağında çayı yarım bırakılmıştı. Daha dudak izi silinmemiş gibiydi… Elimi uzatıp bardağa dokundum, sanki o an parmak uçlarımda tenini hissetmek ister gibi.
“Çayını dahi bitirmemişsin Göktürk ya…” dedim titrek bir sesle. Yutkunup bardağa bakarken boğazım düğümlendi. “Kim bilir ne haldesin…”
Oflayarak mutfağı toparladım. Tabakları yıkayıp masayı silerken içimdeki boşluğu hiçbir şey doldurmuyordu. Sanki onun eli değmeden bu evin hiçbir köşesi tamamlanmıyordu. Oturma odasına göz gezdirdiğimde oranın gayet toplu olduğunu görünce buruk bir tebessüm ettim. O, ne kadar deli dolu olsa da aslında titizliğini hiçbir zaman elden bırakmazdı.
Derin bir iç çekerek yatak odasına geçtim. Dolabın kenarına iliştirilmiş şortumu ve rahat bir tişörtü giydim. Yatağa uzandığımda içimde bir sızı daha yükseldi. Evliliğimiz bile, görevlerin ve işlerin telaşı içinde aceleye gelmişti. Doğru düzgün doyasıya vakit geçiremeden, onu yeniden hasretle beklemek zorunda kalmıştım. Dudak büzerek yastığa başımı koydum, elim alışkanlıkla yastığın altına kaydı.
Tam o sırada kapının açıldığını ve ardından o tanıdık, özlemle beklediğim sesi duydum:
“Meltem’im… yavrum, geldin mi eve?”
Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarparak yataktan fırladım. Ayaklarım sersefil bir hızla yere basarken, aklımda sadece o sesin yarattığı sıcaklık vardı. Kapıya doğru koşarken nefesim kesiliyor, heyecan ve özlem içimi kavuruyordu.
“Aşkım!”
Ve işte, karşımda tüm özlemiyle Göktürk duruyordu; gözlerinde uzun zamandır göremediğim o derin, içten parıltı… Gözlerimiz bir an için kilitlendi, dünya sanki durdu.
“Gelmişsin…” dedim nefes nefese, sesim titrek ama dolu doluydu. Gözlerim istemsizce yaşla doldu, yutkunmakta zorlandım.
“Gelmez olur muyum… Nasıl özledim seni, Meltem’im!” dedi, kollarını açarak. Sesi hem gurur hem de özlem doluydu; adeta yılların hasretini tek bir nefeste bırakmak ister gibiydi.
Koşup boynuna atıldım. Onun kokusu etrafımı sararken, içimde biriken bütün hasret gözyaşına dönüştü. Sanki günler değil, aylarca nefes alamamıştım ve şimdi ilk kez ciğerlerim taze hava ile doluyordu.
“Çok özledim… çok çok özledim…” diye fısıldadım, boynuna sıkıca kapanırken. Ellerim istemsizce saçlarına dolandı, parmak uçlarım saç tellerine gömülürken yüreğimdeki tüm sıkışmış duygular dışarı çıkıyordu.
Elini sırtımda gezdirip yüzünü saçlarıma gömdü. “Ben de çok özledim, Meltem’im… Ben de çok özledim…” dedi, sesi titrek, neredeyse ağlayacak kadar duygusaldı. Gözlerindeki nem, kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyordu...
“Çok özledim… Çok, çok özledim seni…” dedim, boynuna sıkıca sarılarak. Kalbim onun göğsünde deli gibi çarpıyor, boğazım düğümlenmişti; gözlerim doluyor, kelimeler boğazımda kalıyordu.
“Özür dilerim…” diye fısıldadı, saçlarıma dudaklarını değdirirken. “İlgilenemiyorum seninle güzelim… Hep koşuşturma, hep görev… Senin yanında olmayı en çok ben isterken, en çok seni bekletiyorum…”
Geri çekildi ve alnımı alnına yasladı. Gözleri hüzün ve sevgiyle doluydu.
“Çok özür dilerim sana ayıramadığım tüm zamanlar için…”
“Özür dileme… Ben beklemeyi göze alarak girdim bu yola seninle, aşkım…” dedim, sesi titrek ama kararlı.
“Güzelliğine güzellik katmışsın daha da…” diyerek yavaşça yüzümü okşadı.
“Görmeyeli daha da yakışıklı olmuş benim sevgilim de…” dedim, gözlerimdeki özlemi yansıtan bir gülümsemeyle.
“Canım benim…” diyerek tekrar sıkıca sarıldı. Gözlerinden düşen yaşlara engel olmadan, göğsüne hapseder gibi beni kucakladı.
"Göktürk, bir de sana bir haberim var..."
"Ne haberi, biriciğim?" dedi merakla, gözleri ışıl ışıl parlayarak.
"Gel benimle," diyerek yatak odasına çektim onu. Yüzündeki merak ve heyecan karışımı ifadeyi görmek kalbimi eritti. Sırt çantamdan çıkardığım küçük kutuyu uzattım.
"Bana hediye mi aldın?" dedi, sevimli bir şekilde gülümseyerek.
"Bak kime aldığımı anlarsın..." dedim hafifçe gülümseyip.
Gözleri bir anda doldu, kutunun içindeki minik bebek kıyafetini görünce elleri ağzına gitti. Beni öyle bir süzdü ki, gözlerinde hem şaşkınlık hem tarifsiz bir mutluluk vardı.
"Şaka yapıyorsun... Ciddi misin sen, Meltem?" diye fısıldadı, sesi heyecanla titriyordu.
Başımı sallayarak, gözlerim dolu dolu: "Baba oluyorsun..." dedim, mutluluktan boğulurken.
"Yemin et!" dedi, sesi hâlâ titreyerek.
"Yemin ederim... Baba oluyorsun, aşkım..." dedim, kalbim hızla çarparken.
"Meltem, canım, ömrüm, güzelim!" diyerek hızla kalktı ve beni sıkıca sarıldı...
"Ömrüm… şimdi biz anne baba mı olacağız?!" Göktürk’ün sesi titriyordu, gözlerindeki parıltı hem şaşkınlık hem tarifsiz bir sevinç taşıyordu. Ellerini karnıma hafifçe koyarken nefesi kesilmiş gibiydi.
"Evet… öyle olacağız…" dedim, sesi titreyerek ama içimde kocaman bir sevgiyle. Kalbim, onun kalbiyle birlikte atıyormuş gibi hızlı ve heyecanlı çarpıyordu. "Çok erken oldu belki… ama bu küçük mucize, tam da bize geldi…"
Göktürk bir an durdu, gözleri dolu dolu karnıma bakıyordu. "Kaç haftalık?" diye sordu, sesi hem korku hem merakla titriyordu.
"İki… İzine gelmiştin ya Malatya’ya… İşte bu, bizim hediyemiz oldu…" dedim. Kelimelerim boğazımda düğümlenmiş, gözlerim yaşla dolmuştu.
Bir an, elleri karnıma hafifçe bastı, yüzünü karnıma yasladı ve gözleri doldu. "Duyar mı beni… şu an karnında mı?" diye fısıldadı neredeyse kendine.
"Evet, içinde senin sevgini, nefesini hissediyor…" dedim, onun saçlarını okşarken gözyaşlarımı tutamadım. İçimde hem tarifsiz bir sevinç hem de minik bir korku vardı; ama aynı zamanda birbirimize sarılmış, geleceğe dair umutlarımızı sessizce paylaşıyorduk.
“Yorgunsundur sen, uzaktan geldin… dinlen yavrum… bebeğimiz de yorulmuştur. Canınızın çektiği bir şey var mı?” dedi telaşla, gözleri sürekli üzerimde geziniyordu.
“Sakin ol, aşkım…” dedim, o halini yatıştırmaya çalışarak.
“Kontrole falan gitmemiz lazım mı? Sen düşünmüşsündür gerçi ama… ne yapacağız şimdi? Ben Emir iyileşmeden alamam da tayini… Ya benden uzakta bir şey olursa size?” Sesi titriyordu, korkuları kelimelerine sığmıyordu.
Elini tuttum, avuç içindeki teri hissettim. “Aşkım… sakin ol. Tayin almana gerek yok. Ben geldim yanına.”
Şaşkınlıkla gözlerini bana dikti. “Ne… ne demek geldim yanına?”
Derin bir nefes alıp gözlerinin içine baktım. “Ayrıldım işten.”
Bir anlık sessizlik oldu; yüzündeki ifade, hem inanmak isteyen birinin şaşkınlığı, hem de içinde kabaran korkunun izlerini taşıyordu.
“Neden?!” dedi kaşlarını kaldırarak.
“Ben sana diyemedim ama… ek mesaiye bırakıyorlardı hep, hakkımı da yediler. Bıraktım ben de… kızdın mı?” dedim, dudağımı ısırıp gözlerine bakmaktan kaçınarak.
O, bir an durdu, sonra şefkatle yüzümü avuçlarının arasına aldı; parmak uçlarının sıcaklığı dudaklarımı okşadı.
“Kızmadım canım… ama niye şimdi, neden birdenbire?” diye sordu, sesi hem meraklı hem koruyucuydu.
“Ne zaman arasam ya da görüşsek, hep çok yorgun ya da çok üzgündün, Göktürk. Kıyamadım…” Kelimelerim titriyordu; içimde biriken özlem ve suçluluk birbirine karışmıştı.
Gözlerime bakıp hafifçe gülümsedi; alnınımla alnımı buluşturdum.
“Ben sana ne diyeyim… ya ben sana aşık olmayıp da ne yapayım be kadın!”
“Yanında kalayım… hem aklın bizde de kalmaz, Emir’le de ilgilenirsin,” dedim gözlerimi kocaman açıp tatlılık yaparak.
“İyi olur,” dedi gözlerime bakarak. “Seni İklim’le de tanıştırırım. Emel gibi onunla da hemen kaynaşırsın, çok sıcakkanlıdır.”
“Olur, kız günü yaparız,” dedim heyecanımı belli ederek.
O, kaşlarını hafifçe çattı, şefkatle yanağıma dokundu. “Ama bak… benden habersiz kimseyle buluşmak yok, tamam mı? İçim rahat etmez, her yer risk çünkü ömrüm...”
Gözlerimi kısıp dudak büktüm, sonra gülerek başımı onun omzuna koydum. “Tamam aşkım… sen ne dersen öyle olsun.”
Gözleri ışıldadı, gülümsememle birlikte o da gülmeye başladı. Başını yana sallayıp iç çekti:
“Şu gülüşüne nasıl hasret kaldım bir bilsen günlerdir…”
Bir an sustum, yüzüm kızardı. Elini yanağıma koyunca kıkırdayarak fısıldadım:
“Daha çok göreceksin… bıkana kadar.”
O da kahkaha attı. “Ben senden nasıl bıkayım… ömrümün neşesi sensin.”
Gülerek saçlarımı okşadı.
“Yeminle, en zor günümde bile aklıma senin yüzün gelince toparlanıyordum. Sen var ya, benim bütün yorgunluğumu silip atan tek şeysin.”
Başımı kaldırıp ona baktım, gözlerindeki parıltıya daldım. Dudaklarımda küçük bir tebessümle fısıldadım:
“Seni çok seviyorum Gökoşum…”
Parmaklarını çeneme koyup yüzümü kendine çekti.
“Ben de… ömrüm, ilkim, her şeyim…” dedi ve alnıma uzun uzun buseler kondurdu.
Elleri nazikçe yüzümü kavradı, parmak uçları yanaklarımı okşarken dudaklarımıza yavaşça yaklaştı.
“Ne kadar şükretsem de az, senin şu gülüşünle oluşan manzara için,” dedi fısıldayarak.
"Senin sayende gülüyorum..." dedim, sesi titrek ama kalpten.
“Bitireyim mi hasretimizi izninle, güzelim...” diye sordu, nefesi dudaklarıma dokunuyordu.
“İzinlerin hepsi senin olsun, canımın içi...” diye yanıtladım, gözlerimi kapatıp kalbimin hızlı atışını hissederek.
Dudaklarımız birleştiğinde dünya sessizleşti; sadece biz vardık. Öpüşmemiz yavaş, ama her dokunuşta yılların birikmiş özlemi ve sıcaklığı vardı. Göktürk’ün elleri saçlarımı okşarken, boynuna dolanan kollarım güven ve şefkatle sıkıştı.
Bir an için nefeslerimiz bile birbirine karıştı, hıçkırıklarla dolu sessiz bir ritim içinde kalplerimiz konuştu. Dudaklarımız ayrıldığında gözlerimiz hâlâ birbirine kilitlenmişti, alnımı nazikçe öptü:
“Benim her şeyim, geldin ya yanıma… şimdi seninle tamamlandım sol yanım.”
Ben hafifçe gülümseyerek, hâlâ dudaklarımda hissedilen sıcaklıkla:
“Ben de seninle tamamlandım aşkım…” dedim.
___
Oy sınırı 40 yorum sayısı 25 tir.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |