

"'_Aylar önce_"'
Emir Kaan Yılmaz’dan...
Kanlar içinde yere yığılmıştı. Nefesi boğuk, bakışlarındaki nefret hâlâ canlıydı. Karşımda, sevdiğim kadının sesini susturan o şerefsiz, o kansız yatıyordu. Parmaklarım öfke ve kinle titrerken, yanımda duran Cüneyt’in sesi kulaklarımda yankılandı.
“Bacanak, bundan sonrası sende… Leyla’ya yapılanları unutma. Bu kadar işkence bile az. Ben daha yapacağımı bilirdim de… Dua etsin, Leyla’mın emaneti ‘baba’ diye ağlıyor. Ben artık çocuğumun yanına gidiyorum. Sakın merhameti koyduğun yerden çıkarma! Bu adam için cennet kokusu haramdır.”
Sözleri ağır ağır zihnime kazındı. Cebimden bir mendil çıkarıp ona uzattım. “Elini şimdilik sil. Eve gidince yıka da yeğenim mikrop kapmasın.”
Cüneyt başını salladı, kısa bir tebessümle mendili aldı ve arkasına bile bakmadan uzaklaştı. Ayak sesleri karanlıkta erirken, ben gözlerimi yerde sürünen Adar’a diktim. Eğildim; yüzümü neredeyse ona değecek kadar yaklaştırdım.
“Nasıl, sana layık damat olduk mu, bizim yöntemlerimiz fantazine uydu mu Adar Ağa?” dedim, alaycı bir tonla.
Kanımdaki soğukluk, bir seri katilin damarlarında dolaşan buz gibiydi. Dudakları kanla ıslanmıştı ama hâlâ hırlamaktan geri kalmadı. “Öleceksin! Bir gün acılar içinde öleceksin!”
Derin, tok bir kahkaha yükseldi boğazımdan. “Hepimiz öleceğiz, Adar. Tek fark şu: ben adam gibi öleceğim, sen ise leş gibi. Çünkü ölmeden önce, bana ölümümü tattıranlardan intikamımı alarak delikenlı gibi öleceğim ben...”
Sinsice sırıttı. “Acıyarak bakacaklar sana.”
Başımı sağa sola salladım. “Yanılıyorsun. Bu yaşa kadar hiçbir kula minnet etmedim. Ardımda kalacak herkes bana gururla bakacak. Emin ol.”
Gözleri daraldı, dişlerini sıkarak son kozunu ortaya sürdü. “Arin’in cesedini önüne sereceğim senin!”
O an öfkem alev aldı. Saçlarını avuçlarımın arasına alıp yüzünü yere bastırdım. “Karımın sesini duyamadım diye seni ininde devlet bile bulamazken çıkardım, getirdim lan buraya! Onun saç teline zarar gelse… yapacaklarımı hiçbir zekâ hayal dahi edemez, Adar Karaçaylar! Onca işkenceyi, sırf sesini kıstınız diye yapan adam! Bir daha sana nefes aldırır mı, gözlerime iyi bak da gör ?!”
Onu sertçe ittim. Çığlığı kulaklarımda çınladı. Tam o sırada bir araç durdu yanımızda. Başımı yana çevirdim; dudaklarımda tehlikeli bir gülümseme belirdi. Koruma indi; tek bakışımdan ne yapması gerektiğini anladı. Adar’ı sürükleyip bagaja attı.
Ağır adımlarla araca bindim. Torpidodan ıslak mendili alıp patlayan ellerimdeki kanı sildim. Yüzüm tiksintiyle burkuldu.
“Mikrop kapacağım… Kansızın kanı bile insana tiksinti veriyor.”
Koruma yan koltuğa geçti. Direksiyona oturan şoföre kısa bir bakış atıp ardından emir verdim: “Gazla. Depoya gidiyoruz. Baran’la Ayhan’ı atlatmamız bile başlı başına mucizeydi.”
Koruma arkasına döndü, sakin ama soğuk bir sesle: “Efendim, kopan parmaklarını da aldık. Delil kalmasın diye.”dedi.
Başımı usulca salladım.
“İyi yapmışsın. Hadi sürün şimdi.”
“Emredersiniz.”
Camdan dışarı bakarken dudaklarımda yine o uğursuz gülümseme vardı.
“Hızlı ol… sona yaklaşıyoruz.”dedim, sabırsızca.
Koruma çekinerek sordu: “Panzehiri enjekte ettiniz mi peki efendim?”
Başımı çevirdim; gözlerim karanlıkta parladı. “Ettim. Olması gereken kişiye. Daha hızlı sür şu zımbırtıyı!”
Yol düz, gece karanlığı ağır; aracın tekerleri çamurun üzerinden usul usul geçti. Beynimde tek bir ses yankılanıyordu: İklim’in bağırışından kalan ince bir uğultu. Başımı iki elimle ovuşturdum, hafif bir masaj gibi olsun diye; yaptığım şey aklı başında birinden çok uzaktı. Bunu biliyordum. Ama içimdeki başka bir ruh —uzun yılların birikmiş kini— bedenimi ele geçirip kusmayı seçmişti.
Pas kokan, ıssız depo binasının ışıkları göründüğünde arabayı durdurdum. Korumalardan birine baktım, emir nettîydi: “Çabuk olun. Hemen arka bölüme getirin o leşi!”
Koruma tereddüt etti, fısıldadı: “Efendim… ne yapacağız?”
Tek kaşımı kaldırarak ona dönüp derince süzdüm.
Cevabım beklediğimden de soğuk ve keskin çıktı: “Leyla’ya yapılanın aynısını...Tek farkı...Adar canlı olacak...”
Onun gözleri irkildi; diğer korumaya döndüm: “Benzini de getirin!”
“Emredersiniz, efendim,” dedi koruma, titrek bir sesle.
Adımlarımın sesi çelik zeminde yankılanıyordu. Elimi cebime attım, kamerayı açtım; kırmızı ışık her şeyi kaydetmeye hazır bekliyordu. Sarsılan kalbim, nefesimle birlikte hızla çarpıyor, içimde biriken öfke ve acıyı bastırmak neredeyse imkânsız hâle gelmişti. Göz bebeklerimde kıvılcımlar çakarken, videoya başladım.
“Bugün bir infaz videosuna şahitlik edeceksiniz. Bu video bittiğinde size ulaşacak. Doğrusunu söylemek gerekirse… adaletin ve kadınların susturulduğu bir ülkede adalet olmaya karar verdim. Kulağa hoş değil de acı geliyor değil mi? Adaletin olmadığı yerde… adalet olmak…Ne yazık ki böyle bir yerdeyiz. Ama ben buna bir son verecek, o adımı atmaya karar verdim. Adaleti duvar yazısı olarak kullanmayı değil, faaliyete sokarak hak edilen cezaya dökmeye karar verdim.
Ama...Öncelikle … acımasızca öldürülen her kadından, her çocuktan seslerini yeterince duyuramadığımız için özür diliyorum. KADES’e basmadıkları için katiline değil, kendisine suç yüklenip bu hayattan koparılan tüm çiçeklerimizden özür diliyorum. Ama ben çiçeğimin solmasına izin vermeyeceğim. Ben, çiçeğimi ve çiçeğimin çiçeğini solduranlardan bugün hesap sormaya geldim.
Leyla Duman Karaçaylar… benim sevdiğimin çiçeğiydi. Ablasıydı. Sırf babasının istediği adamla evlenmeyip sevdiği adamla kaçtığı için; kocasının önünde, öz babası tarafından türlü işkencelere maruz kaldı. Otopsi raporunda on sekiz farklı kişinin DNA’sı bulundu. On sekiz katil vardı. Ama malûm adalet, sadece bir kişiye ceza verdi: babasına. Babasının mahkemede söylediği tek cümle şuydu: ‘Benim ağacımın meyvesini ilk neden başkası tattı?’
Kanınız dondu değil mi? Yaratıcının dahi ayaklarının altına cennet koyup, meleklerle neredeyse eş tuttuğu kadınlar… böyle caniler yüzünden çiçek açması gerekirken toprak oluyor. Ama ne yazık ki size bunları daha detaylı başka bir videomda anlatacağım. Bunlar sadece görünen tarafı.... Ve zamanım daralmaya başladı bile...”
Sözcüklerim karanlıkta yankılanırken kamerayı önüme getirilen Adar’a çevirdim. Işığın altında yüzü soluk, gözleri korkuyla donuktu.
“Şimdi gelelim intikama… Benim sevmeye kıyamadığım, elini tutsam kırılır mı diye korktuğum güzelimin sesini kestiyseniz; ablasına infaz videosunu izletip onu sesi kısılana dek ağlattıysanız! Şimdi sizin sesinizi de ibret-i âleme duyurmak benim için büyük bir şeref olacak. Özellikle de… gücü değil, kadınlara yeten itlere öyle bir ibretlik şölen sunacağım ki… Ve geldik filmin en can alıcı noktasına,” dedim ve kamerayı önümde kıvranan Adar’a çevirdim.
“Bu adama iyi bakın! Bu adam… namus kisvesiyle gezen, Leyla’nın namusunu çarşafa bağlayan adam. Öz ve öz dedesi. Ve karımın annesi ile ablasını ‘namussuzluk’la suçlayıp öldüren katillerden biri!” diye haykırdım; ardından kamerayı korumaya verdim.
“Kayıttan sakın çıkma!” diye gürledim. Koruma başını sallayarak kamerayı sıkıca tuttu.
Yerden benzini aldım. Bidonun soğuk yüzeyi avuçlarımı kesti; metalin soğukluğu birkaç saniyeliğine beni titretse de kararlılığım sarsılmadı. Üstüne dökmeye başlamam ile, Adar; acıyla geriye çekildi, gözleri korkuyla büyümüştü; bedeninin her kıvranışı yaptıklarının ağırlığını fısıldıyordu.
“Yapma… Ne istersen yaparım… bir daha asla dokunmam sana, Emir Kaan. Yapma oğlum! Aşiretle başa çıkamazsın!” diye yalvardı; sesi tüyleri ürperten bir teslimiyetin yankısıydı.
“Siz niye dokundunuz lan o zaman, o tertemiz çiçeklere? Niye kirlettiniz masum çiçekleri, hayattan kopartığınız yetmezmiş gibi?!”
"Yapma! Pişmanım oğlum...yapma!"
Cebimden çakmağı çıkardım. Alev bir an parmaklarımın ucunda oynadı; o küçük alev, kalbimdeki yangının bir izdüşümü gibiydi.
“Emir… yapma… nolur…” diye yalvardı Adar, sesi keskin, havada asılı kaldı.
Ve o anda içimde bir kıvılcım attı; öfke, acı ve beklenmedik bir durulma. Nefesim kesildi. Yüzümde hissettiğim duygu, hem hesap sormak hem de gerçeği örtbas etmeden açığa vurmak isteyen bir duruş olarak belirdi.
“Ben kız kardeşime, eşime, yeğenlerime...Kan bağım olmasa dahi, manevi kız kardeşlerime… belki de kendi kızıma temiz bir dünya bırakmak için yakacağım seni. Neden mi? Siz Leyla’nın cinayetini ‘ev yangını’ diyerek örtbas ederken, onun cansız bedenini yakarken acımadınız. Şimdi sen de canlı canlı yan, belki ibret olursun…” diyerek çakmağı attım...
Çakmağı atmamla birlikte bir anda kıvılcım çaktı, ardından alevler göğe yükseldi. Çığlıklarla acı içinde kıvranan Adar, alevlerin içinde kalmıştı. Gözlerim, alevlerin kızıl yansımasıyla karışık titrerken geriye birkaç adım attım. Dizlerimin bağı çözüldü, yere çöktüm. Cebimden sigara çıkarıp yaktım; dumanı ciğerime çekerken yüzümde en ufak bir titreme yoktu.
“Yelleyin şunu biraz…” dedim, soğuk bir gülüşle. “Bu çok da içimi açmadı.”
Korumalardan biri gözleri dolarak, korkuyla bana baktı.
“A-anlamadım efendim…”
Öfkeyle ayağa kalktım.
“Ulan atsana lan diğer benzin bidonunu!” diye kükredim. Adam panikle dediğimi yaptı. Alevler daha da artarken çığlık ve inleme sesleri daha can alıcı bir hal aldı.
O sırada yaklaşan araba farları deponun duvarlarını aydınlattı. Kapılar açıldı; Ayhan ve Baran ağır adımlarla indiler. Alevlerin dans ettiği karanlıkta yüzlerindeki dehşeti görebiliyordum.
Baran, gözleri kocaman açılmış halde, elini başına götürdü. Bana baktığında sesi parçalanmıştı:
“Ne yaptın sen?! Emir Kaan… Ne yaptın sen?!”
Derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Sigara paketini cebimden çıkarıp ona uzattım, umursamazca:
“Olması gereken adaleti…” dedim. “İçer misin?”
Baran taş kesilmişti. Dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. Gözlerindeki şok, bana bakarken taşlaşmış bir öfke ve çaresizlik arasında gidip geliyordu. Omuz silktim, sigarayı cebime geri koydum.
“Sen bilirsin…” dedim alayla. Sonra gözlerimi Ayhan’a diktim. “Ayhan, sen de o adama hayatını vaat edersen… bir sonraki ölü sen olursun.”
Ayhan bir şey demedi, sadece elini kaldırıp adamlarını geri çekti. Bu bana yetti. Başımı iki yana sallayıp gülümsedim. Aracın kaputuna yaslandım, dumanı havaya üflerken kendi sesim bile bana yabancı geliyordu.
“Adalet olmak… güzel şeymiş. Ruhu hafifliyor insanın.”
Baran, elleri titreyerek ileri bir adım attı. Gözleri alevlerde yanıp kavrulan bedende, sonra bende. Sesi kırılmış, titremişti:
“Emir… Emir, ne yaptın sen… Bu değilsin sen… Sen bu değilsin!”
Ona yan gözle baktım, sonra sigaramdan bir nefes daha çektim. Boşta kalan elimle umursamaz bir selam verir gibi elimi uzattım.
“Tanış o zaman… Baran Boran.” dedim soğuk bir tebessümle. “Adalet Yılmaz.”
“Sen aklını yitirmişsin, Emir…” dedi Baran, sesi titreyerek.
“Yitirmedim,” diye karşılık verdim, sesimde tuhaf bir sakinlik vardı. “Sadece kinim mantığıma ihanet etti. Sizin sevdiğiniz Emir Kaan… onu bulduğunuzda… ona bu halimi arada salmasını isteyin. Geç kalmış bir adaleti uykusundan uyandırmak için bazen onu kan uykusuna yatırmam gerekiyormuş, onu anladım. ”
“Benim kardeşim bu değil…” dedi Baran, inanmak istemezcesine.
“Kardeşine ulaştığında çoğu şey için çok geç kalmış olacaksın… Emir Kaan iyi biriydi, yalan yok. Ama fazla iyiydi. Pisipişine ölüp gitmesine izin veremezdim. Kendi intikamımı da alırım, kula minnet etmeden alnım akıyla ölürüm,” diye ekledim; sanki ona benden uzak birini anlatıyormuşum gibiydi. Baran birkaç adım geri çekildi.
“Kayıtı kapat, bitti…” diyerek korumanın elinden telefonumu alıp cebime soktum. Sert frenlerin ardı arkası kesilmezken, karşıda Alparslan Üsteğmen’i görünce gülümsedim.
“Ooo, hoş geldiniz Atalay timi!” dedim; herkes şaşkın bakışlarla yüzüme döndü.
“Emir’im…” dedi Alper, sesi kırık.
Gülümsemekle yetinip hâlâ arkamdaki yanan cesede bakamadan, Alparslan Üsteğmen’in yanına yaklaştım. “Sen içer misin, Alparslan ağabey? Baran içmiyormuş,” diyerek sigarayı uzattım. Baran ellerini yüzüne kapatıp uzaklaştı, diz çöktü.
“Baran…” diye çağırdı İsmail ağabey, yanına çöktü.
Başımı yana eğdim. “Niye ağlıyorsun, Baran?” diye sordum, kaşlarımı çatarak.
“İçindeki saflığa ulaşamadığım için… gerizekâlı!” diye kükredi Baran.
Ben alayla bir kahkaha patlattım. “Saflık mı varmış içimde?” diyince Baran bir anda ayağa fırladı.
“Yokmuş, Emir Kaan! Yokmuş!” diye haykırdı; araca yönelirken İsmail ağabey ve Yiğit Alper’in onu durdurmaya çalışmasına aldırmadan araca binip tozu dumana katarak uzaklaştı.
Yeni bir sigara yakmak için paketimi açtığım sırada Alparslan Üsteğmen elimden paketi çekip yere fırlattı; sonra ellerimi tutup, patlayan ellerime dehşetle baktı.
“Ne yaptın kardeşim, sen kendine böyle ne yaptın?” dedi; sesi hem öfke hem de korku taşıyordu.
Gülmeye başladım, gülüşüm gecenin soğuğunda iğneli bir ses gibiydi. “Adalet oldum ben, ağabey. Artık bana, aileme, kimseye dokunamayacaklar,” dedim.
Tansu Asteğmen bana sarılıp fısıldadı: “Yapmasaydın keşke, Emir… keşke yapmasaydın, kardeşim…”
“Adalet Yılmaz… adalet uyumaz,” diye karşılık verdim, soğuk bir kararlılıkla.
Göktürk saçlarını geriye çekip eliyle kısa bir hareket yaptı: “Geçmiş kendinden…”
Emirhan başını sallayıp ekledi: “Geç kaldık, kabul edin.”
Ben beklenmedik bir kahkaha daha attım. “Hemde çok geç kaldınız,” dedim. Tepkim uygunsuzdu; burnumdan süzülen kanı elimle sildiğim halde rahatlığımı koruyordum. Çünkü içimde kopanlar sadece beni yakıyordu şuan...
___
"'_Aylar Sonra_"'
Azra Yılmaz’dan…
Oyun bitip herkes yavaş yavaş evlerine dağılırken, ben de Alper’i uğurlamak için bahçeye indim. Ağabeyimin gözlerinden kaçıyordum; hâlâ onunla yüzleşmeye cesaretim yoktu. İçimdeki ağırlık derin bir nefes gibi çökmüştü omuzlarıma. Yengemin, arkasını dönüp eve çıkarken bana attığı “rahat ol” dercesine bakışıyla burukça gülümsedim. Sonra gözlerimi Alper’e çevirdim.
“Alper… gitmesen mi?” dedim dudaklarımı büzerek, sanki sözlerime çocukça bir sığınak arar gibi.
“Güzelim,” dedi yorgun bir nefesle. “Zaten diken üstündeyim. Ağabeyine kızmak, sinirlenmek elimden gelmiyor… Ama istemeden de olsa ona zarar vermekten korkuyorum.”
Dayanamadım, sımsıkı sarıldım ona. Kalbimin çırpıntısı göğsünde yankılandı.
“Oyunda… hani kıskandı ya senden beni…” Sesim titredi, gözlerim doldu. “Sanki ruhumu çektiler o an, Alper…”
“Güzelim… yapma böyle,” dedi usulca, saçlarımı okşarken. Parmaklarının arasından huzur aradım ama içimdeki fırtına dinmedi.
“Daha bulamadınız mı şu panzehiri…” diye fısıldadım, sesimdeki kırılmayı saklayamayarak.
Gözlerini kaçırdı. “Baran’ın dedesinin Mısır’daki adamlarından haber bekliyoruz.”
İçimdeki düğüm daha da sıkılaştı. “Alper’im…” dedim, kelime dudaklarımda bir ağıt gibi titreyerek.
“Azra’m benim… gülüşü güzelim…” dedi Alper. Sesi hem yorgun hem de koruyucu bir sıcaklık taşıyordu; sanki kelimelerinin arasına beni sarmalayan bir şefkat gizlemişti.
“Kurtarın onu, ne olur Alper…” dedim. Gözlerimden yaşlar süzülürken kelimelerim bir fısıltıdan öteye geçemedi.
“Deniyoruz, güzelim…” dedi, gözlerini kaçırmadan. “Alparslan Üsteğmen zaten uykusuz, Baran desen öyle… Biz karakoldan çıkamıyoruz ki, izin gelirse diye bekliyoruz…”
Bir adım geri çekilip gözlerinin içine baktım. Yorgunluk, bakışlarına yerleşmişti. Hele ki o gözler… içinde hem sabır hem endişe saklıydı, ve ben o endişenin ağırlığını hissettim.
Elim yüzüne değdi, yanağını okşadım. Başını eğip alnımı alnına yaslayınca gözlerini kapattı; ikimiz de sessiz bir nefes alış verişinde bulunduk. Kelimelere gerek yoktu; bir anlığına sadece birbirimizi hissettik.
“Alper… babanla ne yaptın?” dedim titrek bir sesle. “Konuşamadık onu… Ben kendi derdime düştüm, ama sen nasılsın?”
“Sen iyiysen iyiyim, güzelim,” dedi usulca. “Sen beni takma…” Geri çekilip derin bir nefes aldı; omuzlarındaki yük, gözlerinden okunuyordu.
“Alper, çakacağım şuradan bir tane ama…” dedim, gözyaşlarımın arasından hafifçe gülümseyerek.
“Dominant hanıma geçme hemen, aşkım ya…” dedi, dudaklarının kenarına yorgun bir tebessüm yerleşerek. “İyiyim. Aynı şeyler. Bana yapamadığı babalığı cici kardeşlerime yaptığı için onlar da babalarıyla aralarını bozmamı istemediler. ‘Beş senedir hangi çöplükteysen oraya dön,’ dediler… Sözleşmemi yeniden uzattım ben de… İki sene daha askerim…” Sesi kısılmıştı, içinde tuttuğu acıyı zar zor bastırırken yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
“Niye böyle yapıyorlar ki sana…” dedim, içim parçalanarak.
“Boş ver, güzelim…” dedi, gözlerini yere indirip yutkunarak. “Herkes zaten ana kuzusu biliyordu. Öyle bilmeyen devam etsin. Annem başımda dursun da… babam olmasa da olur…”
“Deme öyle Alper… yüreğin aynı şeyi demiyor,” dedim.
Gözlerini devirdi ama dudaklarının kenarında istemsiz bir gülümseme belirdi.
“Güzelim… sen de beni okumasan mı artık?” dedi, alaycı bir tonda; fakat gözleri inatla ışıldıyordu.
“Ama senden iyi okunacak kitap bulamıyorum,” dedim, başımı hafif yana eğerek.
Bu sözüm üzerine kahkahaları patladı. Yorgun yüzü bir anda aydınlandı, gülüşü tüm bahçeyi doldurdu sanki. O an içimdeki kasvet, yerini ince bir huzura bıraktı.
“Kitap kapağı cıvıl cıvıl ama içi şırıl şırıl,” demesiyle kahkaha attım, yüzüm kendi kendine gülüyordu.
“Bol ağlamalı yani,” dedim kaşlarımı kaldırıp.
“Hee, ondan,” dedi, başını sallayıp gözlerini kısıp gülerek.
“İzmirli genç kızım benim,” dememle siniri bozuldu, kahkahalarla daha da gülmeye başladı.
“Manisalı delikanlım benim,” deyince dayanamadım, sarıldım ona. Sıcaklığı içime doldu, kalbim bir anlığına hafifledi.
“Üzülme… ben sana sen bana yaslanincaaa—” dedim, sonunu uzattım ama bir türlü tamamlayamadım, dudaklarım titredi.
“Eee?” dedi, hafifçe gülerek beklerken ben utanıp başımı göğsüne gömdüm.
“Türkçem yetmedi ki,” dedim, yüzümde utangaç bir gülümseme ile.
“Ben söyleyeyim mi?” dedi, başımı kaldırmam için hafifçe çenesini kaldırarak, gözleriyle bana meydan okuyordu.
“Söyle bakalım,” dedim, kendimden emin görünmeye çalışarak ama hâlâ hafifçe utanmıştım.
“Tımarhane ile yan yana bir cezaevi vardı ya, sana göstermiştim yolda. Arada canım sıkılıyor, ‘Kalkın la, efendiniz geldi!’ diye dalasım geliyor demiştim,” dedi, gözleriyle beni arayarak.
“Şu kapısının önüne kırmızı halı serdikleri tımarhaneyi diyorsun, değil mi?” dedim, hafifçe gülerek, kafamı yana salladım.
“Heh işte,” dedi, muzip bir gülümseme ile. “Cezaevi ile tımarhaneyi ayıran tek duvar var ya… Timarhaneyi kaçak yapmışlar demiştim sana. Hatırladın mı güzelim?”
“Sonunu merak ediyorum, nereye bağlayacaksın diye, Alpero,” dedim, gözlerimde merak ve gülümseme ile.
Kahkaha attı, yüzü bir anda aydınlandı.
“İşte o iki binayı tutan duvar oluruz biz olsak olsak! Yani ne mahkûm olduğumuz belli ne deli…”
“Alper ya!” dedim, hem şaşkın hem de gülerek.
O an gözlerime öyle bir baktı ki… gülümsemesinin içinden süzülen sıcaklık kalbime kadar ulaştı. İçim gitti. Dayanamadım, tekrar sarıldım boynuna, kokusu sinmişti üstüme.
“Seni çok seviyorum ben, he…” dedim gülerek, ama sesim hafif titremişti.
Burnunu burnuma sürttü, çocuk gibi yumuşak ve içten bir hareketti bu.
“Ben de seni çok seviyorum, güzelim benim…” dedi usulca. O an başımı yana eğdim, bakışlarım yere kaydı; gülümsememin ardında bin bir duygu vardı.
“Yukarıya çıkayım artık… ağabeyim merak eder.” dedim fısıltıyla.
“Azra’m…” dedi, sesine derin bir güven koyarak. “İçine hiç atma. Ben de varım yanında… benden bir şey gizleme olur mu? Bir kere sevdim ben birini, o da sen oldun. Ben tekrar evsiz hissetmek istemiyorum kendimi… ne yaşanacaksa beraber yaşayalım, güzelim…”
Bir an durdum, gözlerim doldu. Sözleri bir sıcaklık gibi sardı içimi. “Ne yaşanacaksa beraber yapacağız, Alper… emin ol.” dedim, elimi hafifçe yanağına koyarak.
“Eminim, güzelim…” dedi, gülümseyerek. “Dikkat et kendine, aç kalma canını sıkıp da… sen bana lazımsın.”
“Sen de çalışmaya dalıp uykusuz ve aç bırakma kendini. Vakit buldukça dinlen olur mu?” dedim, gözlerimle uyardım.
“Merak etmeyin, Azra Hanım…” dedi muzipçe, gülümsemesiyle.
“Allah’a emanetsin Alper’im…” dedim, içimden dua ederek.
“Siz de, güzelim… bir şey olursa ara beni.”
“Tamam…” dedim usulca. Parmak uçlarım hâlâ elindeydi, gözlerimiz ayrılmadı.
Güçlükle ondan ayrıldım, gözlerim hâlâ arkasındaydı. Aracına doğru yürürken her adımı içimde yankılandı. O uzaklaşana kadar bekledim; gidişini izlemek bile içimi burkuyordu. Sonunda derin bir nefes verip eve çıktım.
Kapıyı açmamla birlikte, ağabeyimi mutfak kapısına dayanmış halde görmek bir oldu. Kaşlarının arasındaki çizgiler daha da derinleşmişti.
“Çocukları niye geriyorsun?” dedi yengem, şakacı ama yumuşak bir tonda. Sanki ortamın havasını hafifletmek ister gibiydi. Onlar fark etmemişti bile geldiğimi.
Ağabeyim derin bir iç çekti, bakışları yorgun ve hüzünlüydü.
“Büyüdüğüne inanamıyorum… Daha dün gibi parka götürdüğüm günler…”
Yengem ona sevecen bir gülümsemeyle baktı, elini koluna koydu.
“İlişkiniz çok güzel, Emir… ama kardeşinin de artık bir sevdiği var.”
Ağabeyim ona biraz yaklaşarak, gözlerini kısıp içini döker gibi konuştu:
“Ağabey olmak, çok zormuş.”
Yengem başını hafifçe yana eğip tatlı bir tebessümle karşılık verdi:
“Ama güzel seven bir ağabeyi olunca insanın, hayat da eminim ki çok güzel geliyordur.”
Sözleri duyduğum anda kalbime bir şey oturdu. Gözlerim doldu, nefesim sıkıştı. Onlara belli etmeden hızla odama geçtim. Kapıyı kapatmamla birlikte yastığa kapanıp ağlamam bir oldu.
“Ve ben… o güzel seven adamı kaybediyorum,” dedim hıçkırıkların arasında. Sesim yastığa gömüldü, boğuldu. Canım öyle yanıyordu ki… hâlâ o gerçekle yüzleşebilecek kadar güçlü değildim.
Günlerdir kendimi kandırmaya, güçlü görünmeye, “iyiyim” rolü yapmaya çabalıyordum. Ama gözlerinden kaçmak bile yetiyordu bana… Onunla göz göze gelmemek, en kolay sığınaktı artık.
Kapının çalınmasıyla refleks gibi yorganı üzerime çektim, yüzümü kapatarak uyuyor numarası yaptım. Hıçkırık boğazıma düğümlendi.
“Azra’m…” dedi odanın kapısını aralayarak. Kapıyı sessizce kapattı, odanın içine usulca girdi. Adımlarının bana yaklaştığını duydukça dudaklarımı ısırdım, ağlamamak için nefesimi tuttum.
“Güzelim… uyanıksın biliyorum. Sen hemen uykuya dalamazsın, yorgun olsan dahi…” Sesi yumuşaktı, ama içinde bir kırılganlık vardı. Ses etmedim. Yorganın altına saklandım, bedenim küçüldü.
Yatağın ucunun hafifçe çökmesiyle ayak ucuma yakın oturduğunu anladım. Sessizliği ikimiz de bozamıyorduk.
“Azra’m… niye kaçıyorsun benden? Niye göz göze bile gelemiyorsun ağabeyinle? Canını bu kadar mı çok yaktım cimcimem… bu kadar mı acıttım seni?” Sesi titredi, bir nefes daha aldı.
“İki gündür geliyorsunuz evime… Ne yüzüme bakabiliyorsun ne de konuşabiliyorsun benimle. Beni sarılmadan bırakmazdın, üç gündür beni görmezden geliyorsun… Nerede görsen kaçıyorsun benden bebeğim.” dedi, sesi giderek daha kısık bir fısıltıya döndü.
“Alper’e de bir şey yapmadım ben… Sen üzülme diye… Yoksa tanıyorsun beni. Benim çiçeğimsin sen. Çok kıskanıyorum seni ezelden beri… Öz kızım gibisin.”
O son cümle, odanın içine ağır bir şekilde düştü. O sesin titremesi, içindeki pişmanlığı ve sevgiyi yüz kat büyüttü. Yorganın altında gözlerimden yaşlar süzülürken, ellerim titriyordu.
"Ağabey, sus…" dedim kısık bir sesle, ama içimde fırtınalar kopuyordu. Dudaklarım titrerken, boğazımdan yalnızca boğuk bir inilti çıkabildi. O an, derin bir yutkunma sesi duydum. Sanki içindeki tüm pişmanlık o sesle beraber boynundan aşağı süzülüyordu.
"Özür dilerim cimcimem… her şey için özür dilerim," dedi. Sesinde yılların yükü, pişmanlığı ve kırıklığı vardı.
Ayağa kalkmaya çalıştığında içimden bir şey koptu. Bir anlığına, onsuz kalacakmışım gibi hissettim. Hızla yorganı geri çektim, sanki o örtüyle birlikte kalbimi de götürecek gibiydi.
"Ağabey… gitme," diye haykırdım, gözyaşlarım kontrolsüzce yanaklarımdan süzülürken. Son bir güçle ayağa kalktım, boynuna sarıldım, var gücümle, sanki bırakmazsam zaman duracaktı.
"Azra’m…" dedi, adımı söylerken sesi kırıldı. Dudakları titriyordu, alnımı öperken elleri yüzümde gezindi.
"Ağabey ne olur… ne olur gitme…" dedim, soluğum kesilirken. Gözyaşlarım gömleğini ıslatıyordu.
O ise kollarını sımsıkı doladı etrafıma, sanki beni değil, kendi yaralarını da sarıyordu. Elini saçlarımda gezdirip başımı göğsüne bastırdı.
"Buradayım bebeğim… buradayım güzelim…" diye fısıldadı kulağıma. Sesinde hem korku vardı hem de yemini andıran bir kararlılık.
“Ağabey…” dememle daha da göğsüne bastırdı başımı. Kalbinin deli gibi attığını, ritminin saç diplerime vurduğunu hissediyordum. Kokumu ciğerlerine çekti, derin bir nefes aldı ve ardından saçlarıma içten, uzun bir buse bıraktı. Dudaklarının sıcaklığı titreyen saç tellerime değince içimde bir şeyler kırıldı.
“Kurban olurum ‘ağabey’ deyişine… söyle güzelim, söyle cimcimem benim…” dedi. Sesi hem şefkatli hem çaresizdi.
Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. “Ben seni kaybetmek istemiyorum Ağabey…” dedim, kelimeler hıçkırıkla karıştı. Ellerim istemsizce sırtına kenetlendi; sanki bırakmazsam, hiç gitmeyecekmiş gibi.
O derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı. “Yaşamaya çalışıyorum bebeğim… direniyorum hâlâ…” dedi. Sesi titrek ama inatçıydı, içinden gelen tüm kırıklığına rağmen bana hâlâ kalkan olmaya çalışan bir tonda.
“Ağabey…” dedim tekrar, bu sefer yalnızca nefesimle, bir dua gibi.
Elini saçlarımın arasına daldırdı, parmaklarını yavaşça gezdirdi. “Gel oturalım… konuşalım biraz seninle, heh?” dedi, yorgun bir umudu sesine gizleyerek.
Yatağa oturduk beraber. Elimi tutmasıyla başımı iyice eğdim; parmaklarımdaki sıcaklık avuçlarıma dolarken gözlerimden kaçırıyordum bakışlarını. Her göz göze gelişimizde içim parçalanıyordu.
“Azra’m… niye uzaklaştın benden? Söyler misin miniğim…” dedi sesi titreyerek.
“Güçlü durmak için…” dedim neredeyse fısıltıyla.
“Benden kaçarak mı? Canını bu kadar mı yakıyorum ben Azra’m?” dedi, parmakları biraz daha sıkı sardı elime. Cevap veremedim.
“Azra’m… sen küçükken, her canın yandığında bana sığınırdın, biliyor musun?” dedi, sesi hem kırık hem yumuşaktı.
Dudaklarımı ısırıp başımı salladım. Gözlerimden yaşlar süzülüyordu.
“Ben… üzülme istedim hayatın boyunca. Kendi canımdan öteydin sen benim… hâlâ öylesin. Sen benim kardeşim değilsin sadece, aynı zamanda kızımsın… Şimdilerde Alper’e sığınıyorsun canın yanıyor diye. Tek bir kötü kelime etmedim ona… sırf sen üzülme diye. Oysa çok isterdim ona kızmayı, benim küçüğüm sevemez daha bir adam demeyi. Çünkü hâlâ benim gözümde miniciksin. İşten gelmişim… kapıyı açmamla gelip sarıldığın, ‘ağabey ellerin yara olmuş öpeyim de geçsin mi?’ dediğin dönemdesin hâlâ Azra’m. Miniciksin hâlâ… ellerin hâlâ küçük kalıyor avuçlarımda. Yıllar geçti evet ama gözümde hâlâ miniciksin…”
Gözlerim dolu dolu, titreyerek “Ağabey… Ben büyümeyi sevmedim…” diyebildim.
O derin bir nefes aldı. “Ben de cimcimem…” dedi ve alnını alnıma yasladı.
Gözyaşlarım yanaklarıma akarken boğuk bir sesle: “Eğer büyümeseydik, senin başına bunlar gelmemiş olacaktı… Ölüyor olmazdın, bu hastalık da olmazdı…” dedim.
“Azra’m…” diye fısıldadı, sesi bir dua gibi titriyordu.
“Ben büyümek istemiyorum ağabey… biri durdursun zamanı. Ben gerçeklerle yüzleşmek istemiyorum… Ben sen eve gelene kadar bekleyip, sonra da ‘yarına parka gidelim, ne olur’ diyerek tutturduğum günlere dönmek istiyorum…”
Bunu derken ellerim istemsizce ağabeyimin kollarına sarılmıştı; yılların, hastalıkların, korkuların arasından çocukluk kokusunu arıyordum.
“Özür dilerim Azra’m… çok özür dilerim…” dedi sesi titreyerek. Elleri saçlarımın arasına karışmıştı, parmak uçlarıyla avutmaktan başka bir şey yapamıyordu.
“Kimse senin yerini dolduramıyor ağabey… sen gidersen ben nasıl yaşarım bilmiyorum… Beni büyütecekler ağabey… ama cimcimem diyemeyecek kimse senin gibi…” dedim hıçkırıklarımın arasında.
“Azra’m…” dedi boğazındaki düğümü yutar gibi.
“Canımı çok yakacaklar ağabey sensiz… herkes güçlü olduğumu söylüyor ama ben sensiz güçlü olamıyorum…” dedim, yüzümü göğsüne bastırarak.
Gözümden akan gözyaşları gömleğini ıslatırken alnımı başına yasladı.
“Bana bir şey olsa bile, benim kalbim sizin yüreğinizde atmaya devam edecek. Sadece biraz zaman girecek aramıza… Zamanı geldiğinde kavuşacağız, söz veriyorum Azra’m.”
“Ağabey, böyle konuşma… Ben seni kaybetmek istemiyorum… Daha beni avukat edecektin hani… benimle gurur duyacaktın…”
Gözlerinden yaş süzülürken bile gülümsemeye çalıştı.
“Sen benim tek servetimsin hâlâ… Çok güzel de avukat olacaksın. Benim için adaleti savunacaksın daha…En güzel avukat olacaksın, ‘benim kardeşim’ diye göğsümü kabartacaksın…” dedi, gülmeye çalışarak, sesi titreyerek.
“Ağabey… senin cimcimeni büyütecekler ama… Çocukluğumu alacaklar benden… Eğer sana bir şey olursa...Senin servetin seninle yok olacak…”
“Asla… Bana bir şey olursa...dik duracaksın Azra’m. Üzülmeyeceksin beni orada… Çocukluğunu da yitirmeyeceksin… güleceksiniz.” dedi ve alnını alnıma yasladı.
“Ağabey… ben büyümek istemiyorum…”
“Ben de Azra’m… ama hayat sandığımız kadar adil değil…” dedi kısık bir sesle, parmaklarını avuçlarımın arasına geçirerek.
“Sana bir şey olursa ben ne yaparım ağabey…”
“Dik duracaksın. Benim kardeşim olduğunu göstereceksin. ‘Ardında dağ gibi bir kız bırakmış’ diyecekler. Kimse dönüp de üzülmeyecek. Çünkü ben, gurur duyduğum birini bıraktım bu dünyaya…Varımı, yoğumu, çocukluğumu, gençliğimi her şeyimi sana verdim Azra’m...Okuyamadım ben ama seninle ve İklim ile yaşattım hayallerimi...”
Bu sözleri söylerken sesi sanki hem dua ediyordu hem de vedalaşıyordu. Ben ise, o an hâlâ küçücük bir çocuk gibi, ağabeyimin kokusunda kaybolmuş, zamanı durdurmak istiyordum.
Ağabey…" dedim, sesim dudaklarımda titredi.
O an elleriyle yüzümü kavradı, başımı göğsüne daha sıkı bastırdı. Kalbinin sesi, kulaklarımda bir dua gibi çarpıyordu. Kokumu derin derin ciğerlerine çekti. Saçlarımın arasına sıcak, titrek bir buse bıraktı.
" Kurban olurum ağabey deyişine… söyle güzelim, söyle cimcimem benim…"
" Ben seni kaybetmek istemiyorum ağabey… ne olur… zamanı durdur, biz seninle çocukluğumuza dönelim, ne olur."
“ Ağabey… durdur zamanı… biz seninle çocukluğumuza dönelim, ne olur…” dedim; sesim bir fısıltı gibi yandı dudaklarımdan. Ellerim titreyerek onun gömleğinin ucuna tutundu, sanki parmaklarım zamanın eteğini yakalayabilirmiş gibi.
O, gözlerini kapattı; alnını benim alnıma yasladı, nefesini hissettim.
“ Gücüm yetse… onu da yapardım güzelim…” dedi, sesi çatallaşarak. “Ama yaşamak bir kumardan bağımsız artık benim için…”
Gözlerim doldu; burnumun direği sızladı.
“ Benim ağabeyim o kumarı da kazanır ama…” dedim, sesim titreyerek, gözyaşım çenesine düştü.
Bir an dudaklarının kenarı hüzünlü bir tebessümle kıvrıldı.
“ Her şeyimle, kazanmak adına oynuyorum emin ol güzelim…” dedi, parmakları saçlarımın arasına karışırken.
Yutkundum, kelimeler boğazımda takıldı.
“ Ne olur ağabey… bizi kimsesiz bırakma ağabey…” dedim, cümlemin sonunda sesim çatladı.
Kollarını bir anda sardı bana; göğsüne çekerken sanki koskoca bir dünya kollarının arasında eridi.
“ Bırakmayacağım güzelim… iki cihanda da bırakmayacağım…” dedi, sesi bir yemin gibi döküldü.
“ Ağabey…” dedim içim yana yana, gözyaşlarım onun göğsüne aktı.
Elimi avuçlarının içine aldı; bakışlarını gözlerime indirdi.
“ Hadi toparla kendini cimcimem…” dedi, sesi bir baba şefkati gibi yumuşadı. “Hastaneye gitme saatim yaklaştı miniğim benim. Yengen karakola gittiğimi biliyor… yengene çaktırma olur mu?”
Yutkundu, sanki kelimeler boğazında düğüm düğüm oldu.
“ Hastaneden sonra karakola geçeceğim zaten… bir onun bir de senin gözyaşlarına dayanamıyorum ben…”
Ben başımı sallarken yüzümde, onun ellerinin sıcaklığını hissettim; gözyaşlarımı sildi. Yüzüme bakıp tek tek gözlerimi öpmeye başladığında, her öpücük içimde ayrı bir acıyı uyandırdı.
“Canımsın benim sen…” dedi, sesi göğsünde yankılanan bir dua gibiydi. “Ölümden dahi korkmuyorum sayenizde. Ardıma baktığımda öyle gurur verici bir tablo bırakmışım ki… herkese örnek olacaksınız…”
Gözlerim bulanıklaştı; ellerim hâlâ onun parmaklarının arasındaydı. “Yaşayacaksın… Bu yüzden…” dedim, dudaklarımın kenarından dökülen kelimeler bir fısıltıdan ibaretti.
Başını hafifçe eğdi; parmak uçlarıyla saçlarımı sıvazladı. “Sonuna kadar… mücadele edeceğim güzelim…” dedi, nefesi boynuma çarptı.
“Et ağabey… lütfen et…” dedim, titreyerek. “Bizi sensiz bırakma…sensiz bu hayatı yaşamak... çok zor ağabey...”
Kollarını daha da sıktı üzerimde, sanki bütün korkularımı içimden söküp almak ister gibi.
“Bensiz asla bırakmam sizi iki cihanda da… daima kanatlarımın altındasınız güzelim…Nefes alsam da almasam da...” dedi; sesi bir yemin, bir dua, bir sığınak gibiydi.
Yüzüne baktım; gözyaşlarım yanaklarımda inci gibi süzülüyordu. “Seni çok seviyorum…” dedim, dudaklarım titreyerek.
O, yavaşça başını eğdi; gülümsemesinin arkasına sakladığı bir sızı vardı. “Ben de seni cimcimem…” dedi, alnımdan usulca öptü. Dudakları alnıma değdiğinde sanki zaman bir anlığına durdu; sadece kalp atışlarımız kaldı odada.
___
40 oy istiyorum bu bölüme ve 20 yorum

Bence fazlasını hak ediyor
Bölüm nasıldı?
Emir Kaan sizi şaşırttı mı?
Ay bu Emir Kaan’dan şikayetçiyim. 30. bölüm de final yaparım dediğim kitabi tek başına 79.bolume taşıdı. Ve yetmezmiş gibi 5 6 bölümde final yaparım dediğim kitabı daha dur, diyerek planlarımı yıktı. Ayol yazdıkça yazdırıyor bu adam 🤧
Her neyse size bir mesaji var Emir Kaan'ın : Değerli sevenlerim, özellikle sizleri çok seviyorum ama hak edilen değeri verip azıcık oylamaya yüklenseniz mi? Yazar sinirden, beni öldürüyor! Ruhunuz kıpırdamıyor. İmdat diye bağıracağım burda, dua edin karım uyuyor. Hadi oylayın. Size kıyak geçtik! Yazarın, 5 6 bölüm dediğine bakmayın. Ben bunu 10 bölüme götürürüm daha. (Evinin adresini bulmak için oyalıyorum. Çaktırmayın.) Yazarım seni de çok seviyorum. (Devam böyle hayatımın içine etmeye...)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |