

Baran’dan…
Karakoldan çıkmak için son izin dilekçesinin sisteme düşmesini beklerken, Emir’in kapıdan içeri girişini gördüğüm anda dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi.
Her şeye rağmen dimdikti, aslan gibiydi kardeşim. Ama gözlerinde biriken yorgunluk, içinde kopan fırtınayı saklayamıyordu. Canının yandığı belliydi… hem de çok.
Yutkunup pencerenin önünden çekildim. Derin bir nefes alıp bizimkilere döndüm.
"Biraz daha sabır… kurtaracağız kardeşim," dedi İsmail ağabey, sesi ağır ve güven vericiydi. Başımı sallamakla yetindim.
O sırada Emir içeri girdi. Sanki hiçbir şey olmamış, hiçbir yara almamış gibi selam verdi, hal hatır sormaya başladı. Gözlerim doldu, sırtımı dönmek zorunda kaldım.
"Baran’ım… Selam sabah yok mu kardeşim, küs müyüz?" dedi, sesi yine o eski Emir’di ama içinde bir titreme vardı.
Ona döndüm.
"Ne küseceğim sana ya… çocuk muyum ben?" dedim, zoraki bir gülümsemeyle.
"Özledim bak sizi… daha gitmeden," dedi, gülümsemesi sanki yarım kaldı.
"Özlenmeyecek gibi de değiliz be Emir’im," dedi İsmail ağabey gülerek, havayı yumuşatmaya çalışarak.
"Öylesiniz ağabey," dedi Emir, yanıma yaklaşarak.
"Keşke ben de gelseydim sizinle… canım sıkılır burada benim," dedi iç çekerek.
"Karınla otur, vakit geçir oğlum. İyileşir iyileşmez dağ havası aldıracağız sana," dedi Emirhan, yüzünde alaycı bir tebessüm.
"Yok demem ya… insanlarla iç içe olmak geriyor beni," dedi Emir ve gözlerini yere indirdi. O an hepimiz sustuk. Hepimizin içinde, onun ne kadar kırılganlaştığını bilmenin ağırlığı vardı.
Tam o sırada kapı aralandı, Tansu Asteğmen içeri girdi.
“Emir’im, gelmişsin kardeşim,” dedi o tanıdık sıcacık gülümsemesiyle.
“Gelmez olur muyum? Sizi uğurlamadan gönderir miyim hiç?” dedi Emir, kollarını açıp sarılırken.
O sarılışta kardeşlik, gurur, özlem vardı… O anda bile içlerinden biri eksilse diğerleri yarım kalırdı sanki.
“Kurban olurum seni verene,” dedi Tansu Asteğmen, gülümsemesini bozmadan. “Alparslan Üsteğmen, Laz Ziya’nın yanına çıktı. İmzaları halledip gelecek. Çıkarız birkaç dakikaya.”
“İyi, o zaman hazırlanabiliriz,” dedi Alper sessizce.
“Sen Azra’yla vedalaştın mı?” diye sordu Emir, aniden.
Alper’in yüzü bir an gölgede kaldı. Başını öne eğip kısık bir sesle,
“Telefonda… vedalaştık,” diyebildi.
Emir kısa bir sessizliğin ardından derin bir nefes aldı.
“İyi... Aklı sende kalmasın da, güçten düşmesin sonra,” dedi, kardeşinin sırtına vururken.
“Yeğenlerin ve kumaların da sana emanet Emir,” dedi Göktürk, hafifçe gülümseyerek.
“Emel’e gerek yok da, Meltem’i arada yoklarız korkma,” dedi Emir, göz kırparak.
Kısa bir kahkaha yayıldı odada — ama kahkaha bile hüzünlüydü artık.
“Davacı olan adamı da çok şükür attırdık ya içeri,” dedim fısıltıyla.
“Harbi, o ne oldu?” dedi Emirhan, merakla.
“Bize dava açınca, Emel’le karısıyla görüştük adamın. Kadın boşanma davası ve tazminat açtı. Silinen kamera kayıtlarını da bulduk. Sekiz farklı suçtan yargılanıyor artık. Elli yatarı var ama bana göre az. Emel, üzerine dolabı devirmekle az bile etti. Elimden almasalardı, belki şimdi nefes almıyordu bile,” dedim iç çekerek.
“Emel’i sakinleştireceğiz derken sen araya kaynadın koçum ama,” dedi İsmail gülerek.
Tam o sırada dışarıdan yankılanan bir sesle herkes sustu:
“İİİSSSMAAAAİİİİL! Bana izin al!”
Kapı sertçe açıldı. Alparslan Üsteğmen içeri girdi, elinde bir dosyayla.
“Sizde mi, Komutanım?” dedi İsmail, gözlerini devire devire.
" Sek sek sekerek İsmail !" dedi Tansu Asteğmen’de gülerek.
" Ayıp oluyor ama ya?!"diye, sızlandı İsmail elinde ki çantasını sinirle koltuğa atıp.
Alparslan kahkaha attı, dilekçeyi sallayarak:
“Vallahi hep siz mi beynimi ütüleyeceksiniz? Arada bana da geliyorlar işte!” dedi, gülümsemesinde hem gurur hem özlem vardı. “Hadi, çıkıyoruz beyler!”
Bir anda odanın havası değişti. Şakalaşmaların yerini ağır bir sessizlik aldı. Zaman sanki bir anlığına durdu.
Emir’in bakışları tek tek hepimizin yüzünde gezindi. O an anladım; her birimize ayrı ayrı veda ediyor, içinden dua okuyordu.
“Hakkınızı ödeyemem...” dedi sonunda, sesi çatlayarak. “Hakkınızı helal edin... dikkatli gidip gelin.”
“Bol dua et,” dedi Emirhan, boğazındaki düğümü yutkunarak bastırmaya çalışarak.
Alparslan Üsteğmen yaklaştı. Bir an tereddüt etti, sonra Emir’i sıkıca kucakladı.
“Ben gelene kadar dimdik duruyorsun, anlaştık mı?” dedi, kardeşinin sırtını sıvazlarken sesi titredi.
Emir gözlerini kapattı, başını onun omzuna yasladı.
“Zeybek sözün var ağabey...” dedi, kelimeler boğazında düğümlenerek. “Komutanım değilsin artık... ama hâlâ ağabeyimsin. O Zeybeği senle bir kez daha oynamadan ruh bedeni terk etmez.”
Alparslan’ın gözleri doldu. Dudak kenarındaki titreme, içindeki fırtınayı ele veriyordu.
“En kralını oynarız,” dedi, alnını onun alnına yaslayarak. “Sen yeter ki dimdik dur, efelerin efesi.”
Artık dayanamadım. Adımlarım beni farkında olmadan Emir’e götürdü.
Sarılıp sıktım onu.
“Kardeşim...” dedi, sesi boğuk bir fısıltıyla. “Canımın öteki yarısı gidiyor sizinle... bana sağlam gelin. Eksiksiz istiyorum sizi...”
“Buralar sana emanet, kardeşim,” dedim , elini sırtıma koyarak. “Önce Allah’a, sonra birbirimize emanetiz biz. Korkma... sen kendine dikkat et yeter. Biraz daha dayan.”
Geri çekildi. Gözlerime baktı, sanki kalbime mühür vurdu o bakışla.
Sonra alnımdan öptü.
“Aslanlar ölmez,” dedi, dudaklarından dökülen her kelime göğsümün tam ortasına saplandı.
O an... içimden bir şey koptu. Babamın ölümünden sonra ilk defa o cümleyi duymak... beni hem yıktı, hem onardı. Bir gün birimiz karanlığa düşersek bu sözle kendimize getirecekti sözde...Ama o beni kendime getiren olmuştu yine, yaralı olsa da...
“Aslanlar ölmez,” dedim ben de, zor bir tebessümle.
Sırt çantamı omzuma alırken, boğazımdaki düğüm çözülmedi. Nefes almak bile yakıyordu artık.
“Hadi beyler...” dedi Alparslan Üsteğmen sessizce. “Araç kapının önünde.”
Adımlarımız ağır, yüreklerimiz paramparçaydı. Karakoldan çıkarken dönüp son bir kez daha baktım.
Emir kapının eşiğinde durmuştu. Ellerini arkasında kenetlemiş, başı dikti ama... gözleri nemliydi.
O an göz göze geldik. Gülümserken aselamı verdi bize...
Ben de tebessümle karşılık verdim ama... dudaklarımdan dökülmeyen cümle içimde yankılandı:
“Az daha dayan Emir... az daha kardeşim…”
___
Emir Kaan’dan...
Sabah karakola gidip gelmeme rağmen hâlâ uyuyor olan İklim yüzünden kahvaltıyı hazırlayıp ardından yanına yanaştım.
Yorganın altına gizlenmiş haliyle nefes alışını izlerken ister istemez gülümsedim.
Uykucu denince kızıyordu ama tam karşılığıydı işte.
“Güzelim... bebeğim, uyan hadi,” dedim yavaşça.
Ses yoktu. Ayak bileğinin içini usulca okşadım küçük bir buse bırakıp.
“Bebeğim... uykucu karım...”
“Emir, çok uykum var,” diye mırıldandı, sesi battaniyenin altından boğuk geliyordu.
“Yavrum, uykun olmadığı bir evrenle tanışmadım şahsen,” dedim alayla.
Bana aldırış etmeden örtüyü biraz daha başına çekti.
“Uykum var... beş dakika daha...”
Derin bir nefes alıp kaşlarımı kaldırdım.
“Beş dakika dediğin ömür sürüyor senin için,” deyip son çareye başvurdum.
Ayak bileklerinden tuttum ve kendime doğru çektim.
“Uykuyu mu çok seviyorsun, beni mi?”
“Uyku…”
“Boşa beni,” dedim kaşlarımı kaldırarak, başımı yana eğip onu süzerek.
O anda başını birden kaldırdı; saçları yastığa dağılmış, gözleri hâlâ mahmur, dudakları ise hafifçe büzülmüştü.
“Boşan… boşanabilirsen,” dedi, mızmız bir sesle, “sen mahkemeye giderken ben yine uyuyor olacağım Emir.”
“Allah Allah… boşanırsın yani benden ha?” dedim kahkahamı bastırarak.
“Yedinci leşime sekiz olmak istemiyorsan, uyu Emir…”
Kahkahamı bastıramadım; odadaki sessizliği onun uykucu mızmızlığı yumuşatmıştı. “Adar’ı özler oldum, en azından ‘kocam da kocam’ diyordun o zaman.”
“Off Emir… tamam kalkıyorum!” dedi sonunda, yorganı öfkeyle kenara fırlatırken.
“Kalkarsın tabii… Aşirete baş kaldırınca kocam eve gelince off Emir oluyorum,” dedim, alaylı bir sitemle kaşlarımı kaldırarak.
Daha uykulu gözlerini ovalayarak, “Dün acaba kime iltifat ettim ben… mermere mi, kolona mı?” dedi.
“Kolon derken… hanım hanım, 3 oda 1 solan gibi kocan var, değerini bil,” diyerek hafifçe gülümsedim.
“Uykum var…” dedi yine yavaşça, sesinde hâlâ sabah uykusunun ağırlığı vardı.
“Güzelim benim… gece ben senin sinesinde uyurken, sabah bir kalktım… sen üstümdesin. Kalktım, hazırlandım, ruhun duymadı güzelim. Evi götürseler haberin olmaz yavrum ya,” dedim, biraz da şefkatle karışık şaşkınlıkla.
“Seni çalmadıkları sürece sorun yok… bir altınım sen versin Emir,” dedi, hafifçe gülümseyerek ve gözlerinde hâlâ uykunun tatlı rehavetiyle.
“Kurban olurum sana ama uykun çok ağır, güzelim ya,” dedim hafifçe gülümseyerek.
Ama İklim, yavaşça yanıma yaklaştı: “Ama geç uyuduk, Emir…”
“Uyutmadım mı yoksa, güzelim, seni?” diye sordum, sesi hem alaylı hem şefkatli.
“Hatırlamıyorum ki… en son saçlarını okşuyordum,” dedi, gözlerindeki mahmurluk hâlâ çözülmemiş bir huzurla karışık.
“Demek uykunu aldın yani,” dedim, alnını hafifçe öperek.
“Emir…” diye mırıldandı, sesi hâlâ yarı uykulu ama tatlı bir sitem barındırıyordu.
“Hadi, kalk güzelim…” dedim, onu yavaşça kolumun altına çekerek. Sesim, sabahın sessizliğine sinmiş bir sızı gibi titriyordu.
“Emir…” dedi, başını yana eğip; sesinde hem merak hem yorgun bir kırgınlık vardı.
“Söyle güzelim…” dedim, gözlerinin içine bakmaya çalışarak.
Elini yavaşça yüzüme kaldırdı, parmak uçları gamzemi bulup okşadı; dokunuşunda hem teselli hem de sorgu gizliydi.
“Dün niye geç geldin? Neydi o halin?” dedi, bakışlarını kaçırmadan.
“İklim’im…” dedim yalnızca; kelime boğazımda düğümlendi.
“Söyle hadi… beraber taşıyalım artık ne yükümüz varsa,” dedi. Sesinde öyle bir yumuşaklık vardı ki, derin bir nefes almak zorunda kaldım. Alnını benim alnıma yasladı; nefesleri tenimde dolaşıyordu.
“İçini yakan bir şey var Emir… uzun süredir var, biliyorum. Ama canını yakan şeyi demezsen, nasıl derman olurum sana?” dedi.
O an gözlerim doldu; yutkundum. Demek istedim, ama nasıl denirdi? Yaşarım sandım, bir yolunu bulurum sandım. O yüzden sana sözler verdim ama şimdi de çaresizlikten ölüyorum… Nasıl derdim?
“Emir… bak yine gözlerin doldu. Hem sen taşıdın bu zamana kadar dertlerimizi. Lütfen anlat… seni tüketen ne?” dedi, sesi artık bir dua gibiydi.
Gözlerimi kapattım. Birer damla yaş süzüldü yanaklarımdan; zorla yutkundum. Dudaklarıma eğilip küçük bir buse bıraktı, sonra yavaşça geri çekildi.
“Hep ben sana yaslandım… şimdi sıra sende. Sen de bana bırak kendini Emir…”
O an tutmaya çalıştığım hıçkırık dudaklarımdan dökülünce tereddüt etmeden başımı göğsüne çekti.
“İçine atma… ağlamak istiyorsan ağla. Bırak kendini bana… ben anlatmasan da görüyorum içindeki yangını, pamuk yüreklim,” dedi.
“Özür dilerim…” dedim, boğuk bir sesle.
“Dileme… zamanı var demek ki. Sen benim anlatmamı az mı bekledin Emir? Sıra bana geçti demek ki. Dök içini… ben hep yanında olacağım.”
“İklim… taşıyamazsın… kaldıramazsın…” dedim başımı sırtımdan çekip gözlerimi silerken. Sesim çatlamıştı, dudaklarım titriyordu.
“Sen taşıdın ama benimkileri…” dedi, arkamdan kollarını dolayarak. Sırtıma sımsıkı sarıldı, başını omzuma yasladı. Nefesi, tenimde hafif hafif yanıyordu.
“Aynı şey değil, kurban olduğum…” dedim fısıltıyla. Ellerim dizlerimin üzerinde kenetlendi, parmaklarımın arasında damarlarım atıyordu.
“Taşırım…” dedi kararlılıkla. “Ben senin karınım, Emir. Sırtına yük olan ne varsa yarısı benim artık.”
“İklim…” dedim yavaşça, adını söylerken içim ezildi.
"Hadi söyle Emir... ben de sana derman olayım..." dedi İklim, sesi yumuşaktı ama içinde kararlılığın o sessiz ağırlığı vardı.
“Güzelim…” dedim, boğazıma düğümlenen kelimeleri yutkunarak bastırmaya çalıştım.
“Söyle canımın içi…” dedi, gözlerimin içine bakarken.
“Söyle canımın içi…” dedi, gözlerinin içine bakarken. O an derin bir nefes aldım; içimde bir ses “söyle de kurtul” diyordu, ama dilim gitmiyordu. Söylersem sadece ben değil, o da yanacaktı.
“Emir…” dedi yeniden, ellerini yüzüme çıkarıp parmak uçlarını yanaklarıma bastırırken.
“Beraber aşalım, ilerde daha büyük bir aile olacağız biz. Ben senden gizlemiyorum. Sen de açık ol bana, ne olur... hadi...”
Gözlerimi kapattım. Kalbim sanki göğsümün içinde kıvrılıp küçülüyordu. Boğazıma oturan düğümü yutmaya çalıştım ama olmadı. Dilimin ucuna kadar gelen kelimeler, sanki dudaklarımın eşiğinde yanarak geri düştü.
“Zaman ver…” diyebildim sonunda, sesim kısık ve yorgun bir tonda.
Bir süre sustu. Nefesini ensemde hissettim, sonra o yumuşak sesiyle, kırmadan…
“Peki... veririm... ama çok da geç olmasın olur mu Emir? Hastalanacaksın diye korkuyorum içine attığın şeylerden.”
“Tamam...” dedim, sadece bunu diyebildim.
Bir sessizlik oldu. Sonra gözlerimdeki bulut dağılırken o yumuşak sesle ekledi:
“Hadi gel, kahvaltımızı edelim. Markete de gideceğiz.”
“Azra’yı uyandırır mısın güzelim? Ben bir elimi yüzümü yıkayayım.”
“Olur... sende haydi toparlan...”dedi, gülümseyerek yanağıma bir öpücük bırakıp.
O odadan çıkarken ben bir kez daha utandım kendimden.
Omuzlarımdan bir yük gibi değil, sanki içime çöken bir suçluluk gibi asılı kaldı her şey.
Ne kadar bastırsam da, ne kadar saklasam da gözlerimdeki yorgunluğu, içimdeki çöküşü görüyordu o.
Yaşamaya olan umudum, her geçen saniye elimde yanıp mum gibi eriyordu.
Ama şimdi…
Şimdi tek yanan ben değildim.
Seziyordu güzelim.
Sözlerimin arasındaki boşluğu, gülümsememin altındaki kırığı…
Her şeyi görüyordu.
Ve ben, saklamaya çalıştıkça daha çok yakıyordum onu da kendimi de.
___
Oy sınırı 35 yorum 20
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |