

İklim’den...
Emir’in kafenin kalabalığını görür görmez rahat edemeyip hemen Samet’le Doğuş’a yardıma koştuğunu görünce istemsizce gülümsedim.
Onun bu hâline ne kadar alışmış olsam da, içimde her defasında aynı sıcaklık yankılanıyordu.
Koşulsuz, karşılık beklemeden, içinden gelen bir iyilikti onunkisi.
Yorulsa da huzur bulurdu yardım ederken.
Tam o sırada, arkamdan gelen tanıdık bir sesle irkildim.
“Gelinim... bak sana pasta getirdim,” dedi Vefa Amca, her zamanki güler yüzüyle.
Yüzüme hemen bir tebessüm yayıldı.
“Ne zahmet ettin Vefa Amca...” dedim, tepsideki dilimlere uzanırken.
“Yine dayanamadı değil mi bizimki,” dedi, karşıma geçip otururken.
Gözleriyle Emir’i işaret etti; tezgâhın arkasında kolları sıvalı, ciddiyetle çalışıyordu.
İzlerken içimde garip bir huzur vardı.
“Alıştım bu hallerine,” dedim, gülümseyip hafifçe iç çekerek.
“Ben de yardım etmek istedim ama izin vermiyor bana da...” dedim, biraz mahcup bir sesle başımı eğip.
“Boş ver kızım,” dedi Vefa Amca, elini masaya dayayıp.
“Halleder bizim delikanlılar. Sen yorulma... Sen bitirdin mi okulunu bu arada?”
“Bitirdim Vefa Amca,” dedim başımı sallayarak.
“İyi, iyi...” dedi memnuniyetle.
“Emir iyi çocuk... kaybetme onu. Aniden evlendim deyince şaşırmıştım ama şimdi bakıyorum... eski Emir değil. Yüzüne can gelmiş, gülüşü değişmiş senden sonra.”
Sözleri kalbime dokundu, utangaç bir gülümseme yerleşti yüzüme.
“Ne yaptım ki Vefa Amca... Onun emeği daha çok bende,” dedim sessizce.
“Gururlu ama efendi çocuk,” dedi başını sallayarak.
“Kaç kere dedim, ‘Oğlum, karşılık istemeden ben vereyim şu parayı,’ diye. Hiç kabul etmedi. Ben onun gibisini görmedim daha.”
“Öyle...” dedim gülümseyerek, gözüm yine Emir’e kaymıştı.
“Melek gibi... bazen fazla bile iyi geliyor insana.”
“Ha, Saliha Teyzen de gelir şimdi,” dedi Vefa Amca, ayağa kalkarken.
“O da özlemiş sizi. Gerçi biz size mahcup oluyoruz ama, ne zaman gelseniz işin ucundan tutuyorsunuz.”
“Estağfurullah Vefa Amca, ne olacak...” dedim, gülümsemem yumuşadı.
“Burası da artık bizim gibi oldu zaten.”
"Bir isteğin olursa çekinme emi kızım," dedi Vefa Amca, kalkarken elini omzuma koyup.
"Sağ olun Vefa Amca," dedim içten bir gülümsemeyle.
“Afiyet olsun gelinim,” diye ekledi, ardından yavaş adımlarla kasaya yöneldi.
Gülümseyerek başımı salladım. Gözüm istemsizce Emir’e kaydı; o an bizim masaya doğru baktı.
Bakışlarımız bir an buluştu, ardından o kendine has gülümseyişiyle güldü. Gamzesinin çukurunun ortaya çıkışı ile içim ısınmıştı. O kadar kalabalığın, karmaşanın ortasında sadece onun o gülüşü vardı benim için.
Ben de dayanamayıp gülümsedim, sonra utangaçça gözlerimi pastama indirdim.
O sırada, masama bir bardak limonata kondu.
“Yengem, Emir ağabeyimden özel olarak yollandı,” dedi Samet, aniden belirip.
Bir an şaşkınlıkla başımı kaldırdım
“Ne ara geldin Samet?”
“Valla yenge, Emir ağabey var diye dinlenerek çalışıyorum. Yoksa normalde daha hızlıyım yani,” dedi kendinden emin bir ifadeyle.
Kahkahamı bastıramadım.
“Teşekkür ederim limonata için, kolay gelsin,” dedim nazikçe.
“Allah razı olsun yengem, ben kaçtım!” diyerek el salladı, bir anda kalabalığın içinde kayboldu.
Elimi bardağın etrafına koyup Emir’e tekrar baktım.
Tezgâhın arkasında, bir müşterinin siparişini hazırlarken başını kaldırıp göz kırptı bana.
O küçük an bile, kalbimin en derin yerinde yankılandı.
Dudaklarımın kenarı hafifçe kıvrıldı; istemsiz bir gülümseme yerleşti yüzüme.
Bakışlarımı utanarak kaçırıp dışarıda yağan yağmura baktığımda, nedensizce onunla geçirdiğimiz anlar geldi aklıma.
Bana ilk “güzelim” deyişi… Mecbur olsa bile “eşim” diyerek koruduğu o anlar…
Okula bırakırken keyfi olmasa da, sırf üzülmeyeyim diye babetlerimle uğraşıp beni güldürmeye çalıştığı sabahlar…
Mahcup olmayayım diye kitaplarımın arasına sıkıştırdığı küçük harçlıklar…
Anlamasa bile başımda oturup benimle ders çalıştığı geceler…
Yorgunluğunu gizleyip, “aç kalma öğretmen hanım, sen bize lazımsın,” deyişleri…
Ben gerçekten fazla iyi bir adamla beraberdim.
Bu dünyadan olmayacak kadar temiz kalpli, vicdanlı, sessiz bir kahramanla…
Pastamdan son çatalı gülümseyerek ağzıma atıp tabağı kenara ittikten sonra gözlerim yine meftununa çevrilmişti istemsizce. Kaşları çatık olsa da son derece rahattı. Bir masadaki gençlerle konuşuyordu; hareketleri sakin, yüzünde ise o tanıdık askeri ciddiyeti vardı.
Çevresi genişti, tanıdıklarıdır belki, diye düşündüm kendi kendime iç çekerek. Onun sayesinde benim de çevremde güzel insanlar birikmişti. En azından ondan sonra ki en yakın arkadaşımı, Azra’yı, onun sayesinde bulmuştum. Başımı tekrar kollarımın arasına alıp masaya yasladım, yeniden dışarıya çevirdim bakışlarımı.
Yağmurun cama vuran tınısı, içerideki uğultunun önüne geçti. Her damla, düşüncelerimin arasında yankılandı sanki.
Nedensizce... mayışmıştım yine. Göz kapaklarım ağırlaştı; içimde hem huzurun hem özlemin garip bir karışımı dolaşıyordu. İç çekip gözlerimi kapattığım anda, omuzlarıma bir ceket bırakıldığını hissettim.
Başımı kaldırdığımda alnıma bir buse kondurdu.
“Uyu bebeğim… Gideceğimiz zaman uyandırırım seni,” dedi — sesi hem yorgun hem huzurluydu.
Ona baktım uzun uzun.
Gözlerinde bütün günün ağırlığı vardı ama o bakış… hâlâ aynı sıcaklıktaydı. Gülümseyerek başımı omzuma eğdiğim de elini yüzümde gezdirip “Gülüşüne kurban olurum…”diyerek fısıldayınca yanaklarım yanmaya başladı .
Bir kez daha alnımdan öpüp geri çekilerek uzaklaştı. Onun işinin başına dönmesiyle başımı yeniden kollarımın arasına yaslayıp pencereye döndüm. Ceketine sinmiş kokusu ciğerlerime işledikçe bedenim gevşedi, gözlerim ağırlaştı.
Tam uykuya yenik düşmek üzereyken bir çığlık, ardından karışık bağırışlar duymam ile başımı hızla kaldırdım, kalbim o an yerinden fırlayacak gibiydi.
“Samet, geri dur!” diye gürleyen Emir’in sesi bir anda kafenin uğultusunu bastırdı.
Sandalyelerin devrilme sesi, fısıldaşmalar ve kısık çığlıklar birbirine karışırken refleksle ayağa fırladım.
Kalabalığın arasında gözlerim telaşla onu aradı.
“Emir…” dedim endişeyle, kalbim hızla çarparken.
Masaların arasında ilerleyip kalabalığı yararak yaklaştığımda Emir’in bir çocuğun kollarını sertçe arkaya kıvırdığını, masaya yatırdığını gördüm.
Elim istemsizce ağzıma gitti, hem şaşkınlıktan hem korkudan.
O an Doğuş’un sesi yankılandı:
“İyi misin Samet, iyi misin kardeşim?”
Yere çökmüş Samet’i kolundan tutup kaldırmaya çalışıyordu.
“İyiyim ağabey… Bir şeyim yok benim…” dedi Samet, sesi titrerken.
Ama gözlerindeki öfke, dudak kenarındaki kanla birlikte bir şeylerin hiç de yolunda olmadığını anlatıyordu.
Emir’in çenesinde sinirle kasılmış bir damar belirginleşmişti. Nefesi sertti, parmakları hâlâ çocuğun bileğini bırakmaya yanaşmıyordu.
Kafedeki herkes sessizleşmişti artık…
Ona doğru bir adım attım.
“Emir, ne oluyor…?” dedim, ama sesim titremişti.
“İklim...”
Beni fark ettiği anda bakışlarındaki öfke yumuşadı, nefesi düzene girdi. O an üzerimdeki şoku atar atmaz Samet’in diğer koluna girdim.
“İyi misin Samet?”
“İyiyim yenge...” dedi, ama sesi kısılmış gibiydi.
“Yenge şöyle oturtalım,” dedi Doğuş hemen, sandalye çekerek. Başımı sallayıp Samet’i oturtmamasına yardım ettim.
O sırada Vefa amca yanımıza geldi, elinde bir su şişesiyle.
“Kızım, içir çocuğa... korkmuştur, tansiyonu düşmesin.”
Suyu açıp Samet’e uzattım. Suyu içip bana uzatınca tekrar “Ablam iyi misin, ambulans çağırayım mı?” dedim tekrar, gözlerinde bir an bile bir kıpırtı arayarak.
“İyiyim yenge, vallahi iyiyim...”
Başımı arkaya çevirdiğimde Emir hâlâ çocuğu tutuyordu. Delikanlı bağırıyor, tehditler savuruyordu ama Emir dimdikti — yüzü ciddi, sesi buz gibi. Telefonla konuşuyor, diğer eliyle çocuğu sıkı sıkıya kontrol altında tutuyordu.
Doğuş da yanında, gerekirse destek olmak için hazır bekliyordu.
Bir an Emir’le göz göze geldik. Gözlerindeki sertlik azalmıştı. Başını hafifçe salladı, sessizce “İyiyim” der gibiydi.
Yutkundum, boğazımdaki düğümü bastırmaya çalışarak tekrar Samet’e döndüm.
“Ambulans çağıralım mı?” dedi Vefa amca endişeyle.
“Yok Vefa amca, iyiyim ben... bir şeyim yok.”
“Vefa amca, ilk yardım çantası var mı?” dedim hızlıca Samet’in iyiyim demesine aldırmadan.
“Var kızım, hemen getireyim!”
Başımla onaylayıp Samet’e yeni bir peçete uzattım.
“Burnuna tampon yap, çekme sakın kanı.”
“Tamam yenge...”
Ama sonra, sesi titreyerek etrafı gözleri tararken devam etti:
“Emir ağabey iyi mi yenge? O bıçağın önüne geçti...Göremiyorum onu...”
O an gözlerim büyüdü, dudaklarım aralandı.
Ne diyeceğimi bilemeden yalnızca başımı sallayabildim.
“İyi... iyi, bir şey yok gibi onda.” dedim güçlükle.
Gözlerim tekrar Emir’i buldu.
Kalabalığın arasından jandarma ekipleri girmişti. Emir, delikanlıyı onlara teslim ederken hâlâ sakin bir şekilde konuşuyordu. Kalabalıktan dolayı ne konuştuğunu seçemesemde yüzünde ki ifadeden her şeyin yolunda olduğunu anlıyordum.
O an Vefa amca elinde çantayla geldi.
“Al kızım, şunlara da bak hadi.”
“Sağ ol Vefa amca.”
Çantayı alıp Samet’in yanına çömeldim. Elleri hâlâ titriyordu.
Nefesimi kontrol etmeye çalışırken, içimde Emir’e dair büyüyen korkuyu bastıramıyordum artık.
“O bıçağın önüne geçti...”
Sözler yankılanıp duruyordu zihnimde.
___
"'_Saatler Sonra_"'
İklim’den...
Karakola gitmeden, olay yerinde ifade verdikten sonra ekipler görevini yapıp çekilirken Emir nihayet yanıma yaklaştı. Onu görünce yerimde duramaz oldum; doğruca kalkıp boynuna atıldım. Omuzlarına sıkı sıkı doladığım kollarım, bir an bile bırakmamak istercesine kenetlendi.
“İyi misin? Bir şeyin var mı?” diye sordum, ellerimle yüzünü yoklarken.
“İyiyim, güzelim… sen iyi misin?” dedi; sesi yorgundu ama içten bir sakinlik taşıyordu. Gözlerinin altındaki mor halkalar, gerilimin izlerini ele veriyordu.
“İyiyim…” dedim, nefesimi tutar gibi.
“Samet iyi mi?” dedi ardından, etrafa bakınıp duruyordu hâlâ.
“İyi. Doğuş eve götürdü onu. Biraz dinlensin istedik,” dedim rahatlatıcı bir tonla.
Derin bir nefes çekti. Emir’in ellerinin hâlâ hafif titreştiğini fark ettim; elini avuçlarımın içine bastırdım, ısısını ararken bir parça soğukta saklıydı endişe.
“Ellerin soğumuş,” dedim, sesim titreyerek.
“Bir şeyim yok güzelim,” diye fısıldadı o, ama sesi bütün günün yorgunluğunu taşıyan bir ağırlıktaydı. “Çocuk bıçak çekince refleksle önüme aldım. Şanslıydık—ciddi bir şey olmadı. Zaten, o çocuk akran baskısının kurbanıydı; durum başka yerlere dayanıyor. Bizim çocuklar araştırsın bakalım...”
“Ama ya olsaydı Emir?” dedim, sesim titreyerek.
Gözlerini kapattı, alnını benim alnıma yasladı.
“O çocuğun elinde bıçak değil, silah olsa da aynısını yapardım.”
“Emir...”
“Korkma güzelim. Bitti artık.”
Söylediği her kelime yüreğime dokunuyordu. Başını omzuma yasladı, derin bir nefes aldı.
“Yoruldum çok... ama seni görünce geçti yorgunluğum...”
Kollarımı daha sıkı doladım etrafına.
“Eve gidelim artık...” demesiyle geri çekildim, hâlâ gözlerinin içine bakıyordum.
“Taksi... taksi çağıralım Emir, yorgunsun...” dedim, sesimdeki endişeyi gizleyemeyerek.
Emir başını iki yana salladı, dudaklarının kenarında yorgun ama huzurlu bir tebessüm vardı.
“Gerek yok güzelim... yürürüz. Biraz hava alırız, iyi gelir.”
“Emir... lütfen...” dedim usulca, elini tutup parmaklarıma hapsettim.
Avuçları buz gibiydi. Oysa ben yanıyordum.
O an başını eğip alnımı öptü, sonra yüzüme baktı.
“Bebeğim... canım benim... güzel gözlüm...” dedi, sesi öyle yumuşaktı ki dizlerimin bağı çözüldü.
“Emir...” dedim kısık bir sesle, neye daha çok dayanamıyordum bilmiyordum — yorgun hâline mi, yoksa hâlâ bana böyle bakmasına mı...
O ise parmaklarını saçlarımdan geçirip derin bir nefes aldı.
“Korkma artık... Bitti güzelim. Hadi gel, eve yürüyelim... elim elimdeyken bana hiçbir şey olmaz.”
Yutkundum, başımı sessizce salladım.
“İyisin ama değil mi ?..”
“Güzelim…” Kısık sesi, alnımı kendi alnına yaslarken hâlâ kırılmıştı. Kolunu omzuma doladı; kulaklarımda adeta fısıldıyordu: “Senin yanında dinlenmem gerek.” Sonra biraz daha kendinden emin bir tonda ekledi: “Evimize gidelim… Azra da Ankara’ya varmış zaten.”
“Yağmur çiseliyor,” dedim, konuyu değiştirip moralini biraz olsun yükseltmeye çalışarak.
Gülerek baktı bana. “Babet giymişsin,” dedi, sesi yumuşak bir şakalaşmayla doluydu.
“Eksik var,” dedim, hafifçe tebessüm ederek, “elbise de giymişim bak.” O an çocuk gibi yanağımı sıktı. Gözlerindeki sıcak bakış, bütün yorgunluğumu alıp götürdü; kalbim hızla çarpmaya başladı.
“Çok yağarsa, kollarımdasın zaten...” dedi. Utancımı gizleyemeyip başımı hafifçe göğsüne yasladım; nefesim onun nefesiyle karıştı.
“Gidelim artık… Hadi, çok bastırmadan…”dedim, utanarak.
“Vefa Amca, biz çıkıyoruz,” diye seslendi Emir; sesine yeniden kavuşan o tanıdık neşeyle.
“Oğlum, dur hele, bir şemsiye vereyim size,” dedi yaşlı adam, yüzünde sıcak bir tebessümle.
“Yok amca, bizde var. Zaten çok yağmıyor. Biz çıkalım artık…” dedi Emir, ardından bana göz kırptı.
Masadan poşetlerimi alıp ceketini giymesi için uzattım.
“Bunu sen giy,” dedim.
Tereddüt etmedi. Ceketi alıp bana yaklaştığında yüzümdeki gülümseme istemsizce büyüdü. Fakat o, ceketi kendi üstüne değil, omuzlarıma bıraktı.
“Sende kalsın güzelim… Poşetleri ben alayım,” dedi yumuşak bir sesle.
“Ceketini giy lütfen, hasta olursan bakmam sana,” dedim şakayla.
Ama o an gözleri doldu, bakışları bir anlığına uzaklara daldı. Gülüşüm anında söndü.
“Şakaydı… niye gözlerin doldu? Şaka yaptım ben, Emir…”
“Biliyorum bebeğim,” dedi, sesi alçak ve kırılgandı. “Başka bir şey geldi aklıma sadece.”
Ceketini ona giydirmeme izin verip poşetleri eline aldıktan sonra elimi tuttu. Sokağa çıktığımızda ince bir yağmur başlamıştı; damlalar kaldırım taşlarına düşerken, havada toprakla karışık o tanıdık yağmur kokusu asılıydı. Yanına sokulup koluna girdim, başımı hafifçe omzuna yasladım.
“Gerçekten şaka yaptım Emir…” dedim dudaklarımı büzerek. Sesim titremişti.
Bir an sustu, gözlerini önümdeki yola dikti. Ben ise onun sessizliğine dayanamadım; boğazım düğümlendi.
“Bakacak mısın bana, hasta olursam?” dedi Emir, yandan bir bakış atarak. Gözlerinde hem şaka, hem de o kendine has mahzunluk vardı.
“Bakmaz olur muyum, Emir?” dedim, sesim istemsizce yumuşadı. “Canımın öteki yarısısın sen… Vallahi şakaydı.”
O an yüzünde beliren gülümseme yağmurdan bile daha yumuşaktı — kırılgan ama bir o kadar da huzurluydu.
“Eve gidince o çorbadan yine yapar mısın bana peki?”
“Yaparım ki…”
“Kolumun altına güzelce gir, kolların ıslanmasın bebeğim,” dedi; ceketini aralayıp bana yer açarken sesinde öyle bir sıcaklık vardı ki, yağmurun serinliği bile geri çekildi sanki.
Bir an gözlerine baktım.
İkimiz de sustuk.
Yağmurun sesi konuştu bizim yerimize; ceketinin yakasından süzülen birkaç damla, tenimde gezinen bir serinlik bıraktı.
Ona biraz daha sokuldum, beline sarıldım. Emir de ceketini kollarımın üstüne doğru çekti; sanki tüm dünyayı dışarıda bırakmak ister gibiydi.
“Bak,” dedi gülümseyerek, “ikimiz de sığdık bir cekete.”
Gözlerindeki o ışıltıya gülümseyerek karşılık verdim.
“Keşke kırmızı babetlerimi giyseydim,” dedim, alayla karışık bir sesle.
“Sağanak vurup bizi sel mi alsın, güzelim?” dedi muzip bir gülüşle.
“Değil mi…” dedim, gözlerindeki parıltıya dalarak. “Keşke kırmızı çiçekli elbisemi de giyseydim.”
“Ahh, benim yaramaz karım,” dedi Emir, gözleri tebessümle parlarken.
“Keşke kırmızı kurdelyeli tacımı da taksaydım,” diye mırıldandım, ağzımın kenarında muzip bir gülümsemeyle.
Emir hafifçe kıkırdadı, alnımı öper gibi başını eğdi. “Emir’inin de aklını aldığın yetmezmiş gibi, son kalanı da alsaydın, değil mi güzelim?” diye takıldı, sesi hem alaycı hem sevgi doluydu.
“Çiçekli kupemi de taksaydım, değil mi?” dedim, bir el hareketiyle hayali kupeyi kaldırır gibi yaparak.
“Bu kombini bir ara yapıyorsun,” diye onayladı Emir, gözlerindeki memnuniyetle.
“Saçlarımı da serbest bırakırım; ama dalgalı yaparım,” diye devam ettim, parmaklarımla saçımı düşündüğüm gibi nazikçe tararcasına bir hareket yaparak.
“Ben de yardım ederim sana, o aleti kullanmak aşırı eğlenceli,” dedi, tam bir işbirliği vaadiyle.
“Olur,” dedim, uzatarak.
“‘Olur’ diyen ağzına kurban olurum,” diye karşılık verdi Emir yanağıma minik bir öpücük bırakıp tebessümü daha da büyüyerek.
“Ayakların ıslanıyor mu?” diye sordu birden, sesi yağmurun uğultusuna karışarak.
Sesindeki o kaygı, içimi bir anlığına ısıttı.
“Çiseliyor ya... Islanmıyor o kadar,” dedim, başımı eğip ayaklarıma bakarken. Tam o sırada Emir’in bir kolunun kalçamın altına girmesiyle bir anda yerden kesildim. Refleksle omuzlarına tutundum, kalbim neredeyse kucağından taşacak gibi çarpmaya başladı.
“Emiiir?!”
Gözlerimi kocaman açmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
“Haber vermeyi unuttum güzelim, kusura bakma,” dedi sanki çok doğal bir şeymiş gibi. Dudaklarının kıyısında küçük bir gülümseme vardı.
“Yorgunsun diyorum, bir de kucağına alıyorsun ya!” dedim, sesi hem sitemli hem şaşkındı.
“Şu direği döndük mü evdeyiz zaten... daha fazla üşütme öğretmen hanım,” dedi, sesi alayla karışık bir şefkat taşıyordu.
“Habersiz kucağına niye alıyorsun?” dedim kaşlarımı çatarak, ama sesim öfkeliden çok şaşkın bir gülüşe karışmıştı.
“Unuttum güzelim,” dedi gülümseyerek, yağmur damlalarının arasından gözlerime bakarken.
“Aklımı alacaksın bir gün Emir...”
“Pasta yaramış,” dedi dudaklarının kenarındaki muzip gülümsemeyle. “Elli kilo, yirmi gramsın sen. 20 gram almışsın ala ala kiloyu...”
“Terazi misin sen Emir?!”
“Kuş gibisin,” diye devam etti. “Biraz ye güzelim. O kadar da bakıyorum sana, hâlâ miniciksin.”
“Midem küçük benim,” dedim savunur gibi. Apartmanın önüne varınca beni kucağından indirdi. Gözleriyle apartman merdivenlerini işaret etti.
“Eve geçelim hadi. O geçenki çorbadan yaparsın, sıcak sıcak içeriz birlikte,” dedi, sesi yumuşayıp bir anda o tanıdık ev sıcaklığına büründü.
Yağmur biraz daha hızlanmıştı, sokak lambasının ışığında damlalar dans ediyordu. Kaldırımda yankılanan su sesiyle birlikte içimde bir çocukluk hevesi kabardı.
“Emir…” dedim yavaşça, başımı onun omzuna yaslayarak.
“Söyle güzelim?”
“Poşetleri bırakıp iki dakika yağmurda eğlenelim mi?” dedim, gözlerim ışıldayarak.
Bir an sustu. Dudaklarındaki tebessüm derinleşti, gözleri parladı.
“Yani sen diyorsun ki…” dedi kısık bir sesle, “ben bu kadar ıslanma diye uğraşayım öğretmen hanım, ama ne olursa olsun kendim ıslanmaya her türlü meyilliyim?”
“Off Emir…” diyerek dudak büküp göz devirdim, ama gülmemi tutamadım.
“Tamam, tamam güzelim,” dedi, yüzündeki gülümseme daha da büyüyerek.
“Ama sadece iki dakika, söz ver, yoksa hasta olmasam da yataktan çıkmam, bana bakmak zorunda kalırsın!”
“Ya Emir… tamam, söz, hadi!” dedim, neşeyle omuzlarını dürterek.
Emir elimi tuttu, gözlerindeki muzip parıltı hala kaybolmamıştı.
“Hazır mısın, rüya perim?” diye sordu.
“Hazırım,” dedim, kalbim heyecandan hızlı atarken.
Poşetleri yere bıraktık ve yağmurun hafif çiselmesi eşliğinde, küçük adımlarla dans etmeye başladık. Emir bir adım attı, ben de ona karşılık verdim; ellerimiz kenetli, göz göze bakıyorduk. Ara ara yanaklarıma ve yüzüme hafif öpücükler konduruyordu, ben de gülüşle karşılık veriyordum.
Bazen yavaşça döndürüyor, bazen bir adım geri çekilip uzaklaştırıp ardından beni kendine tekrar yaklaştırıyordu dansımızın etkisiyle.
Ayaklarımız su birikintilerine basarken, kahkahalarımız yağmurun ritmiyle karışıyordu. Saçlarım ıslanmış, omuzlarımda su damlacıkları birikmişti; ama hiç umurumda değildi. Sadece o vardı, sadece biz…
____
Emir Kaan’dan...
Sıcak bir duşun ardından iğnemi vurup kendimi yatağa bıraktım. Vücudum sanki her an eriyecekmiş gibi ağır, can çekişir gibiydi. Gözlerim uyku ve uyanıklık arasında gidip gelirken kapının hafifçe çalmasıyla başımı kaldırıp toparlandım. Yatak başında bıraktığım kazağı üzerime çekip doğruldum.
“Emir… girebilir miyim?” diye seslendi İklim, sesi hafifçe titriyordu.
“Gir güzelim,” dedim ve kapı yavaşça aralandı.
İklim, avucunda titreyen bir kuşla balkondan geliyordu; gözleri ağlamaklıydı.
“Emir… balkonda buldum ben bu kuşu…”
Hemen yanına eğildim, avucundaki kuşu dikkatle inceledim.
“İyi yapmışsın, birtanem… Ama neden ağlıyorsun?” dedim, sesi hem yumuşak hem endişeliydi.
“Çok yavaş hareket ediyor… Ölecek mi Emir?” dedi, gözlerindeki korku ve endişe belirgindi.
“Gel bakalım, salona geçelim,” dedim, onu nazikçe yanımdan tutup yönlendirerek. Kuşu da elimle destekleyerek birlikte salona doğru yürüdük.
Koltuğa oturduğumuzda İklim kuşu nazikçe elime verdi. Küçük kuşun tüyleri dağılmış, minik bedeni titriyordu. Islandığı için onu hafifçe kuruttuk.
“Güzelim, bir kutu getirir misin? İçine biraz pamuk felan koyarsak daha rahat eder,” dedim, sesimde hem endişe hem de şefkat vardı.
“Tamam, getiriyorum hemen,” dedi İklim. Kuşu elimde okşayarak ısıtmaya çalıştım; tüylerinin arasına nefesimi üfledim, minik bedeni hafifçe sakinleşti. Avuçlarımın sıcaklığında minik ötüş sesi çıkarınca gülümsedim.
“Kader ortağı sayılırız, değil mi minik?” dedim, kuşu içimdeki yangınları gizlemek istercesine nazikçe öperek.
Tam o sırada İklim geri döndü, elinde kutu vardı:
“Emir, getirdim,” dedi, sesi hem heyecanlı hem de biraz rahatlamıştı.
İklim’in hazırladığı kutuya minik kuşu yavaşça yerleştirdik. Pet şişe kapağına biraz su koyup içine bıraktık; kuşun nefes alabileceği, küçük ama güvenli bir alan yaratmaya çalışıyorduk.
“Peteğin üstünde biraz kalsın,” dedim, kutuyu peteklerin üstüne nazikçe yerleştirirken.
“Yaşar değil mi? Daha küçücük…” İklim endişeli gözlerle bana baktı.
“Sertçe yavrusu, güzelim, ama çok küçük de değil. Uçar belki, kendini toparlarsa,” dedim, sesimde hem umut hem de dikkat vardı.
“Ben ekmek kırıntısı da getireyim, kutuya koyayım,” dedi İklim, telaşla.
“Koy, güzelim…” dedim yumuşakça, onu cesaretlendirerek.
“Lütfen yaşasın…” dedi, gözlerindeki tedirginlik ve şefkat karışımı bakışlarla.
“Minik, üzme karımı. Yaşamaya bak,” dedim iç çekerek.
Küçük kuş, titreyen kanatlarını hafifçe oynatırken, ikimizin de içi biraz olsun rahatladı..
İklim kuşla ilgilenirken ben ellerimi yıkamak için banyoya geçtim. Sıcak su ellerime değdiğinde biraz olsun rahatladım, ama bedenimdeki ağırlık hâlâ tüm kaslarımı kaplamıştı.
Ellerimi kurulayıp tekrar odama attım kendimi. Yorganın altında uzanırken, vücudum neredeyse kendini taşımayacak kadar yorgundu; nefes almak bile bir mücadele gibiydi.
Gözlerimi kapattım, ama uyku ile uyanıklık arasında gidip gelen bir bilinçle, İklim’in kuşla ilgilenirken çıkardığı hafif sesleri duyarak huzur bulmaya çalıştım. Her ne kadar yorgun olsam da, içimde küçük bir rahatlama kıvılcımı vardı; çünkü minik bir can, güvenli ellerdeydi.
__
Oy sınırı dolmadan bölüm attım bir daha olmasın
35 oy olmadan 20 yorum yapılmadan bölüm gelmez
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |