

Bölüm Şarkılarınız
Dedublüman - Günü gelir
Dedublüman - Rüya Gibi
Ebru Gündeş- Gün ağardı
___
Yiğit Alper Tuna’dan…
Azra’ya olanları anlatmam ve yola çıkmam neredeyse eş zamanlı olmuştu. Direksiyonun her dönüşü, yüreğimde biraz daha daralan bir boşluk bırakıyordu. Ankara’ya vardığımda, geceye karışan siren sesi, içimdeki korkunun yankısı gibi çınlıyordu.
Evin önüne geldiğimde ambulans çoktan gelmişti, sağlık ekipleri kapının önünde hazır bekliyordu.
“Biz hazırız, Komutanım,” dedi hemşire.
Başımı ağır ağır salladım; kelimeler boğazımda düğümlenmişti.
Telefonu elime aldım, parmaklarım titriyordu.
“Azra…”
Karşıdan gelen ses yorgun ama hâlâ güçlüydü.
“Alper…”
“Canım, ben geldim. Ekipler de geldi.”
“Görüyorum,” dedi kısık, kırılgan bir sesle.
Başımı kaldırdığımda, odasının penceresinde onu gördüm.
Elinde bir perde parçasına tutunmuş, gözleri dolu doluydu.
Camın ardından bile hissediliyordu o titrek nefesler… o çaresizliğin sessizliği.
“Girelim mi?” dedim, sesim zorla çıktı.
Bir sessizlik… ardından kırık bir nefesin arasından döküldü o kelime:
“Girin…”
Yutkunmam boğazımda kaldı. Telefonu kulağımdan indirip, gözlerimi bir an kapattım.
“Giriyoruz,” dedim ekiplere, sesim titredi.
Adımlarım ağırdı; her basamakta içimde bir şey kopuyordu.
Sanki merdiven değil, vicdanımın ağırlığını çıkıyordum.
Kapıya vardığımda, elim titredi… ama kapıyı ben çalmadım. Kalbim çaldı sanki.
Bir süre sonra kapı aralandı.
Azra karşımdaydı.
Solgun, yorgun… ama gözlerinde hâlâ bir umut kıvılcımı parlıyordu.
Sarılmak istedim, “buradayım” demek istedim… ama kelimeler dudaklarımda yandı kaldı.
Sadece başımı eğdim, sessizce içeriye girdim.
Evin havası ağırdı. Sessizlik bile yas tutuyordu.
Annesi oturduğu yerden doğruldu, babasıysa bana baktı.
Yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu zaten.
“Alper, hoşgeldin oğlum…” dedi Hüda teyze titrek bir sesle.
“Hoşbulduk, Hüda teyze…”
Sesim boğuk, kelimeler boğazımda düğümlenmişti.
“Ne oldu, niye sağlık ekipleriyle geldiniz ki oğlum? Yunus amcanın ihtiyacı yoktu artık.”
“Hüda teyze… Bu defa Yunus amca için gelmediler…”
Cümle boğazımda kaldı, zorla yutkundum. Ciğerlerim yanıyor, gözlerimden istemsiz bir damla yaş süzülüyordu.
“Emir için mi?” dedi o an Yunus amca, sesi titreyerek.
Başımı salladım. Hüda teyze yanımda belirdi, elleriyle koluma dokundu.
“Ne oldu Emir’e? Oğlum, konuşsana…”
“İç kanama geçirdi… yoğun bakımda, teyze… Ben sizi almaya geldim.”
“Ne iç kanaması, Alper… İyiydi benim oğlum…”
Sesi, her zamanki güçlü Hüda teyze sesi bile, bu defa kırılgandı.
“Karaciğer… yetmezliği, Hüda teyze…”
Gücümün son kırıntılarıyla söyledim. Yalan değildi. Zehir değildi Emir’i yoran; bedeninin sessiz çığlığıydı.
O an Azra kaşlarını kaldırıp bana bakakaldı, gözleri kocaman açıldı.
“Karaciğer yetmezliği mi?”
Başımı salladım.
Annesinin “Emir!” diye yıkılışı kulaklarımı yaktı.
Bir çığlık değildi sadece — içinde yılların duası, korkusu, sevgisi vardı.
Dizlerinin üzerine çöktü, ellerini göğsüne bastırdı; sanki kalbi yerinden sökülmesin diye tutuyordu.
Sağlık ekipleri hemen yanına koştu.
Bir hemşire “Tansiyonu düştü, dikkat edin!” diye seslendi.
Ben ise olduğum yerde kalakaldım. Sadece bakabildim...
Çünkü o çığlıkla birlikte sanki bir yerime de kurşun saplanmıştı.
Yunus amca, protez bacaklarına rağmen kalktı yerinden, bana doğru güçlükle yürüdü.
Gözleri kan çanağı gibiydi.
“Rahat olurum, baba, demişti… Karakola vermişlerdi hani oğlum Emir’i…” dedi kısık, kırık bir sesle.
Her kelime ciğerimden parça kopardı.
Başımı eğdim, nefesim titredi.
“Durumu nasıl peki…” dedi Yunus amca, sesi titreyerek, korkuyla ayağa kalktı.
“…Ağır… ağır yaralı…” dedim, kelimeler boğazımda düğümlenirken.
“Oyyy… ben nereye gideyim şimdi! Kınalı kuzum, Emir’im…” Kadın feryat ediyor, her hecesi yüreğimde bir çığ gibi çarpıyordu.
Yunus amca dizlerinin üzerine çöktü; protez bacaklarına tutunarak dengesini sağlamaya çalıştı ama acının ağırlığı, bacaklarından çok daha fazlaydı. Koluna girsem de tutamadım onu...
Gözleri boşluğa dalmış, sessizce ağlıyor, hıçkırıklarla mırıldanıyordu:
“Emir… seni de yıktı… baban oğlum…”
“Deme öyle, Yunus amca… Emir hâlâ savaşıyor… sizin için…”
Sözlerim titrek, nefesim kesilmiş, kalbim darmadağın.
Sağlık ekipleri etrafımızı sardı; hemşirenin, “Lütfen geri çekilin!” sesiyle birkaç adım geriye çekildim.
Boğazımda düğümlenen nefes, yutkunmamla bile geçmiyordu.
O anda Egemen koşarak geldi ve bana sarıldı.
Genç çocuk beni öyle sımsıkı sardı ki… sanki o minik yüreği, benim çaresizliğimi hissediyordu sanki
... sanki yükümü paylaşmaya gelmişti.
“Alper Ağabey… ağabeyim ölmez, değil mi?”
Ama sorduğu soru yeni bir kurşun atmıştı içime...Sesi titrek, gözleri dolu dolu… o an dünyadaki tüm korkularımı içine çekip bastırmak istedim.
Hiçbir şey diyemedim. Sadece onu sımsıkı sardım, başını göğsüme bastırdım.
“Alper ağabey…” diye fısıldadı yeniden.
Ve boğazımdan dökülen tek cümle:
“…Savaşıyor, kardeşim… Ağabeyin hâlâ savaşıyor… sizin için…”
Kalbim, gözlerimden akan yaşlarla, o an orada, hep birlikte savaş veriyormuşuz gibi çarpıyordu.
Sessizlik, çığ gibi ağır; umut ve korku, yan yana oturmuştu…
___
İklim Yılmaz’dan...
Evin önüne yanaşan ambulansın sesi yüreğimi delip geçti.
O ses, korkularımı uyandıran bir fısıltı gibiydi.
Pencereden baktığımda ambulansın ışıkları, evin duvarlarına çarpıp gözlerime vurdu.
Kalbim boğazıma tırmandı.
“Ne oluyor?” dedim, kendi sesim bile yabancı geldi kulağıma.
Kapıdan sağlıkçılar girdiğinde gözlerim doldu, dizlerim titredi.
Ardından Göktürk ve Alparslan ağabey göründü.
Alparslan ağabey başını kaldırıp bana baktığında, bakışlarındaki o keder… Bir şey koptu içimde. O ise başını eğdi.
O an anladım, kötü bir şey olmuştu.
Kapı çalındığında, elim kapı koluna giderken ellerimin nasıl buz kestiğini hissettim.
Kapıyı yavaşça açtım.
“Emir…” dedim nefesimin ucuyla, “Emir nerede?”
“Kardeşim…” dedi Alparslan ağabey, sesi kısılmıştı.
Ama ben daha fazlasını beklemeden bir adım attım ona doğru.
“Ağabey, Emir nerede?!”
Sesim çatladı, kalbimle birlikte.
“Getireceğim dediniz… bana söz vermiştiniz. Nerede Emir, hani nerde?!”
“O gelemeyince seni ona götürmeye geldik kardeşim,” dedi sonunda.
Sesi boğuktu, gözleri nemli.
“Niye… niye gelemedi?” dedim, kelimeleri ağzımdan çıkarken içimden bir şeyler kopuyordu.
“Bir şey mi oldu? Söyleyin bana!”
Alparslan ağabey sessizce elini omzuma koydu.
“Önce bir sakinleş, kardeşim…”
“Elini çek ağabey…” dedim boğuk bir sesle.
“Bana güven dediniz bana?!”
Nefesim kesildi.
“Emir’im nerede benim?!”
Gözyaşlarım artık yanaklarımı yakıyordu.
“Niye sağlıkçılarla geldiniz? Neden kimse bana bir şey söylemiyor?! Nerede benim eşim… nerede Emir?! Söyleyin bana, ne olur!”
Göktürk ağabey başını yana çevirdi, sustu. Alparslan’ın dudakları titredi, ama söyleyemedi.
O an içimde bir uğultu başladı…
Sanki kalbimin sesi dışarı taşmıştı.
Duymak istemediğim o gerçeği hissettim ama yine de bekledim.
Bir tek kelime duysam, yeniden nefes alacaktım belki…
Ama sessizlik, cevaptan daha fazla acıttı.
“Ya susmayın artık?! İki gündür görevde diye oyalıyorsunuz beni! Hissediyorum... bir şey oldu! Bir şey söyleyin artık!”
Sesim titriyordu. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi.
“Emir yoksa gizlemezdi benden gideceğini! Hastaydı... hali yoktu... ben tek göndermeyecektim onu ifadeye...”
Kelimeler boğazıma düğümlendi.
Alparslan ağabey bir adım yaklaştı, sakinleştirmek ister gibi elini omzuma koydu.
“Kardeşim, geçelim oturalım... yapma böyle...”
Ama o eli hızla ittim.
“Ağabey! Ne oldu Emir’e?! Kurban olayım söyleyin, biri mi bir şey yaptı ona?!”
Sesim yırtıldı, dudaklarım zangır zangır titredi.
Gözlerindeki sessizlik içimi deldi.
Göktürk ağabey başını eğdi, boğazını temizledi, sesi zar zor çıktı:
“Kimse bir şey yapmadı kardeşim... ama... durumu iyi değil.”
“N-ne demek kimse... ağabey siz... ne demek iyi değil?!”
Gözlerimde yaş birikti, nefesim göğsümde tıkandı.
Göktürk koluma uzandı, sesi çatladı:
“İklim, sakin ol önce bir kardeşim... ne olur.”
Bir adım geri çekildim, nefesim kesildi.
“Dokunma bana!” dedim boğuk bir sesle.
“Hani size emanetti?!
Bize güven dediniz ya, hani koruyacaktınız onu?! Nasıl başına iş geldi o zaman?! Nasıl durumu iyi değil, nasıl?!”
Alparslan ağabey başını eğdi, bir süre sessiz kaldı.
Sonra derin bir nefes aldı, sanki kelimeleri ağzından değil, kalbinin en acı yerinden çıkarır gibi konuştu:
“Karakolun önünde fenalaşmış... Biz de anlayamadık önce... bir anda yere yığıldı. İç kanama geçirmiş. Ama... direniyor hala, İklim. Seni bekliyor.”
O an dünya sessizleşti.
Kalbimin atışını bile duyamadım.
Sanki biri içimden tüm havayı çekti, ruhum boşlukta asılı kaldı.
“E... Emir...” dedim, dudaklarım birbirine değmeden.
Sesim bir nefes kadar bile çıkmadı.
Ellerim titredi, ayaklarımın altından yer kaydı.
Başım döndü, gözlerim bulanıklaştı.
Ve o an... bedenim ruhuma yetişemedi.
Kalbimin son atışı gibi, karanlığın içine düştüm
___
Baran Boran’dan...
Ailesinin gelmesiyle Egemen hızla yanıma koştu ve bedenini bana bıraktı.
“Baran ağabey… ağabeyim!”
“Şştt… dayanıyor aslanım,” dedim, sesim kırık, kalbim yanıyordu.
Azra o an bana baktı; gözlerinde hem korku hem çaresizlik vardı.
“Ağabey…”
“Karaciğer yetmezliği dedi doktor… Bekliyoruz uyanmasını…” diyebildim, kelimeler boğazımda düğümlenmişti.
Hüda teyzenin birden “Oğlum!” diyerek yıkılışıyla, Egemen’i daha sıkı tuttum, kalbime bastırdım. Küçük bedeninin titremesi ruhuma işliyordu.
“Bırakmayın kendinizi… direniyor Emir,” dedi İsmail, sesi hem yumuşak hem acılıydı.
O anda zaman durmuş gibiydi; her nefes, her bakış, her titreyen el, kalbimize ağır bir zincir gibi dolanıyordu.
“Yunus amca nerede?” dedim, sesim titredi, gözyaşlarımı bastırmaya çalışarak.
“Ağabey… babam rahatsızlandı… Alper başında,” dedi Azra, sesi kırık ama kararlıydı.
“Ben bir bakayım,” dedim, adımımı atarken Azra kolumdan tuttu.
“Bakma ağabey… sen buraya lazımsın…”
“Olmaz kardeşim…”
“Onun borçları, dertleri olmasaydı… o adam o odada olmazdı ağabey! Kim ne halt yediğini, senelerdir kimden ne çaldığını çok iyi biliyor...
” dedi, Azra’nın sesi öfke ve çaresizlikle doluydu; sinirle yumruğunu sıktı, ama gözleri korkuyla doluydu.
Azra’nın bakışlarındaki kararmayı görünce irkildim; şaşkınlıkla İsmail’e baktım, o da aynı şeyi görmüştü.
“Kardeşim, sen benimle bir gel.” diye fısıldadım, Azra’yı nazikçe kolundan tutup koridorun köşesine çektim.
“Ağabey…” diye itiraz etti ama gözleri hâlâ alevliydi.
“Azra, yanlış kişiye kızıyorsun,” dedim, sesimi yumuşatmaya çalışarak.
“Yengeme mi kızayım ağabey? O, bu hikâyede en masum insan!” diye patladı Azra, gözleri dolup taşarken.
“Ben onu mu diyorum, gülüm?” diye cevap verdim, yorgun bir tonda.
Azra acıyla güldü, sonra öfkeyle devam etti:
“Babam zamanında çocuklarına sahip çıksaydı, yapması gereken babalığı onun omuzlarına bırakmasaydı, ağabeyim bir zehire yenik düşmezdi. Yıllarca omuzlarında taşıdığı yükler onu çöktürdü. Kurşunlar deviremedi onu — peki bir zehir mi devirecekti ağabey? Kaç kere yaralandı, döndü. Sen şahitsin... Yine kalkardı o masadan ama içini dertle çürüttük onun. Hepimizin suçu var. Duyamadık yeterince sesini... Ağabeyim, bir zehire yenik düşmezdi ağabey. Sesini birine ilk defa duyurdu. O da yengem oldu. Ama yengemi de çok geç zamanda buldu... ”
“Azra…” dedim, sesim kırıldı.
“Yengem demişken, yengemin haberi var mı, ağabey?” diye sordu sertçe.
“Haberi vermeye gittiler,” diye yanıtladım, kelimeler boğuk çıktı dudaklarımdan.
Azra yüzünü sertleştirdi. “Eğer içinizden biri ona kırarsa, karşınızda beni bulursunuz. Ağabeyimin tek emaneti o bize. Yüreği atmayı bırasa bile, unutmayın: onun yüreğinin sesini bir tek o kadın duydu... Kalbi dursa dahi, kalbinin sesi yalnızca yengemin yüreğinde atmaya devam edecek...”
Bir an sustu; yüzündeki öfke, içindeki çaresizlikten kırılıyordu.
“Büyümüşsün, cimcime,” dedim buruk bir tebessümle, ona gururla bakarak.
Azra çantasını açtı, elime bir zarf uzattı ve gözleri dolarak fısıldadı:
“Ben bu mektuptan sonra bir daha çocuk olamadım, ağabey. Siz de okuyun… hakkınız.”
Zarf elimde ağırlaştı; Azra’nın sözlerindeki isyan ve teslimiyet aynı anda omuzlarıma çöktü.
___
Oy sınırı yok ama 30 un altına inerse de bölüm atmam haberiniz olsun. Bolca oy ve yorum atın.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |