

İklim’den...
Hastaneye gelir gelmez görmek istemiştim onu. Kalbim, kapının ardında atmayı unutmuş gibiydi.
Yoğun bakım servisine girmek için hemşirelerin verdiği o steril kıyafetleri giydim — ama içimdeki dağınıklığı hiçbir şey toparlayamıyordu.
Adımlarım titreyerek atıldı o odaya.
Makinelerin mekanik sesi, bir kalbin ritmini değil, sessizliğin yankısını taşıyordu sanki.
“Emir…”
Sadece adını söyleyebildim.
O an gözlerim doldu. Sanki gözyaşlarımın her biri, içimde bir yerleri paramparça ediyordu.
Yanına yaklaşıp elini tuttum. Buz gibiydi…
Oysa bu eller, bir zamanlar benim avuçlarımı ısıtan ellerdi.
“Çok özledim seni… çok özledim…”
Sesi titreyen bir çocuk gibi konuştum. “Emir, çok özledim…”
Sonra elini öptüm, dudaklarımdan dökülen nefes bile suçlu gibiydi.
“Özür dilerim… yanında olamadım. Bana yeni söylediler…”
Gözlerimi kapattım, yutkunamadım.
“Ama biliyordum. İçimde bir yer hep söylüyordu. Sen bana haber verirdin çünkü…” Sesim gittikçe boğuldu. “Vermemezlik etmezdin ki…”
Bir an sustum.
Sanki o da duyacak, cevap verecek gibi bekledim.
Ama sadece makinelerin tekdüze sesi vardı…
Ve ben, o sesin arasında, onsuzluğun ne kadar gürültülü olabileceğini öğrendim.
“Ellerin buz gibi…” dedim, parmaklarım onun ellerine kenetlenmiş halde titrerken.
“Çok üşütürler seni burada… uyansana ne olur… evimize gidelim Emir.”
Sesim çatladı, kelimelerim hıçkırıklarımın arasında boğuldu.
“Ne olur… sensiz çok karanlık her yer… nefes alamıyorum ben…”
Eğildim, alnımı onun eline dayadım. Saçlarını okşarken gözyaşlarım yanaklarıma değil, onun avuçlarına karıştı.
“Merhamet kokulum benim…” dedim, sesi titreyen bir dua gibi.
“Buralar hiç yakışmıyor sana, Emir’im… senin yerin burası değil…”
Yüzüne dokundum, gözkapaklarını parmak uçlarımla izledim.
“Söz verdin bana…” diye fısıldadım, gözlerimi kapatıp yutkundum.
“Bırakmam demiştin… İklim’imi hiç yalnız bırakmam demiştin… Hani söz vermiştin, Emir?”
Sözlerim boşluğa karıştı ama ben hâlâ duyar gibiydim onun sesini, bir yerlerden bana dönüyordu sanki:
“Yanındayım güzelim… dayan…”
“Gamzenin çukurunu özledim Emir’im…” dedim, titreyen ellerimle yüzünü okşarken.
“Sinende uyumayı özledim… kalbinin sesini duymayı… o sıcaklığı…”
Yanağına eğilip öptüm, dudaklarım buz gibi tenine değdiğinde içim bir kez daha yandı.
“Hani ‘Emir’im deyişin mezardan kalkıp getirir beni’ derdin ya…” diye fısıldadım, gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp boynuna düştü.
“Benden usanana kadar ‘Emir’im’ derim sana… ne olur uyan artık…”
Tam o sırada arkamdan bir ses geldi:
“İklim Hanım, süreniz doldu…”
Başımı kaldırmadan cevap verdim.
“İki dakika daha, lütfen…”
“Fazla uzamasın, lütfen…” dedi hemşire, sesi yumuşak ama yorgundu.
“Söz, uzatmam…” dedim, bakışlarımı Emir’den ayırmadan.
Kapı kapanınca içimdeki sessizlik bir çığlık gibi büyüdü.
Yüzüne yeniden döndüm, parmaklarımı saçlarının arasına geçirdim.
“Emir’im… gamzesi güzelim…” dedim, gözlerimden yaşlar süzülürken.
“Ben buradayım… sen uyanana kadar buradayım. Yalnız değilsin, ben senin canındayım…”
Alnımı dudaklarına yasladım, nefesim nefesine karışsın istedim.
“Yine başarırız, yeneriz değil mi yine? Biz her defasında küllerimizden doğduk…
Bunu da yen, ne olur Emir… bizim için, dön bana…”
Elini avuçlarımın arasına aldım, parmaklarım buz gibi teninde kayboldu.
“Beni yalnız bırakma… kimsem yok benim, senden başka Emir’im…Lütfen kalk ayağa canım...Ben bekliyorum seni...”
Sözlerim her nefesle birlikte kırıldı, dudaklarım ellerine değdiğinde içimde bir sızı daha kabardı.
Elini öptüm uzun uzun — sanki o öpücükle kalbine yeniden can üfleyebilirmişim gibi.
Sonra yavaşça doğruldum, gözlerim ondan bir an bile kopmadı.
“Şimdi gidiyorum…” dedim, sesi olmayan bir nefesle.
Ama elim kalbime gitti. “Kalbim seninle, merhamet kokulum…”
Gözyaşlarımı sildim, ama yenileri sessizce aktı.
“Ne olur kalk sevdiğim…” diye fısıldadım.
“Bak, ben hâlâ buradayım. Sana inanıyorum Emir’im…
Sen de bize inan… ve dön bize, olur mu?”
Elimi çekmeden önce son kez alnına dokundum.
“Ben seni bekleyeceğim… tıpkı hep yaptığım gibi.”
____
Alparslan’dan...
Eve kendimi nasıl attığımı bile hatırlamıyorum. Kapıyı kapatır kapatmaz sırtımı duvara yasladım, dizlerimden güç alıp ayakta kalmaya çalıştım.
Duşa girdiğimde suyun sıcaklığı bile içimdeki yangını söndüremedi.
Yüreğim cayır cayır yanıyordu… sanki Gözde’yi bir kez daha kaybetmişim gibi.
Her damla, geçmişin hatıralarını getiriyordu gözümün önüne — o gülüş, o “dikkat et kendine” diyen sesi…
Hepsi suyun sesiyle birbirine karıştı.
Duştan çıkıp üstümü giyindim, ama içimdeki ağırlık hiçbir yere gitmemişti.
Yatağın kenarına oturdum, ellerim titreyerek boynuma uzandı…
Parmaklarım dövmemin üzerinde gezindi — Gözde’nin son öptüğü yer…
Gözlerim doldu, boğazımdaki düğüm bir türlü çözülmedi.
Başımı eğip fısıldadım, sesim kısılmış, yüreğim paramparçaydı:
“Çok ihtiyacım var sana güzelim… Alp’in tükendi.”
Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım ama olmuyordu…
İklim’in Emir için çırpındığı o an, gözlerimin önünden gitmiyordu.
Sanki zaman geri dönmüş, ben yine o lanetli günlerde, Gözde için yırtınıyordum.
O çaresizlik, o boşluk… tekrar içime doldu.
Ellerimi yüzüme kapatıp hıçkırığımı bastırmaya çalıştım.
“Ben nasıl dayanacağım Allah’ım… nasıl dayanacağım…” dedim, sesim titreyerek.
O sırada Emir’in sesi yankılandı zihnimde, öyle canlı, öyle gerçekti ki…
“Yine zeybek oynarız değil mi ağabey?” demişti o gün, gözleri ışıl ışıl.
O saf, o içten tebessümüyle gülmüştü bana.
Yutkundum, ama boğazımdan bir şey geçmedi.
Bir damla gözyaşı süzülüp parmaklarımın arasından aktı.
“Kalk Alparslan…” dedim dişlerimin arasından, boğazım düğümlenmişti.
“Dağılmak yok oğlum… kardeşlerinin daha sana ihtiyacı var.”
Başımı öne eğip gözlerimi kapattım, avuçlarımı dizlerime bastırdım.
Nefesim göğsümde sıkışıyor, içimdeki yangın kaburga kemiğime kadar vuruyordu.
“Sen ağlarsan, onlar yıkılır… sen düşersen, kim toparlar Alparslan…”
Sanki kendi sesim değil de Gözde’nin sesi yankılanıyordu kulaklarımda.
“Onlar sensin onların arkasında ki dağ oğlum, dağ yıkılır mı?”
Bir an, ellerimi yüzümden çekip tavana baktım gözyaşlarım süzülürken sadece fısıldayabildim:
“Toparla kendini… sen ağabeysin be Alparslan… sen ağabeysin.”
__
Baran’dan...
Doktorun kapıdan çıkmasıyla birlikte hepimiz bir anda ayağa fırladık. Kalbim, göğsümün içinde değil sanki boğazımdaydı.
İklim’in solgun yüzüne baktım. Elleri titriyordu. Ona doğru bir adım atıp elimi uzattım.
“Güçlü dur kardeşim,” dedim alçak sesle.
Başını yavaşça salladı, elimi tuttu… Sonra da dengesini kaybedecekmiş gibi koluma yaslandı.
“Hastanın birinci derece yakınları kimler?” diye sordu doktor.
İklim tereddüt etmeden, gözlerini bile kırpmadan cevap verdi:
“Hepimiz.”
Doktor dosyasına baktı, sonra tekrar başını kaldırdı.
“Uyandıracağız hastayı. Bunun için birinci dereceden yakının onayı gerekli, imza almamız lazım.”
O an gözlerim Azra’yla buluştu.
Sadece bakıştık… ama ikimiz de ne demek istediğimizi anladık.
“Senin atman gerek, Azra...” dedim bakışlarımla.
Azra derin bir nefes aldı, boğazı düğümlenmişti. Bir adım öne çıktı.
“Yengem yorgun... Ben atarım imzayı,” dedi sesi titreyerek.
Tam o sırada İklim kolumu sıkı sıkı kavradı. Başını hafifçe bana yasladı. Farkında bile değildi… Gözleri doktorda, kalbi Emir’deydi.
“Peki...” dedi kısık bir sesle, “Uyandığında... eskisi gibi olabilecek mi?”
Doktor sustu bir an. Önce derin bir nefes aldı, gözlüklerini çıkarıp alnını ovuşturdu.
Hepimiz nefesimizi tuttuk.
“Ne yazık ki...” dedi sonunda, “...onu uyandıktan sonra zaman gösterecek. Yunus Bey’den aldığımız karaciğer naklinin başarılı olup olmadığını da ancak o zaman anlayacağız.”
Bir anda koridor sessizleşti.
“İklim, otur şöyle kardeşim,” diyerek kolundan tutup yeniden banka oturttum onu. Dizlerinin titrediğini hissediyordum.
Bir yandan nefes alıp vermeye çalışıyor, bir yandan da gözlerini kapıdan ayıramıyordu.
Bizimkilere doğru yürüdüm. Koridordaki ışıklar sarı, yorgundu sanki; hepimiz gibiydi.
Tansu boğazını temizleyip sessizliği bozdu.
“Azra, gel kardeşim... Biz imzaları halledelim,” dedi yumuşak bir sesle.
Göktürk derin bir nefes alıp başını bana çevirdi.
“Baran,” dedi ciddi bir ifadeyle, “karakolu çok boşluyorlar diye söylenmiş Laz Ziya. Emirhan’la Alper hepimizin yerine yetişemez. Ben gideyim, bir şey olursa ararsın.”
Başımı salladım, yorgun bir tebessümle.
“Tamam kardeşim,” dedim, “ama Alparslan Üsteğmen nerede?”
“Hüda teyzeyi hava aldırmaya çıkardı.”
“İyi yapmış...” dedim iç geçirerek.
Sonra aklıma Emel geldi. “Göktürk, çıkmadan Emel’e de uğra, olur mu kardeşim? Aklı bende kalıyor. Şarjım da bitti. Annem başında ama... hamileliği ağır geçiyor onun da.”
Göktürk başını salladı.
“Durmadan kusuyor değil mi?”
Acı bir gülümseme yerleşti dudaklarıma.
“Aynen... ya uyuyor, ya kusuyor bizimki.”
“Meltem de öyleydi,” dedi Göktürk, kısa bir sessizlikten sonra.
“Neyse... ben çıkayım. Haberdar et beni, Baran.”
Göktürk gittikten sonra beklemeye başladım çaresizce...
Bir süre geçtikten sonra da Azra, elinde dosyalarla dönerken bana başıyla işaret etti.
Yanına yaklaştım.
“Baran ağabey…” dedi sesi titrek, “panzehiri kabul etmeyebilirmiş bünyesi.”
“Ciddi misin?!” dedim, yutkunarak.
“İç kanaması organlarına çok zarar vermiş ağabey. Babamdan aldıkları karaciğere bünyesi alışma sürecindeymiş ama…”
Bir an duraksadı, nefesini tutar gibi oldu.
“Doktor, ayağa kalksa bile kalbine dikkat etmesi gerek dedi. Her şeye hazırlıklı olun, dedi. Bundan sonra bizim görevimiz burayı toparlamak ağabey… Sen ne dersen, biz razıyız artık.”
Bir an sustum. Azra’nın gözleri dosyaların üzerinden bana bakıyordu, yorgun ama kararlıydı.
“Azra… bir mesele daha var kardeşim,” dedim sonunda.
“Ne ağabey?”
“Emir… kendini kaybetmeden önce gülümsedi. Elim göğsündeydi… elini kaldırdı, tuttu. ‘Kızım…’ dedi.”
Yutkundum, sesim boğazıma takıldı.
“İklim acaba…”
“Yengem hamile olsa bana derdi ağabey,” dedi ama bakışlarını kaçırdı.
“Yine de kimseye söyleme. Aramızda kalsın,” dedim.
“Tamamdır ağabey,” dedi. “Künye ve gül de sende kalsın. Kadın zaten yıkıldı… onları görünce bir daha yıkılır.”
“Doğru diyorsun Azra. Zehir olayını da kesinlikle bilmemeleri gerek, ne ailesi ne de o…”
“Merak etme ağabey, korkma,” dedi kararlılıkla. “Alaz da dün gelmişti, ona da dikkat ederim. Kaçırmaz ağzından.”
“Sağ ol kardeşim.”
Bir an durdu, sonra yavaşça konuştu.
“Ağabey, bir ricam daha var.”
“Söyle güzelim.”
“Alper ağabey…” dedi, gözleri doldu. “Ben kendi derdime düştüm ama o savrulup gidiyor. Ailesi birbirine girmiş vaziyette. Üvey kardeşleri arayıp ‘babamızdan uzak dur’ diyormuş. Onu yalnız bırakmayın ağabey.”
Gözlerim doldu.
“Emir’in seni büyüttüğü o kadar belli ki… yerini aratmıyorsun be gülüm.”
“Kahramanlar ölmez ağabey,” dedi hafifçe gülümseyerek, “şekil değiştirir.”
Başımı eğip gülümseyerek sarıldım.
“Aferin benim güzelime.”
“Emel yengemi de boşlama ama,” dedi geri çekilip.
“Boşlar mıyım hiç…” dedim. “Evle hastane arasında gidip geliyorum hep.”dedim düşünceli bir sesle. Ardından ise hepimizin umudu, Emir’in odasına giren doktorların iki dudağının arasındaydı.
___
Oylara yüklenin 30 un altına inmesin bolca yorum atın hadii
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |