

Bölüm Şarkılarınız
Mert Demir - Seni seviyorum
İntizar - Büyük İnsan
Çakal Çökerten Zeybek
Kazak Zeybeği
___
Emir Kaan’dan...
Günler sonra ilk defa kendimde hissediyordum.
Vücudum, haftalardır ölüme hazırlanıyordu sanki; ama bugün...
Bugün ölüm sessiz kalmıştı.
İlk defa, zehir değil, hayat dolanıyordu damarlarıma.
Sanki içimdeki her şey “bugünü yaşa” diyordu.
“Emiiir?!”
Odaya hızla giren sesle irkildim.
Başımı kaldırdığımda, kapının eşiğinde o vardı.
Gözleri dolu, ama yüzünde o tanıdık telaş.
“Güzelim...” dedim kısık bir sesle.
Elimde tuttuğum tişörte, sonra üstsüz halime baktı.
Omuzları düştü, dudaklarının kenarı titredi.
“Niye bana demiyorsun Emir... ben giydirirdim seni.”
Yanıma yaklaştığında yutkundum.
Eskiden olsa utanır, yanakları kızarırdı.
Ama şimdi, çocuk gibi bana bakan oydu.
Güçlü bir kadındı; ama o an, gözlerinde öyle bir kırılganlık vardı ki...
İçim sızladı.
Yine de gülümsedim, başımı hafifçe eğerek.
“Yoruluyorsun... hamilesin güzelim.”
Gülümseyip elimden tişörtü aldı.
“Babamız bizi yormuyor ki...” dedi usulca,
“ince düşünceli hali sağ olsun.”
Yanağıma konan öpücükle içim ısındı.
Kollarımı uzatıp sarıldım ona.
“Nasıl hissediyorsun kendini, hayatım?”
“Çok iyiyim.” dedim, ama gözlerimdeki yorgunluğu fark etti.
Başını kaldırdı, yüzüme baktı.
“Yaraların da iyileşmeye başlamış.”
Parmak uçları, göğsümdeki kabuk tutmuş yaranın üzerinde gezindi.
O sıcak dokunuşla nefesim kesildi.
“Sırtımdaki daha kötüymüş.” dedim sessizce, doktorun sözleri yankılandı zihnimde.
Ardına geçince başımı çevirdim, şaşkın bir fısıltıyla sordum:
“Ne yapıyorsun güzelim?”
Cevap vermeden kollarını sardı vücuduma,
dudaklarını sırtımdaki yaranın üzerine kapadı.
O an kalbim yerinden çıkacak sandım.
“Canım yapma... ya mikrop kaparsanız?”
“İyileşiyor yaran...” dedi, sesi titriyordu.
Benim için, bizim için korksa da saklamıyordu artık.
“Kurban olduğum, ben üzmek için—”
“Biliyorum...” dedi hemen.
Ama sesi çatladı, elleri titredi.
“Beraber iyileşiyoruz kocam.”
Sözleri kalbime bir mühür gibi indi.
Elleriyle önümde birleştirdiği parmaklarını tuttum, öptüm.
“Bebeğim benim... güzel kadınım...” dedim,
onu önüme alıp sırtını göğsüme yasladım.
Başımı boynuna gömdüm; nefesiyle kendi nefesimi ayırt edemedim.
“Bak aynaya Emir’im...” dedi fısıltıyla.
“Birkaç ay önce de böyleydik hatırladın mı?”
Başımı salladım, gülümsemeye çalışarak.
“Ben utanmıştım o zaman senden çok,” dedi hafif bir kahkahayla.
“Kalbin öyle hızlı atıyordu ki... benim kalbimin sesini de duyarsan ne yaparım diye düşünmekten nefes alamamıştım.”
“Kurban olurum kalbine senin...”dedim, zorla yutkunarak.
Omzuna bir buse kondurmamla dudaklarının kenarı kıvrıldı; yüzüne, o yorgun ama huzurlu gülümseme yayıldı.
“Rahatsız oluyor musun, diye sordun üst üste…” dedi yavaşça. “Oysa dakikalar öncesinde çocuk gibiydi o adam, beni sararken.”
Anlatırken kelimelerinin arasına karışan sıcaklığı hissettim. Gözlerim doldu. Yüzümü saçlarının arasına gizledim; nefesim boğazımda düğümlendi.
“Durmadan sordun ve kendini açıkladın,” diye fısıldadı. “Çocuklaşmak istiyorum, dedin… ama seni rahatsız etmeye hakkım yok. Kim, dedim kendi kendime… kim bu kadar ince, bu kadar naif, bu kadar yürekli olabilir ki? O an uzaklaşacaksın diye çok korkmuştum benden. Çünkü rahatsız olmuyordum Emir… aksine, içim sevinçle doluyordu. O gün de söylemiştim zaten…”
Derin bir nefes aldı. Elleri, usulca ellerimin üzerine kapandı. Parmakları, karnına doğru indi; küçük bir mucizeyi okşar gibi dokundu.
“Beni o gün kendine bir kez daha âşık etmiştin Emir’im…” dedi titrek bir sesle. “Her günüm seninle biraz daha güzelleşiyordu. Her sabah, seni yeniden sevmenin başka bir hâlini keşfediyordum. Ve hâlâ öyleyim…”
Gözlerinden süzülen bir damla, parmaklarımın arasına düştü.
“Ölümle burun buruna bile gelse… yüreğime zarar gelmesin diye titreyen bir adama yüreğimi emanet ettiğim için o kadar mutluyum ki… iyi varsın Emir’im.”
Sesi öyle içten, öyle kırılgandı ki bir an nefesim kesildi.
“Seninle varım, güzelim…” dedim kulağına, ellerini biraz daha sıkarak.
“Hep var ol Emir’im…” diye fısıldadı. Gözlerini kapatırken dudaklarından dökülen o iki kelime, kalbimin tam üstünde yankılandı.
“Ben yaptığım doğru karardan hiç pişman olmadım Emir’im...”
Sesinde o kararlı, sakin tını vardı. “Hani demiştin ya, ilk defa beraber olduğumuz o gece... ‘Ben ileride pişman olmanı istemiyorum’ diye.
Ben hiç pişman olmadım, hiç olmayacağıma da hep emindim. Hâlâ da öyleyim...”
“Kurban olurum…” dedim kısık bir sesle, ellerini avuçlarımda sıkarak.
“Canın çok yandı,” dedi usulca. “Yanıyor da, biliyorum. Ama hâlâ yanımda duruyorsun, hâlâ dayanmaya gayret ediyorsun ya… dünyalara bedel Emir.
Bebeğimiz bile farkında bunun.”
Boğazım düğümlendi. “Siz olmasanız… bir dakika bile dayanmazdım bu dünyanın eziyetine.”
“Farkındayım,” dedi, gözlerini kaçırmadan. “İşte bu yüzden yanındayım.
Sen nasıl taşıdıysan bu zamana kadar benim tüm yüklerimi, şimdi sıra bende sadece, canımın içi…”
“Benim karım büyümüş…” dedim titrek bir gülümsemeyle.
“Belki büyüdüm,” dedi hafif bir tebessümle, “ama içinde hâlâ o çocukluğu taşıyan, senin yanında çocuk olan İklim’inim ben.”
“Kurban olurum İklim’ime…”
Ellerimi tuttu, alnını avuçlarımın arasına yasladı.
“Son nefesine kadar mücadele et, olur mu Emir?” dedi. “Ben senden razıyım. Ama bir gün… pes etmeyi, beni bırakmayı göze alırsan, ben affetmem seni. Ne bu dünyada… ne öbüründe.”
Gözlerim doldu, alnını öptüm.
“Gözlerimi ben dünyaya seninle açtım, seninle kapatacağım öğretmen hanım,” dedim.
“Son nefesim dahi olsa, bu sevdam ölümsüz ve ilelebet payidar kalacak gönlümde.
Kalbim bir gün durursa bil ki, cennette seni ve ailemizi beklemek için… orada yeniden atmaya başlayacak.”
“Bunu deme işte Emir... buna hazır değilim…”
Sesi, göğsümün içinde yankılanan bir sızı gibiydi. Kollarımın arasında kendini ağlamaya bıraktığında, yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Gözlerinden düşen her damla, parmak uçlarıma düşerken içimde bir şey daha kırıldı.
“Ölüm tek gerçeğimiz ama... güzelim...” dedim kısık bir sesle, nefesim titreyerek.
“Bizim değil... ben dayanamam Emir…” dedi, hıçkırıkları boğazında düğümlenmişti.
“Kurban olurum...” diyebildim sadece. Başını göğsüme bastırdım, kalbimin sesini duysun diye. Belki inanır diye, belki biraz olsun sığınır bana diye...sakinleşir diye..
“Hem sen söz verdin...” dedi, ellerimden tutarak. “Sözlerini tutarsın. Bırakmazsın beni, bebeğimizi…”
Sözlerindeki korku, umuttan yapılmış bir dua gibiydi. Gözlerimi kapattım, dudaklarımı alnına yasladım.
“Hayat sandığımızdan daha acımasız ama, güzelim...” dedim. “Ben bırakmam sizi iki cihanda da. Ama hayat ayırırsa—”
“İzin verme!” dedi bir anda, sesini yükseltip. “Bebeğimiz için izin verme. Ben annesiz babasız büyüdüm Emir... sensiz yapamam…”
“Yavrum yapma...” dedim, boğazıma oturan bir düğümle. Nefesi nefesime karıştı, sıcak ama çaresizdi...aynı benim ki gibi...
“Az önce büyüttüğün kıza bakarken…” dedi kısık bir sesle, gözleriyle kalbimi delerek. “Bak, yine o sana çocuk olan kız çıktı işte karşına…Ben seninle çocuğum Emir...”
O an kalbimden bir parça koptu. Onun o cümlesinde günlerin yükü vardı; büyümek zorunda kalan bir kadının, içinde hâlâ çocuk kalan halinin çığlığıydı. Ben büyütmüştüm oysa o çocuğu...Yıkılmaz, kurşun geçirmez bir çelik duvar gibi ilmek ilmek istemiştim. Güçlü karımın, inancına inanç katıp gücüne güç katmışken, istemeden de büyütmüştüm o çocuksu tarafını acımla...
“İklim’im…” dedim titreyen bir nefesle. Elini yüzümde gezdirdi, sanki hafızasına kazımak ister gibi.
“Canımdan can alıyorlar Emir’im...” dedi sonunda, gözleri kapanırken.
Başımı onun omzuna yasladım.
“Almasınlar güzelim…” dedim fısıldayarak, “canından can alamasınlar, benim canımı yaksınlar ama sana dokunmasınlar…”
Parmakları sırtımda sıkıca kenetlendi, nefesi titredi, sesi çatladı.
“Ama yakıyorlar Emir…” dedi, gözleri yaşlarla dolu. “Canımdan can alıyorlar seni öyle gördükçe… yüreğimi sıkıyorlar… çok üşüyorum Emir, sensiz. Kokunu almadan uyuyamıyorum. Sesini duymadan kendime gelemiyorum…”
“İklim…” dedim, kelimeler boğazımdan düğümlenerek çıktı. O an hıçkırıklarıma karıştı ve boynuma sıkıca sarıldı, sanki tüm dünyayı kucaklamak istercesine.
“Gülüşün, gamzen olmadan günüm aydınlanmıyor,” dedi, sesi odanın sessizliğinde yankılanıyordu. “Ben hayata seninle döndüm Emir… sensiz dünya çok karanlık. Ne olur bırakma bizi…”
Sözleri kalbime çivilen bir sızı gibi saplandı.
“Affetme beni…” dedim boğuk bir sesle, “olur da bu savaşı yenemezsem… ne olur affetme beni…”
Gözlerindeki yaşlar durdu, bakışları sertleşti, odanın içi sanki sadece biz ve o sözlerin ağırlığıyla doldu.
“Affetmem…” dedi kararlı bir tonla. “Helal etmem hakkımı sana. Bizim için yaşayacaksın canım. Kızımız yetim kalmasın diye direneceksin… son nefesine kadar direndiğini göreceğim.”
Elleriyle ellerimi sardı. Alnını alnıma yasladı. Gözleri kalbime kazındı, odadaki sessizlik neredeyse nefesimizi tutacak kadar yoğunlaşmıştı.
“Söz…” dedim titreyen bir nefesle. “Söz güzelim… son nefesime kadar direneceğim…”
Gülümsedi, gözyaşları süzülürken odadaki hafif ışıkta parlıyordu.
“Çok aşığım sana…” dedi fısıltıyla, “çok seviyorum seni her şeyim… merhamet kokulum, canımın içi…”
Başımı yanağına yasladım, alnına hafifçe bir öpücük kondurdum.
“Bende seni çok seviyorum canımın cananı…” dedim sessizce, “güzel gözlüm… kadınım benim…”
“Bırakma bizi, ne olur…” dediğinde sesi titriyordu.
O an dayanamadım, dudaklarına uzandım. Korkusunu, endişesini, içinde biriken o karanlığı almak istercesine öptüm.
“Bırakmam yavrum…” dedim nefesinin arasından, alnına dokunarak. “İki cihan gelse, ruh bedenden çıksa da… bu yürek hep yüreğinde atmaya, yaşamaya devam edecek.”
“Emir…” dedi sadece, o kadar kısık ve kırılgan bir sesle söyledi ki, ismim bile duasına karıştı.
Başını göğsüme yasladım, kalbimin sesini duysun istedim. O anın sessizliğinde, dışarıda esen rüzgâr bile susmuş gibiydi.
Sonra yavaşça geri çekildim, yatağa oturdum. Hemen ardından onu kucağıma çektim.
Dizime oturduğunda ellerini sırtıma koydu, ama yine de ağırlığını vermeye kıyamadı.
Bir elimi beline doladım, diğerini saçlarının arasına daldırdım.
“Âğla yavrum…” dedim yumuşacık bir sesle, başını okşarken.
“Âğla bebeğim… içine atma.”
Omuzlarımda titredi, hıçkırıkları göğsüme karıştı.
O ağladıkça, ben susarak acısını paylaştım.
Saçlarını okşarken sadece fısıldadım:
“Ne olursa olsun… buradayım güzelim. Yanındayım, sen ağlarken bile sana tutunuyorum.”
Gözlerini o an gözlerime kaldırdı.
İçlerinde öyle bir acı, öyle bir sevda vardı ki, kelimeler boğazıma dizildi.
Eli, titreyen bir dokunuşla yanağıma uzandı; parmak uçları yüzümde gezinirken sanki her yarayı, her izi ezberliyordu.
“Nasıl kıydılar benim Emir’ime…” dedi, sesi ince bir bıçak gibi yüreğimi kesti.
“Ben dokunmaya kıyamazken, nasıl incittiler seni bu kadar…”
Yutkunamadım.
Cevap vermeye çalıştım ama kelimeler boğazımda düğümlendi.
Başımı omzuna yasladım, gözlerimi kapattım.
Bilmiyordu… bilseydi, o ‘nasıl kıydılar’ dediği insanların içinde asıl yarayı vuranın kim olduğunu…
O zaman tamamen yıkılırdı.
Ben ise o yıkıntının altında onu kaybetmemek için susuyordum.
“Alıştım…” dedim güç bela. “İncitemiyorlar artık.”
O an, gözleri doldu. Dudakları titredi ama ağlamadı.
Sadece elini yüzümde tutup fısıldadı:
“Öpersem geçer mi?”
Yutkundum, gülümsemeye çalıştım.
“Elimden gelse, sadece o sesini duymakla bile geçerdi,” dedim.
Sonra alnını dudaklarımla buluşturup fısıldadım:
“İlacım sensin güzelim…”
Parmak uçları yanaklarımdan süzülüp boynuma indiğinde, kalbim bir anlığına sanki yeniden atmayı hatırladı.
Onun nefesi, içimdeki bütün sancıları susturuyordu artık.
____
Baran’dan…
Günler sonra, Emir hazırlığını tamamlamış ve kendini iyi hissetmiş olarak mekâna geldiğinde, yüzümüzde adeta güller açtı. Buruk da olsa içimiz… o an, o burada, yanımızdaydı.
İsmail, ortamın havasını hemen değiştirmek için Emir’in girişini duyar duymaz hoparlörden Kazak zeybeğini açtı. Müzik odanın köşelerini doldururken, Emir Kaan ve İklim tüm asaletiyle yürüyerek yanımıza geldi; Emir, sanki her adımında geçmişin yükünü gururla taşıyordu.
“Alemin babası gelmiş!” dedi Göktürk, coşkusunu gizleyemeyerek. Herkes ıslık ve alkışlarla karşılık verdi. Emir, utanarak gülümseyip İklim’e dönünce; ben de tutamadım kendimi...
“Utanma aslanım!”diye, bağırmam ile başını iki yana gülümseyerek salladı.
Gülerek yanımıza geldi.
“Ya oğlum, ne yapıyorsunuz ya?” dedi hafifçe gülümseyerek.
“Millet baba yiğit görsün istedik, aslan parçası,” dedi Alparslan Üsteğmen.
“Estağfurullah ağabey,” dedi Emir, gururlu ama alçakgönüllü bir sesle.
“Eee, hoş geldin ağabey!” dedi Azra, kolunun altına girip.
“Hoş buldum güzelim,” diyerek alnına bir öpücük kondurdu.
Yaman Pars koşarak paçasına yapıştı.
“Emir ağabey! Zeybek, hadi! Emir ağabey!”
“Yavru kartalım, yeni geldim ama,” dedi Emir, Tansu’nun Yaman Pars’ı kucağına almasıyla.
“Özledik… Üç sene oldu görmeyeli, senden Zeybek Emir’im,” dedi Tansu.
Emir kravatını gevşetti, ceketini çıkardı; o an, eski zamanların sıcaklığı ve geçmişin özlemi bir anda mekâna yayıldı.
“İsmail ağabey, bizimkinden,” dedi Emir.
Alparslan Üsteğmen ceketini çıkarıp Alper’e uzattı. Emir ceketini karısına teslim edip alnından öptü. Ben de kravatımı çözüp yakamı gevşettim; Emel yanağımdan öpüp ceketimi çıkardı.
“Güzel oynayacağını biliyorum, Mağralı Urfalı. Hakkını vermeden gelme yanıma,” dedi Emel gülerek. Alnından öpüp kollarımı sıvadım.
“Merak etme neşteri belalım, sen oğlumuza izlettirmeye bak,”dememle gururla bakmasıyla bizimkilerin yanına yöneldim.
“Önce Kazak, sonra Çakal Çökerten. Kabul mü, efeler?!” dedi Alparslan, gülümseyerek.
“Kazak bilen sen ve ben varız, Komutanım. Yaman Pars da eşlik eder. Arkadaşlar sonradan girer,” dedi Emir. Hepimiz gururla ona baktık.
“Tamamdır Emir Efem. O zaman meydana alalım sizi,” dedi Tansu.
Emir baş selamı verip Alparslan Üsteğmen ile karşı karşıya geçti.
Müzik yükseldikçe ortamın havası değişti; sanki nefes alan herkes bir anda sessizliğe gömüldü.
Efe adımlarıyla birbirlerine yaklaştılar, göz göze geldiklerinde o bakışta yılların kardeşliği, birlikte göğüsledikleri fırtınalar vardı.
İlk sözü Alparslan aldı, sesi tok ve meydan okur gibiydi:
“Hakkını verebilir misin, Emir Efe?!”
Emir gözlerini kısmadan, dimdik duruşuyla karşılık verdi:
“Vermeyen namert olsun mu, Alparslan Efe?!”
“Olsun!”
“Sözünden döneni, kör kurşun bulsun mu, Alparslan Efe?!”
“Bulsun!”
O an Emir derin bir nefes aldı, alnındaki ter ışıkta parladı.
Sanki geçmişte verdikleri tüm sözlerin, tutulan tüm yeminlerin yüküyle konuştu:
“Sözünden dönene son nefesi almak haram olsun mu?!”
Alparslan bir adım öne çıkıp yumruğunu kalbine vurdu.
“Olsun Efem!!”
“ Hayde bire efeler!!”
Bu son kelime yankılandığında, sanki yer bile sessizliğe büründü.
İkisi de sırtlarını dönüp aynı anda yürümeye başladılar.
Zemin tahtaları efelerin adımlarıyla inlerken, izleyen herkes nefesini tutmuştu.
Her adımda, hem geçmişin acısı hem de onurun sıcaklığı yankılanıyordu.
Emir’in ritimle birlikte etrafında hızla dönüp, ellerini teker teker havaya kaldırışı salondaki nefesi kesmişti.
Dizine vurduğu her vuruş yankılandı duvarlarda.
Zeybek’in şanına yakışan o yürüyüşüyle, keskin bakışlarıyla sadece kalabalığı değil, beni bile büyülemişti.
Hastaydı belki, ama o an hastalığını kenara bırakmıştı; karşımızda dimdik duran, sanki yeniden doğmuş bambaşka bir Emir vardı.
Dizini yere vurup başını kaldırdığında gözlerini İklim’e çevirdi.
Bir göz kırpışıyla bütün yorgunluğunu, derdini unutturmuştu hepimize.
Ayağa kalkarken sağ elini havada bir selam gibi savurdu;
Alparslan Üsteğmen de başını onaylarcasına sallayıp, “İyi gidiyorsun aslanım,” dercesine bir işaret çaktı ona.
Ve o büyük an geldi.
Karşı karşıya geçtiler, şimdi sahne sadece ikisinindi.
Kılıç kınından çekilirken çıkan o sesi andıran çevik bir hareketle döndüler,
kollarını kartal gibi iki yana açtılar.
Her diz vuruşları, yerin kalbine kazınıyordu sanki.
İklim dayanamayıp alkışlarla birlikte bağırdı:
“Helal olsun Emir Efem!”
Biz bile irkildik, o kadar içten, o kadar yürekten çıkmıştı ki sesi.
Onunla beraber ışıklar da parladı, tempo hızlandı.
Emir ve Alparslan bütün ihtişamlarıyla dönüp yürürken, Yaman Pars da minik adımlarıyla onlara eşlik etti;
salonun içinde hem asalet hem de duygu yankılandı.
Tam o sırada İsmail’in sesi yükseldi:
“Haydi Beyler!”
Müzik bir anda “Çakal Çökerten”e geçti.
Biz de tim olarak içgüdüsel bir refleksle etraflarında çember oluşturduk.
Cüneyt, ise minik oğluna gururla dolu gözlerle bakıyordu.
“Güzel oynamayanı Allah çarpsın!” diye bağırdı Emirhan,
kahkahalarla birlikte coşku yeniden alevlendi.
Müziğin ritmi hızlandıkça herkes yerini aldı, bizim yüreğimizse aynı ritimle çarpıyordu artık.
“Hayde bire efeler!” diye gürledi Alparslan Üsteğmen.
O sesle birlikte hepimizden bir “Heyt!” yankılandı salonda.
O an, müziğin değil; damarlarımızdaki efelik ruhunun komutuyla hareket ettik.
Zeybek’in o asil duruşuna bıraktık kendimizi…
Atadan miras bu efeliği, canımız pahasına, şerefimizle, namusumuzla yaşata yaşata oynadık.
Yere her diz çöküşümüzde,
her kalkıp kollarımızı gökyüzüne açışımızda, kanımızda dolaşan tarihin izlerini hissettik.
Mavi gözlü bir devin bize bıraktığı mirası, her adımda, her bakışta yaşatıyorduk.
Ayağımızı yere her vuruşumuzda toprak sarsıldı sanki,
ama biz biliyorduk o toprağın sıradan bir zemin olmadığını…
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme,” diyerek inliyordu adeta yüreğimiz.
Her hareketimiz, her nefesimiz bu bilinci taşımıştı.
Son diz vuruşumuzla birlikte pist inledi; ardından büyük bir alkış koptu.
Işıklar parladı, kalabalık ayağa kalktı ama biz… Biz sadece birbirimize baktık.
İlk göz göze geldiğim Emir oldu.
Ter içinde kalmıştı ama yüzünde o eski gülümsemesi vardı.
“Ne oldu Baran Efe?” dedi nefes nefese, gözlerinde hem yorgunluk hem de gurur vardı.
“Aşık oldum efem,” dedim çapkınca gülerek.
“Başım bağlı,” diyerek elini kaldırıp yüzüğünü gösterdi.
İkimiz de güldük, sonra sımsıkı sarıldım ona.
“Can kurban!” dedim yürekten.
Tam o anda tüm tim, bir anda üzerimize kapandı;
herkes birbirine sarılmış, tek bir vücut olmuştuk.
“Beni de alın efeler!” diye koştu Cüneyt, kahkahalar, omuz vuruşları, sevinç çığlıkları arasında bir kez daha kenetlendik…
Aynı topraktan doğmuş, aynı göğe bakan bir yürek gibi.
Biz o gece sadece bir zeybek oynamadık…
Biz, birliğin ne demek olduğunu bir kez daha hatırlattık.
__
Oylama 30 un altına inmesin

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |