

İklim’den...
Annem, “rahatsız olmayalım” diye gelmemişti.
Egemen de dershanesine devam etmek için babasıyla Ankara’ya dönmüştü.
Geriye sadece tim, onların aileleri ve sevdikleri kalmıştı.
Emir’in Yaman Pars’la oynayışını izledikçe yüzümdeki tebessüm büyüyordu.
O her gülümsediğinde içim biraz daha ısınıyordu.
Onun iyi oluşu, bana da nefes oluyordu artık.
Cüneyt ağabey sessizce yanıma geldi.
Sandalyeye oturduğunda yüzündeki çizgilerde hem geçmişin hüznü, hem bir baba sıcaklığı vardı.
“Nasıl’sın baldız?” dedi, sesi alıştığım o yorgun tonda.
Derin bir nefes aldım.
“O iyi olduğu kadar iyiyim desem, ağabey…”
Sözlerim dudaklarımda titredi, gözlerim Emir’e takılı kaldı.
Başını yavaşça salladı.
“Anlıyorum seni,” dedi, gözlerini Emir’e çevirerek.
Bir süre sessiz kaldı, sonra kısık bir sesle ekledi:
“Onun içi gittikçe, senin daha çok için gider.
Uzakta dahi olsa tırnağı kırılsa hissedersin.
Gönül bağı güçlü ve saf âşıklarda olur bu sadece…”
Gözlerim doldu.
“Peki…” dedim, boğazıma oturan o sızıyla, “ablamın hâlâ canı yanıyor mudur?”
Bir an sustu. Ellerini dizlerinde kenetleyip yere baktı.
“Acıyor…” dedi sonunda, sesi titreyerek.
Sonra yutkundu, gülümser gibi yaptı ama yüzü gülmedi.
Yaman Pars’a dönüp bir an onu izledi.
“Oğlumuz ne zaman ağlasa, ne zaman hasta olsa…
yüreğimi biri öyle sıkıyor ki, İklim…
Hâlâ hissettiriyor kendini Leyla.
O hiç bırakmadı bizi.”
O an kalbim sıkıştı.
Gözümden süzülen yaş yanaklarıma sıcak sıcak aktı.
Parmaklarımla sildim, burnumu çekip fısıldadım:
“Emir… kızımız olacak diyor inatla.
Adı Leyla Nur olacakmış…”
Cüneyt ağabey başını kaldırıp bana baktı.
Gözlerinde hem kırılmışlık, hem huzur vardı.
“Benden daha iyi bir baba olacaktır,” dedi sessizce.
O an, müzik uzaktan yankılanırken ikimiz de sustuk.
"Emir’in de gitmesinden korkuyorum... ablam gibi ağabey..." dedim sonunda, sesim titredi, kelimeler boğazıma düğümlendi.
Cüneyt ağabey bir şey demedi önce, sadece gözlerimin içine baktı; o bakışta hem acı hem de anlayış vardı.
"İklim," dedi sonunda, "seni çok seviyor... Kolay kolay pes edecek biri değil o."
Başımı iki yana salladım.
"Eskisi gibi değil ağabey... O hastaneden çıktı çıkalı başka birine dönüştü. Sanki her şeyden biraz eksilmiş gibi. Umudunu kaybetmeye yakın bir adam gibi..."
Gözlerim doldu. “Bazen konuşurken bile sesinde o yorgunluk var. Sanki içinden bir şeyler kopmuş da sessizce toprağa düşmüş gibi…”
Cüneyt ağabey derin bir nefes aldı.
"Kolay şeyler yaşamadı İklim. Sen de yaşamadın... Ama belki de birbirinizin nefesiyle toparlanacaksınız."
Sustuğumuzda içimde biriken ağrı artık dayanılmaz hale gelmişti.
"Biraz hava alalım mı ağabey?" dedim sessizce.
"Olur kardeşim, gel hadi..." dedi ve elini uzattı.
Ayağa kalktığımızda Tansu bize baktı.
"Bir sorun mu var kardeşim?" dedi yumuşak bir sesle, benim ağlamaklı hâlimi görünce.
Başımı iki yana salladım.
"Yok ağabey... sadece biraz hava alacağız. Emir masaya gelirse haber verir misin?"
"Tabi kardeşim, rahat ol," dedi.
"Sağ ol ağabey," dedim kısık bir sesle ve Cüneyt ağabeyin koluna girip dışarı çıktık.
Soğuk hava yüzüme çarptığında sanki içimdeki sıkışmış hıçkırık da dışarı çıkmak ister gibi oldu. Banka oturduğumuzda derin bir nefes aldım, göğsüm sızladı.
"Derin nefes al," dedi Cüneyt ağabey sakin bir sesle.
“Bebeğin etkilenmesin... kendini çok kasma, kardeşim.”
Elim refleksle karnıma gitti.
Titrek bir tebessümle fısıldadım:
"Babası gibi güçlü bir evladım var..."
Son kelime dudağımdan çıkarken gözlerimden yaşlar süzüldü.
Çünkü o an, güçlü olmak zorunda olan tek kişi ben değildim.
İçimde atan o küçük kalp de, onunki gibi, sevmenin yükünü taşımayı öğreniyordu.
Ardından başını gökyüzüne çevirdi.
“Yağmurlu hava…” dedi dalgın, kırık bir sesle.
Gökyüzü gri bir perde gibi üzerimize çökmüştü; yağmur damlaları yerleri hafifçe dövüyor, her biri sessiz bir ağıt gibiydi.
“İyi geliyor ama…” dedim, belki biraz umutla. Başını yere eğdi, gözleri ıslak taş gibi donuk, bakışları yere saplanmıştı.
“Bana gelmiyor… ablandan dolayı.”
“Neden, ağabey?” dedim kısık bir sesle, kelimelerim bile titriyordu.
O an çenesi titredi. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü; biri yanağından kayıp incecik bir çizgi çizdi, diğeri kirpiğinde asılı kaldı.
“Yağmurlu günde aldılar onu benden…” dedi zorlanarak.
“Her yağmur, onun gözyaşlarını hatırlatıyor bana, İklim.”
Kalbim sıkıştı, boğazım düğümlendi.
“Halbuki o… yağmurda ıslanmayı severdi,” dedim, sesi titreyerek.
“‘Yağmur arındırır’ derdi hep…”
Derin bir nefes alıp gözlerimi sildim; ellerim hâlâ titriyordu, içim ise buz gibi bir boşlukla doluydu.
Cüneyt ağabey başını yana eğdi, yüzünde acıyı saklamaya çalışan bir gölge vardı.
“Kocana sarılabildiğin kadar sarıl, İklim…” dedi, sesi çatlayarak.
“Toprak… o kadar soğuk ki… sen üşüsen de ısıtamayacak seni.”
“Yeter ağabey… deme böyle şeyler,” dedim hıçkırıklarla karışık, boğazım sıkışmıştı.
O an elini omzuma attı, beni sıkıca sardı; başımı göğsüne gömdüm, kalbim onun kalbiyle çarpıştı. Konuyu değiştirmek istemişti belki de… ama ben hâlâ o acının içinde boğuluyordum.
Bir süre sessizlik oldu. Sadece yağmurun ritmik tıkırtısı vardı, sanki bizim içimizdeki kırık sesleri yankılıyor gibiydi.
“Ablanın son sözlerini duymak ister misin?” dedi kısık bir sesle.
Başımı omzuna yasladım, gözlerim kapalıydı. Sadece kalbimin çırpınışını duyabiliyordum.
Yutkundu. Dudakları titredi.
“‘Küçüklerimize iyi bak,’ dedi…” diye fısıldadı sonunda.
Gözlerim doldu, nefesim kesildi.
“Ağabey…”
Cüneyt başını hafifçe eğdi, gözlerinde derin bir acı vardı, dudaklarının kenarı titriyordu.
“Son nefesinde bile aklı sende ve oğlumuzdaydı,” dedi, sesi boğuk ve kırılgandı.
“‘Bittim ben, Cüneyt…’ dedi. Yetişemedim. Ablana yapılanların sadece üçte birini biliyorsun sen. Bana ise… hepsini izlettiler canlı canlı. Çok canı yandı, İklim. Ben… hiçbir şey yapamadım. Bir düşmana dahi yapmazlardı ona yaşattıklarını...”
Bir süre gözlerini kapattı. Derin bir sessizlik çöktü üzerimize, yalnızca yağmurun hüzünlü ritmi vardı.
“Her ‘Cüneyt’ deyişi, her yalvarışı hâlâ kulaklarımda çınlıyor…”
O an içimdeki acı taşmaya başladı. Hıçkırıklarımı tutamadım; titreyen ellerimle gözlerimi sildim.
Kalbim, hem kederi hem de çaresizliği taşımaya çalışıyordu.
Bir an durdu. Derin bir nefes aldı, gözlerini sıkıca kapattı. Parmak uçları titriyordu, avuç içi soğuktu. Dudak kenarı seğirdi, kelimeleri ağzına sığmadı sanki.
“Öz babam…” dedi sonunda, sesi kırık bir fısıltı gibi havada asılı kaldı.
“Başımıza daha çok iş gelmesin diye beni ilaçlarla susturdu… deli dediler bana.”
Yutkundu, sesi çatladı.
“Kimse… kimse duymadı sesimi, İklim.”
Bana döndü. O an gözlerindeki acıyı gördüm — bir insanın, yıllar önce paramparça olmuş bir yanının hâlâ kanadığını. Dudakları titredi, kelimeleri sanki boğazına takıldı.
“Yine de şükrediyorum,” dedi sonunda, nefesinin arasına sığdırarak.
“Çünkü Emir’le senin hikâyen… bizimkinden daha az kanıyor. Siz de çok çektiniz, ama en azından onun acı çektiğini gözlerinin önünde görmedin.”
Yutkundum. Gözlerim yanmaya başladı, kelimelerim sesimden önce titredi.
“Ama yine de... Ömrümden ömür gidiyor ağabey,” dedim, sesim ince bir çizgide kırılarak.
“Benim canımı yaksınlar, ama ona dokunmasınlar istiyorum. Emir o kadar saf… o kadar masum ki... O kadar güzel seviyor ki beni, hâlâ bebeği gibiyim. Ben onu teselli edeceğime, o beni ediyor. Ama korkuyorum ağabey…”
Bir damla yaş, dudak kenarımdan süzülüp çeneme düştü.
“Tıpkı ablam gibi, onu da elimden alacaklar diye korkuyorum.”
Cüneyt ağabey, sessizce bana baktı. Gözlerinde hem korumak isteyen bir kardeşin telaşı, hem de geçmişin yorgunluğu vardı.
“Eskisi gibi değil belki…” dedi kararlı ama kısık bir sesle, “ama hâlâ sana âşık. Kolay kolay pes etmez o.”
“Ya giderse?” dedim, nefesim bile kısıldı.
“Ben ne yaparım ağabey? Ben annesiz, babasız büyüdüm… Bebeğim de benim kaderimi yaşasın istemiyorum.
Onsuz… nasıl nefes alırım ben?”
O an başını eğdi, nefesi titredi. Göz kapaklarının altındaki kaslar gerildi, sustu.
Sessizlik, ağır bir battaniye gibi üzerimize çöktü.
“Bıraktığı emaneti için öyle bir nefes almak zorunda kalırsın ki, İklim…” dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltıydı ama ruhuma kazındı.
“Ciğerlerin yana yana çekersin o havayı.
Bir yanına kara kış vururken, diğer yanın onun hatırasına bahar getirmeye çalışırsın....
Ama sen şanslısın… Emir’e bir şey olsa bile, o bebeğin etrafında bir ordu kadar insan olacak.
Benimse… sadece sen ve babam vardı.”
Sözleriyle birlikte yağmur daha da hızlandı. Damla sesleri kalp atışına karıştı.
Cüneyt ağabeyin gözlerinin içi boşalmış gibiydi; sanki orada, göğsünün derinliklerinde bir yara yeniden kanıyordu.
Dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı.
“İyilerin sonu niye hep ölüm oluyor ağabey?” dedim titrek, neredeyse kırılan bir sesle.
“Neden karıncayı incitmeye korkanlar hep erken gidiyor?”
Cüneyt ağabey derin bir nefes aldı; omuzları hafifçe titredi.
“Çünkü…” dedi sonunda, sesi hüzünle çatladı, “büyük aşklar hep imkânsız olandır. Aşk ne kadar saf, ne kadar derinse… kavuşsa bile, hep mahşere bırakır kendini.”
“Yani… Emir de benim imkânsızım mı?”
Gülümsemesi hüzünle karıştı, gözlerinde uzaklara bakan bir acı vardı.
“Evet,” dedi kederle. “Tıpkı benim Leylâ’m gibi.”
Gözyaşlarımı sildim, burnumu çekip zorla gülümsedim.
“Yine de… umudum var, ağabey.”
Alnımdan öpüp ayağa kalktı.
“Olmalı da… sizin hikâyeniz bizimkinden daha güçlü çünkü.”
Gülümseyerek elini tuttum. Parmaklarımı sımsıkı sardı, o sıcak dokunuş içimi ısıttı.
“Seninle konuşmak iyi geldi, ağabey.”
“Sen, ablanın bana emanetisin,” dedi, bakışları gözlerimden kaçmadan.
“Unutma… Emir’den sonra çalacağın kapı benim. O kapı sana hep açık, kardeşim.”
Başımı omzuna yasladım, gözlerim kapalı ama kalbim huzur bulmuştu.
İçeriye döndüğümüzde, lavaboya geçip akan rimelimi sildim. Aynada kendi yansımama baktım; gözlerimde hem hüzün hem umut vardı.
Karnıma dokundum, içimde küçük bir kalp atıyordu; onun nefesi, bana hayatın devam ettiğini hatırlatıyordu.
“Çok şanslısın annem,” dedim kısık bir sesle.
“Baban senin için bir sürü amca, dayı, teyze biriktirdi…
Benim gibi yalnız olmayacaksın.”
Yüzüme hafif bir tebessüm yayıldı, gözlerim parladı.
Makyajımı tazeledim, çantamı aldım ve salona döndüm.
Kalabalığın arasında gözlerim bir anda Emir’i buldu.
Beni fark etti, bakışlarımız kesişti. O tanıdık, mahcup ve tek gamzeli gülüşüyle başını yana eğdi. İçimde bir sıcaklık yayıldı, tüm tedirginliğim ve korkularım bir anda geri çekildi. Sanki yalnızca o bakış vardı; dünya geri kalanını susturmuş gibiydi.
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Bir yandan hâlâ içimde bir korku, bir kaybetme endişesi vardı; ama diğer yandan, küçük bir umut çiçeği filizleniyordu. O an, geçmişin ağırlığı bir nebze olsun hafifledi.
Onları izlerken, tam karşısındaki sandalyeye oturdum. O sırada Emel abla, çiğ köfte dolu bir tabak uzattı. Gülümsemem kaçınılmaz oldu.
"Abla, bu ne böyle?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Ah hayatım ah," dedi Emel abla, gözleri parlayarak, "köklerine sadık bir kocam var. Pisteki delileri görmüyor musun?"
Kıkırdayarak ağzıma bir çiğ köfte attım.
"Vay, bu çok güzel olmuş!" dedim tadını beğenerek.
O anda Şeyma abla yerinde dikleşti hemen...
"İsmail’im ile beraber yaptılar," dedi gururla.
Şaşırmıştım.
"İsmail ağabey de mi yardım etti?" diye sordum.
Meltem o an kahkaha attı, gözleri ışıldıyordu.
"Vallahi kim kimin kocası belli değil artık. İsmail ağabey, Baran ağabey ile Göktürk’ün kuması olma yolunda tam gaz devam ediyor," dedi ve kahkahalarımız salona yayıldı.
"Ama Baran ağabeyin first kuması Emir sanıyordum," dedim merakla.
Emel abla omzuma hafifçe vurdu, gülümsemesiyle.
"Emir güzide ahiretlik kuması," dedi esprili bir şekilde.
Azra, pastadan bir çatal alıp araya girdi:
"Neyse ki Alper’in öyle dertleri yok," diyerek gülümseyerek ekledi.
Meltem hafifçe gülümsedi ve ardından şakayla karışık sordu:
"Gökoşumla olanları atmadı sana sanırım ,tatil pozlarını diyorum, göstermedi değil mi?"
Herkes birbirine bakıp kahkahalarla gülmeye başladı.
Emel abla da yerinde dikleşti bu defa.
"Alper, daha çok timin en sosyali Göktürk’ten sonra. Normal yani, aralarında aşk olması," dedi, Azra’yı kızdırmak istercesine.
Azra ise bozuntuya vermeden cevap verdi:
"Neyse, canını okurum onun bir ara."
Meltem gülerek araya girdi:
"Bakıyorum da, ipleri hiç vermiyorsun sevgiline."
Azra’nın cevabı beni kahkahaya boğdu:
"Evin delikanlısı ben, prensesi Alper olacak, ondan dolayı Meltem abla."
Hepimiz, duran müzikle birlikte gururla eşlerimize ve sevdiklerimize döndük.
Göktürk ağabey hızla yerinden kalktı:
"Baran ağam, bir maruzatım var!" dedi oyunvari bir tonla.
Meltem gözlerini kocasına çevirdi, el çırpıp gülümseyerek:
"Başladı benim dizimin en sevdiğim bölümü!"
Baran ağabey gülerek oyuna katıldı:
"Diyesin bakalım," dedi, şivesiyle sesi kalınlaşırken.
Alper de ayağa kalktı, oyuna katılmak istercesine:
"Sen dur Gök, benim maruzatım daha önemli Baran ağam için!"
Ben ise Emir’in gülüşüne kaymıştım, gözlerim ona takılı kalmıştı. O ise arkadaşlarını izliyor, içten içe gülümsüyor kahkaha atıyordu.
Emirhan bu defa devreye girdi:
"Sırayla desinler, ağam."
İsmail ağabey, olacakları önceden sezinlemiş gibi gülerek uyardı:
"Bu işin sonu bana patlarsa, hepinizi Emir burdan çıkar çıkmaz döverim."
O sırada Alper hızla yanımıza geldi:
"Emel yenge, çabuk puşini ver!"
Emel puşiyi uzattı, Alper koşarak İsmail ağabeyin kafasına zorla puşiyi eşarp gibi bağladı. İsmail ağabey küfür savururken Tansu ağabey ise, Yaman Pars’ın kulaklarını kapatmıştı.
Herkes gülmekten gözlerinden yaş gelmişti; kahkahalar salonu doldurdu.
O an sıra ekibi devreye girince, İsmail ağabey ayağa kalkar kalkmaz Alper’i kovalarken, tim çoktan amacına ulaşıp türküyü söylemeye başlamıştı.
"Kundurama kum doldu, atmaya kürek gerek
Kundurama kum doldu, atmaya kürek gerek
Nazlı yârin yanında yatmaya yürek gerek
Nazlı yârin yanında yatmaya yürek gerek"
Alkışlarla ve kahkahalarla söylenen bu türkü, salonu adeta eğlencenin merkezi hâline getirmişti. Alparslan ağabey kendini gülmekten alamayıp ve en sonunda İsmail ağabeyi zorla tutup yerine oturtup türküye devam ederken, Alper de kahkahalarla nefesleniyordu.
O sırada Yaman ve Pars, Emir’in kucağından kalkıp oyun havasıyla oynamaya başlayınca, ben de gülerek Emel ablaya döndüm.
"Yeğenimi de kaybettim sanırım," dedim, kahkaha patlatarak.
Emel abla da karnını tutup gülerken cevap verdi:
"Yeni kuma kilidim açıldı! Baran ile oynamasına bak."
Salon, kahkahalar ve neşeyle dolup taşmıştı; herkesin yüzünde bir gülümseme, gözlerinde hafif bir ışıltı vardı. O an, stres ve hüzün sanki tamamen silinmiş, yerini sıcacık bir aile ve arkadaş havası almıştı.
Türküyü sevdiğimiz için artık kendimizi tutamayarak onlarla birlikte söylemeye başlamıştık.
"Duvara mıh çakaram, sen sallan ben bakaram
Duvara mıh çakaram, sen sallan ben bakaram
Mendilin kirlendikçe sen gönder ben yıkaram
Mendilin kirlendikçe sen gönder ben yıkaram"
Emir ile göz göze geldiğimizde bana göz kırptı, türküyü söylemeye devam etti ve alkış tutarak ritmi yakaladı. Gülerek ona baktım, sonra gözlerimi oyun oynayan yeğenime ve Baran ağabeye çevirdim; her biri kendi neşesiyle sahneye ayrı bir renk katıyordu.
Sonra Meltem’in sesiyle hepimiz daha da coştuk:
"Amman başım nanay
Ağrıdı dişim nanay
Çok içmişim nanay
Nanay gülüm nanay
Nanay balım nanay"
Herkes kahkahalarla birlikte mırıldanıyor, elleriyle ritmi tutuyordu, salon adeta bir oyun alanına dönüşmüştü. Gözlerimiz birbirine takıldığında, o küçük bakışmalar ve sessiz gülüşmeler bile içimizi ısıtıyor, günün tüm stresini unutturuyordu.
Türkü bitince Emirhan eliyle orkestrayı durdurdu.
“Emir Kaan Uzman’dan bir türkü gelsin mi?!” diye bağırdı; salondan “Gelsinnn!” nidaları yükseldi.
“Gelsin miiii!” diye tekrar bağırdı Emirhan.
“Gelsinn!”
“Yine mi ben?” diyen Emir’in mahcup gülüşüyle hepimiz kahkaha attık. Timiyle kısa bir şeyler konuştu; uzak kaldığım için duyamasam da çalan ney ve def sesiyle gözlerimi devirdim.
“Bunu yapmış olamazsın, Emir,” dedim gülerek. Azra kulaklarıma eğilip fısıldadı:
“Yenge, eve gidince dövme izni veriyorum.”
Gülerek Emir’in türkü söyleşisine döndüm:
"Karasın, bahtım, yıkılsın tahtın
Yalvardım, yakardım, yol bulamadım
Ah, doğmasaydım, kara yazım
Evirdim, çevirdim, yaranamadım
Ayandır hâlim"
Nakarat kısmına gelince Emir susmuş, tim gür sesleriyle giriş yaptı:
"Ocağım söndü, nasıl beladır?
Bıraktı gitti, bu ne devrandır?
Dünya gözümde Kerbela’dır
Allah’tan bulasan"
Emir bilerek türküyü üzerime alınmama gerekmiş gibi inatla bana gözlerini çevirmemeye çalışıyor, bir yandan da gülerek söylüyordu. Derin bir nefes alıp karnımı okşadım.
“Gör yavrum gör, Nemrut dahi dize geldi baban yüzünden!” dedim masadan; gülüşmeler bir anda koptu.
Tim tekrar onunla beraber türküyü söylemeye başlayınca ortam muhteşem bir hal aldı.
" Ocağım söndü, nasıl beladır?
Bıraktı gitti, bu ne devrandır?
Dünya gözümde Kerbela′dır
Allah'tan bulasan"
Emir tekrar devreye girdi ama bu defa daha dertli girmişti. O sesi o kadar muhteşem ve güzeldi ki tekrar tekrar aşık olmamak elde değildi o gamzesinin çukurunun ortaya çıkışı ile:
"Nemrut’un kızı yandırdı bizi
Çarptı sillesini felek misali
Sil yazımızı, kurtar bizi
Çarptı sillesini felek misali
Mevla’m, gör bizi"
“Senden bahsediyor,” dedi Emel abla keyifle kocasına bakarak.
Tim nakaratta tekrar devreye girdi, gülüşmeler eşliğinde türküye katıldılar. Ben kollarımı birleştirip Emir’e bakarken, evde onu bekleyen küçük bir tripi düşündüm. O ise gülerek türküye devam ediyordu:
"Ocağım söndü, nasıl beladır?
Bıraktı gitti, bu ne devrandır?
Dünya gözümde Kerbela’dır
Allah’tan bulasan"
Salonun her köşesi müzikle ve coşkuyla dolmuş, herkes türkünün ritmine kendini kaptırmıştı. Emir’in sesiyle birlikte zaman adeta durmuş, o anın enerjisi hepimizin kalbine kazınmıştı.
Türkünün duruşuyla birlikte Cüneyt ağabey, oğlunu kucağına çekti ve gülerek seslendi:
“Hanımlar, siz de kocalarınızın yanına gelip eşlik edin!”
Emel abla kolumdan tuttu, kaldırdı ve kahkaha atarak dedi ki:
“Gel Nemrut’un kızı gel, kocanın yanına bırakayım seni.”
Ben de gülerek ayağa kalktım, timin enerjisi ve herkesin coşkusu içimi ısıttı. Salondaki herkesin neşesi bulaşıcıydı; o an kendimi tamamen müziğe ve o anın keyfine kaptırdım.
____
Emir Kaan’dan…
İklim gülerek yanıma oturunca, tripli olduğu hemen belli olmuştu; kolumun altına çektim.
“Karım, alındın mı?”
“Babamın Nemrut olduğu kabul ama ben Nemrut’un kızı değilim!” diyerek trip atınca, gülerek başını göğsüme bastırdım. Kolumun altına rahatça yerleşince Baran’a seslendim:
“Baran ağam, benim karım alınmış!”
İklim bir anda şaşkınlıkla başını kaldırıp bana baktı.
“Emir, bu burada denir mi?” demesine aldırmadan güldüm; Baran da karşılık verdi.
“Gelinimi niye üzüyorsun, Emir ağam?” dedi.
Oyunvari halimi bozmadan İklim’e döndüm:
“Nemrut’un kızı kesmemiş, bir de delalım mı söylesek?” dememle bacağımı cimciklemiş karıma gözlerimi büyüterek baktım.
“Yavrum, ne yapıyorsun?” dedim yüzüne eğilip fısıltıyla.
“Utandırma ya!” dese de sesi kısık kalmıştı. Bu sırada Baran çoktan ekibe delalım çaldırmaya başlamıştı.
“Dinle, öğretmen hanım!” diyerek türküye girdim:
“Diyarbekir yoluna le, Diyarbekir yoluna
Toydum düştüm toruna le, toydum düştüm toruna
Bu sevdalar boşuna le, bu sevdalar boşuna
Delalım, delalım, delalım, delalım, delalemın”
Zurnanın tekrar girişiyle İklim de alışmıştı artık ve biraz rahatlamıştı; utanmış olsa da tim bana eşlik ediyordu. Göktürk yerinde oynamaya başlayınca ben gülmekten türküyü devam ettiremesem de, bizimkiler sağ olsun coşkuyla sürdürüyordu:
“Bu sevdalar boşuna le, bu sevdalar boşuna
Delalım, delalım, delalım, delalım
Delalemın”
Tekrar müziğin devreye girişiyle, o içten yükselen ritim ortama yeniden hayat kattı. Ama benim bakışlarım, istemsizce kalabalığın arasından bir noktaya, Azra’ya kaydı.
Alper’in hemen yanında oturuyordu. Başını biraz yana eğmişti ama gözleri… gözleri doğrudan bendeydi.
O an dudak kenarımda belli belirsiz bir tebessüm oluştu. Küçük bir göz kırpmamla, Azra kıkırdadı.
O tatlı gülüş, neşenin saf halini taşır gibiydi.
Yiğit Alper, neye güldüğünü anlamaya çalışırken bakışlarını Azra’dan bana çevirdi.
Ben sadece gülümsedim. Başımı hafifçe sallayıp, “rahat ol” dercesine gözlerimi kapatıp açtım.
Azra ise başını yana eğdi, o kendine özgü masum gülümsemesini takındı.
İçimden bir sıcaklık geçti.
O benim maskotumdu sanki — ne zaman göz göze gelsek, bütün yorgunluğumu unuttururdu bana.
Gülüşünde, dışarıdaki fırtınayı susturan bir huzur vardı.
Bizimkiler coşkuyla türküyü bitirirken ben yanı başımdaki İklim’e döndüm.
“Canım, rahat mısın?” dedim, sesim kalabalığın gürültüsüne rağmen yumuşak bir tınıyla aktı ona.
Başını usulca salladı.
“Rahatım canım…” dedi gülümseyerek.
“Bebeğimiz nasıl?”
Gözleri doldu, ama içinde mutluluğun o tanıdık ışıltısı vardı.
“İyi babası, keyfi yerinde.”
Sözleri içimi ısıttı.
Başını avuçlarımın arasına alıp alnına bir öpücük kondurdum.
O an kalabalığın içinde yalnızca üçümüz vardık sanki: ben, o ve içimizde atan minik bir kalp.
Sonra başımı kaldırdım, gözlerim sahnedeki Alparslan Üsteğmen’e takıldı.
Tok sesiyle, gülümseyerek sordu:
“Var mı başka istek beyler?”
Kalabalıkta bir kıpırdanma oldu, ardından Alper hemen atıldı:
“Komutanım, timde o kadar müezzinimiz var diye geçiniyoruz, ondan da mı duysak artık?”
Tansu kahkahasını bastıramadı.
“İlahi mi istiyorsun, türkü mü Alper’im?” diye takıldı.
Herkesin gülüşleri arasında ben Emirhan’a döndüm.
“Emirhan hocam, ne diyorsun?” dedim.
O, sakin bir tebessümle başını eğdi.
“Gece senin kardeşim, ne istersen.”
Bir an, gürültülerin arasında geçmişin yankısı geldi kulağıma.
Bir masa, bir dağ evi, karda yankılanan bir türkü...
Derin bir nefes aldım, gözlerim Emirhan’ınkilerle buluştu.
“Hatırlıyor musun?” dedim alçak bir sesle.
“Atalay Komutan’ın senden ve benden istediği bir türkü vardı.”
Emirhan’ın gözlerinde kısa bir parıltı belirdi.
Bir anlık suskunluktan sonra dudaklarından kısık bir gülümseme döküldü.
“Fırat Ağıtı…” dedi.
İçimde bir şey sızladı.
“Var mısın, bir kez daha yürek koymaya?” dedim.
Sesim titremedi ama derinlerde bir şey çatladı sanki.
O da başını eğdi, sadece bir kez salladı.
Orkestra komutu alınca tellere dokunuldu. O ilk notayla birlikte sessizlik ağırlaştı, sanki nefes bile almak günah gibiydi. Ben Emirhan’a dönecekken bir ses yükseldi.
“Cüneyt ağabey, sen de söyle,” dedi İklim, dudak kenarında hafif bir titremeyle.
Cüneyt, oğlunu kucağına çekti, başını yana eğdi.
“Ben girmeyeyim,” dedi çekinerek, sesi titrek.
“Baba lüfen, lüfen baba!” diye araya girdi Yaman Pars. O minicik ellerini babasının yanağına koyunca, Cüneyt’in gözleri aniden doldu.
“Yavru kartalımı kırma be bacanak,” dedim, sesimde hem teşvik hem de yumuşak bir kardeşlik vardı.
Cüneyt derin bir nefes aldı, bakışlarını yere indirip başını salladı.
“İyi madem… ikinci partı ben alayım.”
Gülümseyerek Emirhan bana döndü, kaş gözle işaret etti.
“Kim giriyor ilk?” dercesine...
Bende aynı şekilde baktım . “Sen,” dercesine kaşlarımı kaldırarak onu işaret etmem ile elini göğsüne koyup bende dercesine güldü.
Başımı salladım, elim hâlâ İklim’in elindeydi. Derin bir nefes aldı, parmakları elime kenetlendi.
“Bebeğim,” dedim kulağına eğilip.
Gözlerini kaldırdı, o an içim burkuldu.
“Türküden sonra...” dedi yalnızca.
Emirhan’ın türkü söylemeye başlamasıyla ortam bir anda sessizliğe gömüldü.
O derin, yanık sesiyle ilk dizesi döküldü dudaklarından:
> “Şu Fırat’ın suyu akar serindir oy oy
Ölem ölem derdo ölem, akar serindir oy oy
Yarimi götürdü kanlı zalımdır ölem ölem,
Kanlı zalımdır nasıl gülem oy oy oy…”
Sesi, kalabalığın içinden geçip yüreklerin tam ortasına dokunuyordu.
O söylerken gözler birer birer yere indi, nefesler yarım kaldı.
Her mısrada içimizde bir şey daha koptu sanki.
> “Yarimi götürdü anam, kanlı zalımdır ölem ölem,
Kanlı zalımdır nasıl gülem, oy oy oy…”
Türkü devam ederken ortamın ağırlığı artmıştı.
Kimse konuşmuyor, sadece Emirhan’ın sesi yankılanıyordu o geceye.
Sanki Fırat’ın serin suları değil, acının kendisi akıyordu içimizden.
Derken, Emirhan sustu ve Cüneyt’in sesi duyuldu.
Ama o öyle bir girdi ki, ortamın bütün dengesi değişti.
Herkesin bakışları bir anda ona döndü.
Cüneyt, oğlunu kucağına almış, gözlerinden yaşlar süzülürken söylüyordu.
Sanki her kelimeyi değil, her hatırayı okuyordu dudaklarından.
Yaman Pars, babasının gözyaşından habersiz, gülerek alkış yapıyordu türkünün ritmine.
O saf haliyle gülüyordu ama o gülüş, Cüneyt’in sesini daha da titretmişti.
“Daha gün görmemiş taze gelindir oy oy,
Ölem ölem derdo ölem, taze gelindir oy oy oy.
Söyletmeyin beni anam, yaram derindir ölem ölem,
Yaram derindir, nasıl gülem oy oy oy…”
Sesi sonlara doğru çatladı, ama durmadı.
Gözyaşlarını saklarcasına oğlunu göğsüne bastırıp türküye devam etti.
Ve son dizesini söylerken sesi neredeyse bir fısıltıya dönmüştü:
“Söyletmeyin beni anam, yaram derindir ölem ölem,
Yaram derindir, nasıl gülem oy oy oy…”
Orkestra yeniden devreye girdiğinde, İklim’in tırnakları elime geçmişti.
Elini sıktım, saçlarının arasına bir öpücük kondurdum.
Leyla… adını anmadık ama ikimiz de kimin için ağladığımızı biliyorduk.
Benim partım geldiğinde, İklim’i biraz daha kendime çektim.
Başını göğsüme bastırdım, kalbimin atışlarıyla sakinleşsin istedim.
Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapatarak başladım:
“Kömürhan Köprüsü Harput’a bakar oy oy,
Ölem ölem derdo ölem, Harput’a bakar oy oy oy.
Kör olası zalim Fırat ocaklar yıkar ölem ölem,
Ocaklar yıkar nasıl gülem oy oy oy…”
Her kelimeyi söylerken yüreğimde bir sızı büyüyordu.
İklim’in başı hâlâ göğsümdeydi; titriyordu.
“Devam et…” diye fısıldadı nefesinin arasından.
Elini sıktım, sonra gözlerimi kapattım, devam ettim:
“Kör olası zalim Fırat ocaklar yıkar ölem ölem,
Ocaklar yıkar nasıl gülem oy oy oy…”
Son kıtaya girerken Emirhan’la göz göze geldik.
O anda ikimiz birden yükseldik — sanki iki ayrı yürek, tek ses olmuştuk.
“Ahbaplarım gelmiş, ağıtlar yakar oy oy,
Ölem ölem derdo ölem, ağıtlar yakar oy oy oy…”
Sözlerin içinden bir an Baran’a baktım.
Bakışlarımız kesiştiğinde yutkundum, gözlerimi yere indirdim.
“Söyletmeyin beni anam, yaram derindir ölem ölem,
Yaram derindir, nasıl gülem oy oy oy…”
Türkü bittiğinde ortamda derin bir sessizlik vardı.
Hiç kimse konuşmadı, kimse alkışlamadı.
Sadece birkaç iç çekiş duyuldu…
Sonra ben bir nefes aldım, göğsümde bir sıkışma hissettim.
Elimi açıp biraz nefeslenmeye çalıştım.
“İklim’im… kalk.” dedim, sesim titremişti.
O an hızla başını kaldırıp bana baktı.
“Canım, ne oldu?”
Alnına kısa bir öpücük kondurdum.
“Bir şey yok canım… sadece göğsüm bir an sıkıştı. Geçti şimdi.”
“İyi misin Emir’im?” dedi Baran, telaşla.
Başımı salladım. Herkes bana bakarken benim bakışlarım şoka girmiş gibi bakan kardeşime döndü.
“İyiyim, korkmayın… Azra, bakma güzelim öyle, iyiyim. Bir acı yokladı, geçti sadece Azra’m...”
Azra sessizce "tamam" dercesine başını sallayıp eğdi, gözleri doluydu. Kimse konuşmadı. İklim ise sarılmıştı sadece bana...
Sessizlik içinde Alparslan ses verdi:
“Beyler, yeter bu kadar. Güzel bir geceydi. Zeybek de oldu, sıra gecesi de… Kurtlar döküldü. Evli evine, köylü köyüne artık.”
“Aynen öyle!” diye ekledi Tansu, gülümseyerek.
Herkesle tek tek vedalaştık.
Araca yöneldik İklim’le.
Yol boyunca konuşmadık; sadece elimi tuttu, hiç bırakmadı.
O sessizlikte bile kalbinin ritmini avuçlarımda hissediyordum.
Arabaya binmeden önce önümde durdu.
Far ışıkları yüzüne vurmuş, gözlerinin içindeki o derin parıltıyı iyice belirginleştirmişti.
Bakışları plakaya kaydı bir anda.
“Emir…” dedi usulca, “bu sayıların bir anlamı var mı?”
Derin bir nefes aldım. Başımı hafifçe yana eğip gülümsedim.
“Olmaz olur mu…”
Kaşlarını hafif kaldırdı, merakla yüzüme baktı.
“Ne peki?”
Gözlerimi onun gözlerinde sabitledim.
“Bana ilk kez ‘Emir’im’ dediğin tarih,” dedim yavaşça.
“Üstelik seni zorlamadan, kendi isteğinle söylediğin o gün.”
İklim bir an sustu. Dudakları aralandı ama kelime çıkmadı.
Sonra gözleri doldu, bir adım bana yaklaştı.
“Gerçekten mi… sen bunu…”
“Unutur muyum sanıyorsun?” dedim gülerek. “O gün… sen bana ilk kez korkmadan, inat etmeden, yüreğinle ismimi sahiplenerek seslendin.
Benim için her şey o anda bir kez daha başladı zaten.”
Bir damla yaş süzüldü gözünden; parmaklarımın arasına düştü.
Başını öne eğdi, kısık bir sesle fısıldadı:
“Sen nesin Emir… Bir anda kalbimi sıkıştırıp sonra sarıyorsun.
Ne kadar kırılmış olursam olayım, yine dönüp sana sığınıyorum.”
Elimi yanağına koydum, başparmağımla gözyaşını sildim.
“Ne olduğum, kim olduğum fark etmez,” dedim sessizce.
“Belli olan tek şey… ebedi olarak senin olduğum.
O plakadaki tarih, bizim hikâyemizin küçük bir mührü sadece.
Her baktığımda bizden bir iz göreyim diye yazdırdım oraya.”
Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı; dudaklarının kenarı titredi.
“Ben seni zaten her baktığım yerde görüyorum Emir…” dedi.
"Bu gece içinde teşekkür ederim sana da güzelim..."
"Ben teşekkür ederim, geceyi çok güzel taşıdın..."
Gözlerimden yaşlar akarken yüreğim kan ağlıyordu. Çünkü bu savaşın tek kaybedeni ben ve aciz bedenim olacaktı.
Geri çekip alnımı alnına yaslayınca bakışları ağır ağır yüzüme çıktı.
"Senin sayende…" diyerek dudağına uzandım. Hiç bekletmeden o da dudaklarımı buldu; çiseleyen yağmur damlaları üzerimize düşüyordu ama dünya dahi umurumda değildi. Belki de bugün, karım ve bebeğimle geçireceğim son “iyi günler”di…
Gözlerimden yaşlar süzülürken yüreğim kan ağlıyordu; çünkü bu savaşın tek kaybedeni ben ve aciz bedenim olacaktı.
Geri çekilip alnımı alnına yasladım; bakışları ağır ağır yüzüme geldi.
“Seni çok seviyorum,” dedi sessizce, ama içtenliği her kelimesinde yankılandı.
Gülümseyerek dudaklarına küçük bir öpücük kondurdum.
“Ben de sizi çok seviyorum, güzellerim,” dedim. Gözleri bir an çocuksu bir bakışla doldu; derin sulardan çekilmiş gibi saf ve masum.
“Emir…” dedi yumuşak bir sesle.
“Söyle güzelim?” dedim, elini hafifçe avucuma yaslayarak.
“Bizim canımız… tost çekti.”
“Eve gidiyoruz o zaman,” dedim tebessümle. “Ben de karım ve kızımıza tost yapıyorum.”
İçimde hem huzur hem de tarifsiz bir burukluk vardı; dışarıda yağan yağmur, sessizliğimizin melodisini tamamlıyordu. O an, tüm dünyanın dahi önemi yoktu; sadece biz vardık, ve bu an, kalbimde sonsuza kadar yankılanacaktı.
___
Berbat bir gün geçirdim ve bölüm anca çıktı. Daha sonra düzenleyeceğim sizi bekletmeden atmak istedim. 30 un altına düşmesin oylar ❤️
İyiyim arkadaşlar durmadan da sormanıza gerek yok. Soran herkese çok teşekkür ediyorum ama iyi misin sorusuna alışık biri değilim beni sıkıyor ve geriyor. Anlayış ve saygı bekliyorum. Öpüyorum sizleriiii 🫠❤️❤️
Sizi seviyorum ❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |