

Bölüm Şarkılarınız
Gülşen - Emrin olur
Akif Çekirge - Merdo
___
İklim’den...
Hüda anne eve gelince onunla konuşmak, dertleşmek iyi gelmişti. Emir yine kendini odaya kapatmıştı ama Azra’nın ilişkisini Emir’in ailesinin benimsemesi beni biraz olsun rahatlattı. “En azından içimizden biri mutlu,” diyorlardı artık.
Derin bir nefes alıp mutfağa geçtim. Emir’in bize aldırdığı meyvelere göz gezdirdim; nedensizce elim yine eriklere gitti. Gülümseyerek birkaç tane yedim, o sırada Emel abla ile Baran ağabeyin sesleri duyuldu. Elimdeki kaseyle salona geçtim.
“Hoş geldiniz!” dedim.
Emel abla hemen yanıma gelip sarıldı.
“Hoş bulduk canım, nasılsın bakalım?”
“Bebeğin canı çekenlerle uğraşıyorum,” dedim gülerek, elindeki kaseyi uzatarak.
“Benim oğlum annesini uykusuz bırakmaktan keyif alıyor genellikle,” dedi Emel abla kıkırdayarak.
“Yine çok mu kusuyorsun?” dedim dudak büzerek.
“Sorma... Gece on ikiden sonra benimki canlanıyor,” diyerek karnını okşadı, sonra koltuğa geçti.
Baran ağabey, Azra’yla bir şeyler konuşuyordu.
“Hoş geldin ağabey,” dedim.
“Hoş bulduk kardeşim, nasılsın?” diye sordu gülümseyerek.
“İyiyiz ağabey,” dedim, ben de koltuğa geçerken kapı yeniden çaldı.
“Emir Kaan nerede?” dedim etrafa bakınarak.
“Odasında yenge,” dedi Azra, kapıya yönelirken. Hüda anne de muhtemelen misafir odasında dinleniyordu.
Derin bir nefes aldım, gelenlere baktığımda yerimden fırladım.
Meltem abla ve Göktürk ağabeydi!
“Hoş geldiniz!” dedim sevinçle.
İlk bana sarılan Göktürk oldu.
“Kız baldız, ben ikiz babası oluyormuşum!”
“Ne diyorsun ağabey, hayırlı olsun!” dedim, kahkahalarla sarıldık.
Meltem ablaya dönüp sarıldım.
“Meltem abla, nasılsın?”
“Bir çocuktan üç çocuğa çıkmanın şokundayım,” dedi gülerek.
“Üçüz mü?!” diye atıldı Baran ağabey, şaşkınlıkla.
“Korkma ağabey, Göktürk’le üç olduk diyorum,” dedi Meltem, kahkahalar arasında.
Evdeki hava bir anda neşeyle doldu. Kahkahalar, espriler, sıcak sesler birbirine karıştı.
Ortalık yavaş yavaş şenlenmişti. Kahkahalar, küçük sohbetler birbirine karışıyordu. O an, Emir nihayet odadan çıkıp yanımıza geldi.
Yüzündeki solgunluk ilk bakışta fark ediliyordu ama gülümsemeye çalışıyordu, her zamanki gibi… kimseyi endişelendirmemek için.
Kapı yeniden çalındığında Azra neşeyle yerinden fırladı. Telefonunu kanepeye bıraktı, koşar adım kapıya yöneldi.
O an Emir’in bakışları kapıdan karnıma kaydı. Azra ve Alper’i rahatsız etmemek için hep böyle yapıyordu son zamanlarda, streslendiğinde sessizce bebeğimizle temas ediyordu son zamanlarda. Sanki o minicik kalp atışı onun panzehiri gibiydi.
Elini karnıma koyduğunda bir anlığına gözlerini kapattı — sanki tüm yorgunluğunu orada, minik bir kalp atışında bırakmak ister gibi.
Azra’nın dışarıdan gelen sevinçli sesleri arka planda yankılanırken, Emir alçak sesle sordu:
“İyi mi bebeğimiz?”
Ben gülümsedim. “Çok iyi hem de.”
Yüzündeki çizgiler yumuşadı, karnıma bir öpücük kondurdu.
“İyi olun,” dedi, ama sesindeki yorgunluk, cümlesinin içine gizlenememişti.
Elini tuttum hemen.
“Canım… yorgun musun?”
Başını hafifçe salladı. “Halsizim biraz, güzelim…”
Tam o sırada Baran ağabey konuştu.
“Geç, uyu istersen Emir. Biz yabancı değiliz kardeşim.”
Meltem de hemen ardından gülümseyerek ekledi:
“Aynen Emir ağabey, kendini yorma artık.”
Emir başını kaldırdı, o yorgun ama dirençli bakışlarını hepimize çevirdi.
“Biraz daha kalayım,” dedi sessizce. “Sizin sesinizi duymak iyi geliyor.”
Gözleri yine bana döndüğünde, sanki bir şey söylemek ister gibi sustu.
O an fark ettim; aslında sadece dinlenmeye değil, huzura ihtiyacı vardı, başını omzuma yaslayarak.
Herkes kendi sohbetine dalmıştı ama benim aklım tamamen ondaydı.
Yüzündeki solgunluk, nefes alışındaki ağırlık, göz kapaklarının titremesi… hepsi birden canının yandığını fısıldıyordu bana.
Karnımı okşayan eli bir anda durunca gözlerim hemen ona kaydı.
Uyuyakalmıştı… başı hâlâ omzumdaydı.
O kadar sessizdi ki, nefesinin ritmine karışan kalp atışlarını bile hissedebiliyordum.
“İklim, kardeşim… istersen biz mutfağa geçelim. Emir uyusun burada.” dedi Alper, alçak bir sesle.
Başımı hafifçe salladım.
“Siz geçin, ben yatırıp geleyim.”
“Yardım edeyim mi?” diye sordu Baran ağabey hemen.
Son günlerde Emir’den sonra en çok o titriyordu üstümüze.
Her görev dönüşü, beş dakika bile olsa uğrayıp ‘Bir ihtiyacınız var mı?’ diye sorardı.
O sesinde hep bir koruma, bir ağabey sıcaklığı vardı.
“Yok ağabey,” dedim gülümseyerek.
“Emin misin? Derin uyuyor gibi.”
“Eminim ağabey, siz geçin,” dedim kararlı bir sesle.
Baran ağabey bir an bana baktı, sonra sessizce başını eğip mutfağa yöneldi.
Onlar uzaklaşınca, sessizce nefes alıp verdim. Emir’i uyandırmadan koltuğa yatırmaya çalıştım ama o anda irkilip gözlerini araladı.
“Canım, rahat uyu diye…” dedim fısıltıyla.
Yarı uykulu, yorgun bakışlarını bana çevirdi. O an o bakışta öyle bir yorgunluk, öyle bir teslimiyet vardı ki… kelimelere sığmazdı. Derin bir nefes aldı, parmaklarını uzatıp elimden tuttu ve bir şey demeden beni odamıza çekti.
“Canım, ne oldu?” diye sordum, endişemi gizleyemeden.
“Saçlarımla oynar mısın?” dedi kısık, kırık bir sesle.
Biliyordum… yine ağrısı tutmuştu.
Başımı usulca sallayıp yatağa geçtim.
Sırtımı bazaya yasladım, dizlerimi uzatınca o da yanıma geldi.
Önce karnıma küçük bir öpücük kondurdu — öyle nazik, öyle temkinliydi ki… sanki korkuyordu incitmekten.
Sonra başını dizlerime bıraktı.
“Emir’im…” dedim usulca, elim saçlarına kayarken.
“İklim…” dedi kısık bir sesle, “böyle rahat olmuyor. Sinene yatsam?”
Sesinde hem yorgunluk vardı hem sığınma isteği.
Elimi saçlarının arasına geçirdim, alnına eğilip öptüm.
Teninin sıcaklığı dudaklarımı yakmıştı.
“Emir, ateşin çıkmış,” dedim hemen. “Ben sana ilaç getireyim.”
Yerimden kalkmaya yeltendiğimde bileğimden tuttu.
“Güzelim…” dedi nefes nefese, “içtim. Yemin ederim az önce aldım ama… daha etkisi olmadı.”
Sesi titriyordu. Gözleri yorgun, ama hâlâ bana tutunuyordu.
Gözlerim doldu… ama ağlamadım.
Sadece başımı sallayıp yanına uzandım.
O da hiç tereddüt etmeden sineme sokuldu; başını kalbimin tam üstüne koydu.
Parmaklarım saçlarının arasına daldı, usulca okşadım…
Artık eskisi kadar gür değildi, ama hâlâ o tanıdık koku, o sıcaklık vardı — evim gibiydi.
“İklim’im…” dedi bir süre sonra, sesi titreyerek.
“Emir’im… neren acıyor, bir tanem?”
Cevap vermedi hemen.
Bir an sustu, yutkundu, sanki kelimeleri toplamakta zorlanıyordu.
“Kızımız minicik daha, değil mi?” dedi sonunda, kısık bir sesle.
“Minicik, canım…” dedim gözlerim dolarak.
“Bebek arabasını da aldım,” dedi gülümseyip, o bitkin hâliyle bile içimden taşan bir şefkatle. “Pembe… bir de pelüş ayıcık. Geceleri ona sarılır, korkmaz. Azra korkunca hep yastığına sarılırdı ya… sonra ayıcık alınca onu bırakmaz olmuştu. Belki kızımız da halasına benzer… korkarsa…”
Sesi titrediğinde artık ben dayanamıyordum.
Elini yüzünden çekmeden, avuçlarımı yanaklarına koydum.
“Bunları mı düşündün sen, bu hâl de canımın içi?” dedim, gözyaşlarımı saklayamadan.
O, zorlukla gülümsedi. Dudaklarının kenarı kıpırdadı, ama sesi boğazında düğümlendi.
“Masal kitabı da aldım…” dedi, kelimeler güçlükle çıktı ağzından. “Bir sürü…”
Devamı gelmedi.
Sanki o an, kelimeler de onunla birlikte yorgun düşmüştü.
Ve ben, kalbimdeki korkuyu bastırmak için sadece onun saçlarını okşadım… sessizce, nefesini dinleyerek.
Dudaklarına eğilip bir buse kondurdum.
Geri çekilmemle yorgun ama sıcacık bir gülümseme belirdi yüzünde.
“Kızımızın yerine de öper misin?” dedi kısık bir sesle.
Başımı usulca salladım. Yanağındaki o minicik gamze çukuruna, sanki orası dünyanın en kıymetli yeriymiş gibi uzun, sevgi dolu bir öpücük kondurdum.
Tam o anda, gözümden süzülen bir damla, onun yanağına düştü.
Birlikte karıştık o damlada; acı, umut, sevda... hepsi bir aradaydı.
“Emir’im… benim canım…” dedim titreyen bir sesle.
Elimle yanaklarını okşadım, parmaklarımın arasından ateş gibi sıcak bir ten geçti.
“Bizim masalımıza benzer bir sürü kitap aldım ona, İklim’im…” dedi titrek bir nefesle.
O cümlede, hem bir sonsuz sevgi hem de sonsuz bir şefkat vardı.
“Canım benim…” diyebildim sadece.
Gözlerindeki o derin yorgunluğu, o acıya karışan şefkati gördükçe içim sızladı.
“Birini ezberledim hatta…” dedi sonra, sesi fısıltıya dönerken. “Anlatayım mı?”
Gözlerim dolu dolu, başımı salladım.
“Anlat Emir’im…” dedim, sineme yaslanmış başını usulca okşayarak.
“Bir küçük kuş varmış…” diye başladı usulca. “Bu kuş gel zaman git zaman derken büyümüş, kocaman, ihtişamlı bir kuş olmuş. Ormanın avcısı da o kuşu duymuş; herkesin yakalamaya çalışıp da bir türlü başaramadığı, rüzgâr gibi uçup giden o kuşu…”
Bir nefes alıp bana baktı.
“Kuş aslında öyle zeki değilmiş… ama bir şeyi çok iyi biliyormuş. Biri onu izlediğinde, hemen sessizce kanatlarını kapatır, saklanırmış. Parıltısını gizler, kimsenin ulaşamayacağı yerlere uçarmış.”
“Sonra?” dedim, usulca.
“Bir gün ormanın en iyi avcısı çıkmış yola. ‘Ben o kuşu bulurum,’ demiş. Gidip kuşu görür görmez büyülenmiş. ‘Bu kuş benim olmalı,’ diye geçirmiş içinden. Günlerce, haftalarca uğraşmış. Tuzak kurmuş, yem bırakmış ama kuş hiç gelmemiş. Çünkü kuş sadece gözle değil, kalple de hissedermiş tehlikeyi.”
Sesi iyice kısıldı, neredeyse fısıltı hâline geldi.
“Avcı pes etmemiş. Her yolu denemiş elde etmek için... Tuzakların yenisini kurmuş, ağlar sermiş... ama olmamış. Oysa herkes derdi ki, ‘O adamın elinden hiçbir av kurtulmaz.’ Köylüler bile şaşırmış, ‘Bu nasıl olur?’ diye.
Sonra avcı düşünmüş taşınmış... ‘Belki de güzelliğini zorla değil, iyilikle kazanmalıyım,’ demiş. Bu kez ona zarar vermek için değil, yaklaşmak için gitmiş. Günler geçmiş, haftalar geçmiş... Kuş önce korkmuş, sonra alışmış. En sonunda da güvenmiş.
Bir avcı olduğunu bile bile güvenmiş...
Adamın içindeki hırsın sönmüş olduğuna inanmış.”
Sesi sona doğru kısılıyordu. Bir fısıltıya dönmüştü artık.
“Bir gün, ormanın en iyi avcısı çıkmış yola. O kuşu görür görmez büyülenmiş. ‘Bu kuş benim olmalı,’ demiş. Her yolu denemiş... Tuzaklar kurmuş, ağlar sermiş... ama olmamış. Oysa herkes derdi ki, ‘O adamın elinden hiçbir av kurtulmaz.’ Köylüler bile şaşırmış, ‘Bu nasıl olur?’ diye.
Sonra avcı vazgeçmemiş. Düşünmüş taşınmış... ‘Belki de güzelliğini zorla değil, iyilikle kazanmalıyım,’ demiş. Bu kez ona zarar vermek için değil, yaklaşmak için gitmiş. Günler geçmiş, haftalar geçmiş... Kuş önce korkmuş, sonra alışmış. En sonunda da güvenmiş.
Bir avcı olduğunu bile bile güvenmiş...
Adamın içindeki hırsın sönmüş olduğuna inanmış.”
Sesi sona doğru kısılıyordu. Bir fısıltıya dönmüştü artık.
“Yanlış mı yapmış?” diye sordum usulca.
Bir şeyler mırıldandı ama çoktan uykuya dalmıştı.
Saçlarını okşayıp sessizce fısıldadım:
“Eminim... iyilik kazanmıştır, merhamet kokulum. O kuşu da yaşatmışsındır sen...”
Gözkapakları titredi, dudakları belli belirsiz kıpırdadı.
O an sadece bir iki kelime duyulur gibiydi...ama o da yarım kaldı.
___
Emir Kaan’dan...
Uyandığımda ev sessizdi. Akşam olmuştu.
Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım sinesinden...
İçim yandı bir kez daha. Saçlarını okşayıp öptüğümde mırıldandı hafifçe — uykusunun arasında bile o kadar masumdu ki, içimde bir şeyler hep eksik kalıyor gibiydi.
Karnına bir öpücük kondurup yataktan kalktım.
Odadan çıktığımda koltukta uyuyan Alper’i gördüm. Üstünü örttüğüm anda kıpırdandı, gözlerini araladı.
“Uyu kardeşim, sorun yok,” dedim alçak bir sesle.
“Uyuyakalmışım... eve gideyim ben,” dedi.
“Alper’im, kal burada...”
Başını eğince, sırtını sıvazlayıp derin bir nefes aldım.
Sonra mutfağa geçtim.
Çekmeceden sigara paketini aldım, bir dal yakıp balkona çıktım.
Hava serindi. Gökyüzü griye çalıyordu, şehir sessizdi.
Bir sandalye çekip oturdum.
Telefonumdan rastgele bir şarkı açtım — mutfak kapısını kapattığım için içeriden duyulmayacaktı.
İlk sözleri duyunca dudaklarımda buruk bir tebessüm belirdi:
“Akşam dalgalar vurur sahil boyuna,
Vurur içimi yıkar...”
Derin bir nefes çektim sigaradan, dumanı havaya savururken gözlerimi kapadım.
Bir yanda kalbimin kıyısına vuran dalgalar, diğer yanda içimde taşıdığım sükûnetin acısı...
“Siyah kelebeklerim uçar delice,
Ahım ölüme kadar...”
Sözler yankılandıkça kalbimin telleri titredi.
İçimde kıvranan acıyla, sığınacak tek limanımın yorgun nefesleri düştü zihnime...
Kısık bir sesle eşlik ettim:
“Gönül acılar çeker yalnız başına, yeter bu kadar yeter...”
Duman boğazımda düğümlendi.
Ne kadar çok şey birikmişti içimde...
Bir ömür susmuş, bir gecede yanmış gibiydim.
“Yarim, bu günahların kalmaz yanına...” diye mırıldandım şarkıya eşlik ederken.
“Mevlam adamı yakar...”
Bir damla kül parmaklarıma düştü.
Sigara külünü sirkeleyip derin bir nefes aldım.
Kendime güldüm sonra — acı bir gülüştü bu.
“Gülüm diye diye... canım diye diye... deli oldum ben...”
Gökyüzüne baktım uzun uzun.
" Canım bile bile...gülüm bile bile...kölen oldum ben..."
Sigaranın külünü silkelerken, doğmayan kızımın hayali düştü zihnime...
Bir an durdum, içimden bir sıcaklık geçti. Gülümseyerek mırıldanmaya devam ettim şarkıyı:
“Adını yazmışlar gökyüzüne,
Fırtınalar düşmüş kaderime...
Yolumu çizmişsin sen yine,
Emrin olur gülüm, emrin olur...”
Gözlerim uzaklara daldı.
Saçları annesine benzeyen, ama gülüşü bana benzeyen bir miniği hayal ettim.
Küçücük parmaklarıyla önümde oynuyordu sanki…
Bir kahkaha attı düşümde; o sesle başımı geriye attım.
Sanki o kahkaha bile bana “buradayım” diyordu.
“Adını yazmışlar gökyüzüne,
Fırtınalar düşmüş kaderime,
Yolumu çizmişsin sen yine,
Emrin olur gülüm, baş üstüne...”
Sigaramın külünü bir kez daha silkelerken, derin bir nefes aldım.
Duman gökyüzüne karışırken içimden fısıldadım:
“Babanın ahı bu dünyaya kalmaz, miniğim…
Annenle seni bir gün yalnız bırakacak olsam da,
Gölgem, nefesim, kanatlarım hep üzerinizde olacak…”
Gözlerimi kapattım.
Kızımın hayali, İklim’in kokusuna karıştı zihnimde.
Bir yanda sevgi, bir yanda kaderin sızısı…
Ama yine de gülümsemeyi seçtim.
“Akşam dalgalar vurur sahil boyuna,
Vurur içimi yıkar...
Siyah kelebeklerim uçar delice,
Ahım ölüme kadar...”
Yaşlar süzüldü gözlerimden, ama dudaklarımda bir tebessüm belirdi.
Çünkü o an, İklim’in gülüşü düştü aklıma.
Dünyanın tüm karanlığını aydınlatan o gülüş…
“Gülüm diye diye, canım diye diye, deli oldum ben…
Canım bile bile, gülüm bile bile, kölen oldum ben...”
Sigaradan derin bir nefes çektim. Duman havada dağılıyordu, ama içimdeki ağırlık hâlâ vardı.
"Adını yazmışlar gökyüzüne,
Fırtınalar düşmüş kaderime…"
Mırıldandım boğazım yanarken, zihnimde minik kızımın annesiyle bana sarıldığı o an canlandı.
"Yolumu çizmişsin sen yine,
Emrin olur gülüm, emrin olur…"
Gözlerimden zehir gibi yaşlar süzüldü, yüreğim kan ağlıyordu.
Dudaklarım titreyerek, tekrar mırıldandım:
"Adını yazmışlar gökyüzüne,
Fırtınalar düşmüş kaderime,
Yolumu çizmişsin sen yine,
Emrin olur gülüm, baş üstüne…"
Müzik yavaşça sona ererken boğazımda bir hıçkırık koptu.
Eğilip gözlerimi silerken, gökyüzünde bir yıldız kaydı.
Sadece fısıldayabildim:
"Gel kızım… sağlıkla gel… annene, sağlıkla gel…baban sizin için... gökyüzü olacak iken, gelip sar annenin yaralarını benim yerime..."
___
Oy sınırı dolmamış 
ona rağmen attım ama beni dellendirmeyin ( rica )
Gözüme bir an bir perde indi
atmak istemedim bölüm felan ( risk + tehdit )
Ama bir an dedim okurlarım beni bekliyor ( yumuşama belirtisi)
Lütfen yıldıza basın ( uyarı)
Yoksa bölüm atmam ( yankılı uyarı)
Teşekkür ediyorum oy veren herkese ve destekleyen herkese ( minnettarlık)
Baysss

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |