1. Bölüm

1. Bölüm

Ayşe Naz Temel
buaskfazlasana

 

Konser Zamanı

Üzerimde ki gece mavisi elbiseye son bir kez baktım. Dış görünüş belki şu an için benim tarafımdan önemliydi. Daha fazla önemsemeyerek eşlikçimin yanına gittim. Başını notalara gömmüş bir şekilde duvara yaslanmış beni bekliyordu. Geldiğimi fark ettirmem için topuklu seslerim yetiyordu. Uçlarını zemine dokundurdum.

Kesinlikle adımlarımın altından akan hareket intikam adımlarıydı. Ya da gelmekte olan bir intikam seli.

"Bayan Claier'ın öğrencisi değil mi?" diye teyit ettim. Emin olduğum bir bilgi olduğu halde bunu yüzüne vurmak hoşuma gitmişti. Cılız çocuk, mavi smokininin omuzlarını kendince geri atarak başını kaldırdı. Metal çerçeve gözlüklerini düzeltti. Notalar yüzünden bozmuş olmalıydı. Tıpkı benim gibi.

Bu müzisyenler arasında pek karşılaşılan bir durum değildi. Tabi bizim gibi delirmeyenler için.

"Evet... Ya sen kimsin?" diye sordu aceleci bir tavırla. Şaşkın bir çocuğa benziyordu. Ya da öyle olması gerekmişti. Onu haddinden daha fazla tanıyordum. Yakın zamanda sürpriz şekilde ölen Claier'ın öğrencisi. Bir zamanlar piyonayı bırakmamı tekrarlayan Claier'ın. Geçmişim hakkında diyebilecek pek bir şeyim yoktu. Müzik hakkında ise susmak bilmezdim. Ben kimdim ve ne olacaktım? İkisinin cevabı netti. Bu yüzden kafayı kurcalamaya gerek yoktu.

"Bana uyum sağla. Şu an için kafanda neysem oyum." dedim sarsıcı bir edayla. Beni tanımıyordu. Annesinin ölümü yüzünden sarsıntı geçirmişti. Olsun, hala ringdeydi. Amor...

Belki kendisi beni tanımıyordu. Ama ben onu kemana başladığım andan itibaren kırmızı harfler ile yazılan adını zihnimde altın çerçeveye kazmıştım.

İsmimizin okunması ile beraber hareket ettik. Kemanımı sıkıca tutuyordum. Eğer şu an klavyenin üzerinde parmak basma yerleri işaretli olsaydı bu izler ellerimin terinden dolayı akıp gitmişti.

Alkış kısa sürdü. Fısıldamalar başladı. Tek duyduğum, hatta duyduklarım arasından arındırıp çıkardığım tek kelime Amor'du. Burada konuşulan ben olmalıydım. Saçımı sağ tarafımda topladım. Çenelik kısmına çenemi dayadım ve omuzumu yastığa yasladım. Arşemi son kez kontrol ettim ve başlamak için hazır olduğumu ona gösterdim.

Bir toplumdaki fısıltıları durdurmanın en iyi yolu onlara yeni fısıltılar vermekti. Bunu çok küçük yaşta öğrenmiştim.

Gözlerimi onunkiler ile buluşturmadan kapattım. Notaları gözümün önüne getirmeme yardımcı oluyordu. İçimden notaları mırıldanarak kendimi müziğin şefkatli kollarına bıraktım. Gayet iyi gidiyorduk. Şu an tek şikâyet yoracağım onun üzüntüsüydü.

İlk kısım bitmişti. Bitmesine son dokuz satır kalmıştı. Gittikçe hızlanıyordu. Ona ayak uydurmak zor kalıyordu. Buna rağmen tüm gücümle çalıyordum. Nefes alış hızım değişmişti. Nefessiz kalıyordum. Okyanusta beni dibe çeken balıklar gibi notalar etrafımı sarıyordu. Müzik aşkına bu çocukta metronom adı verilen bir denge yok muydu? Son iki satır Opia diye fısıldadım kendi kendime. Sonsuza kadar süremeyecekti dimi.

Son satır seksen iki kesik notadan oluşuyordu. Hızına yetişemiyordum. Pes etmek içimden geçmemişti. Ne yaptığını anlamış değildim. Nefesimi tuttum ve son notaları arşemin ucundan çıkardım. Son anda yakaladığım notalar ile başarıyla parçayı tamamlamıştım. Onun kalkmasını beklerken göz ucuyla bile ona bakmadım. Gözlerimi kamaştıran ışıkların önüne geçerek kemanımı arşemin yanına yanı sağ elime aldım.

Eğildik. Alkış tufanından önce fısıltılar gizlice dolandı koltukların arasından. Daha sonra metronomsuz bir gürültü denecek kadar sesli ve kuvvetli bir alkış. Sahnede sergilediğim gülüşümü sundum seyircilere. Jürilere son kez baktım. Saçlarımı elimle kulağımın arkasına ittim ve arkamı döndüm. Perdenin arkasından çıkmam ile yüzümde ki maskeyi çıkarmam bir oldu.

O kendi arkadaşlarının yanına doğru koşarken kemanımı tutmadığım elimi yumruk yaparak sıktım. İçime dolan sinirle "AMOR!" diye seslendim. Gerçekten canını yakmak istiyordum. Bu sınav benim için önemliydi. Onun içinde öyleydi. Ama şu an yanımda bir basamak görevi görüyordu. Sonuçta onun okula giriş sınavı bir hafta sonraydı. Kemanistlerden bir hafta sonra...

"Söylesene, insanların ölümünden sonra müziğe sığınmak zihne iyi mi geliyor? Yoksa başkalarını küçük düşürmek için verilen bir savaşa, harcana bir efora mı dönüşüyor?"

Yanında ki kestane saçlı kız dehşetle gözlerini bana çevirdi. Sarışın olan diğer çocukta Amor'a bakıyordu. Amor yüzünde ki katı ifadeden ödün vermeden bana döndü ve birkaç adım yaklaştı.

"Özür dilerim Opia. Yaşadıklarımı henüz hazmedemediğim için atlatması zor bir süreç oldu." Ardından arkasını döndü ve arkadaşlarının sırtını dönmesi ile beraber gitti. Olduğum yerde kalakalmıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum.

Öğretmenimin yanıma gelmesini omuzlarımda hissettim. "Sence nasıldım?" dedim fısıltılı bir edayla. Bay Cade ise "Onu bilemem ama bavulunu hazırla Opia. Uzun bir yolculuk seni bekliyor olacak." dedi. Daha sonrasında az önce kapanan kapıyı gözleriyle göstererek "Son bir hafta rakiplerini iyi tanımalısın değil mi?" diyerek gözünü kırptı ve o da kapıdan çıktı.

Bende daha fazla dayanamadan kemanımı kutusuna koymak ve üstümü değiştirmek için geçici olarak bana gösterilen odaya girdim Elimin titremesine hâkim olamadan kutuya koydum ve klipsleri çevirdim. Elbisemi çıkartarak yanımda getirdiğim ispanyol kotumu ve kazağımı üstüme aldım. Dışarı çıkarken içimde bir burukluk vardı. Kimse beni karşılamaya gelmemişti. Tek Bay Cade vardı. O da yetiştirdiği canavarı dinlemeye gelmişti.

Kemanımı sırtıma taktım ve gelecek elektronik postayı beklemek için kapalı alandan çıktım. Onu ve arkadaşlarını gördüm. Bay Care onu tebrik etmek için yanına gitmişti. Çevresi doluydu. Eline tutuşturulan çiçek buketleri ve insan sesleri beni rahatsız ediyordu. Sahnenin yıldızı ben olmalıydım değil mi? Yoksa hak etmiyor muydum? Ayaklarımı sürükleyerek kararmaya başlayan havanın kaybolan güneşinde eve doğru yürümeye başladım.

 

 

 

 

 

 

 

 

Günümüz

Dışarıda beni bekleyen bir bavulum vardı. Kazanmıştım. İstediğim bu güzel liseyi sonunda kazanmıştım. Son aşama kayıt vardı. Okul beni ilk üçe girmem ile kabul etmiş ve kayıt için çağırmışlardı. Karşımda Bay Cade oturuyordu. Ellerimle titreyen dizlerimi örttüm.
"Opeia River, 10 Nisan 2009 yılında doğmuşsun. Daha sonrasında 4 yaşında piyonaya başlamış ama bırakmışsın. Peki ama bu neden oldu?"

Yutkunarak ona baktım "Öğretmenim vefat etmişti. Bu bende bir iz bıraktı" yalan. Claier oğlunu eğitmek için beni geride bırakmıştı. Benim bir beceriksiz olduğumu söyleyip yağmurlu bir günde beni evinden kovmuştu. Şu an ölmüştü. Ve kursağımda kalan hevesimi çıkarmak için bana oğlunu bırakmıştı.

Birkaç gereksiz -yani bana öyle gelen- bilginin ardından bana okul kartımı verdiler. Heyecanla baktım. Üstünde tüm bilgilerim yazıyordu. Sağ alt kısımda konumlandırılmış küçük bir çip vardı. Kart ile daha fazla uğraşmadan müsadelerini isteyerek yanlarından ayrıldım.

Dışarı bekleyen Amor ve arkadaşlarını görmezden gelerek yanlarından bir hayalet edasıyla geçtim. Benimle yaptığı performans sonucunda kuruldakiler bir sınava daha ihtiyacı olmadığını öne sürmüş ve böylece küçük bir test ile okula kabul edilmişti.

Ellerimi bavuluna götürdüm. Bay Cade annesinin yokluğunda Amor içinde konuşacaktı. Bu yüzden beklemenin manası yoktu. Bavulumu yukarı taşımak için asansöre doğru yürüdüm.

Bana verilen kartta yazan üzerine odama geldim. Harika! O kadar sade bir odaydı ki sürekli keman çalışmak için baskı yapıyordu. Oda iki yatak odası vardı. Bahçede bulunan çeşitli meyve ağaçlarından kiraz ağacına bakıyordu. Yazın son günlerindeydik. Kiraz ağacında olgunlaşan meyveler duruyordu.

Bavulumu yana çekerek yatağımın üstüne oturdum. Odada müzisyenler için konumlandırılmış iki nota sehpası vardı. Çalışma masaları oldukça küçük tutulmuş ve duvarlar yalıtım için uygun hale getirilmişti. Tavanda bulunan ışıklar uzun saatler boyunca notaları okumak için oldukça elverişli duruyordu.

Kapının önünde hareketlenmeler hissettim. Sanırım oda arkadaşım gelmişti. Ellerimde ki teri sildim ve bir işle meşgulmüş gibi gözükmek için bavulumun içinde ki kıyafetleri boşaltmaya başladım. Kıyafetten çok nota getirdiğim göze alınırsa işim pek yoktu. Keman eşyalarımı sırt çantamda bulundurduğum için o bölüme hiç bakmadan direkt olarak dolaba yöneldim. Dışarıda ki adım sesleri bir yaklaşıyor bir uzaklaşıyordu. Ara sıra “Tamam, halledeceğim…” gibi küçük fısıltılar çıkıyordu. Kalın bir sese benziyordu.

Erkek olmaması için dua ederken buldum kendimi. Daha sonrasında Amor olmasından korktum. Uyumlu bir insandı. Ama onunla verdiğim iç savaşımdan bir haberdi. Bu yüzden ondan bir kez daha nefret ettim. Sonunda kapı koluna asılan el geri çekildi. Beyaz kapı açıldı.

Bir ışık demeti şeklinde dışarı çıkan renkleri yakalamadan karşımda ki kişiye odaklandım. “Merhaba” dedi sade bir sesle. Cevap olarak başımı salladım. “No 19 değil mi?” diye sürdürdü. Amor olmaması içimi rahatlatmıştı. Bu yüzden silkindim ve kendime gelmeye çalıştım.

“Evet No 19 ve ben Opia sanırsam yeni oda arkadaşınım” dedim. Ne kadar iyi bir başlangıçtı.

“Konuşabildiğine güçlükle inansam bile oda arkadaşımın bir ruhsuz olmadığını bilmek güzel. ”dedi. Gerçekten de gülünç bir şekilde başlamıştım. O ise bunu bir maskaraya çevirecek kadar şaklabandı. Daha sonra elini uzattı. “Darwin ve hayır saçlarımı saçma bir iddia sonrası maviye boyamadım. ”dedi. Saçlarının mavi olması bir şey ifade etmiyordu. Sadece onun kaçık kişiliğini yansıtıyordu.

Şimdi ise benim kendimi tanıtmam gerekiyordu. “Eğer bir burası boş değilse” -bunu yaparken mavi saçıyla örttüğü alnını işaret ettim- “ve en önemlisi orayı kullanabiliyorsan adımı biliyorsundur. Ayrıca iddia sonrası saçını maviye boyattığını düşünmüyorum. Bana kalırsa akıldan bir ibre kalmayan alnını kapatmak için bu kadar süslediğini düşünüyorum. Şimdi izninle ders çalışmam gerek. ”dedim. Onun için yeterli bir cevap olduğunu düşünmüştüm ki arkasını masaya yaslayıp arkasında ki enstrüman çantasını çıkartana kadar. Sanırım yeterli cevabı almamıştı ki görmezden geliyordu.

Darwin hakkında yalan yanlış düşüncelere kapılmadan bende kemanımı yerinden çıkardım. Kulağımda tel sesleri işitmemle beraber başımı kaldırdım. Tel sesleri benden gelmiyordu. “Demek enstrümanlarımız aynı familyadan”. Gelen boğuk bir konuşma sesiyle arkamı döndüm. Duran çelloya baktım. Notalarımız çok benzerdi. Neredeyse kemanla aynı seslere sahip bir enstrümanın müzisyeniydi. “Az önce çıkışmanı yok sayıyorum. Ama bir daha kendimi böyle bir çatışmada hissedersem dilimin döndüğünce seninle başa çıkarım. Ama sanırım sen dil cambazlığı konusunda kemandan daha iyisin. Olsun böylesine de razıyım.”dedi. Daha sonrasında yatağının üstüne kaldırdığı çellosunun yanında ki mavi bavuldan eşyalarını çıkardı ve gardırobuna yerleştirmeye başladı.

Ona biraz mahremiyet tanımak ve biraz olsun temiz nefes alabilmek için kemanımı sırtıma alarak koridora çıktım. Buralara yakın küçük bir göl vardı. Okulumuzun şehirden uzak olması buranın güzel özelliklerinden biriydi. Kasabanın tek okulu olması ise kötü taraflarından biri olabilirdi. Prestijli bir okul olmasa kimsenin adını bile okumayacağı aşikardı. Ama yetiştirdiği müzisyenler ve eğitim ekibi ile her şeyi netçe açıklıyordu. İyiyseniz okulumuza gelin diye bağırıyorlardı.

Okulun merdivenlerini hızlıca indim. Şu an istediğim tek şey onlar ile karşılaşmaktı. Sandal ağaçları ile kaplı gölün kıyısında beni yazın akşam güneşinden koruyan yaprakların altına sığındım. Toprak zeminim çamurlu olmadığını elimle kontrol ettikten sonra kemanımı yerine koydum. Notalarımı çıkarma ihtiyacı hissetmeden kemanı çeneme yasladım ve kuğu gölünü bu sefer tek başıma çalmaya çalıştım. Gayet güzel gidiyordum.

Arkamdan yaprak çıtırtıları gelmesi ile durdum. Birinin beni izlemesine hazır olacak kadar sahne almamıştım. Bir topluluğun önünde çalmak kolaydı. İnsanlar iki eleştirir üçüncüde yanındakilere dönerlerdi. Zor olan tek bir yargılayıcının önünde yargılanmaktı.

Başımı çevirdim ve arkamdakini arayan gözler ile ses çıkaran kişiye baktım.

Nasıl olmuştu ben bile zor inanıyorum ama ses gelen yerde kimsecikler yoktu. Bende daha fazla uzatmadan kemanımı topladım. Bugün için bu kadarı fazlasıyla yeterdi. Belki Darwin’de odadan çıkmış olurdu. Parmaklarımı çıtlatarak. Kemanımı sırtıma taktım ve kulaklığımın bir eşini kulağıma takarak “ House of Memories” dinlemeye başladım. Müziği damarlarımda hissederek çalıların arasından çıktım ve okul binasından içeri girdim.

Saati kontrol ettim. Yemek saati için geç sayılmazdı. Ama kemanımı yukarıya bırakacak kadar vaktim vardı. Merdivenleri ağır ağır tırmandım. Odaya girdiğimde Darwin’in çoktan çıktığını görünce derin bir nefes aldım. Bu yokluğu fırsat bilip eşyalarımı bavuldan çıkardım ve yeni yerlerine dizmeye başladım. Okul yurdu artık evimdi. Yuva olmasada yağmur yağmasa da sıcak hissedeceğim ve ıslanmayacağım bir evim olmuştu.

Eşyalarımı yerleştirmem bittiğinde yorgunluktan ağrıyan kaslarımı geriye attım ve esnemeye çalıştım. Ettiğim her hareket bir kemiğimin diğeri ile sürtüşerek kıtlamasına sebep oluyordu. Daha fazla limitimi zorlamadan üstümdekileri değiştirdim. Yarın ders alıştırma süreci başlıyordu. Son gün gelmeyi bilerek ve isteyerek kendim tercih etmiştim. Son ana kadar her şeyi değerlendirmek istemiştim. Gelen okul postalarını reddetmek için şimdiye kadar başlamıştım.

Şimdi geriye tek kalan şey uyumaktı. Ağlamadan, konuşmadan, gülmeden ve keman çalmadan birkaç saat geçirmeden farkı yoktu. Zorlanmadan gözlerimi kapattım. Yarını gözlerimin önünde canlandırarak uykuya daldım.

Sabah kargaların cırtlak sesleri ile uyanmak bana göre değildi. Kurduğum alarm sesi her zaman tercihim olmuştu. Bilinçli olarak yaptığım şeyler beni her zaman mutlu etmişti. Bilinçsiz olursam hazırlıksız yakalanacağımı biliyordum çünkü.

Oda arkadaşımın giderken açık unuttuğu kapısının kapalı olmasını görmem ile lavaboya rahatça girdim. Elimi yüzümü yıkarak kendime gelmeye çalıştım. Dün ütülediğim üniformamı giyerek saçlarımı şakaklarımdan gererek en arkada orta bir yerlerde birleştirdim.

Çantamı topladım ve kemanımı sırtıma alarak kapıyı yavaşça çektim. Birkaç gündür onları görmüyordum. Görmememin daha iyi olduğunu kendime savunarak içimde ki sese kızdım.

Kahvaltı için yemekhanede sıraya girdiğimde kulağımda çalan şarkının notalarını kulaklarımdan içeri girdikten sonra damarlarımda dolaşan kanımda bile hissedebiliyordum. Tabldotumun içini doldur doldurmaz boş bulduğum bir yere oturarak notaları tekrar ederken yemeğimi yedim. Pek bir şey almamış olmam iştahımın kapalı olduğunu göstermiyordu. Boğazımdan geçen sıcak kahve ile yediklerim bitmişti. Yemekhanede ki işimin bitmesi ile hızla iki kapılı soğuk alandan çıktım. Dersliklerin olduğu koridorda elime tutuşturulan ders programı ile sırada ki dersimin olduğu sınıfı aramaya koyuldum.

Çantamı topladım ve kemanımı sırtıma alarak kapıyı yavaşça çektim. Birkaç gündür onları görmüyordum. Görmememin daha iyi olduğunu kendime savunarak içimde ki sese kızdım.

Kahvaltı için yemekhanede sıraya girdiğimde kulağımda çalan şarkının notalarını kulaklarımdan içeri girdikten sonra damarlarımda dolaşan kanımda bile hissedebiliyordum. Tabldotumun içini doldur doldurmaz boş bulduğum bir yere oturarak notaları tekrar ederken yemeğimi yedim. Pek bir şey almamış olmam iştahımın kapalı olduğunu göstermiyordu. Boğazımdan geçen sıcak kahve ile yediklerim bitmişti. Yemekhanede ki işimin bitmesi ile hızla iki kapılı soğuk alandan çıktım. Dersliklerin olduğu koridorda elime tutuşturulan ders programı ile sırada ki dersimin olduğu sınıfı aramaya koyuldum.

Arkamdan adımın seslenmesi ile başımı o yöne çevirdim. Gelen siyah formaların içinde kendini oldukça belli eden mavi saçlarıyla Darwin’di. “Opia! Dur bekle.”. Sakince söylediği cümlelerin ardından arkamı dönerek arkamı döndüm ve onu dinlemek için gözlerinin içine baktım.

“Aslında bunu sana akşam soracaktım ama ha akşam ha sabah ne fark eder. Grubumuzda ki kemanist ortadan kaybolmuş ve şu an tanıdığım tek kemanist sensin. Bu yıl sonuna kadar vaktimiz var ve kaybedecek tek bir günümüz bile yok bu yüzden bizim kemanistimiz olur musun?” dedi tek nefeste. Ne demem gerektiğini bilemiyordum. Nasıl bir gruptu? Şimdiden neyin grubu olabilirdi?

Kendime sorduğum soruların arasında kaybolmadan önce mantığım sınırında değerlendirdim. Sanırım biraz sosyalleşmeliydim. Bu düşüncenin izinde giderek “Olur ama-“dedim. Sözümü keserek, “Harika o halde akşam konuşuruz!” dedi ve koşarak yanımdan ayrıldı. Çalan zil ile ona kızamadım bile. Ah akılsız Opia! Ah mantıksız Opia! Ah ikisine de sahip olan ama kullanamayan Opia!

Bunları rafa kaldırdım. Daha doğrusu çalan zil ile beraber rafa kaldırarak gözlerimi açtım. Sınıfa doğru ilerledim. Tanıdığım kimsenin olmaması gayet güzel bir şeydi. Çantamı sıranın üstüne koyarak kemanımı oturduğum sandalyenin yanına çıkardım. Birkaç dakika sonra solfej dersimize girecek olan Bayan Amada gelmişti. Kendini kısa bir şekilde tanıtmıştı. Yani sınıfa ilk kez, bana ikinci kez tanıtmıştı. Aslında sadece biyografisini okumuştum ilk kez bende onun ağzından otobiyografisini dinliyordum.

Saçından tek telin bile havaya dikilmesine izin vermeyecek bir kadına benziyordu. Onun dersinin eğlenceli geçmeyeceği şimdiden belliydi ve bu benim oldukça işime gelirdi. Kadın havada ki tozun bile uçmasına izin vermeyen düzenli bir sesle "Öncelikle semboller ile ilgili bir sınav yapacağım, daha sonrasında sizi gruplandıracağım" dedi.

Sembollerin o kadar zor olmaması gerekirdi. Mi notasına E dediğimiz gibi veya arseyi çekerken V harfi ile gösterdiğimiz gibiydi. İlk günden bizi zorlamak istemeyecekler ki sesimizi deneyerek başlamamışlardı.

Önüme gelen kağıda ismimi ve soy adımı yazdım. Bayan Amada'nın "Sınava başlayabilirsiniz" demesi ile şıkları bulunmayan sınavda kolayca kalem sallayarak cevapları verdim. Tek bitiren ben değildim. Yaklaşık on dakika sonra çoğu kalem masanın ahşap zeminine bırakılmıştı.

Bayan Amada seslere karşılık "Bitirenler çıkabilir sonuçlara ofisimin önünde ki panodan ulaşabilirsiniz" diye duyurunca eşyalarımı toplayarak enstrüman dersine girmek için dışarı çıktım.

Dışarıya açık koridor sayesinde sütunların arasından giren havayla temiz ve derin nefesler alabiliyordum. Kemanıma daha sıkı sarılarak çalan zil sesini görmezden geldim ve üç kişinin oluşturduğu müzik sınıfına girdim. Gruplar toplamda üç kişiden oluşuyordu. Enstrüman dersleri de ikiye ayrılıyordu. Hem bir orkestra gibi çalışmak için hemde meslektaşlarımızdan hatalarımızı çıkartmak için aynı familyadan gelenlerle.

Bu derste sadece kemanlar vardı. İçeri girdiğimde sarışın bir kız telefonuna gömülmüş bir şekilde fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Kapıyı geri örtmemle yerinden sıçrayarak bana baktı. Nazikçe "Utanmana gerek yok hem kendini çekmen zor olur bana verirsen ben çekebilirim" dedim. Kız gözlerini bana çevirerek "Gerçekten mi?" diye hevesle sordu.

Bende onu başımla onaylayıp elimi uzattım. Kemanımı sandalyelerden birine koyup elimde duran telefondan açıyı ayarladım. Çektiğim fotoğraflardan emin olduktan sonra kapının açılması ve yeni birinin gelmesi ile gözlerini o yöne çevirdim. Gelen üçüncü ve son öğrenciydi. Selam verdikten sonra aramızda bir yere oturdu. Ondan birkaç dakika sonra gelen öğretmen ile ayağa kalktık ve iyi dersler dilemesini bekledik.

Gelen kişiyi inceleme fırsatım ancak dolsa bile tepki vermeden öğretmeni gözlerimle takip ettim. Konser günü Amor'un yanında ki sarışın çocuktu. Ya beni hatırlamamış yada görmezden geliyordu. Haklıydı, kimse arkadaşının onu ezen rakibine centilmence davranmak istemezdi.

Derste en iyi performanslarımızı sergilememiz istenmişti. Bense buna karşılık Vivaldiden bir parça seçmeye karar verdim. Dosyamı açtım ve en zor görünen bölümden ziyade en güzel çalabileceğimi açtım. Duyguları en iyi şekilde yansıtabileceğimi. Summer Vivaldi notasını elime alarak sıranın bana gelmesi ile nota sehpasının önüne geçtim.

Her zaman yaptığım bir şeyi yapacak olmamdan ziyade onun önünde çalmaktan endişe ediyordum. Oysa ki onun bana etki etmemesi gerekiyordu. Ben neyden ve neden korkuyordum ki? O sadece küçük bir noktaydı. Unutulamaz lekelerin ardında kalan bir nokta. Ve bu nokta Amor'du. Onun çevresinde ki arkadaşları ise bu noktada gizlenen lekecik bile denilemeyen tanelerdi.

Önemsemedim. Her zaman yaptığım gibi. Çalmaya başladığım an arşemin ucundan notalar bir şelale gibi döküldü. Amor’un arkadaşı -ki adını bilmediğim için onun adını anarak söylüyorum- şaşırmamıştı. Benden bekleyebileceği minimum şeyin bile bu olduğunu düşünüyordum. Az önce fotoğrafını çektiğim kız ise büyük bir edayla beni izliyordu ne yapacağımı merak eder gibiydi. Son kısma geldiğim zaman kollarım ağrımıştı ama bunu belli etmeden büyük bir ustalık ile çalmaya devam ediyordum. Bu kemanın sanki benim için yapıldığını kanıtlamak ister gibi.

Nihayetinde parça bittiğinde beni izleyen kız ve öğretmen burada neden bulunduğumu ve dereceyle nasıl girdiğimi anlamış gibiydi. Bunun verdiği memnuniyet ile yüzüme güzel bir gülümseme yerleştirdim ve kafamı kaldırdım. Alnımda ki boncuk terleri silerek saçımı geriye doğru attım. Harika bir iş çıkarmış olacağım ki bir kişi hariç diğer iki kişi beni hayranlıkla izliyordu. Öğretmen memnuniyetle gülerek yerime oturabileceğimi söyleyerek onu çağırdı. Adını ilk defa orada öğrenmiştim. Öğretmenin “Bay Castor” demesi ile beraber. Ona yakışan bir ad değildi. Onun gibi ucuz ve kıytırıktı. İsmine gülmeden eserini dinlemeye başladım. O ise sanki bana meydan okumak istercesine Vivaldi Winter çalmaya başlamıştı.

Tabi ki arkadaşını korumak istercesine kendini bana rakip görecekti. Ben ise onu küçük bir toz zerreciği halinde bile görmezken. Performansı gerçekten iyiydi. Sınırları zorlayanı kalıplara sığdırılmak istenmeyen bir yapısı vardı. Bu güzeldi. Belki ilk kademeler için onunla iyi bir yarış yapılabilirdi. Bu gerçekten zevkli olurdu. Arşesini çok geniş sallıyordu. Bu da rahatsız olduğunu ama kendini dışarıya rahat hissettiğini göstermek isteyen bir görüntüsü vardı. Bu önemsenmeyecek bir şey değildi. Ya gösteri yapmayı veya performans sergilemeyi sevmiyordu ya da gerçekten iyi bir kemanist değildi. Virtüöz olmaktan bahsetmiyorum bile.

O eseri çalarken uzun uzadıya onu inceleme fırsatım olmuştu. Rakibimi tanımam gerekirdi. Belki zaafı onun sarı saçlarıydı. Belki de kahverengi boncuk gözleri. Gözlüğü yoktu. Demek ki notalar ile o kadar uzun süre vakit geçirmemişti. Kemanının üstünde ki eşikte tel oyuntusu yoktu, kemanı yeniydi. Tellerini ucunda ki ipler daha püsküllenmemişti. Tellerini buraya gelmeden değiştirmiş olmalıydı. Akordu cızırtılıydı. Kendi yapmış olmalıydı. Parmakları düzdü. Uzun yıllardır keman çalıyordu ya da uzun saatler boyu bugünler için çalışmıştı. Onu gösteride performans sergilerken görmemiştim. Ya benden önce ya da benden sonra ki gün gitmiş olmalıydı. Veya okulunun müzik yarışmasından öğretmenleri tarafından fark edilmesi ile gelmiş olmalıydı.

Üzerine bol gelen bir gömleği vardı. Omuzları oldukça genişti. Keman çalmaktan benim gibi bilekleri kızarmış ver tırnağında ki etler çıkmıştı. Eserinin bitmesine yakın gözlerimi ondan çevirerek notalara baktım. Son kısımlara geliyordu. Başımı tekrar kaldırarak bu sefer nota sehpasının ardından masada oturan öğretmene baktım. İkimizi de hayranlık dolu gözler ile incelemişti. Onunda performansını bitirmesi ile nefes alışverişini düzene koyması bir oldu. Öğretmen onu onaylayarak defterine bir şeyler yazdı ve sıradakini çağırdı. Aramızda duran bir sandalye engeline rağmen kahverengi gözleri ile beni süzmeye başladı.

Daha fazla dayanamadan bende ona baktım. Gözlerini kaçırmadan ve kısarak bana baktı ve “Gerçekten iyiydin Allen” dedi. Bende cevap olarak samimiyetsiz bir gülüş eşliğinde “Sende fena değildin Cyra” dedim. Öğretmenin uyarıcı bakışları eşliğinde sustuk. Çaldığı parça sakindi. Bunu fırsat bilerek eşyalarımı toplamaya başladım. Ders süresi doluyordu. Yeni tanıştığım kız öğrencinin çalması bitince öğretmenin dersi bitirmesi artarda oldu. Eşyalarımı omzuma takarak derslikten çıktım. Arkamda hissettiğim adım sesleri ile Amor’un kız arkadaşının Castor’un yanına geldiğini düşündüm. Kızın adının ne olduğunu bilmesem bile ona kısaltma olarak “Kira” dediklerini biliyordum.

Onun -yani Kira’nın- sesi kulaklarıma dolmaya başlamıştı. “O da mı gelmiş? Hem de Amor’un sıralamasını geçerek. Vay be!” diye bana yönelik fısıldaşmalara dönüyordu. Arkamı döndüm. Kız utanarak bana baktı. Neden dönmüştüm ki ben şimdi! Ah Opia! Ah!

Tek çare nota çıkarıp vermekti. Castor’a döndüm ve “Vivaldi Winter, notana sahip çıkamamışsın” dedim ve dosyamdan çıkardığım kendime ait olan kâğıdı ona uzattım. Castor mırıldanarak teşekkür etti ve aldı. Bende arkamı döndüm ve yürümeye başladım. O nota kağıdını tekrar çıkartmam gerekse bile en azından rezil olmamıştım. Şimdi tek kalan normal okul derslerine girmekti. Yirmi beşer kişilik sınıflardan oluşan branş sınıflarının olduğu koridoru aramaya başladım.

Bu hafta için pek fazla ders koymamıştılar. En azından yönetim insaflı ve insancıldı. Elimde tuttuğum ders programına bakarak matematik sınıfına girdim. Sınıfın çoğu dolmuş ve sırada oturan öğrenciler şimdiden kaynaşmışa benziyordu. Müzik akademisine gelen çoğu kişi derslere olan ilgisizliğinden dolayı burayı tercih ederdi. Sonradan enstrüman öğrenir ve mezun olurdu. Bu yüzden ana branş öğretmenleri bizim aptallardan farksız olduğumuzu savunurlardı. Bu yüzden bugün kendimi herkese ispatlamayı kafaya takmıştım.

Matematik ve iki fizik dersi sonunda bitmişti. Bugün için ders programı beş dersten oluşuyordu. Daha fazla uzatılmaması hem öğrenciler hem de okula bir hafta önceden başlayan öğretmenler için oldukça verimli, keyifli ve düşünceli bir davranış olmuştu. Eşyalarımı her zaman yaptığım gibi omzuma takarak koridora çıktım. Yemek vaktine kadar odama çıkıp dinlenmek en iyisiydi.

Odanın kapısını açınca Darwin ile karşılaşmayı beklemiyordum. Benim geldiğimi görmesi ile birlikte başını telefondan kaldırıp bana baktı ve “Bende seni bekliyordum. Hadi grupla tanışmak için akşam yemeğine inelim” dedi. “Ne grubu?” diyecek olsam bile sabah ki ilk derse girmeden önce dediklerimi ve dediklerini hatırladım. “Birkaç dakika beklersen iyi olur, kemanımla dolaşmak istediğimi zannetmiyorum” dedim ve odama girdim. Gömlekli ve siyah etekli okul üniformamın üzerine siyah süveterlerden giydim. Hava soğumaya başlamıştı. Saat ilerledikçe de öyle olacak gibi görünüyordu.

Akşam yemeğine bu kadar erken inmemizin sebebinin önce grupla tanışmak olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden şakaklarımdan gerdiğim saçlarımı serbest bırakıp taradım ve atkuyruğu yaparak topladım. Kemanımı ve çantamı yere bıraktım. Cebime telefonumu ve yurt kapılarını açan kartımı attım ve dışarı çıktım.

Darwin bana baktı ve “Ağaç oldum hadi gidelim!” dedi. Bende gülümseyerek peşinden indim.

Geldiğimiz yer benim dün keman çaldığım alandı. Ağaçların arasından bir bankta oturan üç genç vardı. Darwin ile konuşarak güzel bir yol geçirmiştik. Gruptakileri fazlasıyla merak ediyordum. İki bank vardı birinde Amor ve arkadaşları oturuyordu. Darwin’in Amor’u tanımadığını düşündüm ve bu yüzden rahat bir şekilde diğer tarafta ki banka baktım. Darwin’e dönerek “Sanırım daha gelmemişler” dedim. Darwin gülerek “Hayır bak şuradalar” dedi ve Amor’u ve arkadaşlarını gösterdi. O an arkama bakmadan kaçmak istesem bile yapamadım. Darwin’ in arkasından yürümeye başladım.

Castor tepesine çıktığı banktan atlayarak Darwin’ in yanına geldi ve “Sadece grup için bir toplantı olacağını düşünmüştüm.”dedi. Darwin tekrar güldü ve mavi saçlarını geriye atarak “Öyle değil miydi zaten?” dedi ve devam etti “İşte ikinci kemanistimiz Opia!”. Sonrasında Castor’un kulağına eğilerek “Senden daha iyi birini bulduğum için üzüldün mü yoksa?” dedi. Bunu onlara yakın olduğum için duymuştum ve komik olmamasına rağmen Castor’u ezdiği için gülmüştüm.

Amor’un adımı duyması ile başını kaldırması bir olmuştu. Kira’da bu sırada oturduğu yerden kalkmış ve yanımıza gelmişti. Darwin bana dönerek konuşmaya başladı “İşte Castor grupta ki bir diğer kemancı ve tek üflemeli çalgıcımız yani flütçümüz Akira, gerçi biz ona Kira diyoruz ama sen istediğin gibi seslen- “ diye Akira onu böldü ve

“Akira, kısaltmaya lüzum yok.”dedi kibirli bir sesle. Başımı salladım ve Darwin’e döndüm. Darwin ise Amor’a bakarak “Amor! Yeni üyemiz ile tanışmayacak mısın? Kendisi tam bir metronom!” dedi.

Onun bizi tanıştırmasına gerek yoktu. Çünkü birbirimizi oldukça iyi tanıyorduk. Bunu da ikimizde biliyorduk. Amor yere bakmadan gözlerime odaklanarak yanımıza doğru yürümeye başladı. Amor sanki birbirimizi tanımıyormuşcasına elini uzattı ve "Amor" dedi. Ona karşılık olarak eline baktım ve bende elimi uzatarak "Opia" dedim. Tam Amor bana karşı bir şey diyecekti ki Akira ellerini kaldırarak aramıza girdi ve "Tamam gençler bu kadar şaka yeter ben gerçek bir kemanist bulmaya gidiyorum" dedi. Daha sonrasında "Aslına bakarsanız eğer bulamazsam yani ona kalırsak da bir daha dönmemek üzere gidiyorum" diye ekledi.

Gözlerimi kapatarak gülümsedim ve kadifemsi bir ses tonu ile "Hayır hayır, kovduğun yerden gitmen kendine gurursuzluk olur, sizlerle tanışmak güzel ve keyifliydi ama ben burada sanat yapamam. Hoşça kalın." dedim ve arkamı dönerek yürümeye başladım. Arkamdan Darwin'in bağırmasıyla benim kulaklığımı kulağıma takmam bir oldu. Akşam için keyifli bir yemek yemek istiyordum.

Yemekhaneye gelerek akşam yemeğinin yanında hazırlanan sandviç poşetini alarak dışarı çıktım. Nefes almaya ihtiyacım olduğunu hissediyordum. Akşam karanlığı üstümüze çökmüşken herkesin bahsettiği ama kimsenin dolaşmadığı çatıya çıkmak iyi olabilirdi. Üstümde ki süveter sayesinde üşümeyeceğimi düşünürek yangın merdivenlerinden herkesin ulaşmaya korktuğu kapıyı araladım. Rüzgar gevşek bir şekilde bağladığım saçlarımı açarken nefes almak için bir fırsat doğmuştu.

Kendimi yeniden doğmuş gibi hissetmem normal miydi? Yoksa bunu herkes yaşıyor muydu? Çatı katında ilerledim. Zemini ıslaktı. Birkaç gün önce yağmur yağmış olmalıydı. Çatının ucunda ki betonları gözüme kestirerek oturabileceğim bir zemin olup olmadığına karar verdim ve gözüme kestirdim. Boruların üstünden bir kedi gibi tırmanarak hedeflediğim yere ulaştım. Cebimden kulaklığımı çıkartarak akşamdan geceye yolculuk eden bulutların eşliğinde kulağıma taktım ve oynatma listemden rastgele bir şarkı seçtim.

Gece iyice ilerlemişti. Çatı katının kapısından gelen sesler ile kulağımdan kulaklığımı çıkardım. Heyecanla kulaklığımı cebime tıktım ve karanlığa doğru “Kim var orada?” diye seslendim. Adım sesleri yaklaşırken korkum damarlarında ki yerini cesarete bırakmıştı. Arkamı döndüm ve betonların üstünde ayağa kalktım. Borulardan inmeye çalışırken kapşonlu birinin yaklaştığını gördüm. Çıktığım adımları tekrarlayarak indim. Siyah kapüşondan fışkıran mavi saçları görmemle beraber “Darwin!” diye bağırmam bir oldu. O ise bu yüksek çıkan sesime karşılık sadece “Opia?” diyebilmişti.

“Hangi hakla beni korkutursun” diyerek karnına şakacı bir yumruk attım. O ise gülerek cevap verdi “Korktun mu sen mi?”. Gözlerimi devirerek “Evet” dedim ve arkamı dönerek yüzümü rüzgara verdim. “Şu an uçmayı mı öğreniyorsun yoksa aşağıya düşsem ne olur mu diye düşünüyorsun?” diye devam etti. Ona bakarak “Eğer biraz daha boş yapmaya devam edersen seni atmayı düşünüyorum.”dedim.

“Tamam tamam evet sanırım sadede gelmeden bu kadar devam edebiliyormuşuz. Şimdi orada neden onlar ile tanışmadan terk ettiğini sormak istiyorum. Çünkü Akira eski bir dostumuz olduğunu söyledi ve bende böyle bir dost hatırlayamıyorum” dedi. Ona anlatmak zorundayım diye düşündüm. Belki böyle odalarımız ayrılırdı ve ben tek başıma odada kalırdım. Az önce oturduğumdan daha aşağıda kalan panolara arkamı vererek destek aldım onun yanıma gelmesini bekledim. Sessiz bir şekilde yanıma geldi ve derin bir nefes aldım. Daha sonrasında mavi gözlerine baktım ve konuşmaya başladım.

“Kimseye söylemek yok tamam mı?”

“Kimse olmayanlara bile mi?”

“Eğer kimse olmayanlara bile söylersen bu anıları zorla zihninden silmek zorunda kalacağım.”

“Bunu istediğimden emin değilim o yüzden kimseye söylemeceğim”

“Söz mü?”

“Söz” dedi ve ağzına bir fermuar çekti. Bende anlatmaya başladım.

25 Aralık 2015

“Beni duydun Opia! Artık senin öğretmenin değilim!” dedi sertçe Bayan Claier. O zamanlar küçücük bir kız olan Opia korkmuştu. Bunu görevde olan asker babasına nasıl söyleceğini düşünüyordu.

“Efendim- “dedi yalvarır gibi. Bayan Claier sertçe lafını kesti ve “Tek bir kelime dahi duymak istemiyorum. Lütfen artık çıkar mısın?” dedi. Opia ne yaptığını düşündü. Hiçbir kötü davranışta bulunmamıştı. Yoksa geçen ay Amor ile muzlu pudingini paylaşmadığı için mi onu kovuyordu? “Efendim neden bunu yapıyorsunuz?” diye sordu nota dosyasıyla kapıda beklerken. Bayan Claier ise son bir kez onun gözlerinin içine baktı ve “Sen piyonanın koltuğunu bile ayarlayamayacak kadar müzikten uzaksın! Şimdi git ve derslerine çalış. Bir daha mümkünse kapıma gelme!” dedi ve kapıyı sertçe örttü.

Opia gözyaşlarını uzun kollu mor kazağına sürerek geçirmeye çalıştı. Ama olmadı. Kapının arkasından Bayan Claier’ın, küçük Amor’a bağırma sesleri geliyordu. Bugün Amor’un doğum günüydü. Hayatında geçirdiği en kötü doğum günüydü. Hiçbir arkadaşı yanında yoktu ve şu anda annesi ona oldukça kötü bir doğum günü hediyesi vermişti.

Opia onu asla arkadaşı gibi görmüyordu. Ama o Opia’yı hep hayranlıkla izliyordu. Opia ondan küçüktü. Buna rağmen büyüyünce Opia gibi olmak istiyordu. Bunu annesine söyleyince annesi sevinçten ağlamış ve ertesi gün Opia’yı kovmuştu. Küçük kız bir hata yaptığını sanmış ve hatasını telafi etmek için tüm yolları denemeye yemin etmişti. Nafile… Bayan Claier göz yaşına bile bakmadan kızı kapının dışına koymuştu.

Opia kahverengi eteğinin çamura bulanan kısmını temizleyerek ıslak kaldırıma oturdu ve tüm nota kağıtlarını dağıtmaya başladı. Bu sırada oradan geçen Bay Care ile şans eseri karşılaştılar. Bay Care onu avutan sözleri eşliğinde onu tekrar müziğe döndürmenin hayalini kurdu ve bizzat Opia’nın hayatta olan tek ebeveyninin onayını aldı.

Opia artık her gün keman virtüözü olmak için parmaklarını feda ediyor ama yılmıyordu. Hırs resmen gözünü boyamıştı. Sabah çıktığı evine gece yarılarında anca dönüyordu. Bay Care yetiştirdiği bitkisinin meyvesini almaya başlamıştı. Opia tam bir müzik dehasıydı. Onu Claier’a bırakmayacaktı. Zamanı gelince de ondan iyi bir şekilde ahını alacaktı.

 

Günümüz

“İşte böyle kemana başlayarak piyonayı bıraktım. Hayatım normal bir şekilde giderken bir gün Bay Care müzik okulu sınavında eşlikçimin Amor olacağını söyledi. O gün her şeyin tekrar bittiğini ve tekrar başladığını hissettim. Sahneye çıktık. Hiç değişmemişti. Her zaman olduğu gibi çalıyordu. Onu hep takip ederdim. Onun taktiklerini alır kendiminkileri ise saklardım. Onu kendime rakip seçtim. Son performansımız ise olayları noktalayan mimlenmiş kısım oldu. Bir dakika o gün Amor ve arkadaşları vardı. Oradan beni tanıyor olman gerekiyor ya sen neredeydin?”

“Kendi seçmeme yetişmem gerekiyordu. Ertesi gün benim seçmem vardı. Bay Care Amor’la konuştuktan sonra benimle buluştular. Her neyse şimdi olanları anlıyorum. Bu yüzden ona kızgın olmakta haklısın ama o artık aramızda değil ve bunu Amor’dan çıkartmazsın. Buradan sonra gitmemizi planladığımız ulusal müzik akademisinin rektörü doğrudan bizi göstererek bunu istedi. Kemanist olarak seni gösterse bile Amor kabul etmedi. İçinde yüzdüğü bir kararsızlık denizinde boğulmuş gibiydi. Ama etmedi. Başka bir kemanist bulduk. Sonrası da bildiğin gibi bulduğumuz kemanist ortadan kayboldu ve işte sana geldik. Şimdi aramıza katılmak istiyor musun?”

Düşünmememin gerektiğini söylesem çok naz yapmış olurdum. Bunu yapmak ve o ilgi çekmek isteyen iğrenç insan taneleri gibi olmak istemiyordum. Bu yüzden tek bir cümle ile karşılık verdim “Mantıklarını egolarının üstüne alabileceklerse seve seve.”dedim.

Darwin’in sevinç sevinç çığlıkları içinde bana sarılarak “Oldu o zaman bu iş” dedi. Gülerek ona baktım. Hafif bir öksürük sesi ile irkildim. Arkamızı döndüğümüzde gelenin Amor olduğunu gördük. Amor sakince yanımıza yaklaştı ve “Sanırım aramıza katılmayı sonunda kabul ettin. Aramıza hoş geldin.” dedi. Başımı sallayarak gülümsedim ve “Her neyse, ilk gün için hareketli geçen bir gündü. Siz benim hakkımda kararlar vermeye devam edin bende bu sırada biraz dinleneyim” dedim ve kapıya doğru yürüdüm.

Aralarında tartıştıklarını duysam bile bakmadan merdivenlerin trabzanından kendimi aşağıya bıraktım. Kimseye yakalanmadan odama geçmenin iyi bir fikir olduğunu her yönde savunurdum. Sonuçta kimse ilk günden ceza almak istemezdi. Yani en azından ben öyle isterdim. Odamın kapısını kartımla açarak içeri girdim. Pijamalarımı giydim. Saate baktım. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Kulaklığımı taktım ve yatağıma uzandım.

Tam çaldığım eserlerin notaları aklımdan akarken gelen bildirim sesi ile başımı kaldırdım. “Yeni bir gruba eklendiniz” yazısına bakarak numaraları karıştırdım. Mavi saçlarıyla kendini her yerde belli eden Darwin’e baktım ve bunun müzik grubu olduğunu çıkardım.

Bilinmeyen Numara: İyi geceler millet. Yarın okul derslerinden sonra bodrum katta ki müzik sınıfında prova için herkesi bekliyorum.

Mesajı okudum ve mesajı yazan kişinin üstüne tıklayıp numarayı kaydettim ve grubu sessize alarak gözlerimi uykuya kapatarak.

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırarak uyandım. Pencereden dolan güneş kalın perdelerin arasında adeta eziliyordu. Yataktan aşağı inerek perdeleri araladım. Hafif sonbahar melteminin odaya dolmasıyla beraber terliklerimi giyerek elimi yüzümü yıkamak için lavaboya gittim. Darwin odadan çıkmıştı. Bu çok güzel bir haberdi çünkü dilediği gibi hazırlanabilirdim. Telefonumu alarak ders programımı kontrol ettim ve gece boyu gelen mesajları okumaya başladım. Açıkçası çoğu gereksiz ve boştu. Grup içinde saçma sapan ve komik olduğunu düşündükleri espriler ile kendilerinin gülünç olduklarını düşünüyorlardı.

Telefonu kapatarak yatağın üstüne fırlattım ve üniformamı giydim. Havanın esebileceğine karşılık üstüme kırmızı sweatshirt hırkalarımdan birini alarak bağcıklarımı bağlamaya başladım. Üstümü giyinince saçlarımı perçemimin arkasına bırakarak bugün için kendi hallerine bırakmaya karar verdim. Gözlüğümü gözüme taktığımda hazırdım. Çantamı ve kemanımı koluma takarak yurt odasından çıktım.

Merdivenleri dolaşarak, spiral trabzana tutunarak yemekhaneye ulaştım. Hazırlanan kahvaltı tabaklarından alarak yemeye başladım. Kulağımda oldukça sakin bir şarkı çalıyordu. Bahar gibi bir esintisi vardı. Eski günleri anımsatır gibi.

Pekte uzun sürmeyen kahvaltımdan sonra eteğimde ki kırıntıları silkeleyerek kalktım ve dersimin olduğu sınıfa doğru yürümeye başladım. Orkestra dersimiz vardı. Çoğu kişi gibi bende burada yeniydim. Bu yüzden yabancılık çekmeden oturacak bir yer bulmaya çalıştım. İçeri giren grup dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Darwin ve Akira benim olduğum sıraya doğru yürüyordu. Akira her zamankinden sevecen duruyordu. Belki de bu onun maskesiydi. Elini bana uzatarak “Merhaba Opia sanırım o gün biraz sert çıkıştım” dedi ve gülümsedi. Şaşırmıştım. Hem de fazlasıyla. Asla ondan veya arkadaşlarından böyle bir tutum beklemiyordum. Darwin gülerek çellosunun çantasını yanıma bıraktı ve “Eh artık bu olayda tatlıya bağlandığına göre ders işçin çalışabiliriz. Sen de gelsene Kira.”dedi. Akira benden biraz çekinse de en sonunda yanımıza oturdu. Daha sonrasında çantasından bir saklama kabı çıkartarak “İster misin?” diye önce Darwin’e sonra bana sordu. Başta tereddüt etsem de Darwin’in “Kesinlikle yemelisin Kira’nın bu kurabiyeleri oldukça lezzetlidir” demesi ile birlikte kapta elime ilk gelen kurabiyeyi aldım.

Tadına baktığımda oldukça lezzetli bir şaheser olduğunu anlamıştım. Darwin’e dönüp “Gerçekten de öyleymiş” dedim. Daha sonra Akira’ya dönerek “Teşekkür ederim ellerine sağlık Akira” diye ilave ettim. Akira başını memnuniyetle sallayarak flütünü çıkardı.

Öğretmen kısa süre içerisinde gelmiş ve derse başlamıştı. Diğer öğretmenlere nazaran daha tatlı ve sevimli duruyordu. Açıkçası gördüklerim arasında en insancıl olanıydı.

Ders pek aksiyonlu geçmemişti. Üçer veya dörder gruplar oluşturulmuştu. Bu oturma düzeni baz alarak yapıldığı için Akira, Darwin ve ben eşleşmiştik. Bundan açıkçası memnun olmuştum. Başka tanımam ve samimi olmam gereken başka kimse kalmayacaktı. Bu da daha az konuşmak anlamına geliyordu.

Neyse ki ders hızlı bir şekilde geçmişti. Öğretmen grupları oluşturduktan sonra her grubun ortak bir nota seçmesi ve bunun üzerine çalışma yapmasını istemişti. Notalara bakmadan önce besteci tarihini yazmanın her zaman iyi olduğunu düşünmüştüm. Bunu tabi ki onlarla paylaşacak değildim. Ödev teslim öncesi bir dosya ile öğretmenin masasına koyacaktım. Bu düşüncelerle kafamı meşgul ederek gün boyu derslere girip çıktım. Sonunda koca bir okul günü daha bitmişti. Kafamın yoğunluğunu ancak herkesten uzakta atabilirdim.

Karnımın guruldamasını yok sayamayarak aperatif olarak hazırlanan sandviçlerden yanıma alarak gölün kenarına doğru yürümeye başladım. Dün buraya yakın bir ağaç görmüştüm. Sarmaşıklarından dolayı kimse üstüne çıktığımda beni göremezdi. Nota kağıtlarıma bakarak çantamı aşağıda bıraktım ve uzun yıllardır yaşamını sürdürmeye çabalayan ağacın kütüklerine tırmandım. Etekle ağaçlara tırmanmak ne zamandan beri bu kadar zor olmuştu?

Kollarımdan asılarak kendimi yukarı çektim. Biraz sallansam bile yukarı ulaşmayı başarmıştım. Kendimi kütüğe iyice yaslayarak dengede durmaya çalıştım. Ama burası istediğim hedef değildi ki! Daha yukarıda olan bir dal daha güzel görünüyordu.

Ellerimi iki yanıma açarak dengede durmaya çalıştım. Öncesinde sendelesem bile dalın üstünde o kadar iyi gidiyordum ki. Bir elimle oyuntulu kütükten destek alarak yürüyordum. Arkamdan gelen adım sesleri ile irkildim.

“Çatı yetmedi ağaç tepelerinde mi gezinmeye başladın?”

Arkamı hızla dönerek Amor’a baktım. Sırıtarak keyifli bir şekilde beni inceliyordu. Tam ona cevap verecektim ki ayağım takıldı ve sendeledim.

Elimi son anda dallardan birine uzatmasaydım düşüyordum. Gerçi şu anda düşmekten daha beterdim. İki elimle yerden yaklaşık beş altı metre yüksekteydim. Amor endişeyle bana baktı “Opia!” diye adımı haykırdı. Ona sinirlenerek “Adımı mı ezberliyorsun yardım etsene!” diye çıkıştım. O da bana bakarak “Oradan atlasan en fazla bileğini burkarsın bırak kendini yoksa kolların acıyacak” dedi.

“Sen bana kendimi taşıyamayacak kadar güçsüz olduğumu mu savunuyorsun?” diye karşılık verdim.

“Evet- Yani hayır! Opia başka bir kemanist bulmak için uğraşamam istersen aşağı in ister inme ben gidiyorum.” diye söylenince ne yapmam gerektiğini düşündüm. Tam o esnada arkasını dönmüş giderken “Bekle!” diyerek haykırdım.

Elimde hissettiğim tüyler ve ıslaklık ile ellerimi mecburen bıraktım. Bunu istemeden yapmış olmam ile birlikte beni daha çok paniğe sokmuştu. Amor arkasını dönerek yanıma geldi ve “İyi misin?” diye sordu.

Ona neden kızgın olduğumu bilmiyordum ama kızgındım. Belki de onun yüzünden dengemi kaybettiğim içindir. Yere düştüğüm anda gelip beni sorması da ayrıca bir gıcıklık kapmama sebep olmuştu. İçimde ona karşı büyüttüğüm öfkeye karşılık saçına asıldım ve “İşte böyle hissediyorum!” dedim.

Gülerek arkasını döndü. Ne yapmaya çalışıyordu? Ayağa kalktım ve arkasında bekledim. “Gerçekten acıtıyormuş. Ama bunun yerine sözcükleri kullanmayı da deneyebilirsin” dedi gözleriyle ellerimde ki birkaç tutam saç telini göstererek.

Sonrasında gölün kenarına giderek taşlardan birine oturdu ve yerden aldığı çakıl taşlarını toplamaya başladı. Yanına gittim ve onu gözlemlemeye başladım. Birkaç adım arkasında dursam bile nefes alışlarını hissedebiliyordum. Elinde yeteri kadar taş topladığına ikna olduktan sonra avucundakilerden birkaçını bana doğru uzattı.

Şüphesiz ona doğru uzandım ve bakmadan birkaç tanesini alarak sektirmeye başladım. Daha sonra meraklanıp sordum. "Neden buraya çok sık geliyorsun?".

“Annem bu okulun mezunu. Öğrenim görürken ve eğitim verirken. Hep buraya gelirmiş. Babamın vefat haberini bu okulda almıştı. Çok iyi bir şekilde hatırlıyorum. Buraya koşmuş ve taşları sektirmişti. Ama aynı zamanda babam ona evlenme teklifi ettiği zamanda buraya gelmiş taş sektirmişti. Benim çocukluk anılarım dört duvar yerine bu okula ve bahçesine kazılı. Bu yüzden yalnız kalmak istediğim zaman nerede olacağımı iyi biliyorum -ki bence sende yavaş yavaş öğreniyorsun-“ dedi.

Ne diyeceğimi bilemez bir halde ağzımı açtım. Ama konuşmaya gücüm yetmeyince -daha doğrusu kelimelerim tükenince- dudaklarımı ıslatarak sordum “Peki ya arkadaşların ve sen neden buraya geldiğim günden beri peşimde arı sürüsü gibi dolaşıyorsunuz?”.

“Aslında sana öyle geliyor. Sen bizim grup üyemizsin. Yani en son öyleydin. Bu yüzden bazen çalışmak için ve yani… Bilirsin işte. Biz müzisyenler gerçekten garip yaratıklarız.”

“Evet…”

“Buraya ne zaman geldin?”

“Dün okulda ki ilk günümdü ondan önceki gece ise ilk gecem. Ya sen? Sınava girmeden nasıl geçmeyi başardın?”

“Kibir beni ele geçirmeden söyleyeyim böyle bir şeyin olmasını bende istemezdim ama annemin burada bir geçmişi olması zaten beni açık bir müşteri yapıyordu. Eğer annemi kaybetmeseydim sınavlara girecektim. Orada mutlaka derece ile bu okulu kazanacaktım. Ama beklediğim gibi olmadı. Aslında bir ara seçmeden çekilmeyi düşündüm. Ama sonra senin eşlikçin olarak çıkınca işler tamamıyla değişti. Artık üzerimde bir sorumluluk vardı. Piyonanın başına geçtim ve duyguların esiri olmadan çalışmaya başladım. Konser sırasında gerçekten öyle olmasını istemezdim. Bu yüzden çok özür dilerim…”

“Bugün çalışma vardı. Haberin olduğunu düşünüyorum. Çok oyalandım ve geç kalmayı sevmem. Orada görüşürüz” diyerek yanından kalktım. Kemanımı ve çantamı sırtıma takarak bodrum katına indim.

Kapının ardından gelen seslerle onların orada olduklarına emin oldum. Gerçekten uzun zamandır tanıştıkları belliydi. Hepsi hakkında genel bir şey söyleyemesem bile grup halinde hareket ettiğimizde sayfalara sığamayan bir dostlukları vardı.

Kapıyı hafifçe ittirerek içeri girmeye çalıştım. Kendimden emin bir şekilde “Merhaba!” dedim. Onlar gülerek beni karşıladılar. Onların yanında durdukça onlara ısındığımı hissediyordum.

Kemanımı sandalyelerden birine koyarak çıkardım. Çenelik kısmına örtümü örterek keman yastığının arkasına sıkıştırdım. Onlarda kendi aralarında konuşarak enstrümanları için hazırlık yapıyorlardı. Tam işime odaklanmıştım ki Castor’un “Darwin!” diye gürültülü bir şekilde bağırmasıyla irkildim. Arkamı dönerek ikisini izlemeye başladım.

Darwin sandalyelerin arkasına geçmiş elinde bir reçine kutusu tutuyordu. Castor’da ona sinirli gözlerle bakarak adeta sözsüz bir şekilde onu tehdit ediyordu. Akira ise olaylardan bağımsız bir şekilde kulaklığını takmış müzik dinliyordu. Bacak bacak üstüne atmış ve oldukça keyifli duruyordu. Onların bu haline kıkırdayarak gözlerimle onları takip etmeye başladım. İş uzayacak gibi görününce Castor’a dönerek benden beklenmeyecek bir şekilde bir teklif sundum. “Cyra, istersen benim reçinemi kullanabilirsin.”,

Cyra biraz bekleyerek cevap verdi. "Teşekkürler ama hiç gerek yok" dedi. Darwin ise gülerek "Konu reçine değil ki!" dedi. Şaşırmıştım. Eğer problem reçine değilse neydi o zaman? Darwin'e bakarak ondan küçük bile olsa bir ayrıntı istedim.

 

"Castor kemana başladığından beri bir toplulukta çalmadan önce hep uğurlu reçinesi ile-"

 

"DARWIN!"

 

"İtiraf et Cas gerçekten komik" dedi ve gülmeye başladı Akira. Sonrasında Darwin kaçmayı sürdürmeyerek reçineyi ona uzattı. Tam ona vereceğini düşündüğüm için arkamı dönmüştüm ki havada süzülen reçine kutusu ile kolumu havaya kaldırdım.

 

Yere düşmesini beklerken elimde olması gerçekten garipti. Bu iş git gide ilgi çekici bir hal almaya başlıyordu. Bende dayanamayarak Akira'ya attım. Akira tam Darwin'e atacağı esnada Castor havaya atlayarak tuttu. Bu esnada Amor'da gelmişti. Kapıya yaslanmış bizi izliyordu.

 

Düştüğümüz hale gülmeyi keserek başımı kaldırdım ve "Artık çalışmaya başlasak mı?" diye sordum.

 

Onlarda gülmeyi kesip ciddiyet ile işlerine döndü. En sonunda Darwin bana bir nota kağıdı uzattı ve "Hepimizin ortak türü olduğunu düşündüğüm için bunu seçtim."dedi.

Notanın üstünde yer alan ada baktım "Moonlight Sonata". Yeni başlayanlara imkansız gibi gözükse de hepimizin bir virtüöz olduğu anlaşılır bir gerçekti. Kısa ve basit gelmişti bu yüzden "Bu kadar mı?" diye sordum. Darwin'de "Arka sayfalarda Vivaldi'nin tüm eserleri var ve bir alternatif daha olarak Swan Lake ve Dance of the Sugar Plum Fairy " dedi ve daha sonra ekledi "Castor senin Vivaldi'de inanılmaz iyi olduğunu söyledi". Bu esnada başımı notalardan kaldırpı Castor'a bakmafırsatım olmuştu.

Sarı saçlı çocuk gözlerini direkt olarak Darwin'e dikmişti. Darwin'de ona ne olduğunu soran gözler ile bakmıştı. Amor daha fazla dayanamamış olacak ki "Buraya kavga veya sohbet etmek için geldiğimizi sanmıyorum bu yüzden dizileri andıran bakışmalarınızı sonraya saklayan ve hadi başlayalım." dedi. Gözlüğümü çıkartıp üstümde ki kenarlarından dışarı sarkan gömleğimin beyaz kumaşına sildim.

Hepimiz hazır olduğumuzda sadece metronomun tıkırtısı duyuluyordu. Basit bir eser olduğu için Swan Lake ile başlamayı tercih etmiştik. İlk eserden çıtayı yüksek tutmak aptallık olurdu. Metronomun dördüncü buruşunu tamamlaması ile aynı anda çalmaya başladık. Gayet güzel gidiyorduk. Amor'da dahil olmak üzere herkes notalara ve metronoma sadık bir şekilde çalıyordu. Yani kısacası olması gerektiği gibi.

Birden Castor çalmayı kesti. Herkes ona ne olduğunu sorar gözlerle bakarken Amor "Yine ne oldu Cas?" diye sordu. Cason ise doğruca bana bakarak "Burada arşeyi çekmen gerekiyor itmeyeceksin ayrıca metronoma uymuyorsun dedi.

Akira ona dönerek flütünü sağ eline aldı ve "Cas buna gerek yoktu. Hem gayet iyi çalıyordu" diye cevapladı.

"Bulabildiğiniz tek Kemalist o diye mükemmelmiş gibi davranmayı ne zaman bırakacaksınız?" dedi ve gözlerini benden kaçırdı. Ortamda ben yokmuşum gibi davranıyordu. Sessizce ayağa kalktım. Onlar arkamdan konuşurken kendimi gürültülü ortamdan sıyırarak dışarı çıktım.

Hangi akla hizmet kemanımı ve hırkamı orada unutmuştum!

Koridora çıktığımda arkamdan gelen ses ile irkildim.
"Arkadan kaos bırakmayı bu kadar sevdiğini bilmiyordum"

Arkamı döndüm. Mavi saçlarını alnından çekerek yanıma geldi.

"Sanırım bende bilmiyordum. Şimdi sende arkadaşlarının yanına dön çünkü hazırlanmanız gereken önemli bir konser var"

"Ve sende buna dahil olacaksın"

"Emin değilim. Sence de istenmediğim açık ve net değil mi?"

"Pia sen böyle bir kız değilsin bunu herkes biliyor bu yüzden çık ve herkese yeteneğini göster. Bu konser sonucu eğer iyi bir performans sergileyerek geleceğimiz bir ışık kadar aydınlık olacak"

Bana takma bir isimle hitap etmişti.

"Başka seçeneğim var mı?"

Başını iki yana salladı. Gözlerimi ondan kaçırarak
"Yok galiba. İyi bari geleyim."

"Ama bir daha kaçmak yok"

"Hm şartlar varsa bende koyuyorum o yerden bitme arkadaşlarına söyle bir daha kartları açık oynasınlar"

Elini başına koyarak selam verdi. "Şimdi de sen git ve çalış kemanımı sonra getirirsin"dedim ve cevap vermesini beklemeden arkamı dönerek yürümeye başladım. Saat epey geç olmuştu.

Koridordan gelen bir diğer ses ile irkildim. Tiz bir çığlıktı. Normalde böyle olaylarda cinler gelir ana karakteri bulur, hayatını ona ve çevresine zehir ederdi.

Sanırım bu korkuluğu çığlığın ana karakteri veya çevresinde dolaşanlarından biri değildim. Bu yüzden sesin geldiği yere doğru yürüdüm.

Küçük bir aralık bırakılmış kapıyı elimle ittim. Nasıl buraya gelmeyi ihmal etmiştim. Burası iki katlı bir kütüphaneydi. Gelen kişi gerçekten de nereye gelmesi gerektiğini iyi biliyordu.

Yerde gördüğüm kıza baktım kızda acı içinde bana bakmıştı zaten. Elinde ki mumun eriyen kısmı halıya dökülmüştü. Kıza hızlıca bir bakış attım. Eteğinin altında ki çorabında kanayan bir yarası vardı.

Yanına eğilerek ona doğru yaklaştım. Çorabının yırtılan kısmını yaradan uzaklaştırarak acımasını engelledim. Daha sonrasında kollarını omuzuma dolayarak sağlam olmasa da yürümesine yardım ettim. Tam konuşacaktı ki elimi dudaklarıma götürerek susması gerektiğini anlattım. Böylece kütüphaneden çıkmış olduk.

Revir sağ kanatta kalıyordu bizde şu an orta kanattaydık bu yüzden pek yürümeye gerek yoktu. Kısacık yolu hızlı bir şekilde yürüdük. Bu kısacık yol boyunca kıza bazı sorular sormayı unutmamıştım.

"Adın ne?"

"Celicia, ya senin?"

"Opia"

"Kemanist olan Opia mı?"

"Evet ve sen bu yarayı nasıl yaptın?"

"Gölün kenarlarında ki taşlara çarptım pek bir oyunu yok."

"Ve geldik."

Geçmesi için iki kanatlı kapıyı açık tuttum. Hemşire bizi görünce ayağa kalkarak yanımıza gelmişti. "Pek önemli bir şey değil. Sadece düştüm ve Opia sana teşekkür ederim artık git yoksa başın derse girebilir" dedi Celecia. Zaten daha fazla kalmayacaktım. O da gerek olmadığını söylediği zaman bir yabancı için yapabileceğim maksimum şeyi yapmıştım.

Yorgunluktan ağrıyan bedenimi ağır ağır yatakhaneye taşıdım. Odamızın kapısını anahtar ile açarak kapıyı araladım. Doğruca kendi odama geçtim. Güzel bir duşun zararı dokunmazdı. Pijamalarımı almak için tekrar gardrobuma döndüm. Yatağımın üstünde duran keman kutusuna baktım. Anlaşılan Darwin işini iyi bir şekilde yalıyordu. Notalarımı ve çantamı kontrol etmek için içini açıp yatağın üstüne döktüm.

İyiye işaret olan bir diğer şey ise tüm eşyalarımın burada olmasıydı. Çantamın içinden düşen küçük not parçacığı ile donakaldım. Alışılmışın dışında ki bir yazı stili ile yazılmıştı.
"Hep parla Siyah Kuğu". Ne anlama geliyordu. Siyah kuğu? Kuğu gölü balesinde ki siyah ve beyaz kuğu rolleri olabilirdi. Büyük ihtimalle performans günü beni izlemeye gelenlerden biriydi.

Kağıdı müzik kurumun altında bulunan ahşap çekmecesine koyarak duşa girdim. Dakikalarca soğuk suyun altında kalmak iyi gelmişti. Saat ilerlediği için benimde uykum gelmişti. Ama hiç uyumaya niyetim yoktu. Bu yüzden saçımı kurutarak oturma salonuna geçtim. Soğuk su sayesinde burnum açılmış ve dışarıda ki temiz havayı daha net bir şekilde soluyabiliyordum. Ayağa kalktım ve camı açtım. Güneşin doğmasına birkaç saat kalmıştı.

Gece yarısından sonra birkaç saat kadar onlar ile çalıştığımız düşünülünce gerçekten de zaman hızla geçmişti. Karnım da olduğunca acıkmıştı. Tekrar ayağa kalkarak dolaplarda atıştırmalık bir şeyler aramaya koyuldum. Elime ilk geçen kırmızı elmadan bir diş ısırarak kulaklığımı taktım ve kuğu gölünü açtım.

Dinlerken aklımda dünkü not vardı. Besteyi sürekli başa sararak dinliyordum. Acaba içinden başka bir anlam çıkartabilecek miyim diye. Böylece de birkaç saat geçmiş oldu. Duvarı izlemekten bihal olan gözlerimi dinlendirmek için başımı ve gözlerimi aşağı yukarı hareket ettirmeye başlamıştım. Güneş ufuktan ışınlarını saçmaya başlaması ile dışarı çıkmanın uygun görülmediği saatlerin bittiğini fark etmiştim.

Hafta sonu olmasının getirdiği avantajlardan biride tüm gün okulda serbestçe dolaşabilmekti. Dışarı çıkma imkânımız olsa bile okulda kalmak benim için iyi bir tercihti. Yaklaşık bir bu buçuk aydır okuldaydık. Bu olanların hiçbiri ardı ardına olmamıştı. Okulda zaman sudan daha hızlı akıyordu.

Ayağa kalkarak odama ilerledim. Ve üstümü değiştirmek için dolabı açtım. Vişne çürüğü pantolonumu ve beyaz tişörtümü alarak hızlıca giydim ve bağcıklarımı bağladım. Saçımı okul günlerinden bağımsız sıkı bir at kuyruğu yaparak tek bir telin bile dışarı çıkmamasını sağladım. Gözlüğümü tişörtüme silerek parmak izlerinin gitmesi için biraz uğraştıktan sonra arka cebime telefonumu ve yurt kartını atarak kapıyı arkamdan çektim.

Darwin hala uyuyordum onu rahatsız etmeye anlam yoktu. Kapıyı yavaşça kapatarak dışarı çıktım. Adeta sıçrayarak ilerliyordum. Keyifli bir gündü. Her ne kadar sonbahar ayında olsak bile kendimi bahar ayından bir parça gibi hissediyordum.

Sabaha karşı yediğim elma ile doymadığım için yemekhaneye indim. Tezgahlar yeni kurulmuş ve birkaç kişi dışında yemek yiyen yoktu. Tablotlarda ki kahvaltımı alarak boş bir yere geçtim ve yemeğimi yemeye başladım. Karşımda ki sandalyelerin birinin çekilmesi ile yemek yemeye ara vererek başımı kaldırdım.
"Beyaz kuğu?"

"Beyaz kuğu?"

Şaşkınlıkla başımı kaldırdım ve güldüm. Siyah kuğu... Peki ama o kimdi?

"Beyaz kuğu... Değişik bir lakap doğrusu ama ben Opia'ya tercih ediyorum"

"Pia?"

"Sadece Opia" dedim ve sol bacağını sol bacağımın üstüne atarak ellerimi karnımın üstünde birleştirdim.

"Peki ya sen kimsin?" diye sordum. Çocuk saçını kaşıyarak "Arkadaşa ihtiyacı olan birisi" diye cevapladı.

"Demek arkadaş" diye onu tekrarladım.

"Hep cümleleri tekrarlar mısın yoksa konu akıcı olsun diye mi böyle davranıyorsun?" diye sordu aniden. Eminliğimden ödün vermeyerek "Hayır sadece kendi içimde muhakeme ediyorum." dedim.

Başını anladığını ifade eden bir şekilde sallayarak. Devam etti "Ee Beyaz kuğu teklife ne diyorsun? Tabi muhakeme ettiysen.".

"Sanırım deneyebiliriz." dedim kesin gülümseyerek o ise "O zaman daha sessiz bir yere geçelim mi çünkü burada kendi sesimi bile zor duyuyorum" dedi. Onu onaylarak dışarı çıktık.

Bu seferde biriyle sohbet ediyordum. Yalnız başımıza. Okula geldiğimden beri üç dört kez falan olmuştu. Biri çatıda, diğeri gölde, bir öteki ise koridorda olmuştu. Şimdi ise oldukça normal bir şekilde banklarda oturuyorduk.

"Enstrümanın ne?" diye sordum sessizliği bölerek. Konuşmak için benim sormamı beklediği aşikardı.

"Elektro gitar ama insanlar genelde önce adımı sorar"

"Ben normal insan mıyım sence? Ben ve sen bir müzisyeniz yani enstrümanlardan karakter analizi yapma kabiliyetimiz az çok var, veya çaldığı notadan."

"Ya bu enstrümanı çalmak için baskı gördüyse?"

"Ebeveynler, çocuklarının genelde batı enstrümanlarına yönelim göstermesini ister. Ama tabi az önce dediğin gibi bunda da istisna olabilir. Hem adını söylemeye bu kadar meraklıysan adını söyleyebilirsin"

"Luther Caim"

"Beyaz kuğu yeterli değilse Opia Allen ama Opia. Pia veya başka bir şey değil"

İçimde ki hissi bilmiyordum ama bana onlardan başka kimsenin Pia demesini istemiyordum. Bu yüzden bu uyarıyı ikinci kez yapma ihtiyacı hissetmiştim.

Kalan öğleden sonrasını beraber geçirdik. Beraber geçirdiğimiz dört saat sonrasında birbirimizi iyice tanımış ve haftaya bir yerde buluşmak için sözleşmiştik. Giderken son anda numarasını isteyerek telefonuma kaydettim.

Günlerin çoğu artık böyle geçmeye başlamıştı. Amor'u ve arkadaşlarını olabildiğince az görüyordum. Darwin'i de onlara kıyasla bir iki kez fazla görüyorum denebilirdi. Her haftanın bir günü olan buluşmalarımız önce iki güne sonra üç güne çıkmıştı. En sonunda basamakları tırmana tırmana, zirveye yani her tenefüs görüşmeye başlamıştık.

Çalışmalara da pek gitmiyordum. Ayda bir gün veya iyi günler geçiriyorsam iki hafta da bir. Ama odamda sürekli çalışıyordum. Bazen Darwin'de metronomu yakalamam için yanımda oluyordu. Hayat olabildiğince güzel gidiyordu. Harika bir kış bizi bekliyordu.

Yine bir ders günü sonrası ısınmak ve sıcak bir yatağa ulaşmak amacıyla merdivenleri tırmanmaya başladım. İçeriden konuşma sesleri geliyordu. Üç ton vardı. Biri Darwin'in olmalıydı. Diğeri de bir kadın sesiydi. Benim yaşımda olmalıydı. "O kız onu mahvediyor" demesi ile birlikte onun Akira olduğunu anladım. "Ve bizim bunu anlamadığımızı zannediyor." diye ona karşılık verenin Castor olduğuysa oldukça netti.

Konu Akira'ydı. Bu yüzden dinlemeye gerek duymadan kapıyı açarak onlara kısık bir selam verip odama kapandım.

Üstümde ki eteği çıkartıp yumuşak eşofmanlarımdan birini giydim. Bol paça siyah eşofmanım pantolon gibi gözüktüğü için bunu seçmiştim. Zaten üstümde olan gömleğimin üzerine kırmızı bir kazak giydim.

Yarım saat sonra akşam yemeğimiz vardı. Bu vakte kadar kitap okumayı düşünüyordum. Küçük çalışma masasının yanında duran ve bana asla yetmeyen iki raflı kitaplığa yürüdüm.

Canım öylesine klasik okumak istiyordu ki... Ama Rus klasiklerini çekemeyecek kadar keyfim yerindeydi.

Bu yüzden William Shakespeare'ın "Othello" kitabını çekerek ayracı çıkardım. En son ne zaman okuduğumu bile hatırlamıyordum. Nihayetinde yatağıma uzanmış sayfaları çeviriyordum.

Aralarında fısıldaşıyorlardı. Onları neden dinliyordum bilemiyorum ama kulağım onlardaydı. Seslerini özellikle mi odama taşıyorlardı bilemiyorum ama aralarında hararetli bir tartışma olduğu belliydi. Kitaptan başımı kaldırarak onları dinlemeye başladım.

"O kadar çok değişmiş ki artık gözlük bile takmıyor"

"Bu bizim karışabileceğimiz bir şey değil. Kendi aralarında konuşmaları gerekiyor"

"Keman aşkına Darwin! O kız gözlerinden alev atıyor. Konuşunca ne olacağını bir düşün"

"Sen haklı mısın sanki Cas"

Fısıldadıkları için kim olduklarını bilemiyordum. Saate baktım az kalmıştı. Kapıyı açarak sessizce çıktım. O esnada Akira bana bakarak “A Opia! Bu akşam geliyorsun değil mi?” diye sordu.

Son görüşmemizin üzerinden üç hafta geçmişti. Sanırım bu yüzden soruyordu. “Bilemiyorum” diyerek onu cevapladım ve ardıma bakmadan koridora çıktım.

Gözlerimin bulanık görüyordu. Hayır ağlamıyordum. Gözlüklerim yoktu. Uzun zamandır yoktular veya birkaç saattir. Yokluklarını hiç fark etmemiştim. Göz numaram da zaten o kadar büyük değildi.

Nerede olduklarını hiçbir şekilde tahmin edemiyordum. Akışma son zamanlarda nota okuduğum zamanlarda zorlandığım geldi. Aklım neredeydi!

Yemekhaneye hızlıca indim. Bezelye ve pilavdan oluşan yemeğimi alarak boş bir masaya oturdum. Yemek boyunca düşüncelerin beni boğmasına izin vermedim.

Yemeğimi yedikten sonra kalkıp gitmek için hazırlandım. Tabağımı bulaşık tepsisine bırakmak için kafamı kaldırınca onu gördüm.

Amor… Gözleri solmuş, kızarmış ve sağlıklı gözükmüyordu. Zaten zayıf olan vücudu zayflamış ve olabildiğince çelimsiz gösteriyordu. O küçük çocuk geri dönmüştü. Utangaç, nazik ama güçsüz o çocuk.

Bugün gelemeyeceğimi ona söylemek için yanına doğru yürümeye başladım. O sırada aramıza giren ver sırtında keman çantası taşıyan bir kız yüzünden yolumdan dönmek zorunda kaldım. Arkamı dönerek bahçeye doğru ilerledim.

“Opia!”

Arkamı döndüm ve her zamankinden daha çökkün bedeni ile bir piyona dâhisi olan ona baktım. Göle doğru yürümeyi bırakarak ne olduğunu soran gözler ile ona baktım.

“Gözlerin, yani gözlüklerin. Bende, yani kaybetmişsin ve ben buldum”

“Teşekkürler bende bunları arıyordum”

“Sanırım uzun süredir arıyorsun yaklaşık bir buçuk aydır bende”

“Bu aralar kafam fazlasıyla dolu özür dilerim” Bir dakika, ben az önce Amor’dan özür mü dilemiştim!

Kızaran yüzümü görmemesi için büyük bir uğraşla kendimi sakinleştirdim ve “Başka bir şey yoksa akşam görüşürüz” dedim ve ona baktım. Böylece akşam ki planımdan vazgeçmiş oldum.

“Aslında Opia bir şey söylemek istiyordum”

“Nedir?”

“Az önce gelen kız kaybolan kemanist ve geri gelmek istediğini söyledi. O yüzden cevap veremedim, özür dilerim. Yerin grubumuzda oldukça sağlam”

“Bana açıklama yapmana gerek yoktu ki. Neden yaptın?”

“Hiç öylesine, içimden geldi”

“Demek öyle içinden geldi ha? Her neyse daha sonra görüşürüz” dedim ve yanından ayrıldım. Demek içinden gelmişti…

Koridora ulaşınca kapıya yaslanarak odada olmamalarını diledim ve kapının koluna asıldım.

Darwin odada elinde tuttuğu bir zarf ile volta atıyordu. Sonunda yanıma gelip beni omuzlarımdan sarsmaya başladı.

“Kızım sen nerede kaldın? Sabahtan beri seni bekliyorum!” diye çıkıştı bunu yaparken de omuzlarımı sıkı sıkı tutarak sallamayı ihmal etmemişti.

“Darwin dur omuzlarım koptu”

“Affedersin biraz aceleci davrandım. Ha bu arada bu sana gelmiş ama şimdi okumanın sırası değil” durdu ve kemanımı bana uzattı “-hadi gidelim” diye devam etti ve beni kolumdan çekti.

Kapıdan çıktığımızda ona “Odama izinsiz mi girdin?” diye sordum. O da “E ne yapayım o kadar çok oyalanıyorsun ki çıkmak bilmiyorsun. Hem seninle yaptığımız provalar ayrı oluyor” diyerek beni cevapladı.

O an onları özlediğimi fark ettim. Günlerimin çoğunu Luther ile geçiriyordum. Zaman algım sadece saatlerden ve hafta sonunu hafta içinden ayırt ederken geçerliydi. Her şey sanki benim etrafımda dönmeyi bırakmıştı. Artık kendimi ben bile tanıyamıyordu. Dipsiz bir kuyuda sürüklenip gidiyordum.

Sanki çaldığım parçada nerede olduğumu kaybetmiş gibiydim. Bana ne olmuştu? Hiçbir zaman o kadar sosyal bir insan olmamıştım ama. Onu izlemeyi de hiç bırakmamıştım.

Sorun neredeydi? Amor mu? Darwin mi? Luther mı? Hayır sorun bendeydi. Telefonuma gelen bildirim ile Darwin’den gerileyerek yazılanı okudum. Mesaj Luther’dan gelmişti.

Luther: Cumartesi günü saat 16 için Altın Boğa’da buluşalım mı?

Yani senin için uygun değilse başka bir günde olabilir.

Opia: Gelmeye çalışırım

Şimdi provam var daha sonra görüşürüz

Luther: İyi çalışmalar

Opia: Sağol

Yazdığım birkaç mesajın ardından hızlanarak Darwin’e yetiştim. Oldukça ilerlemiştik. Son bir katımız kalmıştı. Kalan yolu da konuşmadan ilerledik. Darwin kapıyı açarak geçmem için kapıyı tuttu.

“Selam” diye içeri girdim. Kemanımı sırtımdan bırakırken titreyen parmaklarımı saklayamıyordum. Sorun bendeydi. Ben bir sorun vardı. Sorun Opia Allen’daydı ve Opia Allen diye parmakla işaretlenen bendim.

Gözlerini üstümde hissediyordum. Arşem elimden düştü. Gözlerimi birkaç kez kırpıp aklımın yerine gelmesi için kendime emir verdim. Arşemi yerinden kaldırarak onları beklemeye başladım.

Birkaç dakika sonra herkes yerini almış ve hazır bir pozisyonda bekliyorlardı. Onlardan da işareti alınca aynı anda çalmaya başladık. Gün geçtikçe hepimizin çalışı birbirine uyum sağlamaya başlamıştı.

Aramızda ki ipler sadece Castor için gergindi. Akira ile olabildiğince samimi olmaya çalışmıştım. Nedenini bilmediğim bir şekilde onun yanında iyi hissediyordum. Amor ile eskiden olduğundan daha sakin bir dille konuşuyordum. Bunun sebebini ne benim ne de onun bildiğini düşünüyordum.

İki saat boyunca çalışmamız sürmüştü. Artık sadece Kuğu Gölü değil Vivaldi’nin Summer, Spring ve Winter kısımlarını da çalabiliyorduk. Sonrasında geriye sadece bir bölüm kalıyordu. Olabildiğince ilerlemiştik.

Parmaklarımız artık acıdan bir hal olunca önce telli çalgı çalanlar bıraktı. Sonrasında neredeyse nefesi tükenecek olan Akira. Baş kemanist olarak ben hala devam ediyordum. Son bırakan elbette ben olacaktım. Amor da beni yalnız bırakmamak için elinden geleni yapıyordu. Sonunda ikinci röprizimizi tamamladıktan sonra durmak zorunda kaldık. Elimi klavyede çekerek parmaklarıma baktım ve acı ile buruşturdum.

“Bugünlük bu kadar yeter herhalde?” diyerek kemanımı toplamaya başladım. Onlar için gece yeni başlıyordu. Tam çıkacaktım ki Akira’nın yanıma gelip koluma girmesi ile kalakaldım. Koridora çıkmadan önce “Bu gece ben Opia’yla beraberim sakın bizi rahatsız etmeyin!” dedi ve beni kolumdan çekerek koridora çıkardı.

“Aklından ne geçiyor Akira?”

“Ne yani beni istemiyor musun?”

“Hayır hayır buna sevindim ama aniden yapman-“

Bir anda gülmeye başladı ve zar zor “O anki yüz ifadeni hiç unutamayacağım” dedi. Ardından bende ona katılarak gülmeye başladım. En sonunda o kadar çok gülmüştük ki başka bir öğretmen koridora çıkarak ayağını yere iki kere vurmuş ve “Hanımlar!” diye seslenmişti. Sonrasında oradan uzaklaşmış ve gülmemek için birbirimizi dürtükleyerek odama gelmiştik.

Akira rahat bir şekilde flütünü kanepeye bırakarak odanın penceresini açtı. “Bu kemanistlerin odaları gerçekten bir harika oluyor” dedi.

“Sizin odalarınız böyle değil mi?”

“Hayır”

“Ayrıca her enstrümanın kendine ait odaları mı var?”

“Yani aynı aileden gelenler gibi düşünebilirsin. Yoksa bizi ayırabileceklerini düşünmüyorum.”

“Anladım.”

“Opia”

“Evet?”

“Seni buraya neden çağırdım biliyor musun?”

“Aslında çağırmadın ama yine de sen bilirsin”

“Saç boyamayı biliyor musun?”

“Hayır neden ki?”

“Ben saçlarımı boyamak istiyorum”

“Hangi renge?”

“Hangi renk yakışır sence?”

“Yani kızıl bir saçın var aslında biraz daha koyu bir kırmızı olsa oldukça güzel olur. Ama zaten saçın gayet iyi neden bir daha üstüne boyamak istiyorsun ki?”

“Bilmiyorum içimde değişiklik yapma isteği var. Bunu da saçlarım üzerinde değerlendirmek istiyorum.”

“Peki boya olarak bir şey düşündün mü?”

“Aslında şu an yanımda ve senin oldukça yetenekli olduğunu düşünüyorum”

“Bilemiyorum…”

“Hadi Pia yapabilirsin”

“Madem öyle diyorsun… Ama sorumluluk kabul etmiyorum”

“Hadi başlayalım!”

Onun bu çocuksu sevinci benim de gözlerime yansıyordu. Çoğu işini hemence halletmeye çalışan çocuksu bir yapısı vardı. Bu güzel hissini seyrek zamanlarda tadabiliyordum.

Ona poşetten bir önlük kesere önüme oturmasını söyledim. Beni hiç bozmadan önüme çektiğim sandalyeye oturdu ve bana paketi uzattı. Daha önce hiç saç boyamamıştım veya boyatmamıştım bu yüzden biraz riskli bir işti. Ama Akira bunu başında kabul ettiği için pekte önemli değildi. Tuval boyamak gibi, diye düşünerek derin bir nefes aldım ve ince ince tutamlara ayırdığım saçı boyamaya başladım.

Beklediğimden hızlı ve iyi gidiyordum. Akira arada bir şarkı mırıldanıyordu. Sonrasında nota bilme oyunu oynuyorduk. Birkaç tutam kala Akira'nın saati sorması ile beraber gecenin sessiz sularında olduğumuzu öğrendik. Akira ile oldukça koyu bir sohbete dalmıştık. Az önce Akira onların çocukluk anılarını anlatmaya başlamıştı.

"- sanırım Amor aramızda en kırılgan olanımız bahse girerim ben bile ondan daha güçlüyümdür"

Sadece güldüm. Ama bu gülüş sahte bir gülüştü. Ona böyle demişti. Ve bunun beni alakadar etmemesi gerekiyordu. Daha fazla uzatmadan "Ve işte yeni saçlarının boyası hazır, bir buçuk saat sonra yıkayabiliriz" dedim.

Akira gülerek bana baktı. Neden güldüğünü anlayamamıştım. Gözlerimde ki manasız bakışları hissedince boyayı elimden alarak fırçayla oynadı. "Sanırım yanlışlıkla iki kişiye yetecek kadar boya sıkmışım" dedi. Bunu söylerken gözlerinde oyuncu bir gülümseme vardı. "Ee Akira? Artan yeme gibi köpeklere veremeyiz mecburen atacağız" dedim. Akira gülerek

"Yani tabi köpeklerin bizden güzel olmasını ve kızıl saçlı bir şekilde dışarı da dolaşmasını kaldıramam. Ayrıca bu boyayı da atmak istediğimi zannetmiyorum"

"O zaman ne yapacaksın?"

"Saçların çok güzel Opia-"

"Hayır böyle bir şey olmayacak"

"Seni ikna edebilirim"

"O zaman dene bakalım"

"Hem bu kadar boyanın boşa atılmasına izin vereceğini zannetmiyorum. Bunun için ne kadar su ve elektrik harcandı. Eğer böyle düşünüyorsan- yani çöpe atılması gerektiğini. İşte o zaman tasarruf için geç kalınacak zamanı anlatabilirim."

"Yani bu boyayı kullandık diye Dünya kurtulacak öyle mi?"

"Ne kadar dar görüşlüsün ayrıca kömür rengi saçlarının arasına bu boya çok yakışır"

"Peki, okul yönetimi ne der?"

"Sence Darwin nasıl geziyor?"

"İkimizin de saçının aynı renk olması..."

"Boyayı daha uzun süre tutarsak daha koyu bir renk ortaya çıkar"

"Hepsi değil ama"

Yüzüne bir zafer gülüşü yayıldı. Ellerini omuzlarıma koyarak beni sandalyeye oturttu. "Ben istemedikçe görülmesin" dedim içimden gelen dürtüyle. Akira bu işin ehliymiş gibi davranarak gülümsedi. Boyayı karıştırarak saçlarımı ayırdı. Daha sonrasında ona yaptığım gibi saçımı boyamaya başladı. Odanın karşısında ki boy aynasından gördüğüm üzere sadece ön kısımlarını ve arkalarda pekte görünmeyen yerleri boyuyordu.

Tabi bu sırada aklınıza gelebilecek her türlü konuda yaşadıklarını anlatıyordu. Bende dayanamayarak ona sordum.

"Cumartesi için bir randevu teklifi aldım sence ne yapmalıyım?"

"Ben olsam kimden geldiğine bakardım" diye cevapladı oyuncu bir edayla. Beni saf sanıyor ya da öyle davranıyordu.

"Ben bakmıyorum, sence gitmeli miyim?"

"Eğer kemana yakışan bir müzik aleti çalıyorsa kesinlikle kabul et ama eğer normal biz müzisyense diyebilecek pek bir şeyim yok" dedi.

Kemana yakışan bir müzik aleti derken neyden bahsediyordu açıkçası kafam karışmıştı. Bu esnada başımı sallayarak onu onayladım. Bu esnada ellerini peçeteye silerek beline koydu ve çıkardığı işe baktı.

Saçlarım boyadan dolayı incelmiş ve siyahların arasında kızıl olarak görünüyordu. Umarım iyi ki kabul etmişim diyeceğim kadar güzel olur, diyerek içimden dua ettim. Akira ellerini yıkayarak etrafı yıkamaya başladı.

Ben saçım için olması gereken süreyi beklerken onun süresi dolmuştu. Saçlarını kurulayınca memnuniyetle bana baktı. Daha sonra karşılıklı kanepelere otururken bende bize meyve getirmek için küçük dolaba yöneldim. Ona doğru attığım elmayı havada yakalayarak odada dalgalanan bir ısırık aldı.

Ayaklarımı karşıya uzatarak ona baktım. Kestane rengi saçlarına nasıl bir hevesle kıymıştı. Ela gözleriyle o kadar güzel bir uyum sağlıyorlardı ki... Hayır, hiçbir zaman onlara sahip olmayı dilemedim. Kömürümde yakabileceğim gözlerim vardı. Zaten bu saç fikri olmasaydı tenim hariç hiçbir bölgem karanlıkta görünmeyecekti.

Parmakları flüte uyum sağlayacak uzunluktaydı. Dudakları üflemek bükülmüş ve kalp şeklini oluşturan bir yapıya sahipti. Yüzünde sadece aydınlatıcı vardı. Kirpiklerinde topaklanmamış şekilde harika bir yöntem ile sürülen koyu renk bir maskara vardı. Kendini ya seviyor ya da bugün acelesi vardı. Belki de uyumayı seviyordu.

Boyu ne kısaydı ne uzundu. Benimle aynı boydaydı. Ortalamanın altında olduğunu düşündüğüm bir kilosu vardı. Belki bazı günler ağır çalışmalardan dolayı hiçbir şekilde yemek yiyemiyordu. Bunun sorumlusu o olmayabilirdi. Katı ve baskıcı bir aileye ya da yenilemeye hırslara sahip olması oldukça mümkündü.

Saçlarından artık alev parçacıkları düşüyordu. Gülmekten kısılan ela gözlerini saymazsak kendinden emin bir abla duruşu ile herkese hak ettiğini verecek gibi duruyordu. Acaba Darwin'den mi hoşlanıyordu yoksa Castor'dan mı?

Amor'dan olabildiğince fazla bahsediyordu Bahsederken oldukça rahattı. Sonuçta en yakın arkadaşıydı. Ulaşılamaz biri değil. Acaba ben onun için neydim? Onlar için neydim?

Darwin'in bahta çıkan oda arkadaşı, Castor'un azılı düşmanı, Akira'nın grupta olan tek kız müzisyeni, Amor'un ise... Belki karşılıklı birkaç kelime kullanmıştık. Neden bilmiyorum ama hepsinden az onunla konuşmuştuk. Sanırım aramın en iyi olduğu Darwin ve Akira'ydı. Nedensizce Castor'a bir duygu duymuyordum. Onun da duymadığıma emindim.

Akira daldığımı görünce bana bakarak "Pazar günü Castor ve benim sınav günüm. Sanırım değişik bir sınav olacak ki eşlikçi olarak beni seçti. İzlemeye gelmek ister misin?" dedi. "Memnuniyetle" diyerek başımı salladım. "Gerçi siz Castor ile aynı sınıftasınız bu yüzden senin de sınavın bununla ilgili değil mi? Kendine bir eşlikçi bulabildin mi?"

İşte unuttuğum bir şey daha...

Ellerimi başıma koyarak ona baktım "Sanırım bir şeyi daha unuttum!" dedim. Akira gülümseyerek "İki telli çalgı olmaz Amor'dan rica ederim ben" dedi. İşte bu daha çok kötü bir haberdi "Aslında hiç gerek yok" dedim aceleyle. Telefonunu elinden bırakacaktı ki "Neden ki?" diye sordu. Verecek bir cevabım olmadığı için sükunetimi koruyarak dudaklarımı kemirmeye başladım. O da dilini damağına vurarak "İşte oldu. Sanırsam senin de sınavın bizden sonra ki hafta. En ön sırada oturmazsam orayı yakarım!" dedi.

Ne yapacağımı bilemez bir şekilde etrafıma baktım. Gözüm krem rengi duvarda duran anolog saate kayınca saçımı yıkamam gerektiğini hatırlayarak yerimden kalktım ve "Sanırım saçımı yıkamam gerekiyor" dedim ve duşa doğru olabildiğince yavaş –ki yere düşüp parkeyi batırmayayım- bir şekilde koştum.

Saçlarımı yıkarak ne olduklarına bakmak için olduğunca acele ediyordum. Hızlıca saçlarımı suyun altında bekleterek şampuanladım. Gözlerimi sıkıca kapatarak ne olduğuna bakmak için gözlerimi açtım. Bu sırada Akira'da arkama gelmişti. Ben tam gözlerimi açacakken gözlerimi arkamdan elleriyle kapatarak "Senden önce ben bakayım ki kötü olmuşsa -ki böyle bir ihtimal yok-"dedi. Başımı sallayarak kendimi ona bıraktım.

Birkaç saniye boyunca sesini duyamayınca ellerini ben gözümden çekerek aynaya baktım. Gerçekten de tam anlattığı gibi olmuştu "Neden sustun?" dedim ve onun saçlarıma dokunmasını izledim. "Bırak müzisyen olmayı kuaför olalım. Paramız olsun ve biz çalıp yorulacağımıza orkestramız olsun!" diyerek gözlerinde ki ışıltıyla tekrar bana baktı. Ona "Teşekkür ederim" diyerek memnuniyetimi ve minnettarlığımı ona belli ettim.

Elini beline koyarak "Şimdi ne yapıyoruz?" diye sordu. Ona bilmez bakışlar atarken yarın- yani bugün- yapacağım buluşma aklıma geldi. Sonrasında gelen siyah mektup. Cebimde kalmıştı. Cebimi yokladım. Hala orada duruyordu. Akira'ya "Ben üstümü değiştiriyorum sana da rahat bir şeyler getirmemi ister misin?" diye sordum. Akira olumsuz anlamda başını sallayınca hızlı bir şekilde odama girip aynı hızla üstüme göstermelik bir takım geçirdim. Daha sonra yatağıma oturarak okumaya başladım.

Siyah kuğuya,

Beni tanımıyorsun, bu yüzden bu mektubu önemsemeyebilirsin. Bu çok normal, sana bunun yüzünden hak veriyorum. Ama sende bana hak ver. Ne için mi? Sabahları geceyi bekleten, geceleri sabahı bekleten sensin, yediğim her yemekte içtiğim her yudumda sen varsın. Rüyalarımdasın, çünkü rüyalarım kadar güzelsin. Bu fiziksel bir bağlam değil. Çaldığım her notada, belki de besteleyeceğim her bir parça da sen varsın. Abartmaya gerek yok cumartesi günü Altın Boğa'da güneş nerede olur bilemiyorum çünkü benim ki tam karşımda oturacak o yüzden saat 16:00'da görüşmek üzere. Hoşçakal...

Adını Gizleyecek Kadar Korkak Biri

Büyük ihtimalle yurtta ki kızlar, başka kızların bu şaşkın haline gülmek için yapmışlardı. Hemcinslerini böyle görmek eziklikten başka bir şey değildi. Siyah zarfı açılmamış gibi geri kapatarak dolabıma koydum. Hem zaten o gün Luther ile buluşmayı planlamıştım. Yoksa bu Luther mıydı? Ama Luther böyle bir şey yapmazdı ki. Aynaya baktım ve Luther'ın benim hakkımda böyle düşünebileceğini düşündüğüm için kendime kızdım. Odaya girdiğim de Akira olduğu yerde sızmıştı.

Telefonumu alarak Darwin'i aradım. Sesi yorgundu. Kısılmıştı. Yedinci çalışta anca açmıştı. Sesinde birkaç gram da olsa endişe vardı.

"Pia? İyi misin?"

"Ben iyiyim-"

"Sen iyisin ama Kira'ya bir şey oldu dimi? Ah cadı kız ah!"

"Hayır hayır o da iyi sadece oturma odasında uyuyor. Hem bu ses tonu ile sen iyi misin?"

"Biraz buzlu şeyler içtim tabi hava ısınınca. Her neyse biz gelelim onlarında pazar günü için çalışmaları gerekiyor"

"Tamamdır"

Telefonu kapattım. Onu ilk defa aradığımı fark ettim. Güneşin doğmasına birkaç saat vardı. Akira'yı kolundan dürterek uyandırmaya çalıştım. O kendine gelip ayılırken bende ortalığı toparlamıştım. Onu bu uykulu haliyle bırakamacağım için onları çağırmıştım. Birkaç dakika sonra kapı çalmıştı. Kapının dürbününden baktığımda üç erkeğin tartıştığını gördüm. Taş kağıt makas oynuyorlardı. Aptallar, diye geçirdim içimden. Kapının koluna asılarak onları içeri aldım ve "Akira burada beyler gelip alabilirsiniz" dedim.

Önce Darwin sonra Castor girdi. Amor kapıda beklemeyi tercih etmişti. Akira yorgunluğunu belli eder bir şekilde yalpalayarak kollarına girdi. Amor'un gözleri saçıma odaklanmıştı. Darwin odaya girerken üçü birlikte çıktılar. Kapıyı arkalarından kapattıklarında "Akira'da seni kendine benzetmiş" dedi.

"Nasıl yani?" diye sordum.

"Sen o kestane saçların gerçek olduğunu mu sanıyordun? Okula girene kadar sadece küçük bir algı"

"Öncesinde nasıldı ki?"

"Pembe!"

"NE!"

İkimizde gülmeye başlamıştık "Gerçekten mi?" diye sorarak tekrar teyit etmek istedim. Ellerini karnına bastırarak "Yalan söylemeye veya şaka yapmaya bir halim yok ." dedi. Daha sonrasında odasının kapısını açarak "İyi geceler, tabi gece bitti ama" dedi ve odasına girdi. Bende kanepelere son bir kez baktım. Az önce gerçekten de çok güzel vakit geçirmiştik. Kanepenin önünde ki sehpa da duran telefona gözüm çarptı.

Ah Akira! Unuttuğu telefonunu vermek için acele ederek koridora çıktım. O esnada bana doğru yürüyen Amor'u fark ederek durdum. Yanıma yaklaşmaya başladı. Gözlerinden yorgunluk akıyordu. İkimizinde gözlüklerinden dolayı göz renklerimiz neredeyse seçilemiyordu. Boynumu yana alarak ona baktım ve "Bir şey mi oldu" diye sordum. Vereceği cevabın çok epik olacağını düşünmüyordum bu yüzden beklemeye başladım.

Elini gözlüğüne atarak gözlüğünü düzeltti ve "Akira telefonunu unutmuş birde bir şey daha var" dedi. Telefonu ona uzatarak "Başka ne var?" diyerek ona baktım.

"Haftaya sanırım bir sınavın var ve hala eşlikçin yok. İstersen eşlikçin olabilirim"

"Teşekkürler Amor, çok naziksin ama-" -ama ne? Diyecek bir cevabın yok dimi Opia.

"Ama?"

"Bir şey yok. Sadece kafam dağınık her neyse görüşürüz"

"Hoşça kal"

"Sende"

Saçmalıyorsun! Gerçekten insanlara rezil oluyor ve kendini kendine karşı mahcup bırakıyorsun. Ortak oturma alanından geçerek kendimi kapının arkasına yasladım. Hala yaptığımı düşünüyordum. Bugünlük bu kadar macera yeterdi. Saate baktım. 06;19'du daha buluşmaya çok vardı. Yani tabi bana Siyah kuğu diye hitap edilene değil Luther'ınkine. Bu yüzden gözlerimi kapatarak uyumaya çalıştım.

Uykusunu alarak kalkmak sabahın erken saatlerinde uyanıp geç saatlere kadar ayakta kalmak zorunda olan çoğu insan için değerlidir. Benim böyle bir zorunluluğum olmasa bile hür irademle böyle yaşamak hoşuma gidiyordu.

Yataktan kalktım ve doğruca lavaboya girdim. Elimi yüzümü yıkayarak uyku sersemliğinde yeni saçlarıma saçma bir tepki verdikten sonra kendime geldim. Ne giyeceğimi bilmiyordum. Mart ayına yeni gelmiştik. Altıma kiremit renginde bir pantolon giyerek üstüme beyaz ve uzun kollu bir gömlek giydim. Gömlekten üşüyebileceğimi düşünerek kahverengi ince bir kazak aldım. Çantamı taktıktan sonra saçlarımın yeni haline baktım. Görünümüm ile zıtlaşıyordu. Ama sıcak tonlar ile bir uyum yakalamıştı. Hem ben seviyordum kime neydi ki?

Yurttan apar topar çıkarak okul avlusunun kapısından geçtim. Yokuştan aşağı inerek Altın Boğa'ya ulaşmayı hedefliyordum.

Yolculuk tahmin ettiğimden de kısa geçti. İlk sağı dönünce gördüğüm Luther'a el sallayarak yanına koştum. İlk fark ettiği şey gözlüklerim sonra da saçlarım olmuştu. Gözlerime doğrudan bakıyordu.

"Gözlüklerin yeni mi?" diye sordu.

"Hayır sadece bir süredir takmıyorum"

"Neden ki?"

"Sanırım bir yerde unutmuşum bu yüzden takamıyordum"

"Anlıyorum, ayrıca saçların gerçekten çok güzel olmuş"

Saçlarımı kulağımın arkasına tıkıştırdım.

"Teşekkürler"

Kolunu geçmem için açtı. Zarif bir hareketle reverans yaptı. Koluna girdim ve Altın Boğa'nın kuyruğuna girdik. Sıra boyunca sohbetimiz devam etti. Luther... Gerçekten de öylesine hoş bir çocuktu ki... Nazik, cömert ve müzisyen. Sonunda sıra bitmişti. Altın Boğa'nın meşhur altın sarısı renkli portakallı ve limonlu kekleri kremalarıyla beraber ellerimizde duruyordu.

Gülerek banklara doğru ilerledik.

"-ve o gün kedilere alerjim olduğunu öğrenmiştim"

"Gerçekten mi? Kedisiz hayatın nasıl olduğun merak ediyorum"

"Merak etme!"

"O kadar mı beter?"

"Evet!" diyerek onu bastırdım.

"Peki ya başka şeylere alerjin var mı?"

"Yok sanırım"

"Sanırım?"

"Yani daha denemedim"

"Beraber deneriz"

"Söz mü?"

"Söz"

"Bu okuldan mezun olunca ne yapmayı düşünüyorsun?"

"Belki İspanya'ya giderim. Orada mutlu olurum"

"Şu an değil misin?"

"İstediğim yerde değilim."

"Peki beraber gitmek ister misin?"

"Tabi ki hatta belki sokak sanatçısı bile oluruz"

"Söz verecek kadar emin misin?"

"Evet, söz veriyorum Beyaz kuğu"

Beyaz kuğu...

"Sende her şeye söz veriyorsun nasıl olacak böyle?"

"Tutamayacağım sözler vermem"

O benim arkadaşımdı. En yakın arkadaşımdı. Okulun çoğu dönemini beraber geçirmiştik. Onu bazen Darwin'in önüne bile koyabiliyordum. Bazen ise en öndeydi. Arkadaşlarım vardı. Arkadaşım olabilecek potansiyele de sahiptim. Ama içimden bir ses arkadaşımın olmamasının her şey için daha iyi olduğunu söylüyordu. Bunlardan bazıları spontane yaşamaktı.

Uzun bir sessizlik oldu.

"Opia"

"Efendim Luther"

"Ben bir şey söylemek istiyordum"

"Nedir?"

"Yani aslında söylemek istediğim"

"Evet Luther"

Karşıdan karşıya geçiyorduk. Sağıma baktım. Uzaktan bir araba geliyordu. Elimizde ki çöreklerin yarısına gelmiştik. Kırmızı ışığın yanmasını bekledik. Yere bakarak yürüyor ve konuşuyordu.

"Düşünüyorum da sen ve ben-"

Luther ilerlemeye devam etti.

"Luther dur!"

Luther durmadı.

Gelen araba.

O da durmadı.

Zaman da durmadı.

Ben hariç hiçbir şey durmadı.

Koşmaya çalıştım. İki kol beni oraya mıhlamıştı.

"LUTHER!"

Çevremiz insanlar ile dolmuştu. Aldığımız çöreklerin üstü. Kıpkırmızıydı. Kiremit rengi pantolonumun paçası koyu renk olmuştu. Kendimi zorladım. O iki elden kurtuldum.

Trafik durdu. Araba durdu. Luther durdu. Zaman işte benim için o anda durdu.

Dünya dönmeyi bıraktı. Benim için.

Yanına çöktüm. Yüzüne sıçrayan kan lekelerini onun ay ışığı güzel yüzünü kapatıyordu. Tek arkadaşım sanki beni bırakıp gidiyordu. Adını sayıkladım. Uyanmalıydı.

"Luther!"

Seslendim.

"Luther!"

Tekrar denedim.

Yüzüne vurdum.

Tekrar adını haykırdım. Bu haykırış sonu olmayan bir son misaliydi.

Elleri hala sıcaktı. Ellerine daha önce hiç bu kadar sıcakken dokunmamıştım. Elleri... Parmakları... Gitardan tahriş olmuş ve yıpranmıştı. Kazağından açıkta kalan yerde hafif yaralar vardı. "Hani söz vermiştin!" diye fısıldadım. "Hani sen tutamayacağın sözler vermezdin!" diye devam ettirdin. "Sen kolaya mı kaçıyorsun? Tanıdığım en cesurlardan biri olan o insan olarak"

Evet o belki de hiçlik denizinde yüzen tanıdığım en cesur insanlardan biriydi. Hala umutsuzca onu kendi

O iki kol beni tekrar kendine çekti. "OPİA!" diye sesli bir şekilde bağırdı. Duyamıyordum. Ne onu ne notaları. Gözlerimden süzülen yaşlar mıydı? Yoksa onun bana verdiği sözlerin yükü müydü?

İki kola beni sarstı. Gözlerim bulanıktı. Gözlerimi biri aldı. Göremez oldum. Ve kollarını bana sardı. Ambulans sirenleri sokağı doldurdu. Onu sedyeye alırlarken ona döndüm. Dizlerim artık tutmayacak kadar kötüydü. Ellerimi kolun sahibine doladım.

Son sözüm "Luther..." oldu. Daha sonrasında şaşırmalar ve ismimin haykırılması ayrı bir konuydu.

 

-Yazarın Ağzından-

"Ne zamandır burada?"

"Artık yurda dönebilir"

"Burada kalması daha iyi"

Sesler yükseldi. Herkes tek bir konu hakkında konuşuyordu. Akira, Darwin hatta Castor bile. O da aslında onu seviyordu. Sadece ona beslediği anlamsız ve kötü hisleri vardı.

Akira, onu bir kız kardeş olarak görüyordu. Küçük kız kardeşini yıllar önce kaybetmişti. Onun flütünü çalıyordu.

Darwin, hep arkadaş grubunda en sosyal ama en yalnız kişi olmuştu. Hep yanlış tercihler yapmak ile ünlüydü.

Castor, içinde bulunan güç hiç bir zaman tahmin edeceği kadar güçlü olmamıştı. Cılız değildi, güçlü de. Cılızdan kastım asla yapı olmadı. Hep ruhsal olarak düşündüm onu.

Ve o. Amor, belki bazılarının konser broşürü toplamasını sağlayacak kadar derin bir zekaya sahip o. Hep o diye bahsedilen Amor. Hep duygularının kölesi olmuş Amor. Hayatına giren renge sahip çıkamamış ve bunun vicdan azabıyla yanan Amor.

Amor... 4 harf. Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu anlamına gelir. Kısacası aşktır, sadakattir, harcanan bir ömürdür.

Kapı alacaklı gibi çalındı. Darwin kapıya doğru yöneldi. Kazanın üstünden daha bir buçuk saat geçmişti. Kilitli kapıyı çevirdi. Opia yatakta amansız bir şekilde uzanıyordu. Gözleri kapalıydı. Yaşadığı bu acıyı nasıl unutacağına kara vermek için erkendi.

Kapı açıldı. "Nerede o?" dedi yorgun bir ses. Hepsinin gösterdiği tek bir göz vardı. Darwin yorgun bir şekilde yerine oturdu. Amor yalpalayarak ilerledi. Yatağın yanına oturdu. Ağzından tek bir kelime döküldü.

"Siyah Kuğu?"

"Sen güçlüydün, birinin seni mahvetmesine izin mi verdin benim Siyah Kuğu'm?"

"Sen ne yaptın Siyah Kuğu'm?"

"Bana neler yaptın?"

Gözlerinden yaşlar süzüldü.

Opia'nın saçını geriye attı.

"Bize neler yaptın?"

"Ama ikimiz hiç biz olmadık ki? Dimi?"

"Ben senin için hep ulaşılmaz bir rakiptim. Ben senin için hep bir hedef tahtasıydım. Ben hep senin için..."

"Duygusuz bir robottum değil mi?"

Opia gözlerini kırpıştırdı. Amor gözlerini silmekle uğraşırken bunu önemsemedi ve devam etti.

"Eğer sen bana gelseydin bunların hiçbiri olmayacaktı Siyah Kuğu"

"Sen bu hatayı kendin istedin"

"Sen onu oraya yolladın"

"Sen zehirli bir gülsün siyah kuğu"

"Güzelsin ama sana dokunanı zehirliyorsun. O da bugün sana dokundu dimi? Ben seninle zar zor aynı sahneyi paylaşırken o bunu yaptı dimi?"

"Sen onunla arkadaş oldun değil mi?"

Amor'un öfkesi gittikçe artıyordu. Gözleri sadece dışarıda ki pencereyi gömüyordu.

"Amor..."

Opia'nın sesi duyuldu. Amor sustu. Çünkü onu susturabilecek tek ses onun sesiydi. Hiç bir şey yapmadı. Onu dinledi. Daha sonra gururundan ödün vermeyerek dışarı çıktı. Opia dikleşti. Darwin onu omuzlarından geri oturttu. Akira tüm erkekleri dışarı kovaladı. Belki de Amor'un peşinden.

-Opia'nın Ağzından-

Sözlerini yarım yamalak anlamıştım. En sonra Luther... En son o yaşıyordu. En son o hayattaydı. En son o bana beni sevdiğini söylemişti. Bende onu seviyordum ama böyle değildi. Benim ki ayrı bir hikayeydi onun ki ayrı bir hikayeydi. Acaba gözü arkada gitmiş miydi? Yoksa oldukça huzurlu muydu?

Cevabı duyabilmiş miydi? Yoksa son ana kadar aklında mıydı?

Peki bu cesareti toplamak için ne kadar uğraşmıştı?

Dizlerimi kendime çekerek yatakta oturur bir pozisyon aldım. Üstümde o anki kıyafetlerim vardı. Üstümde ince bir çarşaf. Akira bana baktı. "Gerçekten önemli bir şey yok yani sende"

"Ya Luhter o..."

"Evet Opia üzgünüm ama..."

Gözlerim doldu. Yaşlar süzüldü. Dünyanın en sesli haykırışını en sessiz şekilde yaptım. Gözlerim önümü görmüyordu. Akira'nın omuzuna yaslanmıştım. Hayatım sanki ona bağlıymış gibi sımsıkı sarılıyordum. O an zihnime doldukça anılarım sanki yaşamımdan uçuyordu.

"Ne zaman çıkacağız?"

"Doktor sen uyanınca kontrole geleceğini söyledi. Tanıkların da dediği gibi hasar almadın sadece ruhsal bir sıkıntı."

"Onu ne zaman göreceğim?"

"Onu artık göremezsin"

Sessiz kaldım. Çünkü konuşursam haykıracağım çok şeyim vardı.

"Doktoru çağırabilir misin? Buradan oldukça erken çıkmak istiyorum"

"Pekala"

Akira gitti. Amor ve Siyah Kuğu... Yoksa... Hayır, Amor asla böyle bir şey yapmazdı. Belki şu an burada bile değildi.

Doktor geldi. Hızlı bir şekilde bana birkaç soru sordu. Daha sonra çıkabileceğimizi söyledi. Akira koluma girdi ve yol boyu konuştu. Bizi almak için bekleyen bir araba falan yoktu. Gece yarısı olduğu için geçen bir otobüste. Hastanenin çıkışında bizi bekleyen iki tanıdık yüz gördük sanırım bunlar yanlarında huzurlu hissettiğim nadir yüzlerdi.

Yanımıza geldiler. Hiçbir şey sormadılar. Yine Akira konuştu. Amor yoktu. Sadece dördümüz vardık. Darwin ve Akira'nın koluna girmiştim. Onlarda ağırlığımı almak için beni belimden destekliyorlardı. İlk kez kendimi bir yere ait hissettim. Ama burası bir yer değildi. Onların yanıydı. Ya o neredeydi? O duyduklarım peki?

Halüsinasyon olmalı diye düşündüm. Luther'in geçirdiği kaza sonrasında kafamda yaşayan küçük ve acı dolu sahneler.

Okula ulaştık. Beni odama kadar bıraktılar ve ikisi çıktı. Akira duş almama yardımcı oldu. Pijamalarımı üstüme geçirdi ve sıcak yatağımda düşüncelere boğulmama izin verdi. Yorgundum. Ama bu yorgunluk uyku ile geçmezdi. Birçok duygum daha vardı buna benzer. Ama bunların hiçbirinin çaresi yoktu. En kısa yol ya düşünmek ya da uyumaktı. Düşünmek beni daha fazla yorardı bu yüzden son saatlerde en iyi yaptığım şeyi yaptım. Sonu olan bir sonsuzluğa uyudum.

Parmaklarımın ucunda topallayarak uyandım. Gerçek yeniden yüzüme vurmuştu. Ayağa kalktım ve sersemce oturma odasına yöneldim. Kanepe de uyuyan Castor ve Darwin beni karşılamıştı. Büyük ihtimalle Akira onları odadan atarak kendi uyumuştu. Onların uykularını bölmeyerek bende dışarı çıktım. Üstümde ki pijamaları ve harikulade hırkamı önemsememiştim çünkü hava olabildiğince güzeldi. Bu harika havaya rağmen saat erken olduğu için kimsecikler yoktu.

Her zaman gittiğim o göl kenarına gittim. Amor'da oradaydı. Sanırım tek ortak noktamız burasıydı. Belki de çok vardı ortak noktamız. Ama ben bunu hiç fark etmemiştim. Yanına yaklaştım. Dizlerimi kendime çekerek yanına oturdum. Kalkmaya yeltendi.

Onu elinden tutarak durdurdum "Sonra gelen bendim eğer gitmesi gereken biri varsa o da beni" dedim. Bana baktı. Gözlerime baktı. Bir şey demedi ve geri oturdu.

Bende kalmaya karar verdim. Dakikalar boyunca sustuk. Ben dinçtim. Bana bir şey olmamıştı. Ama onun içini kemiren bir şeyler vardı. Dışına vuramadığı.

Siyah saçlarımı gözlüğümden geriye aldım ve kolumda ki saate baktım. "Sanırım kahvaltı saati gelmiş. Kahvaltı yapmak ister misin?" dedim. Başını bana çevirmeden, gözlerini benden kaçırarak "Olabilir" dedi.

Beraber kalktık ve ilerlemeye başladık. Oldukça sıradan bir şekilde yemeğimizi yedik. Yüzü durgundu.

"Amor"

"Evet?"

"Bir şey mi oldu?"

"Hayır"

"Neden böylesin?"

Yanaklarını ateş basmıştı.

"Normalde nasıldım ki?"

"Sakinleş biraz Amor. Yüzün kızardı."

"Sanırım biraz yorgunum"

Bahanelerin ardına saklanmakta oldukça kötüydü.

"Odaya çıkalım mı? Sizinkiler orada"

"Olabilir"

Beraber odaya çıktık. Onun hiçbir zaman duyguları olmamıştı ama şuan neden özellikle bana öyleymiş gibi geliyordu ki?

Kapıyı açtım. Darwin çoktan uyanmıştı bile. Bana doğru geldi ve sıkıca sarıldı. Başka bir şey demedi. Bana sarılan sadece Darwin ve Akira olmuştu. Akira'nında bunu içgüdüsel olarak yaptığını düşünüyordum.

Diğerlerinin ise bakışları çok fazla şey anlatıyordu. En azından Amor'un.

Bugün günlerden pazardı. Yani Castor ve Akira'nın konseri vardı. Bunu onlara hatırlatarak "Konseriniz kaçtaydı?" diye sordum uyanan Akira'ya. Akira ağzından bir saat geveleyerek yüzünü yıkamak için gitti.

Bizde bunun üstüne odayı havalandırdık. Ben odama gidip yatağımı topladım. Geri döndüğümde Castor, Darwin ve Amor kanepede oturmuş plan yapıyorlardı. Meraklanarak onlara ne düşündüklerini sordum?

Sanırım benim için tuttukları sözcü olan Darwin cevapladı "Bahar tatili için sınavlardan sonra bizim yazlığımıza gitmek istiyorum ve onları da çağırıyorum. Yani seni de" .

Akira kapıdan fırlayarak "Sanırım anneni senden daha fazla özledim ve bu yüzden kesinlikle gitmeliyiz"

Amor'un gözlerinden tek bir duygu okunuyordu. Özlem. Anılarına karşı duyduğu özlem olmalıydı.

"Benim için fark etmiyor. Eğer Akira gelirim diyorsa bende gelirim yani" dedim kendimden beklenmeyecek bir perfonmans ile.

"Bahar tatili ne zaman başlıyor ki?"

"Yaklaşık üç hafta sonra"

"Tamam o halde anlaştık anneme bizi alması için yazarım. Şimdi her neyse Akira ve Castor lütfen artık gidin ve konserinize hazırlanın öğlen konser salonunda buluşuruz." dedi. Onlar çıkarken bende Amor'a dönüp "Bizde konser sınavı için çalışalım mı?" dedim. İkiletmeyerek başını salladı. "O zaman çalışma odalarında görüşürüz" dedim ve odama girdim. Üstüme baharda giyilmeye layık siyah bir elbise giyerek kemanımı aldım ve çıktım.

Zıplayarak çalışma odasına gittim. O da bu esnada piyanonun akordunu kontrol ediyordu. Kapıyı tıklayarak içeri girdim ve onu notaların içine düşmekten kurtardım.

"Kafanı kaldırıp etrafa bakmazsan göz numaran daha fazla büyüyecek" dedim.

O sadece bana bakmakla yetindi. Ona nota kağıdını uzatarak "Moonlight Sonata bence tam bizlik hadi çalmaya başlayalım"

Yaklaşık yirmi dakika veya yarım saat süren bir eserdi. Hafiften çalmaya başladık. Kemanımın ssi yeni yeni duyulmaya başlamıştı.

Yavaş yavaş ilerliyorduk. Her duygu bir nota ibaresi olarak tuşların üzerine mimleniyor onun parmakları arasından benimde arşemin arasından kayıp gidiyordu. En sevdiğim kısım üçüncü bölümde bulunuyordu. Çalması zor bir kısımdı bu yüzden tam versiyonu ile çalmak istemiştim zaten.

Notalar hakkında bir korkusu yoktu. Metronoma oldukça sadık kalmayı başarmıştı. Yan notalar girdi. Bana düşen en fazla iki nota çalmaktı. Ama sahnenin parlayan yıldızı bendim. Kollarım gevşedi. Sadece piyonanın sesi duyuldu. Arşemi baştan aldım. Gözlerimi kapattım. Ezbere bildiğim notaları yaşamaya çalıştım.

Bunun bana bir etkisi yoktu. Sadece müziği hissedebiliyordum. Müziği ellerimde, ruhumda ve kalbimde. Kısacası her zerremde hissedebiliyordum. Sakin müzik bizi uyutacak kadar güzel bir metronom ile gidiyordu. Arada giren aşırı kalın ve aşırı tiz seslerde buna bir hava katıyordu. Olabildiğince ona uyum sağlamaya çalışıyordum. Ama benim amacım hiçbir zaman metronom olmamıştı. Benim amacım her zaman sahnede parlamak olmuştu.

Amor notaları itinayla seçiyordu. Ben ise vibrato yaparak onu geriletiyordum. Hoşuma gitmiyor değildi. Konserde de aynısını yapmaya çalışabilirsem öcümü alacaktım.

Beşinci dakikasına ancak yeni gelebilmiştik. Sesler gittikçe kalınlaşıyordu. Zaman aktı ve altıncı dakikaya geldik. Araya giren iki kalın nota ve ince altı ses. Fa anahtarında ki elini bastı. Sol anahtarında ki elini oynattı. Bu sefer elini fa anahtarına kaydırdı. Yedinci dakikaya ulaşmaya az kala en kalın iki sesi bastı. Bende kemanımda sol telinden bir kısım çaldım.

Birkaç saniye sessiz kaldı ve ikinci kısma geçtik.

Neşeli bir şekilde başlıyordu. Yani birinci kısma kıyasla. Bu da onu olduğundan iyi yapardı. Yani kemanda sol telini çalmak kalınlığından dolayı hep daha zor olmuştu. Çok çalarsanız kolunuz ağrır ve diğer tellere kıyasla daha fazla yorulurdunuz. Bu mi telinde tam tersiydi. Bir kuş tüyü kadar hafif olan bu telde dördüncü parmakla bile en iyi vibratolar yapılırdı.

Tabi ikinci kısımda da bazı yerler vardı. Gittikçe kalınlaşıyordu. Ama ince sesler ile destekleniyordu. Kalından inceye geçiş yapmak onun için zor değildi. Piyona onun doğasında vardı.

İkinci kısım birinci kısımdan daha hızlı bitmişti. Amor son ve kalın notalara var gücüyle bastı. Biraz beklediler ve üçüncü kısma geçtiler.

Herkesin bu şarkıyı ifade etme şekli farklıydı. Bazılarına göre bu tutkunun hırsıydı, bazılarına ise acının hançeri, kederin gözyaşı, mutluluğun duygusu, sessizliğin sesi, müzisyenlerin ise...

Bana göre ne olduğunu bilmiyordum. Sınav eserimdi. Bununla sahnede parlamak için her süsleme tekniğini yapacağım kesindi. Yorulacağımız bir eserin başındaydık. Amor'un elleri baştan sona gidiyor sonrasında iki tane fa notasının üstünde baskıya kalıyordu. Aynı bir bilgisayar klavyesi kullanır gibi yapıyor. Hırsla notalara başlıyor daha sonrasında omuzunu bir yay gibi gerip gevşetiyordu. Adımları ritmik bir şekilde pedala basıyordu. Benim ise parmaklarım acımaya başlamıştı. Aralarında verdiğimiz birkaç saniyelik esler sayesinden arşe tutuşumu daha iyi kavrayabilmiştim.

Notalarda hiç olmadığımız kadar iyi gidiyorduk. Besteyi yaşıyorduk. Duygularımız, nefes alışverişimizi ve bedenimizi esir alan bir parçaydı. İkinci kez gelen röpriz benzeri başa dönme ile tekrar çalmaya başladık en sevdiğim kısım olan baş parçayı tekrar tekrar çalmak hoşuma gidiyordu. Bunun kesinlikle çok iyi avantajları vardı.

Yaklaşık üçüncü dakikasına yeni varabilmiştik. Tahmini beş dakikamız vardı. Gittikçe yumuşayan eser ilk defa dinleyen seyircelere sakinleştiğini düşünse de her seferinden o kaba tarafına tekrar geri dönüyor sonrasında sizi bir dönemeçle karşılayan bestelerin arasına bağlıyordu.

Ellerimiz artık acımaya başlamıştı. Bir prova için olabildiğince fazlaydı.

Tekrar basa döndük.

Tırnaksız parmaklarım acımaya başlamıştı onun ise sırtının ağrımaya başladığını düşünmüştüm. Bu üçüncü röprizden gelen sonra notalar biraz olsun hafifletmişti. Bileklerimizin sona kadar dayanmasa için dua ederek altıncı dakikaya girdik.

Bu bestenin bana hatırlattığı tek bir şey vardı. Piyona dahisi Amor.

Bu nota kağıdının her yerine sanki onun adı mimlenmişti. Görünmezdi, algılanamazdı. Sadece duyulabilirdi. Sadece benim tarafımdan.

Bu ise kendime ait olan en iyi şeylerden biriydi. Son bir kez piyonanın en ince notasından en kalın notasına dokundu ve o klasik melodiyi tekrar çaldı. Bu sefer daha kalın notaları benimsemişti. Sonunda basabileceği en kalın notaları seçerek elini onlara değdirdi. Ve bitti.

Alnımda ki teri silerek ona baktım "Sanırım iyi iş çıkardık"

"Bir düelloya var mısın?"

"Nasıl bir düello olduğuna bağlı"

"Kim Rush E'yi daha iyi çalacak düellosu"

"Ama senin elinin altında piyona var. Bu ağaçla yapmak ne kadar zor biliyor musun?"

"Senin gibi bir virtüöz için zor olmasa gerek. Yoksa bir dakika. Sen virtüöz değil misin!"

"Öyleyim ve kabul ediyorum. Önce kim?"

"Hanımlar önden" dedi ve bacak bacak üstüne atarak beni izlemeye başladı. Arkasını piyanoya vermişti.

75 hız metronom ile başlamıştım. Mi notaları elimden kayıyordu. Staccato tekniği ile çaldığım için ekstra zor geliyordu. Mi notaları bitti ve ben hızlanarak 108'e çıktım. Tekrar mi notaları ile boğuşurken o bana gülüyordu. Az sonra başıma geleceğe gülüyordu. Daha başıma gelmeyen bir şey için gülmek ne büyük düş kırıklığıydı. 137'e çıkarak bende ona gülümsedim. Bu gülümseme daha her şeyin başlangıcıydı. 160'a çıktım.

Bu sefer klavyeye değil ona bakarak çalıyordum. Yüzünde ki gülüş yavaştan solmaya başlamıştı. 170'e tırmandığım zaman yüzümde ki zafer gülüşüyle ona baktım. Sonra teker teker 180'e çıktım. 180'le baştan aldım ve ona baktım. O da gülümsüyordu. Son arşemi çekerek ona baktım ve onun çalmasını izledim.

Akışkan bir şekilde notaları bıraktı. Ne olacağını ikimizde tahmin ediyorduk. Elleri mi notasını buldu ve ritmik bir şekilde çalmaya başladı. Beyni hem nasıl metronom tutup hemde notaları sayabiliyordu. Hızlı bir şekilde 140'a çıkmıştı. Tabi ki çıkacaktı. Piyona kemandan daha kolaydı. 180'e çıkmaya çalıştı. Çıktı da. Tam 190'a geçeceği sırada metronomuna uyarak onun yanına geçtim ve kemana var gücümle asıldım.

Bitti 200'e çıktı. O bana gülümsedi bende ona gülümsedim beraber harika bir şekilde en zirveye ulaşmıştık. Kendi yorumumu katarak çalmaya işte o anda başladım. Onun harika bir şekilde metronoma ve notalara sadık kaldığı iyi çaldığı anlamına gelmiyordu. Onu bozmak için her kurnazlığı yaptım. Yapsam bile gülümseyerek karşılık verdi.

O yapmaya çalıştığı zamanlarda ise gülerek bende ona karşılık verdim. Artık keman çenemde titriyordu. Az kalmıştı. Buradan yukarısına elimizde bulunan metronom yetmeyeceği için enstrümanlara özel olan süsleme tekniklerini kullanıyorduk.

Bu da işimizi daha fazla zorlaştırıyordu. Sonuçta piyanist birisine vibrato yapması gerektiğini söyleyemezdiniz.

"Tamam bu kadarı yeter sen kazandın!" dedi durarak

"Bu kadar çabuk pes edebileceğini söylememiştin"

"Kimse kolay yenileceğini rakibine söylemez"

"Yani rakibiz"

"Birkaç kez aynı safta bulunduk ama düşmanda değiliz"

"Öyle mi?"

"Öyle siyah kuğu"

O mektup

"Bir dakika"

"Evet?"

"Siyah kuğu?"

Gülmeye başladı "Sana tek siyah kuğu diyenin ben olduğumu düşünmüyorsun herhalde"

"Yani ben öyle olduğunu düşünüyordum"

"Kuğu Gölü performansımızdan sonra sana bilmesen bile bu lakap takıldı sadece kimse sana böyle seslenmiyor"

"Niye ki?"

"Çünkü senin şahane bir adın var sevgili Opia Allen"

Opia anlamı, bir insanla göz göze bakışmanın verdiği yoğun his demek.

Adımın anlamını ilk defa yaşıyordum. Mavi gözlerine ilk defa bu kadar yoğun bakıyordum. İlk defa bir okyanusta kaybolmak istediğimi hissettim.

Gözlerime bakıyordu.

Siyah, kömür rengi gözlerimin içinde yandığını hissediyordu.

Beni sevmeyen bir okyanusta kaybolduğumu hissediyordum.

Kemanımla olduğum yere mimlenmiştim.

"Teşekkürler" dedim gözlerimi kaçırmadan.

"Ve sevgili Amor Foster seninde harika bir adın var" diye ekledim.

Amor anlamı, aşırı sevgi bağlılık duygusu.

Ona gülümsedim. Bedenimi parçalayacakmış gibi atan kalbimi sakinleştirerek kemanımı geri topladım. Notaları ezbere bildiğim için notaları ona bırakarak oradan çıktım.

Koridora çıktığımda yüzüme basan ateş sonucunda saçımı toplamak zorunda kalmıştım. Geldiğim gibi zıplayarak odama döndüm.

Darwin yine odada beni bekliyordu. Geldiğimde başını telefondan kaldırarak "Hadi hazırlan da çıkalım." dedi. Saate baktım. Gerçekten de iki saate yakın çalışmıştık.

Odama girdim ve elbisemi değiştirerek bol paça siyah bir pantolon giydim. Üstüne beyaz bir gömlek giydim ve saçlarımı topuz yaptım. Hazır olduğumda Darwin'le beraber çıkarak konser salonuna yürümeye başladık.

Dar koridorlardan geçerken bir haftaya benim de böyle bir durumda olacağım aklıma geldi.

Gerçektende olabildiğince gerici bir durumdu. Kırmızı kadife kaplamalı duvarlar bana hep orkestra konserlerini düşündürüyordu. Belki aklımda sürekli bir orkestra isteği yattığı için olabilirdi.

Yolun bitiminde bu sefer direkt koltuklara yöneldik. Çünkü olabildiğince geç kalmıştık. Üç kişilik boş bir yer bulduk ve Amor'a da bir yer ayırdık. O da zaten birkaç dakika sonra gelmişti.

Akira ve Castor sahneye çıktı. Yanlarında bir kız daha vardı. Büyük ihtimalle görevlendirilen piyanistti. Akira ve Castor birbirlerine başlarını salladılar ve başladılar. Çaldıkları eser "Dance of the Sugar Plum Fairy"' di. Sanırım grupça Tchaikovsky'nin eserlerini seviyorduk.

Eserlerini olabildiğince pürüzsüz bir şekilde sergilemişlerdi. Akira'nın bakışları ne notalardaydı ne seyircilerdeydi. Tam olarak Castor'a bakıyordu. Dudaklarında notalardan ziyade onun bu sınavı geçebilmesi için dualar okunuyordu.

Castor'da Akira'yı fark etmek yerine notaları bastığı klavyeye odaklanıyordu. Yavaş ritimli bir beste seçmelerine rağmen bu kadar stres yapacak şeyin ne olduğunu merak ediyordum.

Sonunda şarkıları bitti ve Amor'la yaptığımız perfonmans kadar uzun sürmeyen bir sessizlik oldu. Alkışlamaya ilk başlayan ve son bitiren bizdik. Müzisyenliğin duygularını damarlarında taşıyan gençler her zaman bu bestelerin bıraktığı izleri daha iyi silmiştir.

Gösterinin bitmesinin ardından herkes yerinden kalkarken Castor, Akira ve diğer kız sahneden inerek sahne arkasına geçti. Bizde onların yanına gitmek için ayaklandık. Amor ve Darwin, Castor'un etrafını sararken bende heyecandan hala titreyen Akira'nın flütünü kılıfına koyarak koluna girdim.

Beraber bahçeye çıktığımızda ikisi de çok heyecanlıydı. Castor'u ilk defa böyle görüyordum. İlk topluca karşılaştığımız banka gelmiştik. Akira ve ben banka kurulurken diğerleri taşlara veya çimenlere oturdular. Güneş tepedeydi bizi selamlıyordu.

Sanki birkaç gün önce yaşananları unutturmak istermiş gibi. Birçok kişinin ifadesi alınmış ve bunun sonucunda bunun tamamen Luther'ın dikkatsizliği olduğuna karar vermişlerdi. Bu karar beni sonuna kadar deli ediyordu. Ama düşününce kimsenin suçu olmadığını biliyordum. Darwin sessizliği bölerek "Nereye daldın Pia?" diye sordu. Hiç anlamında omuzlarımı silktim. Amor sıkıntıyla oflayarak "Ulusal gösteriye ne kadar kaldı?" diye sordu. İşte ulusal gösteri. Belki her şeyin sonu her şeyin başlangıcıydı. Bir şey bitmeden sonunu gösterip yenisine yol açan bir fırsattı bizim için.

Yarışma takvimini avucunun için gibi bilen Akira kafasını kaldırarak "Bahar tatilinden iki ay sonra" dedi. Castor "Yani hazirana denk geliyor" diye ekledi. Darwin ellerini toprağa yaslayarak dikleşti ve "Hala hangi eseri çalacağımızı seçemedik. Sonuçta bir Vivaldi bir Tchaikovsky çalamayız." dedi.

"Ayrıca daha fazla Tchaikovsky çalarsak izleyicileri sıkmış oluruz." diye ona katıldım.

"Aslında adımızın küçük Tchaikovsky'ler olarak çıkması güzel olmaz mı?" diye benim aksimi söyledi Akira.

Castor gülerek "Küçük Tchaikovsky'ler mi?" dedi sonra bana doğru bakarak "İlk defa şu deliye hak verdim" dedi.

"Deli? Şu deli?" dedi ve arkasına yaslandı Darwin. Kendini benden gelecek küçük çaplı kaosa hazırlıyor gibiydi.

"Sanırım deliyim. Ama bu beni daha havalı yapmaz mı? Hem sizde övünmelisiniz. Grubunuzda bir deli var! Ayrıca Darwin medeni bir insan gibi konuşacağım yani bugünlük kaos yok" dedim ve arkama yaslandım.

Darwin kaşlarını kaldırarak "Vay be laf dalaşına girdikten sonra ortamdan ayrılmazsan nefessiz kalmıyormuşsun!"

Derin bir nefes alarak bakışımı ondan geri çevirdim. Gözlerimi direkt olarak Amor'a çevirdim. Çiçekler ile oynayarak anlattıklarımızı dinliyordu. Sanki bize bakmaktan çekinirmiş gibi. Onunla uğraşmak ister gibi gözlerimi üstüne diktim.

Akira ve Darwin amansız bir tartışmaya girmişken Castor onları takip ediyordu. Şu an ikimiz içinde evrende ki son insanlar bizlerdik.

Ne havada ki rüzgar buna maniydi. Ne de buna engel olan konuşmalar. Gözlerini kaldırıp bana baktı. Zeytin siyahı bir çift gözün yanında bütünleşen okyanus misali gözler.

Hayır. O başkasına aitti. Ve başkası da ona aitti. Gözlerimi ondan çekerek çimenlere yönelttim ve diğerlerinin aralarından çevirdiği sohbete dahil olmak için kulak kabarttım. Başım adımın haykırılması ile sesin geldiği yöne geldi. Onlara "Birazdan gelirim" dedim.

Bana doğru uzanan ele baktım "Celecia!" diye haykırdım. Ona sarıldım. Gülümsemesi devam ediyordu. Kız gülümseyerek devam etti "Burası çok sıcak sana anlatmam gereken önemli şeyler var. En boş olan yer çatı sanırım" dedi. Benim konuşacak neyi olabilirdi ki?

Onu kırmamaya dikkat ederek başımı salladım. Yangın merdiveni çıkışına doğru ilerledik. Elini belime attı. Yukarı doğru çıkarken "Yeni ölen bir çocuk var adını duymuşsundur neydi?" dedi.

Afallamıştım. "Luther, Luther Caim" dedim sonrasında bu afallamış halimi üstümden atarak "Ne oldu ki?" diye sordum. Yangın çıkış kapısını ittirerek çatı katının kapısını açtı. Geçmem için izin verdi. Beni hala bırakmamıştı.

"Ya o abimdi desem?"

Sustum. Ne diyeceğimi bilemiyordum.

"Ve sanırım onunla karşılaşmanı sağlayan bendim" dedi parmakları arasında belimi sıkarak.

Beni ileri ittirdi. Ve ona bakmamı sağladı. Akşam güneşi kafamın üstünden geçiyordu. Yüzünde ki gülümsemesi soldu.

"Onun katili sensin!" dedi kin dolu bir edayla. Devamını getirmek için ikimizin de nefes almaya ihtiyacı vardı.

"Beyaz kuğu? Çok masum bir isimdi dimi? Bizzat ben seçmiştim"

Ben susmuştum ve onu dinliyordum.Bu okula gelmem. Luther ile arkadaş olmam ve Celecia'ya yardım etmem eski Opia olmadığımın bir kanıtı değildi. Değişmiştim. Belki eski benliğim benden uçmuştu ama bu böyle değildi.

"Seninle karşılaştığımız o gece. Belki bir hayata dokunmuştun. O gece belki gerçekten seni görmemiş olsaydım kardeşim seni neden sevdiğini anlayamazdım. Belki de o zaman seninle karşılaşması için o gün o numarayı yapmazdım."

Demek o günkü davranışları bir numaraydı. Bir güz esintisi gibi etrafımda dönmeye başlamıştı. Ya çok iyi rol yapıyordu ya da Luther'ın ölümü onu delirtmişti. Devam etti.

"Ertesi gün, yanında bitmişti dimi? Sana beyaz kuğu demenin hoş olacağını ben söylemiştim. Sen ise onun için bir siyah kuğu oldun" Yutkundu. Sanırım buradan sonrası onun için devam etmesi zor bir kısımdı. "Ve o gün sana yazdı. Ama sen onlarla beraberken onun teklifini kabul ettin. Luther delirmişti. Tanıdığım o güçlü çocuk gitmişti. Yerine aşk sarhoşu bir genç gelmişti. Sabah akşam adını neredeyse zikrediyordu. Yediği yemeklerin yanı sıra yemediği yemekler bile ona zehir olmuştu. En sonunda sana hislerini açıkça söylemeye karar verdi."

Gözleri ağlamaklı olmuştu. Aniden "O arabanın altında kalırken seni tutan eller beni tutmadı!" diye bağırdı. Artık gözlerinden süzülecek yaşlar kalmadığı belliydi. Ne yapacaktı ne yapmaya çalışıyordu. Artık kapıya yakın olan bendim. Üzerime doğru yürüyordu. Olduğum yerde kalmıştım.

"Bu benim suçum değildi"

"Ona da mı böyle güzel yalan söyledin Opia?"

"Ona yalan söylemedim Celecia bunu sende sende biliyorsun"

"Tabi ya, ben her şeyi biliyorum"

Yürümeye devam ettikçe ona olan duygusuzluğum ve Luther'a olan özlemim artıyordu.

"Düşün Opia! O gittikten sonra kaç gün üzüldün. Bir mi iki mi? Canıma bahse girerim üç günün yoktur!"

Canına bahse girdi ve kazandı.

"Ya duyguların. O senin için bir hiç miydi? Peki ya sen onun için neydi?"

"Saçmalıyorsun Celecia nöbetçilerden birini çağıracağım" dedim ve elimi kapının koluna attım. O anki dualarım sayesinde mi bilmiyordum ama kapı kolu açıldı. Beni takip ediyordu. Yanıma yaklaştı omuzlarıma dokundu ve beni geriye doğru ittirdi. İlk hamlesinde başarılı olamasa bile sendelemiştim. "İyi değilsin Celecia" diye fısıldadım.

Beni duyduğundan bile emin değilken o ikinci hamlesini yapmış ve sırtım boşluktan merdivenin sert köşesine çarpmıştı.

Hayır bu sefer gözlerimi kapamayacaktım. Duvardan destek alarak kendimi yukarı çektim. O da eteğinin pilesini düzelterek merdivenlerden aşağı iniyordu. Adım sesleri duyduk. İkimiz de başımızı o yöne çevirdik.

Gelenler son iki aydır tanıdık olduğum dört yüzdü. Beşinci bendim. Ama hayatımda ki beşincinin katili de bendim.

Akira bir bana bir ona bakarak hızla kızın yanına gitti. Ne yapacağını merak etmiyordum. Çünkü onu kolundan tutarak koridorlarda sürükleyeceğinden haberim vardı. Darwin arkasından koşturarak şahitlik yapmaya gittiğini düşündüm.

Castor o gün ilk defa bana yakınlık gösterdi. Amor ile beraber koluma girdiklerinde bileğimde hissetiğim acı pek artmamıştı. Revire gidiyorduk. Başka nereye gidecektik ki?

Castor kapıyı ittirerek geçmem için izin vermişti. Revirde ki hemşire ne olduğunu nezaketen sordu ve Amor benden önce ağzını açınca çabucak "Kaza geliyorum demedi. Küçük bir sakarlık" dedim. O da başını sallayarak "İyi bari bir sonra ki sefer daha dikkatli ol. Şimdi uzan bakalım küçük bayan" dedi.

Gösterdiği küçük sedyeye uzanarak bileğimi ona gösterdim. O da biraz inceledikten sonra geri çekilerek "Sadece burkulmuş ilk üç gün üzerine basamayabilirsin. Önümüzde ki hafta da aceleci davranma. Şunu da her gece sürersin eğer ağrın olursa ağrı kesici al ve uyu. Geçmiş olsun" dedi. Biz de odama dönmek için hareketlendik.

Geldiğimiz gibi kapıdan çıkarken bu sefer ceylan gibi sekerek yürüyordum. Amor aniden "Neden ona doğruları söylemedin ki?" diye sordu. "Eğer deseydim onun başı derde girecekti. Bunu aklı yerindeyken yapmamıştır." dedim.

Amor kafasını iki yana sallayarak "Hayır hayır Opia. Sen böyle değildin. O intikamını alan o küçük canavar kıza ne yaptın?" dedi.

Beni küçüklüğümden beri takip mi ediyordu? Bildiğimiz takip kadar olmasada gözlerini üstümden ayırmayacak kadar. Kaşlarımı kaldırdım. Gerçekten kedimi avcı zannederken av olmuştum.

"Her neyse Amor artık dinlenmesi için izin verelim en azından buna ihtiyacı var"

"Akira'ya söyleyelim gelsin"

Bu esnada boynumda ki kartla kapıyı açmıştım. "Kira onun bakıcısı değil Amor ve ayrıca o kendine bakabilir dimi Opia?" başımı salladım ve görüşürüz der gibi gülümseyerek kapıyı kapattım.

Kapının arkasına yaslanarak bir müddet orada bekledim. Bileğimin acıdığını hissedince odama girip zorda olsa üstümdekileri çıkardım. Kapımın tıklanması ile kulaklarımı havaya diktim.

"Opia benim, Kira"

Kapıya doğru sendeleyen adımlar ile gittim. "Kapıyı nasıl açtın?" diye sordum. Önceliğimin bu olması biraz garipti. Ama güvenlikte önemli değil miydi?

"Darwin'nin kartını aldım. Şimdi söyle bakalım nasıl hissediyorsun?"

"Yorgun"

"Pekala" o halde seni uyuman için yalnız bırakayım dedi ve odadan çıktı. Zaten ondan daha fazlasını beklemiyordum. Bekleyemezdim de.

Bende bu yorgunluğumu üzerimden atmak ve biraz olsun dinlenmek için yatağın içine girdim.

Karanlık. Sadece karanlık bir yerde olduğumu seziyordum. Oturuyordum. Dizlerimi kırmış oturuyordum. Yerden destek alarak ayağa kalktım. Bileğim acımıyordu. Hayır düne veya bugüne dair bir iz taşımıyordum.

Ellerinden kanlar dökülen bir siluet bana doğru yürüyordu. Ona doğru koştum. "Luther!" dedim acı içinde.

Çektiğim fiziksel bir acı değildi. Amansız bir acıda değildi. Sessizliğin sesiydi. Vicdanımın çağrısıydı.O dosdoğru karşıya bakıyordu. Ona sarıldım.

İstifini bozmadan karşıyı istedi. Gözümden dökülen yaşların ardı arkası gelmiyordu.

"Opia" diye fısıldadı kulağıma. Ellerini tuttum ve ona dolu gözler ile baktım. Omuzunda bir el gördüm. Sadece o eli gördüm. "Artık gidelim kardeşim" dedi şefkatli bir ses tonu ile. Bana baktı. Acıyan bakışları altında ezildim.

Hata neredeydi? Bende mi? Kırılamayan kalbimde mi? Gözümden düşmeyen yaşlarda mı? Yoksa deliremeyen aklımda mı?

Yere çöktüm. Dizlerimin artık beni taşıyabileceğimi düşünmüyordum. Başımı yere eğdim. Onun kanları yine elime bulaşmıştı.

"Gitme" diye fısıldadım adeta. Saçlarım önüme düşmüştü. Gözlerim ellerimden damlayan kanlara bakıyordu. Celecia, Luther'ı omuzundan desteklerken Luther kanını bir mürekkep gibi akıtarak ufuk görünmeden tükenmişti. Celecia bana baktı ve yok oldu.

Arkamdan gelen ses ile oraya döndüm. "Allen!". Clair... Sanırım tüm her şeyin başlangıcı oydu. "Sana o gün dediklerimi hatırlıyor musun?"

"Seninle ilgili hiç bir detayı hatırlamak istemiyorum"

"Ölüler ile böyle küstahça konuşmamalısın küçüğüm"

Arkasını döndü ve yok oldu. Onun gittiği yere bakakaldım. Bana doğru özlemle bakan bir çift gördüm. Kadının üstünde gece mavisi bir tunik vardı. Kömür saçları beline kadar uzanıyordu. Gök mavisi gözleri ile beni izliyordu. Yanında ki adam ise kadının saçlarıyla uyan gözlerini doğruca elinde ki fotoğrafa dikmişti. Kadın aniden "Kızım!" dedi. Ona baktım. Hala bıraktığım gibiydiler. Son araba yolculuklarından önce çekile fotoğraf gibi.

Yanlarına yürüdüm. Annemin omuzuyla babamın bitişiminde göz yaşlarımı döktüm. Annem başımı okşarken onları ne kadar özlediğimi fark ettim. Onları hatırlamazken ne kadar özlediğimi. Gözlerimi kapadım. "Ben bir katilim" diye hıçkırıklarımın arasından bir itiraf kopup geldi. Bu rüyadan uyanmaya korkuyordum. Babam "Şimdilik gidiyoruz tatlım." dedi onlarda yok oldular.

Kendimi sonsuz boşluğa bıraktım.

                                                                           

Gözlerimi açtığımda sırtımdan akan terlerin yatağı sırılsıklam ettiği açıkça belliydi. Annem ve babamı düşündüm. Bende hiç fotoğrafları yoktu. Bu okuldan mezun olmayı beklemeden en yakın tatilde onların yanına dönecektim. Cesetlerinin bile olmadığı mezar taşlarına bir çiçek konduracak, komşularımızın hüzünle bahsettiği uğursuzluk laneti olan evimize gidecektim. Bir zamanla mutlu bir yuva olan evimize.

29 Temmuz 2013

Küçük Opia evlerinin merdivenlerini koşarak indi ve daha bir hafta geçmeden ayrılacağı ailesine uzun uzadıya sarıldı. Dişsiz ağzı ve yeni yeni şakıyan diliyle "Ne zaman geleceksiniz?" diye sordu.

Yaşıtlarına göre olgun bir kızdı. En azından dışarıya karşı öyle olması gerekiyordu. Anne ve babasının mesleği üzerine sürekli dışarıda olmaları gerekiyordu. Huzur kokan yuvalarının tadına hiç varamamışlardı. Annesi onun başını okşadı ve "Opia, tatlı meleğim yakında döneceğiz merak etme" dedi.

Kızın gözleri ağlamaklı olsa da ekmek teknelerinin önüne engel koymak istemiyordu. Bu yüzden başını dört yaşında ki birinden beklenmeyecek kadar güçlü bir olgunlukla salladı.

Bu sırada babası fotoğraf makinesini çıkartmıştı. Opia'yı kucağına aldı ve "Gülümseyin bakalım" dedi. Opia o an eksik dişlerinin bile yerinde olduğunu hayal etti. Bu ailenin son gülüşüydü. Ailecek gülümsedikleri son fotoğraftı. Daha sonra Opia gülecekti. Hemde oldukça. Ama bir daha aile olarak gülemeyecekti. Annesi ve babası böylece İspanya'nın Casares kentine bir haber için yola çıktılar.

Aile o zamanlar İspanya'nın bir sahil kenti olan Cadaques'te yaşıyordu. Annesi İspanyol olsa bile babası geleneklerini yaşatan bir İtalyan'dı.

Arasında on iki saat olan bu şehirlerin yolculuğu iyi geçmişti. Bir tehlike sezilmemişti. Ta ki Casares'in yamaçlarında bir dikkatsizlik yüzünden ortaya çıkan kazaya kadar.

İki aşığın cesetlerini bulamadılar ama Opia onları her zaman anmak istedi. Onlar için beyaz laleli bir bahçe tasarladı. Ortasında aralarında Opia'ya yetecek kadar mesafe olan iki anıt konuldu. Üstlerinde Bay Allen ve Bayan Allen'ın isimleri nakşedilmişti. Küçük kız onu kalbine gömdü. O günü hiç unutmadı.

Fotoğrafta ceset ile beraber kaybolmuştu. Aynı Opia'nın neşesi gibi.

Az önce uyandığım rüyanın sersemliği üzerimde kalmış olacak ki ayağımın üstüne bastım. Çığlığımda aynı anda ağzımdan kaçmıştı. Her ne kadar pişman olsam da bir kere sesimi duyurmuştum.

Kapım telaşla tıklandı. Darwin’in sesi kulaklarımdaydı.

“Pia her şey yolunda mı?”

“Evet” diye mırıldandım çünkü her şey tıkırındaydı. Pijamalarımı toparladım ve duş almak için lavaboya girdim. Kısa tuttuğum duşumdan sonra saçımı kuruttum.

Bugün derslere inemeyecektim raporlarım revirdeki hemşire tarafından yazılmıştı. Bu yüzden bugünü kemana çalışarak değerlendirmek veya uyuyarak geçirmek istiyordum.

Zaten dışarı çıkabilecek bir gücümde yoktu. Ayağımın altına bir yastık koyarak yatağıma uzandım ve gruba girdim.

Ben: Grup adı için bir şey düşündünüz mü bari?

Akira: Grup Müzik gibi bir şeyler nasıl olur?

Castor: Kira eğer çalacaksan daha iyi isimleri çal

Akira: O zaman sende fikrini söyle Cas

Darwin: Size de günaydın arkadaşlar

Amor: Önemli bir şey olursa söylersiniz ben uyumaya devam ediyorum

Castor: Darwin ile ardı ardına telefonunu çaldılaralım da gör sen

Akira: Beyler konudan sapmayalım

Ben: Aslında aklımda bir fikir var ama pek emin olamadım

Akira: İnan şu an bir fikre bile muhtacız

Ben: İspanyolca’da Querencia dediğimiz bir kalıp var anlamı insanın kendini en güvende hissettiği,karakterinin gücünün geldiği ve kendini evinde hissettiği yer demek

Akira: İtirazınız olmasın artık adımız Grup Qerencia

Akira isimli kişi grup adını “Grup Qerencia” olarak değiştirdi

Ekrana düşen son bildirim ile bundan sonra konuşulacakların boş bir muhabbet olacağını düşünerek müzik dinlemeye başladım.

Bir önceki uykumda olduğu gibi rüya görerek perişan bir halde uyanmamıştım ve bu çok iyi bir şeydi. Yatağımda doğrularak başlığa yaslandım ve telefonumu elime aldım.

Gözüme çarpan ilk Amor'un mesajları olmuştu. Telefonu neredeyse elimden düşürecek kadar heyecanlanmıştım. Mesaj kutusuna girerek okumaka başladım.

Amor: Yarın çalışmak için müsait olur musun?

Ben: Olurum herhalde.

Bana görüldü atarak çevrimdışı oldu. Bende daha fazla meşgul olmayarak yavaşça yerimden kalktım. Tek ayağımın üstünde üstümü değiştirdim. Biraz zor olsa bile sınırlarımı aşarak üstesinden gelmiştim.

Oturma salonundan dönerek kapımın tam karşısında olan Darwin'in kapısı çaldım. Hızlıca çıkarak "Opia bir şey mi oldu?" diye sordu. Başımı sallayarak "Hayır hayır sadece seni merak ettim birkaç gündür yoksun" dedim. Aslında merak ettiğim o değil ondan alacağım cevaplardı.

Turkuaz kanepeye oturarak birbirimize bakmamaya çalıştık. Ama onunda gözlerinde meraklı hareler vardı. Öncesinde halimi hatırımı sorsa da bunun bir geçiştirme olduğunu ikimizde biliyorduk. Aklımda ki bir soru işaretleri de Celecia'ya aitti. "Celicia..." diye başladım cümleye. Devamını getiremeden Darwin beni böldü.

"Akira ile beraber nöbetçi öğretmene gittik şu an iyi durumda olduğunu düşündüğümüz bir yerde" dedi.

"Anlıyorum..." dedim bitik bir sesle.

Birden pat diye "Amor ile aranızda ne var?" diye sordu. Gelen anlık soruya karşı şaşkınlık içerisinde bakakaldım.

"Nasıl yani?" diye sordum. Eğer aklım yerinde olsaydı kesin daha keskin cevaplar verebilirdim. Darwin kaşlarını kaldırdı ve elini çenesine yasladı. Alnına dökülen mavi saçları bu sefer gözlerine bakmama mani olmuyordu.

Aniden gülmeye başladı ve "Yüzün kanlar içinde kalsa bu kadar kızarık olurdun!" dedi. Bende ona garip bir duygu dahilinde bakmaya devam ettim. Sahi bizim onunla aramızda ne vardı? Rakip olmayı uzun süre önce bırakmıştık. Belki rakibin ötesindeydik ama aynı zamanda da gerisindeydik. Onların müzik grubundaydım. Onun arkadaşıyla oda arkadaşıydım. Onun kız arkadaşı ile başka biriyle hiç olmadığım kadar samimiydim.

Omuzlarımı silktim ve geriye yaslandım. Onunda buna kayıtsız kaldığını gözlemledim. Saçlarını karıştırarak burun kemerini sıktı ve telefona gömüldü. Bende telefonumu alarak video izlemeye başladım. En sonunda ona bakarak "Bahar tatilinde nereye gideceğiz?" diye sordum.

Başını ilgili bir şekilde kaldırarak "Fransa'nın Groix Adası'nda bulunuyor" dedi. İlgimi çekmişti onun da diğerleri gibi İtalyan olduğunu düşünüyordum. Zaten okulumuz İtalya'da bulunduğu için pek bir değişiklik olacağını sanmıyordum. Babam bir İtalyan olsa bile annem güzel bir İspanyol'du.

"Fransız mısın?" diye sordum aniden. Eğer Amor ve diğerleriyle çocukluk arkadaşı sayılırlarsa hepsi Fransız'dı.

"Hayır annem Fransa'da ki Groix adasına bayılırdı. En sonunda oradan bir yazlık aldık her yaz giderdik ama ben yatılı okula başlayınca onlarda temelli yerleştiler. Akira'nın ailesi de bir süre sonra oradan ev aldı zaten hal böyle olunca sık sık orada toplaşmaya başladık."

"Anlıyorum" dedim düşünceli bir ses tonu ile. Bende ki bu düşünceleri fark etmiş gibi bana hızlı bir şekilde dönerek "Ama seninle de orada çok eğleneceğimize eminim. Yüzme biliyorsun dimi?" dedi.

Annem ve babamdan ayrıldıktan sonra hiç denize inmemiştim bu yüzden sakin bir şekilde "Hayır" dedim. Başını salladı ve gülümsedi. "Ne geçti aklından?" diye merakla sordum. "Hiç" dedi ve gözlerime baktı.

"Ailen nerede?"

"Onları uzun süre önce kaybettim"

"Bu yaşına kadar sana kim baktı?"

"İlk zamanlar komşularımız yardım etti sonrasında bir yetimhaneye gönderildim. Baktılar ki bende iş var Clair'dan ders almaya başladım sonra Bay Cade ile tanıştım ve bir sürede onun açtığı müzik okulunun bodrumunda kaldım"

"Anlıyorum"

"Anlayamazsın"

"Hayır Opia gerçekten anlayabiliyorum"

"Anlamıyorsun empati kuruyorsun"

"Opia..."

"Sana kırılmadım sadece mutlu bir ailen var. Şuan olmak istedikleri yerdeler ama benimkiler öyle değil"

"Seninkilerin hayali beraber iki mezarda uyumak değil mi?"

"Onların bir mezarları yok Darwin. Anıtları var."

"Gerçekten özür dilerim Pia"

"Hayır hayır sorun yok bilmediğin bir şey için seni suçlayamam ayrıca olgun bir insan bu acının arkasına sürekli saklanamaz eğer atlatamadıysa bile bunu dışarı yansıtmaması gerekir"

"Neden böyle düşünüyorsun ki?"

"Acılar insanları olgunlaştırır. Mesela bir bebek onunla ilgilenen olduğu için ağlar, bir ihtiyacı olduğu için değil"

"Ona bakılırsa olgunlaşmak istemeyen çokça insan var"

Omuzlarımı silkerek "Kendi tercihleri" dedim. Daha fazla uzatmak istemeyeceğimiz bir konuda bulunuyorduk. Aniden "Kemanına çalışmak ister misin? Yarın Amor'la beraber çalışınca pratik yapmış olursun" dedi. Şuan bir şeylere çalışmak istediğimi zannetmiyordum. Karnım açtı. "Yemekhaneye insek nasıl olur?" diye sordum. Darwin hemen ileri atılarak "Merdivenleri in çık yapma ben getiririm" dedi ve çıktı.

Bu çocuğun yakınlık seviyesine hala alışamamıştım. Beni sanki küçük kardeşiymişim gibi kolluyordu. Bende onu sanki abimmiş gibi benimsiyordum. Böyle olması hoşuma gidiyordu. Onun da hoşuna gittiğinden emindim yani öyleydi dimi?

Telefonumu açtım ve grupta ki yazışmalara göz gezdirdim. O anda ekrana düşen bildirime bakarak tıkladım. Akira bana bahar tatili için kombinlerini atıyordu. Bende hepsini tek tek yorumluyordum. En sonunda "Yanınıza gelelim mi?" diye bir mesaj attığında bende "Gelin bakalım" diye yanıtladım onu. Sonrasında "Geçerken Darwin'ide alın" diye ekledim ve onları beklemeye başladım.

Günler çabuk geçmişti. Belki arada kaynayan zaman olmuştu ama ben merdivenden düşüp bileğimi burkalı tam tamına bir buçuk hafta geçmişti. Bu süreç boyunca Amor yanıma gelip küçük bir orgdan bana eşlik etmiş, Akira hep yanımda olmuş ve Darwin’de beni yürüklendirmişti. Şaşılır bir halde olan Castor ise beni yüreklenmişti.

Onunda bu iri cüssesinin ardında yatan bir kalbi olduğunu ve bu kalbinde Akira’da olduğumu biliyordum.

İşte yeni bir konser günü gelip çatmıştı. Artık birbirimize daha fazla uyum sağlayabiliyorduk. Öğrenciler arasında parmakla gösterilen yıldız müzisyenler olmuştuk.

Ayakta kendi başıma durabileceğim bir kademeye gelsem bile dizlerim olur olmadık bir şekilde titriyordu. Neden böyle oluyordu? Beni izleyen bir ailem yoktu. Yoksa var mıydı? Onlar artık benim ailem mi olmuşlardı.

Bunun benim için hiçbir anlam ifade etmemesi eskidendi. Artık gerçekten onlar dostlarım olmuştu.

Akira içeriden bağırdı “Opia o saçlar ile keman çalmayı düşünmüyorsun değil mi?”.

Saçlarım yine o gün ki gibi açıktı. O gün ki gibi üstümde aynı elbise vardı. Ama o günden farklı olan şey ona karşı hissettiğim duygulardı.

Saçlarıma dokunmadan topuklarımın üstünde dönerek kendimi Akira’ya göstermiştim.

Akira… Onu her gördüğümde aklıma ablalık gelirdi. Darwin veya Castor bir seçmeyi kaybettiğinde hep onları avuturdu. Hepsine annelik yapardı. Özellikle Amor’a.

Bugünde sırtımdan destek vererek peşimde yürüyordu. Alkışların sustuğu salona girdik. Üçüncü sıradaydık. Ortada ki kuyruklu piyona bugün biraz daha siyahtı biraz daha parlaktı. Tavanda ki ışıklar biraz daha göz alıcıydı.

Amor’u gördüm ve ona sıcak bir şekilde gülümsedim. Ona karşı ne hissedebilirim veya ne hissedeceğim diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.

Amor. Benim için dört harften fazlasıydı. Adının anlamını burada defalarca geçirmiştim. Amor… Anlamı, aşk. Ben onun neyiydim bilemiyorum ama o benim biricik Amor’umdu. Bu da benimle mezara kadar gelecek sırrımdı.

Kemanımın arşesi titreyen parmaklarımdan aşağı düşmüştü. “Ben alırım” dedi ve sakince eğildi. Adımız okundu. O gün ki gibi buluştuk ama o gün ki gibi çıkmadık.

Bana baktı. Benden güç almaya ihtiyacı varmış gibiydi. Gözlerini gözlerime değdirdi. Boğulabileceğim tek okyanus olan gözlerinde.

“Başaracağız Opia Allen” diye fısıldadığını gözüme kestirdim.

“Başaracağız Amor Foster” diye devam ettirdim onu.

Sadece dudak hareketlerimiz ile aramızda geçen konuşmanın eşi benzeri yoktu.

Başlamamız için eğitim görevlileri gözlerini kırpınca beraber başladık.

Yavaş bir ritim hakimdi. Bu bizim için güzel bir başlangıçtı. İçimden kendime vaatlerde bulunuyordum. Her şeyin güzel olacağına dair. Kuğu Gölü performansımızın üstüne gayet iyi bir şekilde ilerliyorduk.

Ruhum sakin kalmamı fısıldayan sözcükler ile dolmuştu. Sakin ol Opia bu sadece bir sınav dünyanın sonu değil, dedim en sonunda.

Çalmaya devam ettik. Düşünceler kafamı kemiriyordu. Hayır Opia. Sen ona aşık olamazsın. Ona aşık olsan bile aklını ondan uzakta tutmalısın. Aşk insanı aptallaştırır Opia.

İkinci bölüme girdik. Sesler daha bir canlı gelmeye başladı. Tuşlara ikişerli üçerli basarken bense kemanımdan notaları kaydırıyordum. Ses bir koyulaşıyor bir açılıyordu. Müziğin hayatımıza benzeyen bir yanı da buydu.

Parmaklarım notaların arasında kayarken sesler kulaklarımıza bile ulaşamıyordu. Gözlerimi kapattım ve gelecek üçüncü kısım için ruhumu temizledim.

Üçüncü kısım parçanın en can alıcı kısmıydı. Burayı güzel çalarsak kayda değer bir not alacağımız şüphesizdi.

Üçüncü kısma girdik. Beklediğimden daha sert çalıyordu. Onu biraz zorlasam fena olmazdı. Süsleme teknikleri kullanarak işini zorlaştırdım. Sürekli tekrarladığı yörüngenin dışına çıkmak ilk başta ona zor gelse de sonrasında alışmıştı.

İkimizde sahnede tam anlamıyla iki yıldız gibi parlıyorduk. Ama eşlikçim kim olursa olsun benim amacım olan kelime “parlıyorduk” değildi. “Parlıyordum”.

Az kalmıştı. Dayanabilirdim. Başa döndük. Notalara neden bu kadar sert basıyordu? Kemanda olduğumu unutuyordu. Bu işin kötü tarafıydı. İyi yanı ise benim kemanda olduğumu unutmasıydı. Yenilmeyeceğim tek şey kemandı.

Sonunda ikilemelere geçtik. Mi telinin notalarından bileğimi bir ileri bir geri yapmaktan yorulmuştum. Onun notalara sert basışı ve benim yayımı sol teli ile mi teli arasında gezdirmem benzerdi. İnce tellere geçerek onu şaşırtmak istiyordum.

Bir kemanda ince ve kırılgan sesin sınırı yoktu. Her ne kadar bu ses kulak tırmalayıcı olsa bile.

Konserler ve alıştırmalar sonrasında bunu güzel bir şekilde sindirip öğrenmiştim.

Başa döndük. Bu sefer ikimizde zorluğu zirveye çıkarmanın gururu ile gülümsüyorduk. Sonunda yumuşak melodiye geçtik ama uzun sürmedi. Bu sefer daha hareketli bir melodinin içinde kaybolduk. İnce seslerden kalın tonlara atlamak bazen öylesine zor oluyordu ki kemanımın elimden düşeceğinden korkuyordum.

Parçanın bitmesine tahmini üç dakika vardı. Son vuruşlarımızı dokundurduk. Bundan sonrasının pek önemi yoktu ama yine de son ana kadar sabretmek ve gösterimi yapmak için enerjimi saklamıştım.

Amor nokta vuruşuyla son notalara dokunurken ikimizde kendimizden geçmiştik. En sonunda parmaklarını baştan alıp klavyede kaydırdı ve son atağı yaptı. Bitiyordu. Az kalmıştı. Aynı notayı iki kez tekrarladı ve gururla klavyeye eğdiği başını kaldırdı.

“Başardım” diye fısıldadım kendi kendime. Bana bakarak gülümsedi ve “Başardın” dedi. Kemanımı elimden bıraktım ve yanıma gelmesiyle selam verip alkışları kabul ettik. “Başardık” diye devam ettirdim onu.

Yavaş adımlarla sahneden çıktık. Diğerleri bizi orada bekliyordu. Akira beni görünce dönmeyi bırakarak boynuma atladı. Castor ve Darwin’de Amor’un çevresini sardı.

Üstümüze övgüler yağarken gözüm tek bir tanıdık seyirciyi gördü. Bay Cade bize doğru yürüyordu. Onların yanından ayrılarak emektar öğretmenimin yanına yürüdüm. “Bay Cade nasılsınız?” diyerek söze başladım.

“Bu performanstan sonra oldukça memnunum. Rakibinle parlaman büyük bir erdem Allen. Ama unutma o senin rakibin. Geçmişi unutma. Claier’ı unutma”

Sadece başımı salladım. Bay Cade tüm diyeceklerini bitirmiş olacak ki arkasını dönüp gitti. Claier ile ne alıp veremediği vardı düşünmeden edemiyordum. Bir gün bunu da öğreneceğimden şüphem yoktu.

Beni hala onlar ile rakip zannediyordu. Belki arkadaşlarıydım ama rakipleri değildim. Hepsi ile garip ilişkilerimiz vardı.

Bazen onları anlamakta öylesine güçlük çekiyordum ki. Mesela ilk hastanede uyandığımda Amor başımda konuşuyordu. Onun ne dediğini hiçbir zaman öğrenemeyecektim ve deli gibi merak edecektim.

Ayrıca onun bana beslediği duyguları merak ediyordum. Sonuçta en fazla arkadaş olabilirdik ve ben onu en fazla arkadaş olarak görecektim. Luther’dan sonra kalbimde ki açık yarayı onla doldurmayı denemiştim. Bu yüzden onu olduğundan fazlasıymış gibi görmüştüm.

Hayır Amor benim düşmanım değildi. Ben Amor’a duygu besleyebilirdim ama o bana besleyemezdi. Bu yüzden onu unutacak kadar ileri gitmeliydim.

Onlara döndüm ve beni bekledikleri için teşekkür edip dışarı çıktık. Kapının önünde bizi bekleyen kimse yoktu bu yüzden rahatça bahçeye çıktık. Üstümde ki elbise ne kadar bu ana uygunsuz olsa da onların yanındayken kendimi oldukça rahat hissediyordum.

Yine o banka gelmiştik. Her şeyin başlangıcı olan bu banka. Elbisemin toz olmasını önemsemeden oturdum. Hepsinin gözlerinin içine baktım. Evet gerçekten Amor benden bir zerre olsun hoşlanmıyordu. Benimde yeni kişileri tanıma vaktim gelmişti.

Kahkahalarımız tüm bahçeyi sarsarken Darwin aniden “Babama bizi alması için mesaj attım. Yarın gelebileceğini söyledi” dedi. Bu habere en hızlı sevinen Akira olmuştu. Gerçekten üç hafta hem çok sakin hem de çok hızlı geçmişti.

Akira beni kolumdan tutup “Hadi çantalarımızı hazırlamaya gidelim” diye çekti. Eteğimi toplayarak peşinden gittim. Konser öncesindeki o havalı halimizden şimdi eser yoktu. Bu olayda ayrı bir ironiydi. Onun hızlı koşmasına yetişemeyince bana bakarak “Hadi Pia çok yavaşsın” dedi. “Topuklular ile dolaşmak ne kadar zor haberin var mı?” diye ona sordum. Tabi ayağında ki babetler ile bu kadar hızlı koşmasına şaşırmamalıydım.

Sonunda klavyeli ve basmalı çalgılar bloğuna geldiğimizde Akira kartını çıkartıp okuttu. Bu odaya ilk defa geldiğimi yeni fark etmiştim. Bizden bir farkı yoktu. Sadece köşede küçük bir org bulunuyordu. Bununda Amor’un olduğu kesindi.

Akira odayı kendi tarzında çiçekler ile süslemişti. Bir kısım renkli diğer kısımda notaların siyah ve beyaz renginden oluşuyordu. Bu kısmın Amor’un olduğunu tahmin etmek öyle pekte zor değildi.

Beni kendi odasına çekerek kıyafetlerini ortaya döktü. Dolabı çok renkliydi. Aynı karakteri gibi deli dolu karakterleri vardı. Onun yanına kalın kıyafetleri de aldığını fark edince sordum “Yazlık için gitmiyor muyuz neden bunları alıyorsun?”.

“Groix’in tadı yazın çıkar ama biz bu sene biraz erken gitmek istiyoruz. Şu an hava on beş ila yirmi derece arasıdır. Bu yüzden öğlen vakti sıcaktan bunalıp tekneye bineriz akşamları üşüyüp evde ısınırız. Sende buna dikkat et yoksa hasta olabilirsin” diye beni yanıtladı.

Başımı sallayarak onu anladığımı ifade ettim. Onun unutkan bakışları arasında “Denizde yüzmek için eşyalarını aldın mı?” diye sordum. Akira bu söylediğimi az önce fark etmiş gibi “Sanırım hayır. Tatilde eve dönüp oradan alırım diye düşünmüştüm. “dedi.

“Ailende orada yaşamıyor mu? Eşyalarını oradan alabilirsin”

“Ailem sadece yazları gidiyor ve en sevdiğim aktivite olan alışverişi atlayamam. Büyük ihtimalle senin de ihtiyacın var. Bence hemen üstünü değiştirip gitmeliyiz. Hatta bak benim elbiselerimden birini giy zaman kaybetmemiş oluruz”

Öncesinde biraz çekinsem de Akira’nın kararlı bakışlarının ardından elime tutuşturduğu yeşil elbiseye bakarak banyoya doğru ilerledim. Yurt odalarının yerleşim planı aynı olduğunu için bulmak zor olmamıştı. Üstümü değiştirdikten sonra Akira bana bir çift beyaz babet uzattı ve “Bu kadar yavaş yürürsen yetişemeyeceğimiz için bunları da giy” dedi.

Hızlıca ayakkabılarımı değiştirerek telefonumu kontrol ettim. Bildirim yoktu. Bu yüzden telefonumu sessize alarak kapattım.

Akira’da bu süre boyunca üstünü değiştirip yanıma gelmişti. Koluma girerek beraber odadan çıktık.

Luther’la buluşmaya giderken yürüdüğüm yolları yürümek biraz olsun canımı acıtmıştı. Kalbime gömdüğüm bir gerçekle daha karşılaşmak istemiyordum.

Uzun yürüyüşün ardından geniş meydana geldiğimizde Akira yorulmuş bir halde sevinerek “İşte bu manzaraya bu kadar yol değer” dedi ve her zamanki gibi beni çekerek dolaşmaya başladı.

“Benim para çekmem lazım biraz bekler misin?” diye ona sordum. Akira başını sallayarak beni beklemeye başladı.

Ailemin bana küçük yaştan itibaren tembihlediği bir şey vardı. Aile kasamız. Eğer onlara bir şey olursa kendi paramı kazanana kadar harcayabileceğimi söyledikleri bir banka hesabıydı.

Ailem sektörlerinde başarılıydılar. İşlerini sevgiyle büyütüyorlardı. Bu yüzden az çalışsalar bile çok kazanıyorlardı.

Birkaç müzik akademisinden burs alıyordum. Bu sayede bu kasaya pek dokunmuyordum ama bu sefer burslarımın gelmesine daha iki gün olduğu için kasadan ödünç alacaktım.

İhtiyacım kadar parayı çektikten sonra bu sefer Akira’yı ben sürüklemeye başladım. Buraya gelirken tam zamanlı kalacağım için tüm eşyalarımı toplamıştım. Eşyalarım arasında şehirde giymeye uyacak kıyafetler olduğu için yaz veya denizle alakalı hiçbir kıyafetim yoktu.

Beraberce mayo satılan bir dükkâna girdik. Akira hemen raflara saldırırken ben ise uzaktan inceliyordum. En sonunda o renkli kumaşlarda bende sadece tek renk kumaşlarda karar kıldım.

Seçtiklerimizin bize uygun olup olmadığına karar verdikten sonra birkaç tanesini eleyerek kalanları aldık.

Bir sonraki durağımız butikti. Burada envai çeşit kıyafet olmasıyla Akira’nın favorisiydi. Askılarla bana yürüyerek “Pia sana kırmızı çok güzel yakışır bu bluzu ve şu beyaz uzun eteği denemelisin” dedi. Onu kırmayarak elime aldım ve denedim. Kırmızı bluzun kolları balon gibi şişiyordu. Etekte gittikçe genişliyor ve içinde rahat etmemi sağlıyordu. Aynada kendime baktım. Gerçekten de üstüme oturmuştu.

Dışarı çıkarak ona gösterdim ve Akira’nın da onayını aldım. Tekrar üstümü değiştirerek denemek için yanıma aldığım birkaç parça kıyafeti de denedim. Onlardan da alacaklarıma karar verip üstümü değiştirdim.

Elimde ki parçalara bakarak borda pufa oturdum ve Akira’nın üstünü değiştirmesini bekledim.

“Kira kesinlikle sana mor yakışıyor. Aslında morunda açık tonu çok iyi gidiyor.”dedim onun çıkmasıyla. Gerçekten ona Kira dediğime inanamıyordum. Aralarında olan bu hoş lakaplara bende yavaşça dahil olmuştum ve açıkçası hoşuma gitmişti.

Akira fikrimi değerlendirerek aynı kıyafetin diğer tonlarını denedi. En sonunda ikimizin de elleri dolu bir şekilde dükkândan çıktık.

İtalya’nın meşhur suyunun yanında bir kafede oturarak limonata içerek dinlenmeye karar vermemiz ile soluğu güzel ve tatlı öğrenci dostu bir kafede almamız bir olmuştu.

“Buranın tatlıları aşırı iyidir ama şu an yiyemeyecek kadar yorgunum”

“Bir ara tekrar deneriz”

“Söz mü?”

“Söz”

O sahne yeniden zihnimde canlandı.

"Beraber deneriz"

"Söz mü?"

"Söz"

"Bu okuldan mezun olunca ne yapmayı düşünüyorsun?"

"Belki İtalya'ya giderim. Orada mutlu olurum"

"Şuan değil misin?"

"İstediğim yerde değilim."

"Peki beraber gitmek ister misin?"

"Tabi ki hatta belki sokak sanatçısı bile oluruz"

"Söz verecek kadar emin misin?"

"Evet, söz veriyorum Beyaz kuğu"

"Sende her şeye söz veriyorsun nasıl olacak böyle?"

"Tutamayacağım sözler vermem"

Kafamı salladım ve bir yudum daha buz gibi soğuk limonatadan içtim. Kafamda onlarla ilgili onca soru vardı.

“Senin ve Darwin’in ailesini biliyorum ama ya diğerleri onların aileleri ne yapıyor da bu okuldalar”

“Amor ve Castor’dan bahsettiğini düşünerek açıklamaya başlayayım. Amor’un babası yurtdışında çalışıyordu. Eski evlerinde kalıyor. Zaten kendi başının çaresine bakabilir. Castor’unda çok şükür iki ebeveyni de hayatta”

“Anladım…” diye konuşmamızı bitirdim.

“Sen nerelisin Opia ve annenle baban nerede?”

“Hadi ya melez olduğumu o kadar çok mu belli ediyorum. Babam İtalyan annemde İspanyol.”

“Peki daha önce nerede yaşıyordunuz İspanya mı İtalya mı?”

“Ailem vefat etmeden önce İspanya’da yaşıyorduk. Sonrasında buraya getirildim. Oradaki komşularımız babamın memleketinde yaşamamı ve ailemin vefat yerinden uzak durmam gerektiğini kararlaştırmışlardı. Gönüllü ve yaşlı bir teyze ile yaklaşık altı yaşıma kadar kaldım. Sonra işte Claier ile tanıştım…”

“Bir dakika Amor’un annesi mi?”

“Evet kendisi o yaşlarda benimde öğretmenimdi”

“Seni nereden tanıdığımı şimdi anlamaya başladım”

“Beni tanıyor muydun?”

Akira başını salladı ve anlatmaya başladı.

14 Temmuz 2015

Küçük çocuklar evin içinde koştururken Bayan Claier küçük öğrencisine yeni bir parça gösteriyordu.

Küçük kız çalarken çocuklar öylesine ses yapıyordu ki Bayan Claier dayanamayarak dışarı çıktı ve “Çocuklar!” diye kükredi.

Çocuklar bir ip gibi sıralanırken içlerinde olan tek kız geri kaçtı ve onları ispiyonlamaya başladı. Daha sonrasında arkasını dönüp kıkırdadı ve küçük Opia’ya baktı.

Bayan Claier diğerlerini azarlayarak Opia’ya döndü ve “Şimdi devam edebiliriz. Baştan al” dedi. Amor kapının üstlerine kapanması ile arkadaşlarına dönüp “Gerçekten çok yetenekli bir kız” dedi. Sonrasında Darwin ekledi “Çok yazık olacak ki annenin öğrencisi”

“Hadi gidelim ve Akira’yı kovalayalım öyle yaparak çok büyük bir yanlış yaptı” diyen Castor’a karşılık üçü birden bahçeye çıkarak kızı aramaya koyuldular.

Opia onları hep mutlu bir şekilde hatırlayacaktı. Belki gelecekte karşılarına çıkacak hatta onunla arkadaş olacaklardı ama şu anlık ortada bir şey yoktu. Bu yüzden sessiz kalmayı sürdürdü.

“İşte böyle. Sanırım seninle sadece bir kere tanışmadık. Zihnimi zorlamamam gerekirse daha birçok anı vardır. Neyse işimiz bittiğine göre gidelim mi?”

“İyi olur. Yarın kaçta çıkacağız biliyor musun?”

“Bilmiyorum ama sorabiliriz”

“Tamamdır odaya dönünce sorarız”

Son dediğimin ardından beraber kalkarak okula doğru yürümeye başladık.

Okula ulaşınca artık ayrılmamız gerekmişti. Ben kendi odama giderken o da kendi bloğuna doğru dönmüş yürümeye başlamıştı.

Kartımı okutarak odaya girdim ve poşetleri odama bırakarak içeriye doğru “Darwin” diyerek seslendim.

Darwin her zaman ki gibi odasında oyun oynuyordu. Sesimi duyunca oturma odasına doğru geldi ve “Sonunda geldiniz bende size haber verecektim” dedi. Kafamı yana yatırarak “Ne oldu ki?” diye sordum.

“Bu gece yolculuğa çıkacağız babam trafiğe kalmak istemediğini söyledi”

“Hm o zaman ben gidip eşyalarımı toplayayım”

“Yardım ister misin?”

“Sanırım kendi başıma yapabilirim yine de teşekkürler”

Odama girerek poşetlerden çıkardığım yeni kıyafetleri büyük çantama koyarak ihtiyacım olan her şeyi topladığımdan emin oldum. Telefonumun zil sesini duyduğumda işime ara vererek aramayı cevapladım. Arayan Akira’ydı.

“Alo?”

“Sonunda açtın Opia. Neyse sana harika bir haberim var”

“Eğer bu gece çıkacağımız ise biliyorum”

“Bu gece mi çıkacaktık! Darwin’in bana garezi ne!”

“Sen ne söyleyecektin? Ona sonra kızarsın”

“Annemler evin anahtarını Darwin’in ailesine bırakmışlar eğer istiyorsanız bizim evde kalabiliriz diye söylemek için aramıştım”

Darwin’in ailesine yük olmak istemiyordum bu yüzden en iyisi boş bir evdi. Ama ona bunu görgüsüzce diyemezdim.

“Çoğunluğa uyarım” dedim kararlı bir tonla.

“Hadi Opia. Eğer istersen diğerlerini evden atıp sadece ikimizde kalabiliriz”

“Sanırım hepimizin bir arada kalması daha iyi. Eğer ailende kabul ettiyse bir ev dolusu öğrenciyle geçen tatil iyi olacaktır.”

“Tamam o halde ben gruba yazıyorum. Gece görüşürüz”

“Görüşürüz”

Telefonu kapatarak hazırladığım çantayı son bir kez kontrol ederek yolculuk boyunca giyeceğim elbiseyi seçtim. Üstümde bulunan kıyafet beni geceye kadar idare edeceği için değiştirmeye ihtiyaç duymadan salona geçtim.

Kafede yediğimiz yemeği şimdiden sindirmiş ve azıcıkta olsa acıkmıştım. Darwin’e bakarak “Yemekhaneye inelim mi?” diye sordum.

Darwin telefondan başını kaldırarak “Aslında iyi olabilir” dedi ve beraber dışarı çıktık.

Giderken Darwin orada neler olduğundan bana uzun uzun bahsediyordu. Bende onu özen ve ilgiyle dinliyordum.

Anlattıklarını gerçekten merak ediyordum çünkü onların yanında bilmemezlikten gelmek istemiyordum.

Tabldotlarımızı alarak iki kişilik bir masaya oturduğumuz zaman Darwin yemeğini yemeye başlamadan konuşmaya devam etmişti.

Bu esnada ben neredeyse yemeğimin yarısından biraz daha azını bitirmiştim. Darwin bir anda susarak birkaç kaşık çorbasından içti ve “Opia sen yüzme biliyorsun değil mi?” diye sordu.

Ne diyeceğimi bilemeyerek aniden kaldım. İki seçeneğim vardı. Evet veya hayır demek. Eğer evet dersem onlar ile yüzeceğim kesindi ve ben o sulara dönmek istemiyordum.

Kaşığımı doldurarak “Hayır” dedim. Pilav ağzıma dolarken bende bu sayede konuşmaktan kurtulmuştum.

Darwin gülerek yemeğini yemeye devam etti. Ona bakarak “Neye gülüyorsun? Komik bir şey mi var?” dedim. Cevap vermek yerine başını salladı.

Yemeğin geri kalanında da susmak bilmeyerek orada yapabileceklerimizi anlatmaya devam etmişti.

Hızlıca işimizin bitmesinin ardından gülerek dışarı çıktık. Hava gerçekten olabildiğince güzeldi.

Odaya girdiğimizde saat geç olmuştu. Dışarı çıkamayacak kadar hava kararmış ama uyumak içinde çok erkendi.

Darwin çantasını hazırlamak için odasına girdi. Bende saçımı örmek için aynanın karşısına geçtim.

Nasıl bir şey yapmak istediğimi veya yapacağımı bilemiyordum. Giderken giyeceğim düz ve siyah bir elbiseydi. Altına seçtiğim spor ayakkabılar kesinlikle konfor için idealdi.

Saçlarımı tarayarak üstten tek bir örgü halinde örmeye karar verdim. Böylece çok uğraşmayacaktım. Zaten birkaç dakika sonra saçımı yapmam bitmişti.

Eşyalarımı tekrar tekrar kontrol ettikten sonra keman çalışmak için vaktimin olduğunu fark ederek kemanı kutusundan çıkardım.

Sakin parçalar çalarak baharı ruhumda hissetmek istiyordum. Bunun için Türk parçalarından “Bir İstanbul Masalı” bestesini seçtim.

Normalde dizi jenerikleri yerine klasik eserleri tercih ederdim. Ama bu parça beni garip bir şekilde rahatlatıyordu.

Böylece birkaç saat boyunca oyalanma fırsatım olmuştu.

Gecenin kaçında çıkacağımızı bilmiyordum bu yüzden Darwin’in kapısını tıklatarak “Giderken beni de uyandır” dedim ve odama geri döndüm.

Daha sonrasında derin bir uykuya daldığımın şüphesi ile uyudum.

Omuzumdan bir dürtüklenme ile uyandığımda başımda duran uzun boylu kişiye baktım. Öncesinde uyku sersemliğimi üstümden atarken korksam bile sonrasında onun Darwin olduğunu hatırlayarak kalktım ve onu odadan kovaladım.

Üstümü değiştirdim ve örgümün bozulan kısmını düzeltmekle uğraşmayıp açarak gevşek bir atkuyruğu halinde topladım.

Kızıl kısımlar üstte kalırken oldukça dikkat çekici bir şekilde duruyordu. Sallanan yıldızlı küpelerimi takarak aynada kendime baktım ve çantamla beraber dışarı çıktım.

Telefondaki saate baktım. Saat gece beşti. Demek bu yüzden yorgun uyanmıştım. Güneş bizimle beraber doğacak ve yola çıkacaktı.

Darwin’in babası dünden gelmiş ve yakınlarda ki bir otelde konaklamıştı.

Birkaç dakika sonra Darwin kapıyı tıklatarak “Opia hazır mısın?” diye sordu. “Evet!” diye seslenerek dışarı çıktım.

Telefonu cebime atarak beraber kapıya ilerledik. Darwin bana bakarak “Ben bir şey unutmuşum sanırım sen otoparka in” dedi. Bende daha fazla durmayarak çantamı sırtıma attım.

Tam kapıyı açmıştım ki önüme atlayan bir grup yüzünden yerimden sıçradım. Gözlüklerim burnumdan düşerken bende kimin önüme atladığını kestirmeye çalışıyordum.

Bana tatlı bir şekilde gözlüğümü uzatan kızıl saçlı kız sayesinde onların olduğunu anladım.

Akira üzgün bir şekilde “Aslında biz önce Darwin çıkar diye düşünmüştük” dedi. Bu sırada Castor ve Amor utanmış görünüyordu.

Darwin ise arkada kıkır kıkır gülüyordu. Akira dayanamayarak kol çantasını indirip içeri girdi ve sessizce çantasını Darwin’in başına geçirdi.

Biz de buna ona bakarak gülmeye devam ettik. Başımı kaldırdım. Gözlerini üstümde bulunca başımı ona çevirerek baktım.

İkimizde bu sefer birbirimize bakarak gülmeye devam ettik.

En sonunda Akira Darwin’i kolundan tutup çekerek çıkardı. Castor gülerek ikisine bakıyordu. Gözleri en çok Akira’da oyalanıyordu.

Akira saçını savurarak önümüzden yürümeye başladı. Çantamı sürükleyerek bende onun arkasından ilerliyordum. Diğerleri kendi aralarında garip bir konudan sohbete başlayınca bende Akira’nın koluna girdim.

Bana bakarak gülümsedi. Asansör gözükünce Akira hızlanmaya başladı ve beni de sürükledi.

Tam diğerlerinin yetişmesine az kala bana gülümsedi ve kapıyı kapatma tuşuna bastı. Bu esnada neden böyle yaptığını anlayabiliyordum. Son anda Amor ve Castor koşmaya çalışsada Darwin Akira’nın gazabına uğradığı için zaten merdivenlere yönelmişti.

Aynada üstüme çekidüzen vererek dudak parlatıcısını yenileyen Akira’ya gülümsedim. O da bana bakarak “Çok eğleneceğiz” dedi. Daha sonra işine devam ederek “Seninle daha çok eğleneceğiz” dedi ve gülümseyerek göz kırptı.

Arkadaş grubu içerisinde tek kız olması genelinde ne kadar sıkıldığını anlamam için yetip artıyordu bile.

Asansör otopark katında dururken bizde yavaşça indik. Beyaz saçlı bir adam geniş bir arabanın önünde bize bakıyordu. Ben biraz geride dururken Akira koşarak gitmişti. Yavaş yavaş yürürken Amor, Darwin ve Castor’da beni yakalamıştı. Adımlarımı hızlandırdım ve başımla adama selam verdim.

Çantamı alarak arkaya yerleştirdi. Bu esnada ön kapıdan yine adamla aynı yaşlarda bir kadın inmişti. Darwin’e saçları hariç çok benziyordu. Yanıma gelip sarıldı. Bu sevecen tavrı hoşuma gitmişti.

Adlarını öğrendiğim Bayan Daisy ve Bay David diğerleri ile de selamlaşıp bizi arabaya davet etmişti.

Üç sıradan oluşan sekiz kişilikti. Biz tam ortada oturmuştuk. Arkaya diğerleri kurulmuştu. Yola hızlı bir şekilde atılmış ve İtalya sınırlarına doğru ilerliyorduk.

Bay David gözünü yoldan ayırmadan konuşmaya başladı. “Yaklaşık on beş saatlik bir yol olacak. Fransa da Parc de Sceaux şehrinde bahar festivaline katılacağız. Yani bir gün orada konaklamamız gerekecek. Anormal bir durum olmadıkça her iki saate bir mola vereceğiz. Toparlarsak sekiz kez mola vermiş olacağız”

“Baba gerçekten emekliler gibi konuşuyorsun”

“Darwin!”

Bayan Daisy Darwin’i ayaküstü azarlarken gülmeden edemedik. Biz kıkırdarken o da iyice geriye yaslandı.

Bay David gergin havayı uçurmak için “Ee Opia kendini tanıt bakalım” dedi.

“Yaklaşık 2016 yılından beri keman çalıyorum bu okulu da keman dalından kazandım. Ailem ben küçükken iş kazasında vefat etti.”diye onları cevapladım.

Yüzlerinde beliren pişmanlık ibaresiyle beraber sustuklarını hissediyordum. Dikiz aynasından arka tarafa baktım.

Castor şimdiden uyumuştu. Darwin cebinden çıkardığı kalem ile yüzünü karalıyor ve Amor’da onlardan olabildiğince kaçınıyordu.

Akira bir yandan Bayan Daisy ve Bay David ile sohbet ederken bende onları izliyordum. Darwin başını kaldırarak ne olduğuna baktı. Sonrasında bana göz kırparak kalemi cebine attı.

Bir süre sonra sıkıntıdan patlayacak dereceye geldiğimizde Bay David radyoyu açarak hareketli şarkılar açtı. Bunlar İtalyanca şarkılardan oluşuyordu.

Bayan Daisy frekansı değiştirerek başka dillerde şarkıları aramaya koyuldu.

Bu sefer açılan şarkı Türkçe bir şarkıydı. “Yıldızların Altında” diye kendi içimde mırıldandım.

Şu yıla kadar sadece dört dil öğrenebilmiştim. İtalyanca, İspanyolca, İngilizce ve Türkçe. Ailem hem Avrupa hem de Asya kökenli dilleri bilmemi istemişti. Soyumdan geldiği için ana dilim olarak İtalyanca ve İspanyolca kullanıyordum. Okul eğitimi boyunca İngilizce’yi geliştirmiş ve güzel şarkıları ile Türkçe’yi ileriyi seviyeye taşımıştım.

Sözleri dinlemeye devam ederek yolu izledim. Darwin yaslandığı yerden kalkarak “Amor şarkıda ne diyor?” diye sordu.

Amor ona ters bakışlar atarak “Ne şarkısı Darwin?” diye hışımla sordu.

Darwin sırıtmaya devam ederek “Tüh Türkçe bilmiyor muydun?” diye sordu.

Amor ona bakmaya devam ederek geriye yaslandı. Bu bilgi beynime kazınırken neden aklıma kazındığını düşünüyordum.

İlk dört saat hızlıca akarken bizde ikinci molamız için aşağı inmiştik. Bay David benzin almak için aşağı indiğinde Bayan Daisy’de atıştırmalık almak için çıkmıştı. Castor hariç diğerleri lavaboya giderken ben arabada kalmayı seçmiştim.

Dışarı çıkıp onları beklerken Castor yanıma gelip gülümsedi. Yüzünde ki boyaları bir önce ki molada Darwin’e bağırarak temizlemişti.

Ona ne için geldiğini sorar gibi baktım. “Opia seninle bu mesafemiz sanırım biraz garip. Artık aramıza girdin ve seni dostum hatta Akira yani kardeşim gibi görmeye başlıyorum. Temiz bir başlangıç yapalım. Dost olarak”

“Dost olarak” dedim gülümseyerek ve havada asılı duran elini sıktım. Sonrasında merakla sordum “Peki neden bu anı bekledin?”.

“Aslına bakılırsa iki hafta boyunca senin tatili bana zehir edeceğini düşünüyordum” dedi bir anda.

“Ya öyle mi?” dedim. Sonrasında elimde yer alan su şişesini yüzüne doğrulttum ve sıktım. Bu esnada diğerleri yanımıza gelmiş ve Akira “Yaşasın su savaşı!” diye bağırarak su şişelerini bize doğrulmuştu.

Castor iki kızın ıslatmasına dayanamayarak gelen Amor ve Darwin’e “Ne duruyorsunuz yardım etsenize!” diye bağırmıştı.

Benzin istasyonu sesimizle çalkalanırken bizde sırılsıklam olmuştuk. Ben onları uzaktan izlerken Darwin ensemden aşağı buzlu suyu boşalmış ve saçımda ki gevşek tokayı almıştı.

Bu esnada Bay David’de gelmiş ve bize katılmıştı. Onun hedefinin Darwin olduğu apaçık ortadaydı. Birkaç dakika sonra Bayan Daisy gelmiş ve bizim bu halimize gülerek üstümüzü değiştirmeye yolladı.

Giderken Darwin saçları suratına yapışan Akira ile dalga geçiyor Akira’da buna somurtuyordu. Castor’da bana şaka yapmaya çalışıyordu. Amor onun bu sancılı haline kendini tutamayarak güldü.

Zorlu bir kıyafet değiştirme faslından sonra hızlıca arabaya doluştuk ve yolumuza devam ettik.

Bay David o anki halimize gülüyordu. Bayan Daisy olaya el atarak onunda ıslak görünümünü tekrar hatırlattı.

Üstüme bu sefer kıpkırmızı bir elbise giymiştim. Yolumuzun uzunluğunu hesaba katarsak ıslak giysilerimiz gidene kadar kururdu.

Radyoda çalan şarkılara hep beraber eşlik ettik. ‘Sara perche ti amo’ çalıyordu.

“Sıkıca sarıl bana

Ve yanımda kal.

Öyle güzel ki,

Sanki gerçek değil.

Dünya deliyse,

Tuhaf olan ne?

O deli biz deli

Hiç olmazsa birbirimizi seviyoruz” diye seslice söylendik.

Son kısmı herkes içinden mırıldanırken Bay David ve Bayan Daisy birbiri için sesli söylemişti.

Darwin küçük seyahat yastığını yüzüne bastırarak “Anne! Baba!” diyerek sitemini belli etti.

Kızaran yüzüne karşın hepimiz gülmeye başlamıştık. En erken uyuyan Darwin oldu. Sonrasında Akira ve Castor uykuya daldı. Bayan Daisy ne kadar dayansa da yolculuğu yarılamanın verdiği zaferle uykuya daldı.

Arabadaki uyanıklar olmanın verdiği sakinlikle geriye yaslandım. Araba sakince yavaşlarken dördüncü molasını vermek için benzinliğe yaklaştık.

Bay David benzin almak için araçtan indi ve dükkâna girdi. Bizde Amor ile sıkılarak dışarı çıktık. Başımı kaldırarak “Şu an nerede olduğumuzu biliyor musun?” diye sordum”.

“Bir buçuk saat önce sınırdan çıktık. Şu an Fransa’ya yaklaşmış olmalıyız birazdan tekrar sınır kontrolünden geçtiğimiz zaman konaklayacağımız yere ulaşırız”

“Teşekkürler”

Saate bakmak için elimi cebime attığımda telefonumun arabada unuttuğumu fark ettim.

“Bir şey mi unuttun?”

“Evet, evet… Telefonum arabada kalmış saatin var mı?”

“Bakayım. Saat öğlen bir olmuş vay be!”

“Tekrardan teşekkür ederim”

“Tarihi de öğrenmek ister misin?”

“9 Nisan değil mi?”

“Evet, zaten biliyormuşsun”

“Her neyse hadi bizi bekliyorlardır arabaya binelim”

Biz beraber arabaya binerken Amor’un bana bakışlarını düşündüm. Olabildiğince arkadaşçaydı. O anda aklıma Castor’un bugün ki tutumu geldi.

Bay David artan fiyatlardan şikâyet ederek arabaya bindi. Bende bu kadar uyanık kalmanın verdiği yorgunlukla uykuya daldım.

Omuzumun hafifçe sarsılması ile başımı kaldırdım. Bayan Daisy beni ve Akira’yı uyandırmak için açıklama yapıyordu. Bay David ise erkekleri arabada bırakmakla tehdit ediyordu.

Fransa’ya ulaşmış olmanın verdiği huzurla hepimiz uyanmıştık.

Beyaz ve ufak pansiyonun merdivenlerini tırmanırken saat öğlen dört olmuştu bile. Eşyalarımız arabada kalırken odalara dağıldık.

Odaya girdiğimde Akira çoktan yatağa serilmişti. Bende daha fazla ses çıkartmadan yatağın içine girdim ve uykuya daldım.

“İyi ki doğdun Pia!”

“Doğum günün kutlu olsun Pia!”

Gözlerimi kırpıştırarak açtım. Bugün nisanın onuydu. Geceye gözlerimi açmış ve şu an doğum günümü kutluyorduk.

Yataktan hızlı bir şekilde kalkarak kekin üstüne diktikleri mumu üfledim. Bayan Daisy ve Akira bana sarılıp iyi dileklerini dilerken diğerleri sadece konuşmakla kalmıştı.

Küçük kutlamanın sonucunda kimse daha fazla bu uykulu hale dayanamayarak odalarına dağıldı. Akira su almaya çıkmıştı. Bu yüzden şimdilik odada yalnız kalacaktım. Amor bana baktı ve “İyi ki doğdun Opia” diye fısıldadı.

Gözlerime son kez baktıktan sonra o da kapıdan çıkıp gitti. Bende daha fazla dayanamayarak geri uyudum.

Sisli bulutların ardından bazı kişileri görüyordum. Annem ve babam… Yanlarına yavaşça yürüdüm.

“İyi ki doğdun kızım”

“İyi ki doğdum anne”

Durdu ve yaşlı gözlerle bana baktı. Gözlerini silerken babam devam etti.

“Bizsiz kaçıncı yılın oldu kızım?”

“Sayamayacağım kadar fazla babacım”

“Hadi onlara bekletme kızım”

“Kimleri anne?”

“Sevenlerini, sevdiklerini”

“Ama benim sevdiğim yok ki”

“İnsanları sev kızım, sen bir canavar değilsin. O suratsızın iddiasının aksine”

“Çünkü hayatım sen bizim kızımızsın ve kızımız bir canavar değil. Şimdi git onların yanına. Bak gözlüklü olan el sallıyor”

Arkamı döndüm. Amor ve diğerleri vardı. Amor ellerini bana doğru sallıyordu. Annemin son kez elini tuttum. Babamın yanağını bir kez daha öptüm ve onların yanına doğru yürümeye başladım.

Amor bana elini uzattı. Onun parmaklarına dokunmak gerçekten çok değişik hissettiriyordu. Sanki notalar kanında dolaşıyordu. Ona dokununca müzik damarlarıma akıyordu.

Beni çekerek peşinden yürümemi sağladı. Anneme ve babama son kez baktım. Annem gözlerini kırptı ve babamla arkasını dönüp yok oldu.

Tam ona nereye gittiğimizi soracağım esnada parmaklarını dudaklarına götürdü ve gözlüğünü düzeltti. Vücudumun buharlaştığını hissettiğimde bünyeme yayılan düşme hissiyle uyandım.

Akira omuzlarımı sarsarak beni uyandırdı ve yanımda bağırdı.

“Uyan hadi doğum günü kızı!”

“Kira biraz yavaş olsan sence de daha iyi olmaz mı?”

“Ama öyle eğlencesi kalmaz ki!”

Yerimden kalkarak ona sarıldım. Şaşkın bir şekilde baktığını hissedebiliyordum. Ondan ayrılarak gülümsedim ve “İyi ki varsınız” dedim. Akira’da gülerek buna karşılık olarak “İyi ki varız” dedi.

“Hadi acele et kahvaltıya inelim zaten belirli vaktimiz var ve ben bunu harcamak istemiyorum”

“Hay hay komutanım!” diyerek güldüm ve saçlarımı düzelttim.

Tokamı bulmak için elimi bileğime atsam da bulamamıştım. Akira’ya “Yedek tokan var mı?” diye sordum. Akira bileğinden çıkardığı tokayı bana verdi.

Merdivenleri inerken saçımı topladım. Bugün Fransa’daki bahar festivaline katılacak üç saat kalacak ve sonrasında tekrar yola çıkacaktık. Zaten sonrasında beş saatlik bir yolumuz kalacaktı.

Kahvaltıda bizi bekleyenleri görünce hızlı bir şekilde yanlarına gittik. Darwin bana sırıtarak “O gelmiş bizim hanımlar” dedi. Bunu Akira’ya da söylemişti ama en son Akira onu hamur gibi ezip geçtiği için bakmaya cesareti yetmemişti.

Birkaç dakika sonra yemekler önümüze gelmiş ve hepimiz hızlı bir şekilde yemeye başlamıştık.

Hızlı şekilde yerken aniden böreklerden bir tanesi boğazıma takıldı. Bay David’in, Darwin’in çocukluğunu anlatırken komik anılarla bizi boğması sonucu hepimiz gülme tufanına tutulmuştuk.

Akira su uzatırken bende öksürüyordum. Masadakilerin dikkati bize kesilmişken Bayan Daisy hafifçe sırtıma vurdu.

Castor bana bakarak “İyisin dimi Pia?” diye sordu. İlk defa beni önemsediğini hissetmek beni mutlu etmişti. Başımı salladım ve “Önemli bir şey yok hadi devam edelim” dedim.

Açlıktan guruldayan mideleriyle buna daha fazla karşı gelemediler. Kahvaltımız yaklaşık yarım saat sürmüştü. Kruvasanların envai çeşidini yedikten sonra otelden ayrılarak sokağa çıktık.

Parc de Sceaux’nün güzel sokakları kiraz çiçekleri ile bezenmişti. Grup halinde yürüyorduk. En sonda Darwin vardı. Bir yanımda Castor diğer yanımda Akira vardı. Diğer uçta yani Akira’nın yanında ise Amor yürüyordu.

Akira, Darwin’e bulaşmak için yan tarafa kayınca Amor ile yan yana gelmiştik. Gözlüklerinin altından gözüken yanakları kızarmıştı.

Kemik siyah çerçevesini düzelterek saçını arkaya attı. Etrafımız harika kokular ve görüntüler ile çevrelenmişti. Kiraz çiçekleri başımıza düşüyordu.

Saçıma takmak için yere düşen çiçeklere doğru eğildim. Amor bana birkaç tanesini uzatarak “Saçına takmak için çok kirliler bunları kullan” dedi.

Ona gülümseyerek baktım ve “Teşekkür ederim” dedim. Sokaklar boyu yürüyerek küçük işletme tezgahlarını dolaştık. Aramızda tek Fransız’ca bilen Darwin ve Akira olmasına rağmen çoğu satıcı İngilizce konuşabiliyordu.

Bizde onlardan anladıklarımız ile hatıra kalması için satıcılar ile konuşup hediyelik arıyorduk.

Gezimizin son bir saatinde Akira renkli bir tezgâha koşarak “Hepimiz alalım. Bunlar hiç kopmaz” dedi.

Herkesin bileğine sırasıyla birkaç bileklik tutuşturdu. Benimkisi kırmızıydı. Kendininki pembe, Darwin’inki mavi, Castor’unki sarı ve Amor’un siyah. Anlaşılan hepimizin saç rengine göre dizmişti.

Akira gerçekten renkli bir kişiliğe sahipti. Öncesinde saçını pembeye boyaması bunun en büyük kanıtıydı.

Castor telefonunu çıkartarak “Herkes ‘müzik’ desin!” dedi ve kamerayı bize doğru tuttu.

Belimde poz vermek için desteklenen bir el hissedince başında şaşırsam da Akira’nın göz kırpması ile arkamı dönerek onu gördüm.

Akira yer bulamamış olamayacak ki parmak uçlarında kalkarak benden destek alıyordu.

Fotoğraf faslımız bitince bilekliklerimiz ile tekrar bir kareye sığdık. Sonrasında arabanın olduğu yere yürüyerek geri döndük.

Bundan sonra kalan tek saatimizde iki molamız vardı. Arabaya tekrar doluştuktan sonra sessizlik içinde yolumuza devam ettik.

Bu sefer arabanın içinde İspanyolca şarkılar çalıyordu. Bunlar tatilde çocukları eğlendirmek için yazılan şarkılardı. Bu yüzden İspanyolca bilmeyen birine bile tanıdık gelmesi oldukça normaldi.

Diğer yola kıyasla bu yolculukta uyumayı denemiştim. Kafam Akira’nın omzuna düşerken o da hiç ses etmeden durmuştu.

Araba sessiz bir şekilde durduğunda bunun temelli olduğunu hepimiz anlamıştık. Bay David hepimizi indirerek çantalarımızı çıkarttı ve “Sizi eve kadar yolcu edelim” dedi.

Buna ilk başta Darwin ısrar etti “Baba artık o kadar küçük değiliz!”.

Bayan Daisy arabadan inerek “O zaman kızların bavulunu da sen taşıyabilirsin değil mi Darwin?” dedi.

Akira kulağıma eğilip fısıldadı ve “Sakın itiraz etme gerçek eğlence şimdi başlıyor” dedi. Bende onu bozmayarak durmaya devam ettim.

Darwin saçlarını geriye attı ve oflayarak bavulumuzu çekmeye başladı.

Bay David ve Bayan Daisy bize iyi eğlenceler diledi ve günlerimizin birkaçında onlarda kalmamız gerektiğini söylediler.

Darwin ve ailesinin evi beyaz bir yapıydı. İki katlı olan tatlı bir yazlıktı. Dışarısından sarkan çiçekler evi daha şirin yapıyordu.

Akira’nın ailesi de aksine daha gösterişliydi. Üç katlı gibi durmasına rağmen üçüncü katı çatı katı gibi görünüyordu. Evler karşı karşıyaydı ve büyük ihtimalle biri sahile doğru doğrudan iniyordu.

Darwin çantalarımızı içeri taşırken bizde içeri girmiştik. Bayan Daisy ve Bay David bize son sözlerini söyleyerek kendi evlerine girdiler.

Darwin kapıdan girer girmez çantaları bıraktı. Akira mutfak adasına doğru giderken “Eğer onları odamıza çıkarmazsan seni aç bırakırım!” diye tehdit etti.

Amor ve Castor koltuğa yayılırken Darwin mecbur kalmış gibi çantaları yukarı taşıdı.

Evin ilk katı lavabo ve Amerikan tarzı bir mutfaktan oluşuyordu. Mutfak tezgahıyla ayrılan salon şık bir döşemeye sahipti. Etrafta ki çiçeklerin çoğu solmuş gibiydi.

Akira hızla dönerek “Eğer yetişirsek akşam yemeğini sahilde yiyebiliriz!” dedi. Sahil fikri pek hoşuma gitmediği için “Sanırım dinlenmek daha iyi olabilir” dedim .

Çoğu zaman ısrar etmediğim ve fikrimi açıklamadığım için Akira bunun üstüne bir şey demeyerek başını salladı.

“O zaman sen çıkıp dinlen bizde akşam yemeğini hazırlayalım”

Akira’nın bana gösterdiği odaya giderek yeni yıkanmış nevresim kokusunu içime çekerek yatağa uzandım.

Beyaz tavana dalmış bir şekilde kulaklığımdan rastgele bir şarkı dinliyordum.

Belli bir zaman sonra gözlerim kapandı. Yoldaki yorgunluğu atmak için gayet güzel bir zamandı.

“Opia, yemek hazır”

“Opia?”

“Hadi Opia yemek soğuyacak”

Başımda adımın okunması ile uyandım. Amor kapının ağzında durmuş beni çağırıyordu. Ona garip bir şekilde bakarken onu bulanık gördüğümü zannetmiş olacak ki eğilip gözlüklerimi taktı.

“Teşekkür ederim”

“Hadi bizi bekliyorlar”

Son diyeceklerini söyleyerek dışarı çıktı. Bende kapıyı geri kapatarak üstüme yeşil bir elbise giydim ve yüzümü yıkadım. Bilekliği garipsesem de o güzel anı hatırlayarak gülümsedim.

Saçlarımı kabataslak düzelterek dışarı çıktım. Denize bakan veranda da güzel yemekler vardı. Büyük ihtimalle makarnayı ve salatayı onlar yapmıştı. Diğer yemeklerin Bayan Daisy’inin elinden çıktığı belliydi.

Bana ayrılan yere oturarak yemek yemeye başladım. Bugün çektiğimiz fotoğraflar aklıma gelince Castor’a bakarak “Bugün çekindiğimiz fotoğrafları bize de atar mısın?” diye sordum.

Castor elini telefonuna atarak hızlı bir şekilde fotoğrafları grupta paylaştı.

Yemeğimizi gülerek bitirdikten sonra sofrayı benim toplamam konusunda onlara itiraz etmemin sonucu başarılı olarak mutfak ve masa arasında gidip gelmeye başladım.

Ben bulaşıkları makineye dizerken Akira gelip içecekleri ve bardakları aldı. İşim bitince onların yanına dönerek oturdum.

Bahar esintisi bizi üşütse bile sıcak muhabbetimiz bunları önemsiz kılıyordu. Onların yanında öyle rahat hissediyordum ki. Sanki hepsi benden bir parça gibiydiler. Sanki hepsi yıllardır hayatımdaymış gibiydiler.

Onları sevdiğimi o zamana kadar fark etmemiştim. Tabi onları bir arkadaş olarak görüyordum. Arkadaş demek sevmek değildi.

Parkta gördüğünüz biri bile sizin için arkadaş olabilirdi. Ama birini sevmek ona güvenmek demekti. Onu seviyorum ama ona güvenemiyorum diyemezdiniz. Aksi takdirde onu seviyorsanız biri ve bir şey için seviyor olmalıydınız.

Bunu bazen o çok sevdiğiniz insanlar ile aranızda geçen problem sayesinde anlayabilirdiniz. Belki de hiç anlamadan ilişkilerinizi sürdürürdünüz.

Karanlık çökene kadar yıldızların altında oturduk. Karanlık küçük dünyamızı esir alınca bizde dinlenmek için odalarımıza dağıldık.

Nevresimlerden gelen yumuşak parfümler beni olabildiğince çok mayıştırıyordu.

Ertesi gün yapacağımız gezileri düşününce erkenden uyumanın sağlıklı olacağını düşünerek gözlerimi kapattım.

Alarmsız bir gün ne kadar da huzurluydu… Uzun zamandır bu kadar sakin bir uykuya dalmamıştım.

Ayaklarımı yataktan sarkıtarak pencereden sızan Güneş’e bakarak gülümsedim. Pijamalarımı çıkartıp üstüme yeni aldığım eteklerden ve uzun tişörtlerden giydim.

Yüzüm yıkarak saçımı taradım ve açık bıraktım. Tokamı nerede kaybettiğimi bilmiyordum. Merdivenden aşağı indim. Bu sefer bulaşıkları onlara bırakmak istiyordum.

Mutfakta Amor vardı. Çoğu tabağı masaya yerleştirmişti. Adım seslerime başını kaldırarak baktı. “Günaydın” dedi güzel bir tonla. “Günaydın” diye onu karşıladım.

“Sanırım planıma ortak olmak istiyorsun” dedim tezgâha yaslanarak.

“Eğer yardım edeceksen planımız olacak ama eğer yardım etmezsen bu planı tek başıma da yürütebilirim”

“Tamam tamam… Yumurtalar bende”

Dediklerimin ardından hızlıca dolaptan beş yumurtayı çıkardım. Küçük bir kap alarak içine su doldurdum ve su kaynayınca yumurtaları içine bıraktım.

Yumurtalar kaynarken çıkardığımız bulaşıkları hızlı bir şekilde makineye koydum. Kahvaltıdan sonrakileri onlara bırakmayı düşünüyordum. Bugün çokça vakte ihtiyacımız vardı.

İşimi hallettikten sonra tezgâha yaslandım. Farkında olmadan onu izlemeye başlamıştım bile. Zeytini andıran gözleri vardı. Ne zeytin gibiydiler ne de bir okyanus. Lacivertin en koyu tonu ya da siyahın en açık tonu bunu betimlemek için yetersiz kalıyordu. Perçemleri önüne düşerken gözlüğünün arkasına atmaya çalışıyordu. Gözlüğünün merceği benim aksime her zaman parmak izleriyle doluydu. Dalgın ve şaşkındı.

Onu bu haliyle ya da öbür haliyle seviyordum. Domatesleri ve salatalıkları doğrarken başını kaldırmadan “Sahi beni o kadar inceleyecek ne buluyorsun?” dedi. Utandığımı belli etmemeye çalışarak “Hiç” dedim. Ellerimi yanaklarıma götürerek kızardıklarını anlamaya çalışırken aniden “Doğradığım domateslerle yarışacak kadar kızarıksın merak etme” dedi. Bu sefer saç diplerime kadar kızarmıştım. O da gülerken bende diğerlerini uyandırmak için merdivenlerden koşarak çıktım.

Ondan kaçmamın ne gereği vardı bilmiyorum ama kaçmam gerekiyordu. Kaldıkları odaların kapılarını koridordan geçerek tek tek tıklattım. Birkaç dakika sonra Darwin’in odasından büyük bir gürültü gelince odasından çıkan Akira’ya baktım. İkimizin de aklına aynı ihtimal gelmişti. Aynı anda kafamızı kaldırarak gülmeye başladık. Darwin odasından sersemce yürüyerek çıkınca gülmemiz ikiye katlanmıştı.

Castor sesimizi duyunca uykusundan ayılmış olacak ki Darwin’e kıyasla daha çevik hareketlerle yanımıza geldi. Merdivenleri yarışarak indik.

Mutfak yani zemin kata ulaştığımızda Amor kahvelerimizi dolduruyordu. Sofraya oturmadan yumurtları herkesin aldığından emin oldum sonrasında sandalyemi çekerek oturdum.

Zehirlenmeyeceklerine emin olmuş bir şekilde yemeğe başladıklarında bende rahat bir pozisyonda oturarak kahvaltımı yapmaya başladım.

Acıktığımızı her halden belli eder bir edayla hiç konuşmadan yemeğimizi bitirmiştik. Bulaşıklardan kaçmak için hazırlanmak için yukarı çıkacağımı söyledim. Amor peşimden gelince planımızın işlediğini görerek sevindim.

Bugün Darwin ve ailesiyle koylardan birine gidecektik. Yüzmeyecektim. Yani öyle umuyordum. Onların yanında yüzme bilmiyorum desem olmazdı. Bir kere söylemiştim. Bu yalandan dönüş olmazdı. Aldığım siyah mayoyu yerine koydum. Üstüme bakarak daha güzel bir bluz giydim. Beyaz tül eteğimin üstünde siyah bluzum güzel bir uyum yakalamıştı.

Saçlarıma bir bandana taktım. Bağcıkları dizlerimin bir karış altında biten bağcıklı sandaletlerimi giydim. Aşağıdan bana seslenmeleriyle hızlıca plaj çantamı alarak aşağı indim.

Gözlüklerimin üstünde leke var mı diye kontrol ederken Akira çoktan koluma girmişti. “Küçük tur aracımıza yürüme mesafesindeyiz. Bayan Daisy ve Bay David bizi bekliyor. Acele et”

Beraber dışarı çıktığımızda doğruca koşarak evlerin arasından geçtik ve marinaya ulaştık. Bayan Daisy ve Bay David bize el sallıyorlardı. Akira neşeyle kolunu hızlıca sallarken bende arkama baktım.

Castor, Darwin ve Amor arkamızdan geliyordu. Onları beklemeden hızlıca tekneye bindik. Biz içeridekileri selamlayıp koltuklara otururken onlarda gelmişti. Kısa süre sonra herkesin tam olduğuna emin olduk ve yolculuk başladı.

Motorlu taşıt arkasındaki denize beyaz köpükleri hediye bırakırken bizde karadan hatırı sayılır miktarda uzaklaşabilmiştik. Bu sırada Bayan Daisy bize yaptığı atıştırmalıkları ikram etmekle meşguldü. Onun bu tatlı ikramlarına meydan okumayı bırakıp Akira ile tıka basa yedik.

Bu sırada diğerleri bize bakıp gülüyorlardı ki onlarda Bayan Daisy’nin gazabına uğradılar.

Bay David, Bayan Daisy’i bizden uzaklaştırırken oldukça açıldığımızı fark ettik. “Sanırım buradan sonrasında yüzsek daha hoş olur” diyen Amor’a karşılık ayaklandık.

Yanıma denizde giyecek bir şey almamanın pişmanlığını yaşarken Akira koluma yapışarak “Görmediğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Hadi giy şunu bekliyoruz” dedi ve elime siyah mayoyu tutuşturdu. Onlar gözümün içine bakarken karşı koymak oldukça zordu.

Şansımı denemek için ağzımı açmayı düşünsem bile boşuna yorulmadan arka odaya gidip hızlıca üstümü değiştirdim. Döndüğümde Akira tenine güneş kremi dağıtmaya çalışıyordu. Darwin ona ne kadar yardım etmek istese bile Akira tenine dokunulmamasında kararlıydı.

Sakince Akira’nın yanına eğilerek kremi dağıtmaya başladım ve “Sakin ol benim” dedim. Akira büyük bir eziyetten kurtulmuşçasına rahatlarken bende gülüyordum.

Önüme gelen saçımı kenara ayırdım gözlüklerimi çıkarmak için başımı kaldırdığımda Amor’un bana baktığını fark ettim. Yanaklarıma dolan al tanelerini örtmek için bende güneş kremini yanaklarıma dağıtmaya başladım.

Kremli ellerimi temizledikten sonra sakince gözlüğümü çıkardım. Göz numaram şu sıralar büyümüş gibi duruyordu. Öyle çok büyük bir fark yoktu ama birazda olsa etki ediyordu.

Gözlüğümü koyacak bir yer bulamayınca etrafıma bakınmaya başladım. Amor hafifçe “İstersen buraya koy. Islanmaz böylece” dedi. Başımı sallayarak gözlüğümü gösterdiği yere bıraktım.

Bu esnada kulaklarımıza dolan su sesiyle irkildik. Demirlere tutunarak aşağı baktığımızda Akira ve Castor’un çoktan atlamış olduğunu gördük. Amor bana göz kırptıktan sonra o da atladı.

Darwin bana tatlı tatlı gülümsedikten sonra atlamayacağımı fark ederek arkamdan pekte hafif olmayan bir şekilde ittirdi.

Boşlukta düşmem çok uzun sürmeden denizle sertçe buluştuktan sonra zaten bulanık gören gözlerim daha da bulanık görmeye başladı. Birkaç saniye nerede olduğumu fark edemesem bile sonrasında başımı kaldırmayı akıl ederek olabildiğince hızlı sudan başımı çıkardım. Diğerleri bana bakarken sakince “Sadece uzun zamandır yüzmüyorum” dedim.

Bu doğruydu. Uzun zamandır denizle karşılaşmamıştım. Kokusunu bile özlemişken arama bu kadar mesafe koymam benim açımdan üzücüydü.

Akira gözlerini benden çevirerek karşımızda duran küçük koya çevirdi. Parmaklarını uzatarak “Hadi şuraya kadar yüzelim” dedi.

Darwin ondan beklenmeyecek şekilde “Annemlere haber versek mi?” diye sordu. Genelde böyle şeylere Amor dikkat ederdi. Ama bu sefer Amor “Hadi yarışalım” dedi.

Anın eğlencesinde olduğumuz için hızlıca yüzmeye başladık. En son Darwin arkamızdan “Haksızlık ama “ diye bağırdığında bir sorun kalmadığını düşünerek rahatladık.

Uzun ve yorucu kulaçların sonucunda koya ulaşmıştık. Seyrekleşen suda ayağa kalkarak yürümeye başladığımızda gözlüksüz görmenin tekrardan ne kadar zor olduğunu düşündüm. Amor’unda benden pek bir farkı yoktu.

İkimizde sudan çıkmış balıklar gibiydik. Hem de her bir zerresiyle. Gözlerimi ovuşturduktan sonra tuzlu suyun etkisinin geçmesi ile biraz daha görebilecek duruma geldim.

Amor’un numarası benden küçük olacaktı ki o biraz daha toparlamıştı. Gözlüksüz olmamı bir kenara koyarak peşlerine takıldım. Akira yine Castor ve Darwin’i esir almış bir şeyler anlatıyordu. Castor dinlemekten kaçınır gibi başını kaldırdı. Arkasını döndü önce bana sonra Amor’a baktı. Gülümseyerek başını çevirdi ve ilerdeki ağaçları göstererek “Burada hiç yaşayan yok mu hepsi dopdolu?” diye sordu.

Akira’nın gözleri parlarken Darwin derin bir ‘of’ çekerken bizde onlara bakarken kıkırdadık. Akira birkaç saniye sonra hızlıca dönüp “Hadi toplayalım” dedi. Darwin’in içine bir sıkıntı basarken Amor kulağıma eğilip “Arkadaş yükseğe bayılır” dedi. Darwin bunu duymuş olacak ki “Sende köpekleri çok seversin dimi Amor?” dedi.

“Sen gerçekten köpeklerden mi korkuyorsun?” dedim ve gülmeye başladı. Amor hariç herkes gülerken Akira Darwin’e bakıp aniden “Sana yardım ederiz hem korkunu da yenersin.”dedi.

Darwin açıkça Akira’dan hoşlanıyordu. Bu yüzden onun tekliflerine hayır diyebileceğini zannetmiyordum. En sonunda Darwin’in omuzları düşerken Akira zafer gülücükleri saçıyordu.

Castor ve Amor sanki bunu defalarca yapmış gibi ağaca yaklaştılar. Çömelerek ellerini ortada birleştirdiler. Ağaca çıkmak birkaç kişinin yardımı ile o kadar zor değildi. Birkaç dakika uğraşın ve bizden gelen pohpohlamanın sonucunda Darwin bize yukarıdan bakıyordu.

Ağaçta ki kırmızı meyveler olduğunu seçebiliyordum ama ne olduğunu tam anlayamıyordum. Darwin tarafından biri kafama fırlatıldığında daha da yaklaşmıştık meyveler ile. Tabi ki basit elmalardan biriydi. Kafamı biraz acıtmıştı. Haliyle Newton değildim ya!

Bir süre sonra Darwin ağaçtan indi yanımıza geldi. Ona bıraktığımız elmaları hızlıca öğüttüğünde hepimiz şoklar içerisindeydik. En çok da ben! Diğerleri benim bu halime gülerken güneşin yavaş yavaş bize veda ettiğini fark ettik. Zaman ne de çabuk geçiyordu. Onlarla birlikte bu kadar eğlenebileceğimi hiç düşünmezdim.

İşte yazdığın paragrafın genişletilmiş hali, betimlemelerle zenginleştirilmiş ve Bayan Daisy’nin gençlik hakkında güzel benzetmeler yapıp 35 Yaş şiiriyle sohbet ettiği bir ekleme:

 

---

 

**Tekrardan** mavi denizin dinginliğine doğru yüzelim diye teknemize yöneldik. Sular serin ve pırıl pırıl parıldıyordu; her kulaç, dalgaların üzerinde güneşin kırılıp dağılması gibi ışıldıyordu. Yanımdaki Akira, adeta endişeli bir anne gibi, “Yanımdan ayrılma,” diye uyarıyordu beni. Elimi tutarak yakın durmamı istedi, çünkü mesafeleri ayırt etmekte zorlanıyordum. Bu şekilde nefes nefese kaldığımız, kıyasıya bir deniz yarışı sonucunda, sonunda havalı teknemize varmayı başardık.

 

Tekneye çıktığımızda, bize her zaman nazik ve ilgili davranan Bay David, geldiğimizi Bayan Daisy’ye haber verdi. Göz kırparak bir yandan da bizlere yumuşacık havlular getirdi. Merdivenleri yavaş yavaş tırmanırken ıslak tenimde hafif bir serinlik hissetmeye başladım; hafifçe titredim, dalgaların serinliği içime kadar işliyordu.

 

Bu akşam yemeği için karaya dönmeye karar verdik. Bugünkü macera, suda geçen saatler ve o tatlı rekabet bize fazlasıyla yetmişti. Teknede rüzgar saçlarımızı savururken, Bay David kaptan dümenine geçti. Göz ucuyla bizi süzen Bayan Daisy ise yanımıza oturdu; neşeli bir tebessümle yüzümüzü inceliyordu.

 

“Ah, gençlik!” diye iç çekti Daisy. “Hayat, sizin yaşlarınızda başka türlü akar... O kadar dolu ve coşkulu ki, bir insan bu yaşların her anını, her küçük anısını bir ömür boyu taşır da yine de tüketemez.” Bir an duraksadı, denize baktı; dalgaların çırpınışları içinde kaybolan bir düşüncesi vardı sanki.

 

“Gençlik dediğin, yeri geldiğinde coşkuyla dolup taşmak,” dedi Daisy. “Ama aynı zamanda, güneşin en tepedeyken en güzel anların bile göz açıp kapayıncaya dek geçip gitmesi.” Sözleriyle büyülemiş gibiydi bizi. “Ve hayat böyle, o anın içindeyken sonsuzmuş gibi gelir; ama göz açıp kapayana dek bir bakarsın çoktan geçmiş bile.”

 

 

 

Dizeler, dalgaların ritmiyle karışıyor, akşam güneşi yavaş yavaş ufka yaklaşırken tekne yavaşça sahile doğru ilerliyordu. Hepimiz derin bir sessizliğe bürünmüştük. Şiir, gençliğin o geçici ışıltısına ve hayatın özüne dokunuyordu. Daisy şiiri bitirirken, gözlerini tekrar bize çevirdi: “Yaşlar gelir geçer,” dedi, “ama içindeki gençliği nasıl yaşattığın, tüm ömrüne değer katacak olan şeydir.”

 

Daisy’nin bu içten sözleri, denizin dalgaları kadar yumuşak, ama bir o kadar da derin bir iz bırakmıştı. Gençlik hakkında biriktirdiği düşünceler ve içindeki o naif heyecanla sanki zamanı durdurmuş, gençliğin kıymetini bir kez daha hatırlatmıştı bizlere.

 

Bayan Daisy, gözleri ufkun sonsuzluğuna dalmış gibi, *35 Yaş* şiirinin ilk dizelerini okurken bizler, gençliğin ateşiyle dolu, onun her kelimesini içimize çekiyorduk. Hafifçe yutkunarak ilk kıtanın devamını getirdi:

 

> “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.

> Dante gibi ortasındayız ömrün.

> Delikanlı çağımızdaki cevher,

> Yalvarmak, yakarmak nafile bugün…”

 

Bayan Daisy, başını kaldırıp bize döndü. Gözlerindeki hüzünle karışık bir gülümseme, geçmişle geleceğin birleştiği o ince çizgide dolaşıyordu sanki. "Gençken, sanki ömrün tamamı önünde uzanıyormuş gibi gelir insana," dedi. "Oysa her yaş, içinde yalnızca bir anlık, kıymetli bir cevher saklar. Onu kaybetmemek için yalvarsan da, zamanı durdurmak nafiledir." Sesi alçak ama derin bir tonla çıkıyordu, her kelimesi sanki kalbimize işliyordu.

 

Denizin sessiz dalgaları arasında, şiirin devamına geçmeden önce derin bir nefes aldı ve okudu:

 

> “Bir namazlık saltanatın olacak,

> Taht misali o musalla taşında.”

 

“İşte hayat bu kadar kısa,” dedi Bayan Daisy, ellerini hafifçe birbirine kenetleyerek. “O kısa saltanat... Hepimizin dünyada bir iz bırakma hevesi var, değil mi? Sanki sonsuza dek yaşayacakmışız gibi yaşarız; ama işin aslı, herkesin hayatı o musalla taşında bir anlık taht misali parlayıp geçer.” Sözleri ürkütücü ama bir o kadar da derin bir gerçeklikle yankılanıyordu. Bir an, biz gençlerin de hayatlarımızın bir gün bu sona ereceğini hatırlatarak bize önemli bir öğüt veriyordu.

 

Tekne, Bay David’in usta manevralarıyla yavaşça sahile yanaşırken, Bayan Daisy üçüncü kıtaya geçmek için derin bir nefes aldı:

 

> “Birçok giden memnun ki yerinden,

> Çok seneler geçti; dönen yok seferinden.”

 

Bu dizeler, sanki bizi olduğu yere mıhlamıştı. Bayan Daisy derin bir hüzünle konuşmasına devam etti: “Gençken ölüm, düşünmekten kaçtığımız, uzak bir şey gibi gelir. Ama hayatın kendisi o kadar kısa ki... ‘Gidenler’ dediğimiz insanların bir daha dönmeyecek olması, her gün yaşadığımız küçük anları bile daha değerli kılıyor.” Bir an, sanki uzaklarda sevdiklerini anımsıyormuş gibi dalgın bir halde ufka baktı. “Bir gün de biz, bu yolculuğa çıkacağız. Ama önemli olan, gidenler gibi memnun bir gidiş olacak mı?”

 

Bizi etkileyen bu sözlerle, Bayan Daisy’nin bir sonraki kıtaya geçmesini sabırsızlıkla beklerken, denizin tuzlu kokusunu içimize çekerek biraz daha sessiz kaldık.

 

Bayan Daisy, derin bir iç çekişle dördüncü kıtaya geçti:

 

> “Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

> Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?”

 

Gözlerini bize çevirdi ve içten bir sesle, “Gençken insan, zamanın bedenine nasıl izler bırakacağını asla hayal edemez,” dedi. Elini hafifçe yanaklarına götürdü, sanki biz gençlere bir şeyi göstermek ister gibi. “Bir gün, kendine aynada bakıp da tanıyamayacak hale geldiğinde... İşte o an, gençliğin gidip de orta yaşın geldiğini fark edersin.”

 

O sırada Akira, iç çekerek hafifçe Bayan Daisy’nin elini tuttu. “Ama gençlik, sizde hâlâ yaşıyor Bayan Daisy,” dedi fısıldayarak. Bayan Daisy ona sıcak bir tebessümle cevap verdi. “Gençlik, sadece dış görünüşte değil, içimizde yaşattığımız ruhla da ölçülür, Akira. Onu yaşatmayı bilirsen, hiçbir çizgi sana ulaşamaz.”

 

Bayan Daisy, gözleri parlayan bir neşe ile beşinci kıtaya geçti:

 

> “Ne var ki gençlik de geçti bir gün;

> Düşüncelerde rüzgar gibi, hızlı ve sessiz.”

 

“Gençlik öyle bir şey ki...” diye başladı Bayan Daisy, “Her anı dolu dolu yaşarsın, ama o gençlik rüzgar gibi hızla, bir bakmışsın elinden kayıp gitmiş. İşte bu yüzden, her anını dolu dolu yaşamak gerek. Yarınlara ertelememek…” dedi. Gözlerinde hüzünle karışık bir heyecan vardı, sanki bize gençliğin kıymetini daha iyi anlatmak ister gibi.

 

Deniz kıyısına ulaştığımızda Bayan Daisy, şiirin altıncı kıtasına geçerken konuşmasına devam etti:

 

> “Gözlerim neden böyle yaşlı bakıyor?

> Hüznüm var, geçip giden gençliğimde.”

 

Gözleri buğulanmıştı, ama yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı. “Bazen geriye dönüp baktığımda, gençliğimin o güzel günlerine, gözlerim yaşla dolsa da içimde bir huzur var. Çünkü o günleri dolu dolu yaşadım, her anını hissettim.” Bize bakarak gülümsedi, “Siz de böyle yaşayın. Gençliğiniz geçip giderken, bir daha geri gelmeyecek biliyorum, ama kalbinizde bir iz bırakmasını sağlayın.”

 

Son kıtaya geçmeden önce, derin bir nefes aldı ve sakin bir sesle okudu:

 

> “Zaman çabuk geçiyor, birazdan akşam olacak

> Hayat dediğin bir gündür, o da bugündür işte.”

 

Sözleri, geceyi derin bir dinginliğe bürüdü. “Zaman… hayatın en acımasız gerçeği. Her gün bir fırsat, her gün bir gençlik anısıdır. Ama bir gün, tüm bu anlar birleştiğinde, insan geriye dönüp yalnızca bugünün kıymetini bilmesini öğrenir,” dedi Bayan Daisy. Şiiri bitirirken gözlerini tekrar bizlere çevirdi. “Sizler, zamanın gençliğini yaşarken onun her anını hissedin. Çünkü hayat dediğin bir gündür, o da bugündür.”

 

O akşam, sahilde Bayan Daisy’nin bilgeliği ile dolup taşarken, hepimiz gençliğin yalnızca bir dönem değil, bir ruh hali olduğunu anladık. Onun sözleri, bize gençliğin, her anın kıymetini bilmenin ve hayatı olduğu gibi kabul etmenin derinliğini gösterdi.

Okuduğu şiirler bildiğim şiirlerdi. Bazılarını birbirine katarak okumuştu. Bu da şiirleri daha güzel yapmıştı. Çok hoş bir kadındı Bayan Daisy. Bunları düşünürken evlere gelmiştik bile.

Bayan Daisy ve Bay David’e veda ettik. Eve girdikten sonra doğruca odaya çıkıp üstümdeki deniz giysilerinden kurtuldum.

Saçlarım deniz suyu yüzünden bukle bukle olacaktı. Bu sevdiğim bir özellikti. Denizi hatırlatan çoğu şeyden nefret etsem bile bukle bukle olan saçlarımı seviyordum. Hemen kurutma makinesini alıp üstünden kuruttum. Hasta olmayı gerçekten istemezdim.

Akşam yemeği için beyaz, sade bir elbise tercih etmiştim; denizle olan bağımı yansıtan ama aynı zamanda masum bir zarafeti taşıyan bu elbise, gecenin telaşı içinde bana dingin bir huzur veriyordu. Kumaşı, ince dokusu sayesinde bedenimi hafifçe sarmış, akşam esintisinde su gibi süzülerek adımlarımı zarif kılıyordu. Göğüs kısmı hafifçe drapelenmiş, ince askıları omuzlarımda neredeyse yok gibi bir his bırakmıştı. Elbisenin belime oturan kısmında hiçbir süsleme ya da aksesuar yoktu; sade ve akıcıydı. Ancak etek kısmı, ayak bileklerime kadar uzanarak her adımımda deniz kabuklarının sahildeki izleri gibi sessiz bir iz bırakıyordu.

 

Denizle olan bağıma küçük bir dokunuş eklemek için, deniz kabuğu ve inci karışımı sade takılar tercih etmiştim. Kulaklarımdaki deniz kabuğundan yapılmış küçük küpeler, her kıpırdamamda hafif bir tıngırtı çıkarıyor, bu ses bana deniz kenarındaki o huzurlu anları hatırlatıyordu. Bileğime taktığım zarif bir bileklik, minicik beyaz incilerle süslenmişti ve sade elbiseme zarif bir deniz dokunuşu katıyordu. Parmaklarımdan birine taktığım, el yapımı deniz kabuğu detaylı yüzük ise görünüşüme anlamlı bir derinlik katıyordu.

Ayrıca, saçlarımı serbest bırakmayı tercih etmiştim. Denizden yeni çıkmış gibi hafif dalgalarla çevrelenmiş buklelerim omuzlarımdan aşağıya dökülüyordu. Gözlerimdeki hafif mavi göz makyajı, bu beyaz zarafetin arasında ince bir vurgu gibi duruyor ve gümüşten bir deniz yıldızı gibi parlıyordu. Elbisemin ve takılarımın sadeliğine rağmen, içimde derinlerden gelen o deniz ruhunu hissediyor, her adımda doğaya daha yakın oluyordum.

Koridordan aşağı doğru inerken, akşamın dinginliğini tamamlayan arkadaşlarımı bir arada görmek tuhaf bir heyecan uyandırıyordu. İlk olarak Akira’ya gözüm takıldı; her zamanki enerjik ve kendinden emin duruşuyla bekliyordu. Üzerindeki kısa, siyah elbise, onun güçlü ve çarpıcı yanını ortaya çıkarıyordu. Elbisenin omuzları açık, zarif dikişleri ise vücudunu ince bir zarafetle sarmıştı. Akira’nın gözlerinde o tanıdık, cesur bakış vardı; koyu kırmızı ruju ve kararlı duruşuyla çevresine güven ve kuvvet yayıyordu. Yanıma gelirken attığı adımlardaki özgüven, aramızdaki sessiz dostluğu daha da pekiştiriyordu.

 

Hemen yanında duran Castor ise sessiz ama etkileyici bir duruşa sahipti. Giydiği siyah takım elbise, ona ciddi ve vakur bir hava katıyordu. Düğmeleri özenle iliklenmiş, yakasında ise küçük bir çiçek rozeti vardı; bu küçük dokunuş, Castor’un içindeki doğaya duyduğu sevgi ve dengeyi yansıtıyordu. Saçları hafifçe dağınık bırakılmış, yüzündeki keskin hatları belirginleştiriyordu. Çevresine yaydığı dinginlik, onun herkesin yanında güven bulduğu bir dost olmasını sağlıyordu. Gözlerinde her zaman derin bir düşünce ve sessiz bir bilgelik taşırdı; onunla olmak, insanın içindeki karmaşayı dindiriyordu.

 

Castor’un diğer yanında Darwin yer alıyordu. Darwin, her zamanki gibi içten ve sevimli bir gülümsemeyle bakıyordu. Onun tarzı, daha rahat ama şık bir görünüm sergiliyordu. Üzerine açık mavi bir gömlek giymiş, omuzlarına hafifçe oturan koyu gri bir ceket tercih etmişti. Darwin’in kıyafetindeki bu renk uyumu, onun neşeli kişiliğini tamamlıyordu; kahkülleri hafifçe alnına düşüyor, gülüşündeki sıcaklıkla çevresine dostane bir hava yayıyordu. Darwin’in enerjisi, her zaman çevresindekilere mutluluk ve hafiflik hissi veriyordu. Yanında olmak, sanki günün tüm ağırlığını unutturuyordu.

 

En sonda ise Amor duruyordu; onun uzun boyu ve duruşundaki o zarif, dikkat çekici hava, bütün gruptan farklı bir aura yayıyordu. Üzerine giymiş olduğu beyaz gömlek, duruluğu ve sade şıklığı temsil ediyordu. Üzerine hafif bir siyah ceket giymişti ve bu zarif kombin, Amor’un karizmasını belirginleştiriyordu. Gözlerinde gizemli ve derin bir ifade vardı; sessizliği her zamanki gibi ona ağırbaşlı bir çekicilik katıyordu. Amor’un yanında olmak, insanın kendini gizemli bir dünyanın kapısında hissetmesine neden oluyordu.

 

Onları bir arada görmek, aralarındaki uyum ve farklılıkların yarattığı eşsiz bir dengeyi gözler önüne seriyordu; her biri farklı ama bir o kadar tamamlayıcıydı.

Evden çıkarken, akşam yemeği için duyduğum heyecan, kalbimde bir kıpırtı oluşturuyordu. Hızla hazırlanıp, kapının önüne geldiğimde, arkadaşlarımın orada beklediğini gördüm. Akira, en önde durarak, enerjik bir şekilde beni selamladı. Üzerinde kısa, şık bir elbise vardı; kesimi, onun neşeli ve dinamik kişiliğini yansıtıyordu. “Geldin mi?” diye sordu gülümseyerek. “Bu akşam çok eğleneceğiz!”

 

Hemen yanında duran Castor ise sessiz ama etkileyici bir duruşa sahipti. Giydiği siyah takım elbise, ona ciddi ve vakur bir hava katıyordu. Düğmeleri özenle iliklenmiş, yakasında ise küçük bir çiçek rozeti vardı; bu küçük dokunuş, Castor’un içindeki doğaya duyduğu sevgi ve dengeyi yansıtıyordu. Saçları hafifçe dağınık bırakılmış, yüzündeki keskin hatları belirginleştiriyordu. Çevresine yaydığı dinginlik, onun herkesin yanında güven bulduğu bir dost olmasını sağlıyordu. Gözlerinde her zaman derin bir düşünce ve sessiz bir bilgelik taşırdı; onunla olmak, insanın içindeki karmaşayı dindiriyordu.

 

Castor’un diğer yanında Darwin yer alıyordu. Darwin, her zamanki gibi içten ve sevimli bir gülümsemeyle bakıyordu. Üzerine açık mavi bir gömlek giymiş, omuzlarına hafifçe oturan koyu gri bir ceket tercih etmişti. Darwin’in kıyafetindeki bu renk uyumu, onun neşeli kişiliğini tamamlıyordu; kahkülleri hafifçe alnına düşüyor, gülüşündeki sıcaklıkla çevresine dostane bir hava yayıyordu. Darwin’in enerjisi, her zaman çevresindekilere mutluluk ve hafiflik hissi veriyordu. Yanında olmak, sanki günün tüm ağırlığını unutturuyordu.

 

En sonda ise Amor duruyordu; onun uzun boyu ve duruşundaki o zarif, dikkat çekici hava, bütün gruptan farklı bir aura yayıyordu. Üzerine giymiş olduğu beyaz gömlek, duruluğu ve sade şıklığı temsil ediyordu. Üzerine hafif bir siyah ceket giymişti ve bu zarif kombin, Amor’un karizmasını belirginleştiriyordu. Gözlerinde gizemli ve derin bir ifade vardı; sessizliği her zamanki gibi ona ağırbaşlı bir çekicilik katıyordu. Amor’un yanında olmak, insanın kendini gizemli bir dünyanın kapısında hissetmesine neden oluyordu.

 

Arkadaşlarımın arasında durmak, bana güven veriyordu. Bir araya gelince aramızdaki uyum ve farklılıklar, eşsiz bir denge oluşturuyordu. Kapının önünde, deniz havasının hafif rüzgarı eşliğinde gülüşerek birbirimizi selamladık. Gecenin büyüsünü hissetmek, bu akşamın nasıl geçeceğine dair merak ve heyecan dolu bir bekleyiş yaratıyordu.

 

Sırasıyla yola koyulduk; yan yana yürürken sohbetlerimiz, kahkahalarımız ve paylaşımlarımız, bu akşamın tadını çıkarmaya hazır olduğumuzu gösteriyordu. Her bir adımda, dostluk bağlarımızın daha da güçlendiğini hissediyor, restoranın sıcak atmosferine doğru ilerliyorduk.

Akşam yemeği için lüks bir balık restoranına adım attığımızda, mekanın büyüsü hemen üzerimize çöküverdi. Restoranın kapısı açıldığında, denizden gelen tuzlu havanın hafif esintisi içeri süzüldü. İçeride, zarif bir şekilde dizilmiş masalar, beyaz örtülerle kaplıydı ve her masanın üzerinde yanmakta olan küçük, şık mumlar ortamı aydınlatıyordu. Işıkların softa bir ambiyans oluşturduğu restoranda, mavi ve beyaz tonlarındaki dekorasyon deniz temasıyla uyum içindeydi; duvarlarda dalgaların hareketini andıran, zarif çerçeveler içindeki resimler asılıydı. Odanın bir köşesinde, büyük bir akvaryumda rengarenk balıklar yüzerken, sanki bir denizaltı dünyasında gibiydik.

 

Masamız, geniş bir pencereden deniz manzarasını görebilecek şekilde konumlanmıştı. Dışarıda, ay ışığının deniz yüzeyinde parıldadığı, dalgaların hafifçe kıyıya vurduğu bir manzara vardı. Restoranın ambiyansı, hafif müzikle destekleniyor, bu da sohbetlerimize sıcak bir melodi katıyordu.

 

Masaya oturduğumuzda, garson nazik bir şekilde yanımıza yaklaşarak menüyü sundu. Menüler, taze deniz ürünleri, çeşit çeşit balık ve deniz mahsulleriyle doluydu. Her bir tabak, özenle hazırlanmış ve sunumlarıyla göz alıyordu.

 

Akira, en sevdiği levrek tarifini seçerken, gözleri parlıyordu. “Kesinlikle bu akşam levrek yemeliyim!” dedi neşeyle. “Tazeliği ve lezzeti her zaman muhteşem.”

 

Castor, deniz tarağına yönelmiş, “Ben de deniz tarağı deneyeceğim. Doğal tatları seven biri olarak, bunun harika olacağını düşünüyorum,” diye yanıtladı.

 

Darwin, heyecanla, “Izgara ahtapot! Bu benim için bir ziyafet olacak,” dedi, gülümseyerek. “Dumanı bile üzerimde kalsın istiyorum!”

 

Amor, belki de en cesur kararı vererek, egzotik bir suşi tabağı sipariş etti. “Deniz ürünlerinin bu kadar çeşitli olduğu bir yerde, suşiyi denemeden olmaz,” diye ekledi.

 

Siparişlerimizi verirken, masanın ortasında başlayan bir sohbet, aniden derinleşti. Akira, gençlik ve özgürlük üzerine düşüncelerini paylaştı. “Genç olmak, gerçekten harika bir duygu. Hayatın sunduğu tüm fırsatları değerlendirmek için zamanımız var,” dedi.

 

Castor, deniz yaşamının korunmasının öneminden bahsetti. “Bu güzellikleri korumak için daha çok şey yapmalıyız. Denizin bize sunduğu zenginlikler, sadece bizim için değil, gelecek nesiller için de önemli,” dedi.

 

Darwin, bunun yanında doğanın güzelliklerini anlatan hikayelerle sohbeti renklendirdi. “Geçen yaz, bir doğa yürüyüşünde muhteşem manzaralar gördüm. Dağların zirveleri, gökyüzündeki yıldızlar... Doğa, bize gerçekten ilham veriyor,” diye anlattı.

 

Amor ise, bu derin muhabbetin içinde hafifçe gülümseyerek, “Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu unutmamak lazım. Hayatımızda geçirdiğimiz anlar, sevdiklerimizle paylaştığımız bu anılar, her şeyin ötesinde,” diye hatırlattı.

 

Bir süre sonra yemeklerimiz geldi; sunumlar gerçekten muhteşemdi. Akira’nın levreği, zarif bir şekilde hazırlanmış, yanında taze sebzelerle servis edilmişti. “Harika görünüyor! Tadına bakmayı dört gözle bekliyorum,” dedi.

 

Castor’un deniz tarağı, ince tabaklarda, özel soslarla birlikte sunulmuştu. “Bunu denemek için sabırsızlanıyorum,” dedi.

 

Darwin’in ızgara ahtapotu, dumanı üzerinde yükselerek gelmişti; kokusu hemen burnumuza dolmuştu. “İnanılmaz! Kokusu bile bayıltıcı,” diye yorum yaptı.

 

Amor’un suşisi, rengarenk ve sanatsal bir sunumla, adeta bir tablo gibi görünüyordu. “Bu gerçekten bir sanat eseri! Hem gözlerime hem de mideme hitap ediyor,” dedi.

 

Yemeklerimizi yerken, her bir lokma denizlerin tazeliğini ve zenginliğini hissettiriyordu. Sofra etrafındaki sohbetlerimiz, zamanla daha da derinleşti; gençlik, hayatın anlamı ve gelecek hayalleri üzerine düşüncelerimizi paylaştık. Akşam yemeğimiz, yalnızca bir yemek değil, arkadaşlığımızın güçlendiği, dostluk bağlarımızın daha da derinleştiği bir anıya dönüştü.

 

Yemek bitiminde, garson tatlılar için menüyü getirdiğinde gözlerimiz bir kez daha parladı. “Ben çikolatalı sufle istiyorum!” dedi Akira, sevinçle.

 

Castor, “Benim tercihim meyve tabağı olacak. Doğanın tazeliği yine yanımda,” diye ekledi.

 

Darwin, “Hadi bakalım, en tatlısını seçelim!” diyerek kararlı bir sesle sıraya girdi.

 

Amor ise, “Ben de bir dilim cheesecake alacağım. Zengin bir tatla akşamı kapatmak iyi olur,” diyerek siparişini verdi.

 

O anda, bu akşam yemeğinin güzelliğini bir kez daha kutlamış olduk. Restoranın içindeki hava, dostluğumuzun sıcaklığıyla dolmuştu; ve o an, her şeyin mükemmel bir uyum içinde gerçekleştiğini düşündüm.

Restoranın kapısından çıkıp sahile adım attığımızda, ay ışığının deniz üzerindeki parıltısı adeta büyülü bir yolculuğa çıkmamıza sebep oldu. Dalgaların kıyıya hafifçe vurması, denizden gelen tuzlu havayla birleşip içime huzur dolu bir melodi salıyordu. Kumlar altında yürüdüğümüzde, ayaklarımın altındaki ince kumun sıcaklığı, yüreğimdeki heyecanı artırıyordu.

 

Gözlerim sahildeki huzur dolu manzaraya dalmışken, bir grup çocuğun sokak müziği yaptığını fark ettim. Gitar çalan biri, diğerinin ise kemanla eşlik ettiği melodiler, rüzgarla birlikte havada süzülüyordu. O an Castor’un heyecanla çocukların yanına koştuğunu gördüm. “İzin verirsen, keman çalabilir miyim?” diye sordu, yüzünde parlayan bir gülümsemeyle. Çocuklar şaşkın ama mutlu bir ifadeyle ona yer açtılar.

 

Kemanın tellerine dokunduğunda, Cihat Aşkı’nın melodisi etrafa yayılmaya başladı. Müzik, sahilin doğal ritmiyle birleşti ve bu anı daha da özel kıldı. Darwin ve Akira, müziğin büyüsüyle birbirlerine bakıp gülümseyerek dans etmeye başladılar. Kumların üzerinde adımlarıyla dalgaların sesine uyum sağlayarak döne döne hareket ediyorlardı.

 

Ben de Amor’un yanına geldim, bu anı birlikte paylaşmak için. “Haydi, sen de dans et!” dedim, içimde bir heyecan kabardıkça. Amor, tereddütle ama gülümseyerek yanımda durdu. “Biliyor musun, dans etmeyi pek sevmem,” diye mırıldandı ama gözlerinde bir parıltı vardı.

 

“Gel, biraz da seni deneyeyim,” dedim, ona elimi uzatarak. Parmaklarımın ucuyla onun elini yakaladım ve hafifçe döndürdüm. Dans ederken, denizin tuzlu havası yüzümüze çarpıyordu. Dalgaların sesini dinlerken, Amor’un dans ederken nasıl da zarif hareket ettiğini fark ettim. Her adımda aramızdaki mesafe azalıyor, kalbimde bir kıpırtı yaratıyordu.

 

“Burası ne kadar güzel, değil mi?” dedim, dans ederken yavaşça onun gözlerine baktım. “Denizin sesi, kumların sıcaklığı… Her şey mükemmel.”

 

Amor, hafif bir gülümsemeyle başını salladı. “Evet, burası gerçekten huzur verici,” dedi. “Ama dans etmek benim için bir farklılık. Özellikle böyle bir ortamda...”

 

Bir an göz göze geldik. İçimde hissettiğim kıpırtıyı bastırmaya çalışırken, “Bazen farklılıklar güzellik katıyor, değil mi?” diye yanıtladım.

 

O an, müziğin notaları arasında kaybolduğumuzda, dansımızın etrafındaki dünya bir anlığına silinip gitmiş gibiydi. Sahildeki diğerleri, Darwin ve Akira’nın coşkusuyla hareket ederken, ben ve Amor, yalnızca müziğin ve birbirimizin ritmiyle dans ediyorduk. Her adımda, kalbim biraz daha hızlı atıyordu.

 

Dalgalar kıyıya vururken, hafif bir rüzgarın yüzümü okşamasıyla, bu anın sonsuza dek sürmesini diledim. Sahilin sıcaklığı, gökyüzündeki yıldızların parıltısı ve arkadaşlarımızın gülümsemeleri… Hepsi, bu özel anı benim için unutulmaz kılıyordu.

Müzik sona erdiğinde, Castor, “Bu gece harika geçti!” diyerek bizim yanımıza geldi. Darwin ve Akira, hala gülümseyerek dans ediyor ve birbirlerinin enerjisine katılıyordu. “Hadi, eve dönelim,” dedi Akira, mutlulukla dolu bir ses tonuyla.

Sahilden yürüyerek eve dönerken, ayaklarımız kumda kayarken gülümsemelerle doluyduk. Kimi zaman arkamıza dönüp deniz manzarasına bakıyor, kimi zaman da birbirimize esprili laflar ediyor, gülüşlerimizi paylaşıyorduk.

“Böyle anlar her zaman olmalı,” dedim Amor’a dönerken. “Arkadaşlığımız bu kadar özel ve güzelken, bunu kutlamalıyız!”

O da gülümseyerek başını salladı. “Kesinlikle, böyle anıları asla unutmak istemem,” dedi.

Huzur dolu bir akşamı ardımızda bırakarak, gülümseyerek evin kapısına vardık. İçeri adım attığımızda, içim neşeyle dolmuştu. Bu gece, dostluklarımızı güçlendiren ve hafızama kazınan anılarla doluydu.

Onun arkadaşlık ilişkilerine bu kadar önem verdiğini asla tahmin edemezdim.

Yıldızlı gecenin karanlığında gözlerimi hafifçe yumdum. Sıcak ve soğuk arasında gidip gelen ılık uykum beni kollarına alıp adeta sarmaladı.

Sabah güneşi yavaşça doğarken, ben de uyanıp odadan çıktım. Evdeki sessizlik beni sarmaladı. Aşağıda kimsenin olmadığını görmek içimde bir merak uyandırdı. Amor’un sabahları ne yapmayı sevdiğini bilmesem de, içimdeki ses onu bulmam gerektiğini fısıldıyordu. Yavaş adımlarla merdivenlerden inip kapıyı açtım.

 

Kumsala doğru yürürken, denizden gelen hafif tuzlu hava yüzümü okşadı. Günün bu ilk saatleri, her şeyin yeni olduğu, sanki tüm sorunların geride kaldığı bir an gibi geliyordu. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kumların sıcaklığı ayaklarımın altına yayılırken, sahilin güzelliği beni büyüledi.

 

Bir süre yürüdükten sonra, ileride Amor’un siluetini fark ettim. Onun karamsar ve bir o kadar da kararlı duruşu dikkatimi çekti. Beyaz tişörtü, sarı güneşin ışığında parlıyordu. Kıyafetlerinin üzerinde hafif bir rüzgarın dans ettiğini görebiliyordum. Çeşitli düşünceler aklımda çalkalanırken, onun yanına yaklaştım.

 

“Günaydın, Amor,” dedim, sesimdeki tedirginliği gizlemeye çalışarak. O an, ona nasıl yaklaşmam gerektiğini bilemediğim için içimde bir çekingenlik hissettim.

 

“Günaydın,” diye yanıtladı, ama yüzünde herhangi bir gülümseme yoktu. Gözleri, denize dalmış bir hâlde kaybolmuş gibiydi.

 

Bir süre sessiz kaldık. Denizin huzur verici sesi, aramızdaki gerginliği biraz olsun dağıtıyordu. Sonunda cesaretimi toplayarak, “Burada ne yapıyorsun?” diye sordum.

 

“Denizi izliyorum,” dedi Amor, hâlâ dikkatini dışarıda bir yere odaklamışken. “Düşünüyorum.”

 

“Düşüncelerinde neler var?” dedim, içimde bir merak kabararak.

 

O, hafif bir hüzünle bana döndü. “Hayat, bazen çok karmaşık oluyor. İnsanlar birbirine ne kadar yakın olursa, o kadar çok mesafe hissediyor,” dedi. Sesindeki melankoli, aramızdaki çekimserliği daha da belirgin hale getiriyordu.

 

O an, onunla daha derin bir bağ kurmak istediğimi anladım. “Evet, ilişkiler zorlayıcı olabilir,” dedim, dikkatle ona bakarak. “Ama bazen bu zorluklar, güzelliklerin başlangıcı olabilir.”

 

Amor’un gözlerinde bir kıvılcım belirdi. “Bazen bu zorluklar geçici gibi görünse de, birikir ve insanı boğabilir. Seninle aramızda bir soğukluk var. Bunu hissetmiyor musun?” dedi.

 

Kalbimde bir gerginlik hissettim. “Evet, hissediyorum. Ama belki de bu soğukluk, birbirimizi daha iyi tanıdıkça kaybolacak,” dedim, sesimi güçlendirerek. “Biliyorum, birbirimizi tanımak zorundayız.”

 

Amor, hafifçe başını salladı. “Düşmanlık ve çekim arasında gidip geliyoruz. Bu ikisi de karmaşık duygular,” dedi.

 

Bir an sessiz kaldık. Denizin sesi, her dalga vuruşuyla aramızdaki konuşulmamış kelimeleri yıkıyordu. “Ama seninle birlikte geçirdiğim zamanlar, düşündüğümden daha keyifli,” diye ekledim. “Bunu inkar edemem.”

 

Amor’un yüzünde bir gülümseme belirdi ama hemen ardından kayboldu. “Belki de,” dedi, sesi daha yumuşak bir hale geldi. “Ama bu duygular karmaşık. Kendimi tuhaf hissediyorum.”

 

Bir adım attım ve onun yanına daha da yaklaştım. “Kim bilir, belki de bu karmaşıklığın içinde bir güzellik vardır. Ve belki de bu duygularımızın derinlerinde başka bir şey var.”

 

O an göz göze geldik. İçimdeki çekimserlik yavaşça yerini bir bağa bırakıyordu. Denizin parıltısı, Amor’un gözlerinde yansırken, aramızdaki mesafe kısaldı. Dalgaların sesi etrafımızda dans ederken, belki de geçmişin yükünü bir kenara bırakıp yeni bir başlangıç yapmanın zamanı gelmişti.

Bir süre denizle ilgili derin bir sohbet ettikten sonra, Amor’un gözleri parlamaya başladı. “Neden biraz denize girmiyoruz?” dedi, içindeki coşkuyu gizleyemeyerek. “Dün gittiğimiz yere gidelim. Orası çok güzeldi, su çok sıcak olmalı.”

 

Ben de bu fikre katıldım. “Evet, harika bir fikir! Oradaki koya gitmek çok eğlenceli olur,” dedim, içimdeki heyecanı hissettirerek. Bu an, aramızdaki mesafeyi biraz daha yakınlaştıracak gibiydi. Amor, benimle birlikte bu maceraya atılmak için sabırsız görünüyordu.

 

Deniz kıyısındaki yürüyüşümüz sırasında, elimi hafifçe onun eline dokundurmayı düşündüm ama cesaretim kırıldı. Bu anı kaçırmak istemiyordum, ama içimdeki çekingenlik hâlâ üzerimdeydi.

 

Kumsalda yürümeye başladığımızda, deniz rüzgarının tuzlu havası yüzümüze çarpıyordu. Kumların sıcaklığı ayaklarımın altına yayılırken, Amor’un yanımda yürüdüğünü bilmek içimi ısıtıyordu. “Bilmiyorum, bu sabah burada olmayı çok seviyorum. Hava çok güzel,” dedim, sahildeki manzarayı seyrederken.

 

“Evet, kesinlikle. Burası her zaman huzur verici,” diye yanıtladı Amor, gözleri denize dalmış bir hâlde. “Dün akşamki yemeğin tadı hâlâ damağımda. Bu sabah da seninle böyle bir anı paylaşmak harika.”

 

Bir süre daha yürüdükten sonra, koya ulaştık. Koyun suyu, güneşin altında parlıyordu; mavi ve yeşil tonları arasında dans ediyordu. “Burası kesinlikle cennet gibi,” dedim, etrafı gözlerimle tarayarak. “Burada hem yüzmek hem de güneşlenmek harika olacak.”

 

Amor gülümseyerek başını salladı. “O zaman, hemen girmeliyiz!” dedi. Hazırlandığımızda, denizin serinliğinin yanı sıra, onun heyecanı beni de sarhoş etmişti.

 

“Haydi, o zaman!” dedim, cesaretle suya doğru adım atarak. Amor’un arkamdan geldiğini hissettim; bu bile içimdeki heyecanı artırıyordu.

 

Suya ilk adımımı attığımda, serinlik bedenimi sarhoş etti. “Brr!” diye bağırdım, suyun soğukluğu başlangıçta şaşırtıcıydı ama hemen ardından vücuduma hoş bir rahatlık yayıldı. “Güzel, değil mi?” diye sordum, arkamı dönerek Amor’a bakarken.

 

“Kesinlikle!” dedi, suya girmeye cesaret eden bir çocuk gibi gülümseyerek. “Bunu düşünmediğim kadar iyi hissediyorum.”

 

Birbirimize bakarak gülmeye başladık. Amor, suyun içinde yüzmeye başladı ve ben de onun peşinden gittim. Koyun derinliklerinde kaybolurken, birbirimize su sıçratarak oynuyorduk. “Hey, bu gerçekten eğlenceli!” dedim, gözlerim parlayarak.

 

Amor da kahkaha atarak yanıtladı, “Bunu daha önce neden yapmadık ki?”

 

Kısa bir süre sonra, biraz daha derinlere yüzmeye karar verdik. Su, etrafımızda dalgalanıyor, güneşin ışınları su yüzeyinde dans ediyordu. O an, aramızdaki gerginliğin yerini mutluluğa bırakmaya başladığını hissedebiliyordum.

 

Bir ara durup denizin ortasında yüzdüğümüzde, Amor’un yüzüne dikkatle baktım. “Bazen hayatın sunduğu anlar bu kadar basit ve güzel oluyor,” dedim. “Bunu paylaşmak, gerçekten özel.”

 

“Kesinlikle,” dedi Amor, bir an için gözlerini kapatıp denizin tadını çıkararak. “Zaman zaman bu tür basit anların kıymetini unuttuğumuzu düşünüyorum.”

 

“Belki de bu anı her gün hatırlamamız lazım,” dedim, onu izlerken. “Hayatın karmaşasında kaybolmamak için.”

 

O an, Amor’un gözlerinde bir şeyler değişti. “Bazen düşündüğümden daha derin bir bağ hissettiğimizi düşünüyorum,” dedi. “Ama her şeyin altında bu soğukluk kalıyor.”

 

Aramızdaki mesafe daha da kısalmıştı. “Evet, bu soğukluk hissettiğim bir şey ama belki de zamanla kaybolacak,” dedim, bir adım daha atarak. “Zamanla aramızdaki bağ güçlenecek.”

 

O an, birbirimize bakarak gülümsedik. Denizin derinliklerinde kaybolmuş gibi hissederken, aramızdaki çekimserliği geride bırakarak yeni bir başlangıç yapmaya bir adım daha atmıştık.

Suya düştüğüm anda, her şey yavaşladı; dalgaların sesi, derinlerden gelen bir yankı gibi çınlarken, içimdeki korku yükselmeye başladı. Hızla dibe doğru çekildiğimi hissettim. Vücudumun ağırlaştığını, suyun soğukluğunun derime işlediğini hissediyordum. O an, sanki dünya upside down olmuştu. Gözlerim kararmaya başladığında, etrafımdaki her şey kayboluyormuş gibi hissettim; aydınlık, renkler, hepsi birer birer silinip gidiyordu.

 

Gözlerimdeki karanlık arttıkça, içimde bir boşluk oluştu. Su, vücudumun etrafında bir sarmaşık gibi sarılırken, kalbimde bir kıpırtı hissediyordum. Suya batmanın getirdiği huzursuzluğun yanı sıra, bir kaybolmuşluk duygusu daha derinleşmeye başladı. Ama tam o sırada, sanki bir ışık parladı. Bir siluet belirmeye başladı.

 

Gözlerimi zorla açmaya çalıştım ve suyun derinliklerinde tanıdık bir yüz gördüm. Uzun, dalgalı saçları, suyun akıntısında dans ediyor; gözlerindeki derinlik, sanki beni içime çekiyordu. Annemdi! O an, kalbimde bir sevinç dalgası yükseldi. Ama bu sevinç, aniden yerini hüzne bıraktı; onu kaybettiğim günleri düşündüm. “Anne!” diye haykırmak istedim ama su beni boğuyordu, sesim derinliklere gömüldü.

 

Annemin silueti yanımda süzülürken, ben de ona doğru uzandım. Gözlerim, onun varlığıyla doldu; gözlerindeki sevgi ve aynı zamanda kaybetmenin hüznü, bir araya gelerek derin bir karanlığa dönüştü. “Beni bırakma!” diye fısıldadım ama suyun sesi onu boğuyordu. Su, beni daha da dibe çekiyordu ve ben, onun yanına ulaşmanın çaresizliğini hissediyordum.

 

Annemin elbiseleri suyun içinde zarifçe dalgalanıyordu. Vücudu, suyun akıntısıyla dans eder gibi hareket ediyordu ama onunla aramızda hala büyük bir mesafe vardı. Kalbimdeki acı, suyun derinliklerinden yükseliyor; onu görmek istediğim an, sanki elimden kayıp gidiyordu. “Sana ihtiyacım var!” dedim ama sesim yine suyun içinden yankılandı.

 

O an, gözlerimdeki yaşlar suya karıştı. Annemin gülümsemesi, suyun içindeki aydınlık gibi parlıyordu. Ama gözlerinde bir hüzün vardı; sanki bana bir şey anlatmaya çalışıyordu. “Opia, seni izliyorum,” dediği anda, sesi suyun derinliklerinden geliyormuş gibi yankılandı. “Ama kayboluyorsun. Beni bırakma.”

 

Kalbimdeki boşluk büyüyordu; onu kaybetmenin acısı, içimdeki duygularla birleşiyordu. Su, beni dibe çekerken, annemin gözlerinin derinliğinde kaybolmak istemiyordum. Yüzümdeki suyun ağırlığı, vücudumun yükü artarken, ona doğru uzanmaya çalıştım ama elimi uzattıkça aramızdaki mesafe açılıyordu.

 

“O günleri hatırlıyor musun?” diye sordum, ama cevabını duyamadım. Annesinin varlığı, kalbimdeki boşluğu biraz dolduruyordu ama kaybolmuş hissetmek, beni daha da derin bir karanlığa sürüklüyordu. “Beni bırakma, lütfen!”

 

Ama su, beni daha da derinlere çekiyordu. Dalgalar, etrafımda dans ederken, annemin silueti giderek daha belirsiz hale gelmeye başladı. “Beni duyuyor musun?” diye tekrar sordum ama yanıt alamadım. Gözlerimi onun gözlerine dikerken, onunla aramızdaki bu mesafenin daha da açıldığını hissediyordum. Annesinin varlığı, suyun içinde kaybolmuş gibi görünüyordu; sanki o da beni bırakmak istemiyordu ama suyun derinlikleri aramızda bir engel oluşturuyordu.

 

Bir an için gözlerim karardı ve derin bir nefes almak istedim, ama suyun soğukluğu boğazımı kaplamıştı. İçimdeki korku, suyun derinliklerine çekildikçe büyüyordu. Annemin yüzü, giderek daha da silikleşirken, suyun sesi, dalgaların ritmiyle birleşiyordu.

 

O an, içimdeki boşluk, annemin varlığına karşı hissettiğim sevgiyle çelişiyordu. “Neden gideceksin?” diye sordum, ama suyun derinlikleri arasında kaybolmuştum. Gözlerimdeki yaşlar, yüzümdeki suyla birleşerek akıp gidiyordu. Annemin silueti, artık sadece bir hatıra gibi görünüyordu; o anı geride bırakmak istemiyordum ama su beni çekiyordu.

 

Son bir çırpınışla, ona doğru uzandım ama aramızdaki mesafe açıldıkça açıldı. İçimdeki boşluğun büyüklüğü, onun varlığı olmadan katlanılmaz hale geliyordu. “Anne, lütfen!” diye bağırdım ama sesi suyun derinliklerine gitti. Annemin gözleri, beni izlerken bir şeyleri anlatmak ister gibi parlıyordu; ama ben onu yakalayamıyordum.

 

O an, içimdeki kıpırtıyı bastırmak için bir çığlık attım. Su, sesimi yutarken, onun silueti tamamen kayboldu. Kalbimdeki boşluk, derin suyun içinde büyüyordu. İçimdeki karanlık, beni daha da dibe çekerken, yüzümdeki su ve gözyaşlarım birleşiyordu. Annesinin ışığı, şimdi kaybolmuştu; o an, suyun dibine doğru çekilirken, kendimi tamamen bırakmaya karar verdim.

 

Yavaşça kendimi suya bıraktım. Annemin sıcaklığı artık yanımda yoktu. Karanlık, beni tamamen sarmalarken, derin bir huzursuzluk hissettim. Annesinin silueti tamamen kaybolduğunda, içimdeki boşluğun büyüklüğü dayanılmaz hale geldi. Annesinin hatırası, şimdi suyun derinliklerinde kaybolmuş gibiydi; ama ben, ona doğru uzanırken içimdeki özlemi hissediyordum.

 

O anda, suyun karanlığında kaybolmuşken, zamanın durduğunu hissettim. Kalbim, annemin silueti kaybolduğunda bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı. Gözlerimdeki yaşlar suya karışırken, içimdeki boşluk büyüdü. Duygularım, suyun derinliklerine gömülmüş gibi hissediyordu; ama aynı zamanda, annemin anısı içimde yankılanmaya devam ediyordu.

 

Son bir çırpınışla, suyun yüzeyine ulaşmaya çalıştım. Ama karanlık beni yutmaya devam ediyordu. Dalgaların sesi, daha uzaktan geliyordu ve ben, suyun dibine doğru daha da batıyordum. Annesinin silueti tamamen kaybolurken, içimdeki huzursuzluk büyümeye devam etti. “Anne, beni bırakma!” diye fısıldadım ama su, beni boğuyordu. Her şey kararmıştı; içimdeki hüzün, onun yokluğunda daha da derinleşiyordu.

 

Ve o an, suyun derinliklerinde kaybolmuşken, zihnimde yalnızca onun anısı kalmıştı. Derin deniz, içimdeki boşluğu dolduracak gibi değildi; karanlık, beni tamamen sarmaladı. Kalbimdeki özlem, annemin silueti kaybolduğunda daha da büyüyordu. Ama bir yandan da, onun sıcaklığını hissediyordum; o anı geride bırakmak istemiyordum.

 

Gözlerimi kapatırken, suyun derinliklerinde kaybolmuşken, belki de onun anısını unutmak istemedim. Karanlık, içimdeki tüm duyguları yutarken, annemin hatırası hep benimle kalacaktı. O an, suyun derinliklerinde kaybolmuşken, yalnızca annemin sesini duymak istiyordum. “Beni bırakma, Opia.”

 

Bu son cümle, suyun derinliklerinden yankılanıyordu; ama ben, derin karanlıkta kaybolmuştum. O an, içimdeki tüm acı ve özlem, suyun dibine gömülmüştü

 

. Su, beni boğarken, annemin sesini daha da uzaktan duyabiliyordum; ama onun silueti tamamen kaybolmuştu. Ve ben, karanlığın içinde kaybolurken, içimdeki hüzünle birlikte kayboluyordum.

Suyun derinliklerine daldığım an, içimdeki huzursuzluk büyümeye başlamıştı. Dalgaların sesi, kulaklarımda yankılanırken, karanlık suyun içindeki çırpınışlarım beni daha da derinlere çekiyordu. O anda gözlerim karardı ve tüm dünya silinip gitti. Ama içimde bir şey, beni kurtaracak bir güç olduğuna dair bir umut doğurdu.

 

Tam o sırada, suyun içinde bir hareket hissettim. Bir el, beni yakalamaya çalışıyordu. Kalbim, bir çırpınışla hızlandı; bu, tanıdık bir eldi. O anı daha fazla düşünmeden, o eli yakalamaya çalıştım ama su, beni boğmaya çalışıyordu. Yavaşça, suyun derinliklerinden yukarı doğru çekildiğimi hissettim.

 

Amor, beni kurtarmak için canla başla savaşıyordu. Kollarıyla etrafımda dönerken, güçlü bir şekilde beni yukarı doğru çekmeye çalışıyordu. Dalgaların arasındaki mücadele, beni yavaş yavaş yüzeye çıkarırken, onun kaygılı yüzünü gördüm. “Opia! Haydi, dayan!” dedi. Sesindeki acı, kalbimde bir yerlerde yankılandı.

 

Hava, suyun soğukluğundan çıkarken yüzüme çarptı. Amor’un elleri, vücudumu kavrarken, kayalık bir kıyıya doğru sürüklendiğimizi hissettim. Koyun kıyısındaki kayalar, suyun gürültüsüyle dans eden dalgalarla birlikte bizi bekliyordu. Amor, beni kayaya çekerken, yüzümdeki su damlaları akıp gitmişti. Sonunda, güçlü bir şekilde kayaya çıkmayı başardık.

 

Amor, kayaya sırtımı yasladığında, gözlerim bulutlu ve bulanık bir şekilde yeniden açıldı. “Opia! İyi misin?” diye sordu, sesi endişeyle doluydu. Onun sesi, beni sarhoş eden karanlıktan çıkartmaya yetmişti. Gözlerimle onun yüzüne baktığımda, gözlerindeki korku ve endişeyi fark ettim.

 

Dalgaların sesi hala etrafımızda yankılanırken, “Ben… ben iyiyim,” dedim, ama sesim, suyun içindeki yankı gibi geliyordu. İçimdeki korku, suyun derinliklerinden çıkmıştı; ama şimdi, karanlık düşünceler yine yüzeye çıkmaya başladı. “Anne…” diye fısıldadım, gözlerim dolmuştu. Amor, hemen yanımda belirdi, elleriyle yüzümü tuttu. “Beni bırakma, Opia,” dedi. “Sana bir şey olursa, kendimi affedemem.”

 

O an, içimdeki soğuk duygularla birlikte gözlerimdeki yaşları hissettim. “Biliyorum, korkuyorsun. Ama ben buradayım,” dedi. Gözlerindeki yoğun duygular, beni daha da derinlere çekiyordu. Amor’un yüzündeki kaygı, gözlerimdeki hüzünle birleştiğinde, sanki o anın büyüsü etrafımızda dans ediyordu.

 

Suya girmeden önceki anılarım gözümde canlanırken, Amor’un gözlerine bakmak içimi ısıttı. O an, içimdeki boşluğu kaplayan bir his doğmaya başlamıştı. “Beni burada bırakma, lütfen,” dedim. Onun bakışları, içimdeki kaygıyı alıyordu; ama yine de içimde bir mesafe vardı.

 

Amor, “Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim,” dedi, sesi kararlılıkla doluydu. O an, gözleriyle ruhumun derinliklerine iniyordu; ama içimdeki karanlığı hissetmekten korkuyordum. Koyun sessizliğinde, dalgaların sesi yavaş yavaş azalmaya başladı; ama içimdeki huzursuzluk devam ediyordu.

 

“Bazen korkuyorum, Amor,” dedim, gözlerim dalgalara kayarken. “Denizin derinliklerinde kaybolmuş gibi hissediyorum.” O an, gözlerimdeki yaşların suya karışmasını izlemek istemiyordum. Ama onun varlığı, içimdeki kaygıyı biraz olsun hafifletiyordu. Amor, “Korkma,” dedi. “Seninle her zaman buradayım.”

 

Kaya üzerinde sırtımı yaslarken, onun bana nasıl yaklaştığını hissediyordum. Bir yudum hava alırken, içimdeki korku biraz azalmıştı. Ama yine de suyun derinliklerinden gelen sesler, ruhumda yankılanıyordu. “Beni gerçekten bırakmayacak mısın?” dedim, gözlerimdeki belirsizlikle. Amor, “Asla,” dedi. “Senin yanındayım.”

 

Kendimi güvende hissetmek isterken, yine de içimdeki soğuk duygular devam ediyordu. Suya karşı duyduğum korku, Amor’un sıcaklığıyla birleşerek kalbimde bir parıltı yaratıyordu. “Sana güveniyorum,” dedim, ama içimdeki korkunun tamamen silinmediğini biliyordum.

 

O an, gözlerimi Amor’un gözlerinden ayıramıyordum. Onun içindeki derinlik, bana güven veriyordu; ama aynı zamanda, içimdeki kaygıyı da hissettiriyordu. “Birlikte bu korkunun üstesinden geleceğiz,” dedi, elleriyle omuzlarımı sıkarak. “Bunu senin için yapacağım.”

 

Ve o an, Amor’un beni korumaya çalıştığını hissettim. O, beni denizden çekip alırken, içimdeki tüm acılar yavaşça kaybolmaya başlamıştı. “Teşekkür ederim, Amor,” dedim, gözlerimdeki yaşları silerken. O an, birlikte olduğumuzda kaybolduğum her şeyin değerini anladım. Koyda kayaların üstünde, dalgaların sesinin eşlik ettiği bu an, içimde yeni bir umut doğuyordu.

Kayaların üzerinde dinlenirken etrafımdaki huzur verici sessizliği içime çekmeye çalışıyordum. Fakat içimde bir türlü yatışmayan bir korku vardı. Burası çok güzeldi, ama bir yandan da kaybolmuş gibiydik ve bu düşünce kalbimi daraltıyordu. Yanımdaki Amor’a dönerek, "Burası gerçekten çok güzel," dedim; fakat içimdeki tedirginlik sesime yansıyordu, kelimelerim bile titriyordu.

 

Amor bana gülümsemeye çalıştı. "Evet, harika bir yer," diye yanıtladı, fakat bakışlarında bir şeylerin yolunda olmadığını görebiliyordum. "Ama sanırım biraz kaybolduk," diye ekledi, sesi pek de kendinden emin değildi.

 

Kafamı kaldırıp denizin mavi derinliklerine baktım. Dalgalara bakarken içimdeki korkunun daha da derinleştiğini hissettim. "Beni korkutuyorsun, Amor," dedim, farkında olmadan sesim titredi. "Deniz çok derin, buradan çıkmalıyız bence."

 

"Merak etme," dedi Amor, beni yatıştırmaya çalışarak. "Biz buradayız, her şey yolunda." Ama içindeki kaygıyı gizleyemediğini görebiliyordum. Onun güven veren gözlerine bakmaya çalıştım, ama gülümsemesi artık beni kandıramıyordu. "Gerçekten mi?" dedim, sesimdeki korkuyu bastırmaya çalışarak.

 

Amor derin bir nefes aldı ve "Sadece biraz dinlenelim," dedi. Bu sözleri kendini de sakinleştirmeye çalışır gibi bir tondaydı. "Sonra geri döneriz."

 

Bir an için gözlerimi kapattım, kalbim daha da hızlı atıyordu. Başımı ona çevirdim ve "Ama nereye döneceğiz? Burası gerçekten kaybolmuş gibi hissediyorum," dedim, içimdeki endişeyi daha fazla saklayamadan.

 

"Bilmiyorum, ama birlikteyiz, bu yeter," diye yanıtladı. Sözleriyle bana güven vermeye çalışıyordu, ama kaybolmuş olmanın getirdiği belirsizlik onun da içinde bir yerlere işlemiş gibiydi.

 

Elini bana uzattı. "Gel, biraz daha derinlere bakalım. Belki bu koydan çıkmanın bir yolunu buluruz," dedi, gözlerinde bir umut ışığıyla. Başımı eğerek onun güven dolu bakışlarını izledim, ama içimdeki korku hâlâ tam olarak geçmemişti. "Beni gerçekten bırakmayacak mısın?" diye sordum, farkında olmadan içimdeki titremeyi dışa vurarak.

 

Amor bana dönerek, "Asla bırakmam," dedi, gözleriyle bana güven vermeye çalışarak. Sözleri yüreğime biraz olsun su serpti, ama hâlâ tamamen rahatlayamıyordum.

 

"Neden gitmeden önce biraz daha yürümüyoruz?" dedim ona. Yan yana adımlarımız koyun derinliklerine doğru ilerlerken, içimdeki korku ve belirsizlik dalgalarla birleşip daha da büyüyordu. "Beni güvende hissettiriyorsun," dedim, "ama hâlâ kaybolmuş hissediyorum."

 

Amor derin bir nefes aldı. "Herkes kaybolur bir zaman. Ama önemli olan, kaybolduğunda bile yanında birinin olması," dedi, içindeki kararlılığı bana hissettirmeye çalışarak.

 

"Eğer bir daha geri dönemezsek?" diye sordum, sesimdeki korku belirginleşmişti. Amor, "Bunu düşünme," dedi. "Bize yalnızca birlikte hareket etmek yeter."

 

Onun bu sözleri içimde bir nebze olsun rahatlık sağladı. Birlikte denizin kenarında yürümeye devam ettik; her adımda korkum az da olsa hafifliyordu. Kumların sıcaklığı ayaklarımızın altına yayılırken, koyun daha derinliklerine gitmeye devam ettik.

 

Birden denizin yüzeyinde parlayan bir tekne gördüm. "Bak, orada bir tekne var!" dedim, heyecanla. Amor da başını çevirip tekneye baktı; gözlerinde umut dolu bir bakış vardı. "Bize yardım edebilirler," dedi, yüzünde rahatlamış bir ifade belirmişti.

 

Onlarla el sallayarak iletişim kurmaya çalıştık. Nihayet tekne yaklaştığında, içimde bir umut kıvılcımı hissettim. Amor’a baktım ve elimi onun eline uzattım. Belki kaybolmuştuk, ama birlikteydik. Ve bu, karanlıkta bir ışık bulmak gibiydi.

Tekneye doğru heyecanla el sallamaya devam ettik. Nihayet, teknenin içindekiler bizi fark etti; bir kişi kenara eğilip el sallayarak, “Merhaba!” diye seslendi. Sesi rüzgarın arasında hafifçe kaybolsa da, o selam içime bir rahatlama duygusu getirdi.

 

Amor hemen yanıtladı: "Merhaba!" Fakat sesindeki gerginliği fark edebiliyordum. O da benim gibi, burada kaybolmuş hissetmenin ağırlığı altında boğuluyordu.

 

Cesaretimi toplayarak, "Bize yardım edebilir misiniz? Kaybolduk," diye bağırdım. Teknedekilerden birinin gözlerinde anlayışlı bir ifade belirdi, yüzünde dostça bir gülümseme vardı. “Tabii ki! Nereden geliyorsunuz?” diye sordular.

 

Amor, “Bilmiyoruz, burada kaybolduk,” diye yanıt verdi, sesi artık saklayamadığı bir endişe tonuyla titriyordu. O an içimden gelen garip bir güvenle ona dokundum. Bu his, belki de birlikte kaybolmuş olmanın getirdiği bir dayanışma hissiydi.

 

Teknedekiler, "Geliyoruz, hazır olun!" diyerek bize doğru bir ip attılar. Amor hızla ipi yakaladı ve kendini daha güçlü göstermek istercesine sıkı sıkı tutundu. Elimi onun omzuna koydum ve ikimiz birlikte, güvenle ipe asıldık.

 

Tekneye doğru çekilirken, içinde bulunduğumuz durumun ağırlığı, ayaklarımızın altında eriyip gidiyordu. Amor’un yanımda olduğunu bilmek içimdeki korkuyu biraz olsun hafifletmişti. O sırada gözlerimi kapattım, teknenin güven verici varlığı zihnimde dalgalanan karamsarlığı yavaşça bastırıyordu.

 

Sonunda teknenin yanına ulaştık. İkimiz de derin bir nefes alıp güverteye çıktık, yüzümüzde hem yorgunluk hem de hafif bir rahatlama vardı. Teknedekiler bize dostça gülümsediler, yardıma hazırdılar.

 

“Teşekkür ederiz,” dedim, sesimde içten bir rahatlama. Birkaç gündür hissettiğim kaybolmuşluk hissi, yavaş yavaş yerini umut dolu bir mutluluğa bırakıyordu. Teknedekiler, “Rica ederiz! Eğer isterseniz bizimle biraz daha kalabilirsiniz. Huzurlu bir yer arıyorduk, belki size de iyi gelir,” diye önerdiler.

 

Amor bu teklifi duyduğunda içindeki gerginliğin yerini heyecan aldı. "Evet, neden olmasın!" diye cevapladı, yüzünde yeniden hayat bulan bir ifade ile. Ben de gülümseyerek başımı salladım. Belki de buradan çıkarak, o koyun karanlığını ardımızda bırakacaktık.

 

Tekne denizin mavi derinliklerine doğru ilerlemeye başladığında, Amor’a baktım. Yanımda olduğunu bilmek, yeniden bir yola çıkma cesareti verdi. "Belki de bu, kaybolmanın bir parçası," diye düşündüm, içimdeki huzursuzluk yerini dingin bir sessizliğe bırakırken.

 

Amor da aynı anda bana döndü ve gözlerime bakarak, “Biliyor musun, bazen kaybolmak yeni bir yolculuğa çıkmanın başlangıcı olabilir,” dedi. Bu sözler içime huzur serpti; belki kaybolmuştuk, ama birlikteydik ve bu, kendi başına bir yolculuğa çıkmak gibiydi.

       

Teknenin güvertesine çıktığımızda ikimiz de biraz rahatlamıştık. İçimdeki kaybolmuşluk hissi, yerini bir nebze güvene bırakıyordu. Teknedekiler dostane bir şekilde gülümsediler ve bize yardımcı olmak için orada olduklarını hissettirdiler.

 

“Teşekkür ederiz,” dedim içten bir rahatlamayla. Uzun zamandır hissettiğim bu endişe, yerini yeniden ayağa kalkmanın huzuruna bırakıyordu. Teknedekilerden biri, “Rica ederiz! Biz de denizin ortasında bir süre vakit geçirmek için çıkmıştık. İsterseniz bize katılabilirsiniz,” dedi, teklifinde sıcak bir davet gizliydi.

 

Amor, onların davetini duyunca heyecanlandı. Yüzünde yeniden hayat bulmuş gibi görünen bir ifadeyle, "Evet, neden olmasın!" diye yanıt verdi. Onunla birlikte ben de gülümsedim. Korkularımızın içinde kaybolduğumuz o koyu geride bırakmak, yeni bir başlangıca adım atmak gibiydi.

 

Tekne denizin derinlerine doğru ilerlerken, gözlerimi kapattım ve içimdeki huzuru hissetmeye çalıştım. Yanımdaki Amor’a dönüp baktım; bir an için kaybolmuş olmanın verdiği belirsizliğin, aslında içimde bir güvene dönüştüğünü fark ettim. Bu an, denizin üstünde yolculuk ederken içimde yeniden güç bulmak gibiydi.

 

O anda, Amor bana döndü ve gözlerimin içine bakarak, “Biliyor musun, bazen kaybolmak yeni bir yolculuğa çıkmanın başlangıcı olabilir,” dedi. Sözleri içimdeki korkuyu yavaşça eritirken, onunla birlikte burada, denizin üzerinde yeni bir yola çıktığımızı hissettim. Kaybolmuş olsak bile, bu yolculukta birbirimize tutunarak ilerliyorduk ve bu da kendi başına bir güven kaynağıydı.

Eve adım attığımızda, sıcak hava ve evin tanıdık kokusu hemen üzerimize çöktü. Daha birkaç adım atmıştık ki, Akira’nın sert sesi yankılandı: “Neredeydiniz, bu kadar geç kaldınız?” Yüzünde kaygı ve öfke karışımı bir ifade vardı. “Sizi aramak zorunda kaldım, ne düşünüyordunuz?”

 

Kendimi biraz çekinmiş hissettim, ama yine de cevap verdim: “Biz sadece sahilde dolaşmak istedik… Biraz denize girdik.” Yanımda duran Amor, gözlerini yere dikmişti; Akira’nın endişesi onun da omuzlarına bir yük gibi çökmüştü, bunu hissedebiliyordum.

 

Darwin ise Akira’nın bakışlarının altında biraz daha geri çekildi. “Sadece birkaç saat geç kaldık. Her şey yolundaydı, gerçekten,” diye ekledi titrek bir sesle. Ancak Akira, Darwin’in bu açıklamasına daha da öfkelenmiş gibi göründü.

 

“O kadar kaybolmak da ne demek? Denizin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsunuz!” diyerek kollarını açtı. Ama bir an için, Darwin’in yüzündeki endişeyi fark ettiğinde, sesi biraz yumuşadı. “İyi misiniz?” diye sordu, ama ciddiyetini kaybetmeden.

 

Bu sırada Darwin birden yanıma gelip sıkıca sarıldı. “Çok korktum, seni kaybetmek istemedim,” dedi titreyen sesiyle. Darwin’in sıcak kollarında rahatlama buldum, ona sarılmak beni gerçekten iyi hissettirdi. “Ben de seni kaybetmek istemezdim. Merak etme, her şey yolunda artık,” dedim, rahatlatıcı bir gülümseme eşliğinde.

 

Bu sarılma, Akira ve Castor’un da dikkatini çekmişti. Birbirlerine bakıp yanımıza geldiler. Akira, Darwin’in bana sarılmasıyla biraz yumuşamıştı. Bana doğru yaklaşıp, “Bir daha sakın böyle yapmayın,” dedi, sesi bu kez nazik bir tonla yankılandı. “Beni korkutuyorsunuz.”

 

Castor da endişesini bir kenara bırakarak gülümseyerek yanımıza geldi. “Aynı şey benim için de geçerli; o yüzden dikkatli olmalısınız,” dedi ve Darwin ile bana sarıldı. “Görüyor musunuz, hepimiz bir aileyiz. Birbirimizi korumak zorundayız.”

 

O sırada Amor da birkaç adım atıp bize yaklaştı. “Aynen öyle,” dedi, Akira’ya bakarak. “Ama merak etmeyin, ben Opia’nın yanındaydım. Onu korudum,” diye ekledi hafifçe gülümseyerek. Akira, Amor’un gözlerindeki kararlılığı fark etmişti, karşılık veremedi ama biraz daha sakinleşti.

 

“Bu güzel,” dedi Akira, yumuşak bir tonla. “Ama yine de dikkatli olmalısınız. Sahilde kaybolmak da tehlikeli, unutmayın. Hepimizin birbirimizi koruması lazım.”

 

Bu sıcak atmosferin içinde, kalbimdeki tedirginliğin yavaşça dağıldığını hissettim. Arkadaşlarımın endişeleri ve sevgileri, o kaybolmuşluk hissini sildi, yerini güvene bıraktı. Onlara gülümseyerek, “Söz veriyoruz, bir daha böyle yapmayacağız,” dedim.

 

Darwin de gülümseyerek başını salladı. “Evet, hepimiz dikkatli olmalıyız. Bu kadar maceraperest olmamalıyız,” dedi, aramızdaki gerginliği biraz daha dağıtarak. Herkesin yüzündeki gülümsemeler, bizi bir arada tutan bağı daha da güçlendirmişti.

 

Bir anlık sessizlik, ama huzur dolu bir sessizlik oldu. Evin içinde yeniden bir arada olmanın sıcaklığı ve dayanışma duygusu yayılırken, kalplerimizde oluşan bağın tüm zorluklardan daha güçlü olduğunu hissediyordum. Her şeyin artık daha iyi olacağına inanıyordum.

Günün verdiğini yorgunlukla odama çekilmek için “Ben yatmaya gidiyorum size iyi eğlenceler” diye mırıldandım.

 

 

Uykunun derinliklerinde kaybolmuşken, bir şeyin beni çağırdığını hissettim. Gözlerim yavaşça kapandığında, bedenim sanki bir boşluğa doğru süzülüyordu. O an, hafif bir rüzgarın kulaklarıma fısıldadığı gibi hissettim. Rüzgarın soğukluğu, sanki ruhumun en derin köşelerine kadar işliyordu. O tanıdık sıcaklık, evin güvenli ortamı, yavaşça kayboluyordu. Sırtımdaki kıyafetlerim bile birer birer ağırlaşıyor, bu karanlık boşlukta kaybolmaya başlıyordu.

 

Tam o anda, gözlerimi ovuşturup etrafa bakınmaya çalıştım. Ama karanlık, tüm sınırları aşan bir derinlikte, beni kuşatmıştı. Bir yanda, soğuk bir taş zemin vardı; diğer yanda ise, havada asılı duran karanlık silüetler... İçimden bir ses, "Geri dön!" diye haykırıyordu ama bedenim, bir çekim gücü tarafından yönetiliyordu. Geçidin ucunda beliren ağır kapıyı gördüm. Kapı, paslı metalden yapılmış, üzeri geçmişin izleriyle kaplıydı; zamanın çürütücü etkisi altında kalmış, ürkütücü bir görünümdeydi. O an, içimdeki korku ve merak birbiriyle yarışıyordu. O kapının ardında ne vardı? Neden içimden geçip gitme arzusu doğmuştu? Kendimi durduramadım; adım attım.

 

Kapının yanındaki taşlar, ayaklarımın altında gıcırdıyor, sanki her adımda geçmişin ağırlığı üzerimde biriken yük gibi hissediliyordu. Geçidi geçerken, içimde bir titreme hissettim. Kapı gıcırtıyla açıldığında, derin bir sessizlik beni karşıladı. O an, karanlık bir boşluğa adım atıyormuşum gibi hissettim. Etrafımda her şey, derin bir gölgede kaybolmuş gibiydi. Hava, soğuk ve boğucu bir kıvamda; etrafımı saran karanlık, derin bir huzursuzluk hissi doğuruyordu. Nefes almak zorlaşıyor, karanlığın ağırlığı üzerimde bir basınç yaratıyordu.

 

Etrafa bakındım, ama hiçbir şey net değildi. Her şey, bulanık bir hayal gibi görünüyordu. Bir şeyin varlığını hissettim; belki de karanlığın içinde kaybolmuş gölgeler, beni izliyordu. İçimdeki korku yükselirken, bir fısıltı duyuldu; o tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir ses. İçimden bir şey, bu karanlık dünyada kaybolmaktan korkmamam gerektiğini söylüyordu. Sanki bu geçit, bir sırrı ortaya çıkarmak için tasarlanmış gibiydi. Adım adım ilerledim. Ayaklarım, taş zeminin üzerinde kayarken, içimde bir ateş yanıyordu.

 

Karanlığın içinden parlayan bir ışık belirdi; o ışık, beni kendine çekiyordu. Kalbim, heyecanla çarpıyor, sanki o ışık beni kurtaracakmış gibi bir his doğuruyordu. Karanlığın derinliklerinden gelen fısıldayan sesler, beni yavaş yavaş ışığa yaklaştırıyordu. Etrafımdaki karanlık, içimdeki korkunun sesini azaltıyor, merak duygum güçleniyordu. Işığa doğru adım attım; her adımda kalbim daha hızlı çarpıyordu. Belki de bu ışık, beni bekleyen bir umuttu.

 

Işığa yaklaştıkça, karanlığın ardında yatan manzarayı görebiliyordum. Bir an için, gözlerimi kırpıştırdım; her şey sanki dans ediyormuş gibi, ışığın etrafında dönerken beni büyülüyordu. Rüzgarın sesi, bu büyülü dünyanın melodisi gibi geliyordu. Etrafımda parıldayan yüzlerce renk, beni etkisi altına almıştı. Ama hâlâ içimde bir korku vardı; bu geçidin ardında neler olduğunu merak ediyordum.

 

Sonunda, karanlık kapıdan geçip, ışığa adım attım. İçimdeki ses, “Yavaş ol, dikkat et!” diyordu ama ben sadece ilerlemeye odaklanmıştım. Geçidin sonunda beliren o ışık, her şeyi değiştirecek gibi görünüyordu. Geçidin içinden geçerken, kaybolmuş rüyaların beni nasıl sarıp sarmalayacağını merak ediyordum.

 

Işık, etrafımı sardığında, bir dizi renk ve sesle dolu bir dünya açıldı önümde. Etrafımda dans eden ağaçlar, rengarenk çiçekler, melodik kuş sesleriyle dolu bir orman vardı. Ağaçların yaprakları, güneşin sıcak ışığında parlıyor, sanki bu dünyayı daha da büyülü kılıyordu. Hava, tatlı bir çiçek kokusuyla doluydu; her nefes alışımda içime huzur doluyordu. Ama hemen ardında, bir soğuk ve karanlık gölge belirdi.

 

Hızla döndüm; karanlık, hâlâ beni takip ediyordu. İçimdeki korku geri dönerken, bu büyülü dünyadaki tüm güzellikleri görme arzum bir anda bastırıldı. Ağaçların arasındaki gölgeler, daha fazla yaklaşmam gerektiğini söylüyordu. İçimden bir ses, “Onların peşinden gitmelisin” diyordu. Ama hangi yöne gitmeliydim? Ağaçların arasındaki patika, belirsiz bir yolda kaybolmuş gibi görünüyordu. Her adımda içimdeki merak büyürken, yine de derin bir kaygı içindeydim. Bu geçit beni nereye götürüyordu?

 

Karşımdaki ormanın derinliklerine doğru ilerlerken, gökyüzündeki güneşin ışıkları araya girip dans ediyordu. Etrafımda bir melodinin yükseldiğini duyuyordum; sanki doğanın kendisi benim için şarkı söylüyordu. Her adımda, bu dünyada kaybolduğumu hissettim. Ormanın derinliklerinde beliren bir ışık daha vardı; ona doğru yöneldim.

 

İçimdeki merak, içimdeki korkunun üzerine çıkıyordu. O ışık, beni bekliyordu. Geçidi geçtikten sonra, bu dünyada kaybolma arzusunu hissediyordum. Ancak hâlâ etrafımda gölgelerin varlığı beni rahatsız ediyordu. Sanki, karanlığın içindeki varlıklar, beni sürekli izliyormuş gibiydi. Ama bu yeni dünyada bir şeyleri değiştirmek için buradaydım; belki de kaybolmuş bir parçayı bulmak için.

 

Sonunda, ışığa doğru koştum; her şey sanki buluşmamız için oradaydı. Geçidin sonundaki dünyada, yeni bir hayat, yeni bir serüven beni bekliyordu. Işığın sıcaklığı tenimde yayıldığında, karanlık arkamda kayboldu. Ve bu yeni dünyada, kendimi bulma yolculuğumun başladığını hissettim.

Babamı en son nasıl gördüğümü hatırlıyorum. Kemanını akort ederken, kahverengi kıvırcık saçları alnına düşmüş, kaşlarını hafifçe çatmıştı. Babamın keman kutusunu açışını hep büyük bir heyecanla izlerdim; her seferinde gözlerim parıldar, nefesimi tutardım. Yalnızca onun bana özel olarak açtığı bir hazine gibiydi kemanı, ve o büyülü anı her defasında tekrar yaşamak isterdim. Ellerini keman yayına uzattığında, o an dünyanın en güzel şeyine dokunuyormuş gibi nazik olurdu; ben de öyle hissettiğim için babamın her hareketini zihnime kazırdım. Çocukken birini kutsal görüyorsanız, onun yaptıkları gözünüzde bambaşka bir anlam kazanır. Babam, benim gözümde gerçek bir kahramandı. Sesi ve şefkatiyle her şeyimi sarıp sarmalardı.

 

Babamın bana sık sık “küçük yıldızım” dediğini hatırlıyorum. O sözler, kalbime yumuşacık bir yorgan gibi örterdi. Kemanını çalmaya başladığında bütün dünya sanki o anda ona kulak verirdi; her şey durur, yalnızca o ses kalırdı. Babam bana müziği tanıttığında, onun başka bir şey anlatmaya çalıştığını hissederdim. Sanki o melodiler, kelimelerle anlatamayacağı kadar derin şeyleri dile getirirdi. Hüzün, sevinç, özlem… Hepsi onun dokunduğu tellerdeydi ve her birini anlamaya çalışırdım.

 

Babam bir gece bana “Swan Lake” çalmaya başladı. Parmaklarının telin üzerinde kayışı, kalp atışlarımı bile yavaşlatıyordu. Gözlerimi kapattım ve kendimi o notaların peşinden gitmeye bıraktım. Kendimi, suyun üzerinde zarafetle süzülen beyaz bir kuğu gibi hissettim. Babam o an bana yalnızca müziği değil, hayal kurmayı da öğretmişti. Ben, o şarkıyla kendimi gerçek dünyadan kopmuş, bambaşka bir aleme geçmiş gibi hissettim. Bir kuğu, sessiz, narin, ama aynı zamanda sonsuz bir güç barındıran bir varlık… Keman sesleri ruhumun derinliklerine işlerken, ben suyun üstünde süzülüyor, özgürlüğün tadını çıkarıyordum. Babam, benimle birlikte bu hayale katılmıştı sanki.

 

Fakat bir gece, babam kemanını eline almadı. Bütün akşam onu bekledim, ama ne kemanın sesi duyuldu, ne de babamın sesi. Annem, titreyen elleriyle beni yatağıma yatırdı, sırtımı okşayarak eski bir şarkı mırıldandı. Annem de, babam gibi, müziği severdi ama onun bağları çok farklıydı. Annem, babamla evlendikten sonra hep ona hayranlıkla bakmıştı. O akşam, babamın neden olmadığını, neden benimle olmadığını bile bilmiyordum ama annemin gözlerinde o kadar büyük bir hüzün vardı ki, sormaktan korktum. Sessizce battaniyeme sarıldım, babamın bir daha gelmeyeceğini bilmeden uyudum. Sabah uyanınca, evde kemanın sesi yerine sessizlik vardı. Annem, o sabah gözlerime bile bakmadı.

 

Babamı kaybettiğimiz o günden sonra, evin içindeki her şey değişmişti. Babamın eski kemanı, salonun köşesinde, unutulmuş bir anı gibi duruyordu. Annem, onun kemanına dokunmamı istemedi; sanki ona dokunursam tüm geçmişimizi bozacakmışım gibi. Ama ben, babamın kemanını gördüğümde, onunla geçirdiğimiz her anı hatırlardım. Her notasında onun sesi, onun gülüşü, gözlerindeki ışık vardı. Annem, bana hiç anlatmasa da babamın bir zamanlar konser salonlarının parlayan yıldızı olduğunu bilirdim. O ışık, sanki hepimizin üzerinde bir koruma gibi parıldıyordu. Annem, onunla sahneye çıkarken onu izleyen kadındı. Birlikte mutlu bir hayat sürdürmüşlerdi. Ama o kazadan sonra babam sahneden çekilmiş, yalnızca evimizde, bana özel çalmaya devam etmişti. Babam benim kahramanımdı ve bir daha keman çalamadığı için gözlerindeki o hüzne hep şahit oldum.

 

Yine bir gece, evde yalnızken, babamın eskiden kaydettiği kasetleri buldum. Annem görse kesinlikle kızardı ama o an, babamı tekrar duymak, onu yeniden hissetmek istedim. Kasetlerin tozunu sildim ve kasetçaları açıp play tuşuna bastım. Kasetten babamın sesi yükselmeye başladı. Derin, tok ve huzurlu sesi odamı doldurduğunda gözlerim doldu. Ardından, kemanının tanıdık melodileri yankılandı. Notalar, onunla yaşadığım tüm güzel anıları anında zihnime getirdi. Her bir nota, babamın beni sevdiği kadar derin ve güçlüydü; her biri benimle konuşuyor gibiydi. İçimde yükselen özlem ve hüzün, kasetin sonuna kadar devam etti.

 

Annemin bu kayıtları neden sakladığını biliyordum. Babamı hatırlamak ona acı veriyordu, çünkü o artık yoktu. Ama benim için durum farklıydı. Babamın sesi, kemanının melodileri bana güç veriyordu. Onun varlığını hissettiriyordu. O günden sonra, keman benim için yalnızca bir müzik aleti değil, babamın ruhunu taşıyan bir parça haline geldi. Ona her dokunduğumda, babamı kollarımda hissediyordum. Sanki aramızdaki o görünmez bağı korumam için bana kalmıştı bu keman. Annem müzikle ilgilenmemi istemiyordu, ama ben içimden geçen bu sese kulak vermek zorundaydım. Babamın yarım bıraktığı hayali sürdürmek, onu tekrar yaşatmak zorundaydım.

 

Bir gün annem, beni müzikle uğraşırken yakaladı. O an gözlerindeki öfke ve hayal kırıklığını asla unutamam. “Müzik… müzik, hayal kırıklıklarıyla dolu bir dünya! Babanı bu yüzden kaybettik,” demişti. Ama onun sesi titriyordu. Annem aslında bana kızmıyordu, sadece korkuyordu. Babam gibi olmaktan, aynı yolda acı çekmemden korkuyordu. Ama ben, kemanı bırakmamayı seçtim. Her gün gizlice, annem uyuduktan sonra, onun bana miras bıraktığı kemanı elime alıp çalmaya başladım. İlk başta parmaklarım acıdı, teller elimi kesti. Ama zamanla babamın o sevgi dolu sesini duydukça dayanabilmeye başladım. Parmaklarım nasır tuttu, ama ruhumda babamın varlığı hep taze kaldı.

 

Annemin anlamadığı bir şey vardı: Bu keman, babamın sevgisini, hayallerini, bana bıraktığı o saf mirası içeriyordu. Her telinde, her notasında babamın varlığı hissediliyordu. Onun bıraktığı bu kemana sarıldım ve büyüdüm. Annemse, kemana her dokunduğumda kalbimin kırılmasından korkuyordu. Ama ben korkmuyordum. Babamın sesi, bana yalnızca hüzün değil, bir amaç da vermişti. Bu kemanla bir gün insanların karşısında çalacağım ve babamın yarım kalan hayalini yaşatacağım günü hayal ediyordum. Babamın bana bıraktığı bu mirası taşımak, benim için bir onurdu.

 

Bir süre sonra, annemin sesinde benim için duyduğu endişeyi, babam için hissettiği kaygıyı, beni koruma çabasını fark ettim. Yıllar boyunca bu ikilem içinde yaşadım. Babamın beni koruduğunu hissederken, annemden aldığım acı ve korku, her defasında o kemana dokunmama engel olmak istiyordu. Ama içimdeki bir ses, onun izinden gitmem gerektiğini söylüyordu. Bir çocuk için bu büyük bir yüktü, ama ben, babamın melodileriyle büyüyen o küçük kız olarak, bu yükü gururla taşımaya hazırdım.

 

Bu yüzden, kemana her dokunduğumda babamın ellerini hissediyorum; onun bana rehberlik ettiğini, beni izlediğini biliyorum

 

. Ve onun hatırası, kalbimin en derin yerinde hep canlı kalacak. Babam, beni müziğe ve hayallere bağlayan, bu dünyadaki en kıymetli öğretmenimdi.

 

Işığın sıcaklığı içimi sararken, birden gözlerim karardı. Etrafımda beliren gölgelerin arasında, tanıdık bir siluet belirdi. O an tanıdık ama aynı zamanda yabancı olan bir hisle irkildim. Gözlerimde parlayan o ışığın ardından, babamı gördüm. Beni bekliyordu, bir gülümsemeyle, sanki her şeyin tam yerinde olduğunu söylüyordu. Ama nasıl? O, kaybettiğim bir geçmişin parçasıydı; ona ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordum.

 

"Opia!" dedi, sesi derin ve sıcak bir melodi gibi geldi. İçimde bir sevgi ve özlem dalgası yükseldi. Hemen yanına koşmak istedim ama adımlarım ağırlaşıyor, her şey daha da bulanıklaşıyordu. Karanlık bir gölge onun arkasında belirdi; içimde bir korku vardı ama yine de ilerlemeye devam ettim.

 

Adımlarımı hızlandırdıkça, aniden çevrem değişti. Artık bir ormanın içindeydim; ağaçların arasında, sarı ve turuncu yaprakların dans ettiği bir mevsimdeydim. Babam, benim için burada, bu dünyada bulunuyordu. O an bir rüzgar esti, ve yapraklar arasında kaybolan çocukluğumun hatıraları yavaşça yüzeye çıkmaya başladı. O an, bir anının içine dalmıştım.

 

Işığın sıcaklığı içimi sararken, birden gözlerim karardı. Etrafımda beliren gölgelerin arasında, tanıdık bir siluet belirdi. O an tanıdık ama aynı zamanda yabancı olan bir hisle irkildim. Gözlerimde parlayan o ışığın ardından, babamı gördüm. Beni bekliyordu, bir gülümsemeyle, sanki her şeyin tam yerinde olduğunu söylüyordu. Ama nasıl? O, kaybettiğim bir geçmişin parçasıydı; ona ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordum.

 

"Opia!" dedi, sesi derin ve sıcak bir melodi gibi geldi. İçimde bir sevgi ve özlem dalgası yükseldi. Hemen yanına koşmak istedim ama adımlarım ağırlaşıyor, her şey daha da bulanıklaşıyordu. Karanlık bir gölge onun arkasında belirdi; içimde bir korku vardı ama yine de ilerlemeye devam ettim.

 

Adımlarımı hızlandırdıkça, aniden çevrem değişti. Artık bir ormanın içindeydim; ağaçların arasında, sarı ve turuncu yaprakların dans ettiği bir mevsimdeydim. Babam, benim için burada, bu dünyada bulunuyordu. O an bir rüzgar esti, ve yapraklar arasında kaybolan çocukluğumun hatıraları yavaşça yüzeye çıkmaya başladı. O an, bir anının içine dalmıştım.

 

Beni çocukken parka götürdüğünü hatırladım. Güneş, gökyüzünde parlıyordu; biz birlikte salıncakta oturuyorduk. Rüzgar, saçlarımı savururken babam, gülümseyerek "Hadi, daha yüksek!" diyordu. O gülümseme, içimdeki karanlık anları silip süpüren bir aydınlık gibiydi. Gözlerimdeki yaşlar, o mutlu anının sıcaklığıyla kayboluyordu. Salıncakta uçarken, özgürlüğün tadını çıkarıyordum; yüksekten bakmanın verdiği cesaretle, dünyayı aşağıdan izliyordum. O anki mutluluğumu tekrar yaşıyordum.

 

Baba sesinin yankısı etrafımda dolanıyordu: "Hayat, bazen düşmemiz için bizi yüksekten uçurur. Ama her zaman yeniden kalkabiliriz." Bu sözler, derin bir anlam taşıyordu; içimde bir şeyleri yerinden oynatıyordu. Düşüncelerim, geçmişte kaybolmuş olanlarla bir araya gelmeye başladı. Karanlığın içinde yürümekle kalmıyor, aynı zamanda hayatımın her parçasını yeniden deneyimliyordum.

 

Baba figürü, aniden ormanın derinliklerinde kayboldu. Bir an için benden uzaklaştığını hissettim ama içimdeki sevgi ve özlem, beni ona yönlendirmeye devam ediyordu. Ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye karar verdim; babamı bulmak, bu geçidin sonuna ulaşmak için bir yol bulmalıydım.

 

Ağaçların arasında ilerledikçe, rüzgarın sesinde babamın fısıldadığını duyuyordum. "Beni unutma, Opia. Ben her zaman senin içindeyim." Sesinin yankısı, içimdeki karanlığı dağıtıyordu. O an, hayatımın bu karanlık köşelerinde bile ışığın bulunduğunu anlamıştım. Her adımda, geçmişimle olan bağlarım yeniden canlanıyordu.

 

Daha fazla bekleyemezdim; içimdeki his, beni babamın bulunduğu yere doğru çekiyordu. Karanlığın derinliklerinden geçerken, bir an daha önce yaşadığım bir hatırayı hissettim. Bir gün, onunla birlikte deniz kenarında yürüyorduk. Dalga sesleri arkamızda yankılanıyor, tuzlu hava tenimi okşuyordu. Babam, gülümseyerek denizi gösterdi: "Bak, orada ne kadar geniş bir dünya var. Keşfetmek için hazır mısın?" O anki heyecanımı hatırlıyordum; büyük bir maceranın eşiğindeydim.

 

Gözlerimdeki ışıklar, o anki hisleri yeniden canlandırıyordu. O deniz, hayatımın başlangıcıydı. Babamın cesareti, bana da güç veriyordu. "Beni hatırla, Opia. Her zaman kalbimdeyim," diye fısıldadı, içimde yankılanan bir melodi gibi. O an, anılarımın gücüyle dolup taşıyor, geçmişimle geleceğim arasında bir köprü kuruyordum.

 

Sonunda, Bayan Claier’in silueti belirdi; parlayan bir figür gibi, sanki karanlık ormanın içinde dans ediyordu. Gözlerindeki ışıltı, beni daha fazla çekiyordu. "Opia, burada ne yapıyorsun?" dedi, sesi ciddileşmişti. İçimde bir rahatsızlık hissettim. O, bana müziği sevdiren öğretmendi ama şu anki tavrı, içimi karartıyordu. "Beni takip etme, seni müzikten uzaklaştırmak istiyorum," diye ekledi.

 

"Ne? Neden?" diye sordum, şaşkınlıkla. Babamın sesi hala içimde yankılanıyordu, ama Bayan Claier’in kararlılığı beni rahatsız ediyordu.

 

"Çünkü müzik seni hapsediyor, Opia," dedi. "Sana bir özgürlük sunmalıyım. Müzik, geçmişte kaybolduğun bir yer. Kendi sesini bulmalısın." Bu sözler, içimde bir çatışma yarattı. Babamın özlemiyle doluydum ama Bayan Claier’in sözleri de derin bir anlam taşıyordu.

 

Gözlerimdeki yaşlar, bu içsel çatışmayı derinleştiriyordu. "Ama müzik benim hayatımın bir parçası," dedim. "Beni özgürleştiren, hayata bağlayan bir şey. Babamla olan bağlantımı müzikte buldum."

 

O an, Bayan Claier’in yüzü sertleşti. "Hayır, Opia. Müzik seni geçmişe bağlıyor, seni yalnızca anıların içine hapsediyor. Senin geleceğin burada, bu geçidin ötesinde." Sesindeki ciddiyet, beni daha da korkutuyordu. O an, kalbimde bir yankı hissettim; sanki iki ayrı dünyanın ortasında kalmıştım.

 

"Beni bırak!" dedim, ama sesim zayıf kalıyordu. Ormanın derinliklerinde kaybolmuşken, babamın sesi içimde hala yankılanıyordu. "Unutma, her zaman yeniden kalkabiliriz," dedi. Bu sözler, bana cesaret vermeye çalışıyordu.

 

Ancak Bayan Claier’in kararlılığı, içimdeki özlemi bastırmaya çalışıyordu. "Kendi sesini bulmalısın," dedi. "Beni takip et." İkisi arasında gidip gelirken, bir an bir karar vermem gerektiğini anladım. Bu geçidin sonuna doğru ilerlemek, hem babamla olan bağımı hem de müziğin bana kattığı özgürlüğü yeniden keşfetmek demekti.

 

Kalbimdeki iki ses arasında gidip gelirken, belki de doğru olanı seçmek zorundaydım. "Hayır, bunu yapamam!" dedim. "Babamın anıları benim için çok değerli. Müzik benim sesimdir, onu asla kaybetmeyeceğim!"

 

Bu sözler, içimde bir ateş yaktı. Karanlığın derinliklerine doğru yürümeye karar verdim. Bayan Claier’in sesi, arkamda yankılanıyordu ama ben ileriye doğru adım atıyordum. Babamın sesi, kalbimde bir umut ışığı gibi parlıyordu.

Bu rüyadan uyanmak istedim. Bayan Claier’dan kaçmak. Gözlerimi sıkıca yumdum. Bedenim adeta eriyordu. Garip bir his içerisindeydim.

Tabii, daha fazla diyalog ekleyerek ve daha gerçekçi bir hale getirerek yazıyorum:

 

 

Sisli bir sabah, derin bir uykunun ardından gözlerimi açtım. Etrafımı saran yoğun sis, her şeyi belirsizleştiriyordu. Adım attıkça ayaklarımın altında soğuk, çimenli bir zemin hissettim. Ağaçların gölgeleri sanki dans ediyordu, hafif bir rüzgar içimdeki huzuru bozan bir melodi gibi uğuldayarak geçti. Kalbimde bir huzur ve aynı zamanda bir huzursuzluk belirdi. Kendi içimde kaybolmuş gibiydim, ama bu anın bir rüya olduğunu biliyordum.

 

Sis, etrafımı sararken derin bir nefes aldım ve aniden, tanıdık bir melodi duydum. Yıllar önce, Bayan Claier’ın sınıfında duyduğum notalar gibi, ama bu sefer daha karamsar bir tonla çalınıyordu. İçimdeki duygular kabarıyordu. "Bunu hayal mi görüyorum?" diye düşündüm. Derin bir boşluk hissettim; sanki geçmişin tüm yükü üzerimdeydi.

 

Bir adım attım, ayaklarımın altındaki çimen yumuşak ve soğuktu. Ama içimde bir şeylerin çarpıştığını hissettim. Bir an için aklımı kaybedecek gibi oldum. O an, o silueti gördüm. Gözlerim kamaşırken, ruhumda bir titreme hissettim. "Bayan Claier!" diye fısıldadım. Sesim titrek bir yankıyla geri döndü.

 

O, derin bir nefes alarak önüme doğru yürüdü. Yüzünde soğuk bir ifade vardı, gözleri sert bir şekilde beni süzüyor, sanki içimdeki tüm korkuları açığa çıkaracakmış gibi parlıyordu. "Nasılsın, Opia?" dedi, sesi soğuk bir bıçak gibi keskin ve açık bir yankıyla doluydu.

 

İçimdeki öfkeyi boğmaya çalışarak kendimi toparladım. "İyi bir kemanist oldum, biliyor musun?" dedim. Sesim yüksekti ama içimdeki duyguları gizlemek için çabalıyordum. "Müziği, hayallerimi gerçekleştirmek için kullandım. Ama seni bulmak için buradayım. Yüzleşmek zorundayım."

 

O an, gözlerimi kısarak ona baktım. "Beni kapının önüne koyduğunda kalbimde açılan yarayı asla unutmadım. Beni yalnızca bir piyon olarak gördün! Benim için sadece bir deneyimsizlik örneği oldum!" dedim, sesim yükselerek.

 

Bayan Claier, gözlerini kısarak bana baktı. "Eğer geçmişin ağırlığını üzerindeki bir yük olarak hissediyorsan, bu senin zayıflığın," dedi. "Yıllar boyunca seni müziğin gerçek yüzüyle tanıştırmak için zorladım. Ama sen bunu hiçbir zaman takdir etmedin."

 

"Takdir etmediğimi mi düşünüyorsun?" dedim, sesimdeki öfke artarak. "O gün kapının önüne konduğumda, müziği kaybettim. Artık sana karşı duyduğum tüm hisler birer yük haline geldi. Şimdi seni affetmek istemiyorum. Geçmişte bana yaşattığın acıları unutmadan nasıl affedebilirim?"

 

Bayan Claier, yüzündeki sert ifadesini koruyarak, "Eğer hala müzikle olan bağını koparmadıysan, o zaman benim için bir düşman olarak kalmamalısın," dedi. "Benim yaptıklarım seni güçlendirmek içindi. Ama sen, mücadele etmeden pes ettin."

 

"Zayıflık mı?" dedim, gözlerimdeki kinle. "Yıllar içinde senin yüzünden başkalarının gözünde küçüldüm. Artık o kız değilim; ben güçlü bir kemanistim. Ama bu, senin yüzünden aldığım yaralarla oldu!"

 

"Senin başarını görmek beni mutlu ederdi, ama senin içindeki potansiyeli görebilmek için yıllarca uğraştım. Eğer pes ettiysen, bunun sorumluluğunu üstlenmelisin," dedi, sesi daha da sertleşerek. "Beni suçlamadan önce, kendine bakmalısın."

 

İçimdeki öfkenin bir volkan gibi kabardığını hissettim. "Ben kendimi bulmak için bu müziği kullanıyorum. Artık senin etkinden kurtulmak istiyorum. Yüzleşmek, benim için bir kurtuluş!" dedim.

 

Bayan Claier, gözlerinde bir kırılma yaşandı. "Benim için affetmek, senin yaşadığın acıları tekrar açmak anlamına geliyor. Ama belki de müziğinle yeniden doğabilirsin. Geçmişteki hayaletleri geride bırakmalısın."

 

"Senin için bir şey ifade etmiyorsan, o zaman tüm bunlar boşa mı? Kalbimdeki müziği senin yüzünden kaybettiğimi düşünmüyorum!" dedim. "Müziğin, benim için bir yük olmaktan çıkmadı; o benim özgürlüğüm oldu. Geçmişteki tüm korkularımla başa çıkmak zorundayım."

 

O an, Bayan Claier'ın yüzünde bir yumuşama belirdi. "Opia, ben de seni affetmeyi istemiştim. Ama bunun için mücadele etmeliyiz. Senin içindeki müziği bulman gerekiyor," dedi, sesi daha sakinleşerek.

 

"Bu hiç kolay olmayacak," dedim, gözlerim dolarak. "Senin yüzünden başkalarının yanında kendimi asla yeterli hissedemedim. Ama şimdi, başarısızlığın ötesinde bir güç buldum. Artık buna son vermek zorundayım."

 

Bayan Claier, yüzünde bir gülümseme belirerek, "O zaman, müziğinle gel. Geçmişi geride bırak ve kendi melodini yarat," dedi. "İçindeki öfkeyi müziğe dönüştür, ve bunu benim için yap."

 

"Bu, seninle yüzleşmem için yeterli mi?" dedim, içimdeki acıyı dışarı atmak için çabalarken. "Eğer seninle aynı sahneyi paylaşmazsam, bu yüzleşme anlam kazanmayacak mı? Beni asla affetmeyeceğin bir düşman olarak mı kalacağım?"

 

O an, içimde bir karar aldım. "Müziği benimle birlikte çalmanı istiyorum. Birlikte geçmişin acılarını yenelim," dedim. "Belki de bu, birbirimize olan hislerimizi yeniden değerlendirmemiz için bir fırsat."

 

Bayan Claier, gözlerinde bir parıltıyla, "O halde müziğimizle geçmişin gölgelerini geride bırakalım. Bu bizim için yeni bir başlangıç olabilir," dedi. "Ama unutmamalısın, senin başarın sadece sana bağlı. Şimdi, melodilerini bul ve müziğinle hayata geç."

 

Sis, etrafımızı sararken, zamanın ne kadar ağır geçtiğini hissettim. İçimdeki çatışma, ruhumun derinliklerine kadar işlenmişti. Sonunda, Bayan Claier’ın silueti yavaşça kaybolurken, içimde bir boşluk hissi belirdi. Müziğim, hayatımın bir parçasıydı ve şimdi kendi melodimi yaratmak için cesaretle yola devam etmem gerektiğini anladım.

 

Bu yüzleşme, benim için sadece geçmişi aşmanın değil, aynı zamanda kendi gücümü bulmanın da bir yoluydu. Müziğin özgürlüğünü benimsemek ve geçmişin yükünden kurtulmak için yeni bir adım atmalıydım. Belki de bu, hayatımın en önemli anıydı.

Evren aniden yok oldu beyaz bir köşeye büründü.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Sisli bir yudum geçmişe, yıllar öncesine yolculuk yaparken, içimdeki duyguların yoğunluğuyla sarmalanmıştım. Zamanın büküldüğü, gerçeklik ile rüyanın iç içe geçtiği o anlarda, anıların sisli perdelerinin ardında kaybolmuş gibiydim. Geçmişin sıcak hatıraları, şu anın gerçekliğinden uzak, ruhumda yankılanarak canlanmaya başlamıştı.

 

Beyaz bulutların yavaşça gökyüzünde süzüldüğü, hafif bir rüzgarın çiçeklerin kokusunu taşıdığı bir bahar akşamıydı. Evimizin içinden gelen melodik sesler, dışarıdaki kuşların cıvıltılarıyla birleşerek büyülü bir atmosfer yaratıyordu. Gözlerimde beliren görüntüler, bir film şeridi gibi akıp geçiyordu; annemin mutfakta dans ederkenki halini, o günkü neşesini hatırladım. Zihnimde canlanan bu an, sanki zamanı durdurmuş, tüm dünya sadece o anın etrafında dönmeye başlamıştı.

 

Annem, mutfakta rengarenk meyvelerle dolu bir tezgahın başında duruyordu. Uzun, akşam güneşinin ışığında parlayan saçları, altın rengi bir taç gibi başının üzerinde parlıyordu. Gözleri, sevgi dolu bir ışıltıyla parlıyordu. O an, o mutfak, sadece yemek yapılan bir yer değil; hayallerin ve sevgilerin harmanlandığı bir atölye gibiydi. Baharatların, taze sebzelerin ve evde pişen yemeğin kokusu, sıcak bir kucaklama gibi içimi sarıyor, kalbimi ısıtıyordu. O sırada, mutfaktan yayılan sesler ve annemin gülümsemesi, dünyadaki tüm dertleri unutturacak kadar büyüleyiciydi.

 

Bir anda, annemin elleri tahtadan yapılmış bir kaşıkla karıştırarak yaptığı hareketler, tıpkı bir sanatçının fırçasını kullanması gibi dikkatimi çekti. O an, ben de onunla birlikte bu müzik dolu seremoninin parçası olmak istedim. "Anne! Beni de unutma!" diye haykırdım. O, gülümseyerek başını çevirip gözlerimin içine baktı. "Gel buraya, Opia! Birlikte dans edelim!" dedi, sesi sevgi dolu bir melodi gibi içimi ısıttı.

 

Daha fazla bekleyemedim. Mutfağa doğru koşarken, ayaklarımın ahşap zeminde çıkardığı sesler, kalbimdeki heyecanı artırıyordu. Her adımda, içimde bir kıpırtı, bir coşku oluşuyordu. Gözlerim, annemin mutfak önlüğüne ve o masum gülümsemesine takıldı. Aniden müzik açıldı; eski bir plak, sevdiğimiz bir melodiyi yaymaya başladı.

 

Melodi, evimizin duvarlarından fısıldayarak içime doldu. Gözlerimde bir parıltı belirdi; bu melodi, ruhumun derinliklerinden gelen bir çağrı gibiydi. Annem, müziğin ritmine kapılarak dans etmeye başladı; ayakları, yere hafifçe dokunarak ahenkle vuruyordu. Gözlerindeki ışık, sevgi ve mutluluğun bir yansımasıydı. Dans ederken, evin dört bir yanını sararak, kalbimdeki tüm karamsar düşünceleri yok ediyordu.

 

Beni gözüyle takip ederken, “Gel, Opia! Birlikte dans edelim!” dedi. Elini uzattı, ben de onunla kenetlendim. Elimizi birbirine kenetlediğimizde, o sıcak bağı hissettim. Dans etmeye başladık, evin içi müzikle dolarken, gözlerimiz birbirine kilitlenmişti. Her adımda, içimdeki mutluluğun daha da büyüdüğünü hissettim. O an, sadece biz ve müziğin ahengi vardı. Dansımız, hayallerimizin melodisi haline gelmişti.

 

“Anne, bugün çok güzelsin!” dedim, içimden gelen tüm samimiyetimle. Annenin gözlerinde beliren sevinç, içimdeki mutluluğu daha da artırıyordu. “Sen de çok güzelsin, Opia. Hayatın her anını kutlamalıyız,” diye yanıtladı, gözlerindeki parıltı beni daha da mutlu ediyordu.

 

Dans ederken, zaman sanki duruyordu. Her dönüşte, annemin gülümsemesi, içimdeki tüm karamsar düşünceleri silip atıyordu. Müzik, evin dört bir yanında yankılanırken, içimde bir aydınlanma yaşadım. “Anne, gelecekte büyük bir keman virtüözü olacağım!” dedim, içimdeki tutkuyu dile getirerek.

 

Annemin yüzündeki gurur, içimdeki tüm karamsar düşünceleri yok ediyordu. “Biliyorum, sevgilim. Senin müziğin dünyayı saracak. Hayallerini gerçekleştirmen için her zaman buradayım,” dedi. O an, onun destekleyici sözleri içimde bir umut ateşi yakıyordu. Her notada, sevgisini hissediyor, kalbimdeki tüm hayallerin gerçeğe dönüşmesi için bir ışık buluyordum.

 

Dansımız sürerken, evin içindeki tüm duvarlar bile müziği hissediyor gibiydi. Her adımda, geçmişin yüklerinden kurtulup, sadece sevgi ve müzikle dolu bir geleceğe adım atıyordum. Annemin yanındayken, zamanın nasıl geçtiğini unuttum. Müziğin ve dansın bir araya geldiği o an, hayatımın en güzel anlarından biriydi.

 

Bütün bunlar olurken, dış dünyayı tamamen unuttum. Her şey silindi; sadece müzik, annem ve ben vardık. O an, ruhumda yankılanan melodilerin, hayatın karmaşasından uzaklaştırdığı bir huzur ve mutluluk anıydı. Annemle birlikte dans ederken, yaşamın her anını kutlamanın ne kadar güzel olduğunu düşündüm.

 

“Opia, bu melodiyi unutma. Hayatın zorlukları karşısında dans et ve müziği hisset!” dedi annem, gözlerimdeki kararlılığı görünce. “Hayat, müzik gibidir; her notası bir duygu, her dansı bir anıdır.” O an, içimde bir aydınlanma hissettim. Annemle birlikte olduğum bu anı, asla unutmayacaktım. Onun sevgisi ve desteği, hayatımın her anında bana güç verecekti.

 

Zaman geçtikçe, müziğin ritmi kalbimde yankılanıyor, annemin elini tutmak, o sıcak bağla birlikte dans etmek içimi ısıtıyordu. O an, hayatımın anlamını yeniden keşfettiğim, sevgi dolu bir anı olarak kalacaktı. Her dönüşte, annemin gülümsemesi, içimdeki tüm karamsar düşünceleri silip süpürüyordu.

 

Sisli anılardan sıyrılıp, o güzel akşamı hatırlarken içimde bir mutluluk belirdi. Müziğin ve dansın bir araya geldiği o an, kalbimde hep yaşayacaktı. Anne sevgisi, hayatın en güzel melodisi olarak içimde yankılanmaya devam edecekti.

 

O an, geçmişin yüklerinden kurtulup, sadece sevgi ve müzikle dolu bir geleceğe adım atıyordum. Ve o an, müziğin hayatımda yarattığı büyülü atmosfer, içimdeki tüm karamsar düşünceleri dağıtarak, hayatıma yeni bir ışık katıyordu. Dans ederken, kalbimdeki mutluluğun her nota ile yükseldiğini hissediyordum.

 

Annemle birlikte yaşadığım bu güzel an, zamanın nasıl geçtiğini unutturdu; sadece sevgi dolu melodiler ve dans vardı. O an, gelecekteki hayallerim için bir temel oluşturuyordu. Her dans edişimizde, yaşamın her anını kutlamak için yeni bir melodi yaratacaktık. O an, geçmişin yüklerinden kurtulup, sadece sevgi ve müzikle dolu bir geleceğe adım attığımız bir başlangıçtı.

 

Dansın ritmi yavaşlayıp, melodinin tatlı yankıları evin duvarlarından silinmeye başlarken, annemin gülümsemesi, içimdeki mutluluğu daha da pekiştiriyordu. Hâlâ ellerimizi tutarak, kalplerimizdeki sevgiyi hissediyorduk. O an, dansın sona erdiği, ama mutlu anların devam edeceği bir başlangıç gibiydi. Annem, “Şimdi en sevdiğimiz şeyleri yapma zamanı!” dedi, sesi neşeyle doluydu.

 

Gözlerimdeki parıltı, onun heyecanına yanıt veriyordu. “Kurabiyeler!” diye yanıtladım, aklımda babamın en sevdiği kurabiyelerin tatlı anıları canlandı. Düşüncelerim, sıcak fırında pişen hamurun eşsiz kokusuyla birleşerek, çocukluğumdaki o mutlu anları geri getirdi. Annem, mutfakta zıplayarak gidip gelirken, ben de onun yanına doğru koştum.

 

Mutfak, dans ettiğimiz anların izlerini taşıyan büyülü bir yerdi. Parlak beyaz duvarları, geçmişteki tüm gülümsemeleri ve sıcak anıları saklıyordu. Mutfak masası, ahşap yüzeyiyle geçmişin sıcaklığını yansıtıyordu. Annem, yüzündeki neşeli ifade ile bana doğru döndü. “Hadi, önce malzemeleri hazırlayalım!” dedi.

 

İlk olarak, unun kokusunun mutfakta yayıldığını hissettim. Annem, büyük bir un torbasını açarak beyaz tozu bir kaba döktü. Un, parmaklarımla dokunduğumda yumuşak ve hafif bir toz bulutu oluşturuyordu. “Bak, Opia! Un, hamurun temeli. Ne kadar çok olursa, o kadar lezzetli kurabiyeler yapabiliriz!” dedi, annemin sesi, neşesiyle dolup taşıyordu.

 

Daha sonra şeker, tereyağı ve yumurta gibi diğer malzemeleri masanın üstüne koymaya başladık. Şekerin granülleri, ışıkta parıldarken, yüzlerimdeki mutluluğu yansıtan bir ışıltı oluşturuyordu. “Anne, bunları karıştırmak için ne kadar sabırsızım!” dedim, elimi bir an için unun üstüne koyarak keyif aldım.

 

Annem, “Hadi o zaman! Şimdi şeker ve tereyağını karıştıralım,” diyerek mutfak mikserini masanın üzerine yerleştirdi. Mikser, mutfak seslerini yankılayarak canlanmaya başladı. Etrafı, un ve şekerin tatlı kokularıyla doldururken, her dönüşte gözlerimde bir parıltı belirdi. Annem, karıştırma işlemi sırasında beni yanına çağırdı. “Gel, Opia! Bu kısmı sen yapabilirsin!” dedi.

 

Elimi karıştırma kabına daldırırken, krema kıvamına gelen şeker ve tereyağının yumuşak dokusu parmaklarımla dans ediyordu. “Harika gidiyorsun! Daha fazla karıştır, biraz daha krema kıvamına gelsin,” diye teşvik etti annem. İçimdeki coşku, her dönüşte artıyordu. Yumuşak hamur, parmaklarımla kayarken, annemin gülümsemesi ruhuma bir sıcaklık yayıyordu.

 

Kurabiye hamuruna yumurta eklerken, annem gözlerimin içine baktı. “Unutma, Opia! Bu hamur, babanın en sevdiği kurabiyelerin temeli olacak!” dedi. O an, babamın yüzündeki gülümsemeyi düşündüm; onu mutlu etmek için her şeyin çok özel olduğunu anladım. Şimdi tüm bu hazırlıklar, onun için gerçek bir sürpriz olacaktı.

 

Kurabiye hamurunu karıştırdıktan sonra, vanilya özünü ekledik. Vanilyanın tatlı kokusu, mutfakta yayılarak içimi sarhoş ediyordu. Annem, “Artık unumuzu ekleyelim. Bu, hamurumuzu oluşturan ana malzeme olacak!” dedi. Unu eklerken, mutfak etrafına serpilmiş ince un taneleri, havada süzülen kar beyazı yapraklar gibi hafifçe dans ediyordu. Her şey, bu anın büyüsünü artırıyordu.

 

Sonunda, kurabiye hamurunu bir top haline getirdik ve onu buzdolabında bir süre dinlenmeye bıraktık. Beklerken, mutfağın diğer köşesine geçtik. Annem, “Hadi biraz oyun oynayalım, sonra kurabiyeleri şekillendiririz!” dedi. İkimiz de o anda çok mutluyduk; oyun oynamak, hazırlık sürecini daha da eğlenceli hale getiriyordu.

 

Oyunlarımızdan sonra, buzdolabından çıkardığımız hamur, şimdi yumuşak ve hafif kıvamlıydı. “Şimdi en sevdiğimiz şekilleri vereceğiz,” dedi annem, gülümseyerek hamuru masanın üzerine koydu. Gözlerimdeki parıltı, hamurun serinliğiyle birleşerek heyecan dolu bir anı oluşturuyordu.

 

Bıçak ve kalıplarımızla, hamuru şekillendirmeye başladık. Kalp, yıldız ve daire şeklindeki kalıplar, hayal gücümüzü yansıtıyordu. Her bir kurabiye şekli, babamızın yüzündeki gülümsemeyi düşündürerek, içimde sevgi dolu bir his uyandırıyordu. “Bu kurabiyeler, ona olan sevgimizi gösterecek!” dedim. Annem, “Evet, Opia! Her bir kurabiye, bizim ona olan sevgimizin bir parçası olacak,” diye yanıtladı.

 

Kurabiyeleri fırın tepsisine yerleştirirken, evin içi tatlı bir bekleyişle doldu. Fırın, kurabiyeleri sıcak bir kucaklama gibi karşılayacaktı. “Şimdi fırına koyma zamanı!” dedim, içimdeki heyecanı hissederek. Annem, fırını açarken, sıcak havanın yüzümüze çarpmasını hissettim. Kurabiyeleri fırına koyarken, sabırsızlıkla bekledik; mutfakta yayılan sıcaklık, evimizin her köşesine huzur ve mutluluk getiriyordu.

 

Kurabiyelerin pişme süresi boyunca, sabırsızlıkla birbirimize bakıyorduk. Annemin gözlerinde bir parıltı belirdi; bu an, sadece bir yemek yapmak değil, aile bağlarını güçlendirmek için bir fırsattı. O anı, birlikte geçirdiğimiz zamanların bir yansıması olarak gördüm. “Anne, babama bunları vermek için sabırsızlanıyorum,” dedim. “Onu çok mutlu edeceğiz!”

 

Bir süre sonra, mutfakta tatlı bir aroma yayılmaya başladı. “Kurabiyeler pişiyor!” diye haykırdım, heyecanla fırının kapısını açtım. İçerideki sıcak havanın yüzüme çarpmasıyla, gözlerim ışıldadı. Pişen kurabiyelerin altın rengi, içimde bir coşku patlaması yaratıyordu. Annem, gülümseyerek kurabiyeleri fırından çıkarmaya yardımcı oldu. “Bak, Opia! Ne kadar güzel oldular!” dedi.

 

Sıcak kurabiyeleri bir tabağa yerleştirirken, üzerlerindeki parıltı, onları daha da özel kılıyordu. Kurabiyeler, sevgi dolu ellerimizle şekillendirdiğimiz birer sanat eseri gibiydi. “Bunlar, babamız için!” dedik. İkimiz de gülümseyerek kurabiyelere baktık, içimizdeki sevgi ve mutluluk, her bir parçaya yansıdı.

 

Tam o sırada, kapıdan babamız girdi. O an, sanki zaman durmuş gibi hissettim. Babamın yüzündeki gülümseme, tüm evin sıcaklığını arttırmıştı. “Merhaba, ailem!” dedi, sesi sevgi doluydu. “Ne güzel bir koku geliyor!”

 

“Babacığım! Sana sürprizimiz var!” diye haykırdım, elimi bir tabak dolusu sıcak kurabiyeye yönlendirdim. Babam, gözleri parlayarak tabaktan bir kurabiye aldı. “Bu ne güzel bir sürpriz böyle!” dedi, mutlulukla.

 

Annemin gözlerinde gurur ve mutluluğun bir yansıması vardı. “Senin için yaptık, tatlım,” dedi. Babam, kurabiyeyi ısırdığında

 

, yüzündeki mutluluk ifadesi daha da büyüdü. “Mmmm! Ne kadar lezzetli!” diye bağırdı, biz de gülerek birbirimize baktık. O an, sevginin ve ailenin değerini bir kez daha anladım; sadece kurabiyeler değil, birlikte geçirdiğimiz zaman ve paylaştığımız sevgiydi önemli olan.

 

Böylece, mutfaktaki sıcak hava ve tatlı kurabiye kokusu eşliğinde, ailemizle geçirdiğimiz bu özel anı, kalbimde sonsuza dek saklayacağım bir hatıra olarak düşündüm. Sevgi dolu anılarımız, evimizin dört bir yanında yankılanarak, gelecekte de bize güç verecekti. Her kurabiye, kalbimizdeki sıcaklığı artırıyor, babamın yüzündeki mutluluk ifadesi, ailemizin bağlarını daha da güçlendiriyordu.

Bu rüyadan uyanmak istiyordum aynı zamanda bırakamıyordum da.

Karanlık bir ormanın derinliklerinde kaybolmuş gibiydim, rüzgarın fısıldadığı melodiler kulaklarımda yankılanıyor, korkunun soğuk parmakları kalbimi sıkıştırıyordu. Mor elbisem, sanki bedenimin üzerine sinmiş bir ağırlık gibiydi. Her adımımda, bu kıyafetin beni daha da sarıp sarmaladığını hissediyordum. Aniden bir soğuk rüzgar estikçe, içimdeki korku daha da büyüyordu. Ağaçların gölgeleri, sanki üzerime çökerek beni izliyormuş gibiydi; korkunç bir oyun oynuyorlardı.

 

O an derin bir nefes alarak uyanmaya çalıştım, ama gözlerimi açtığımda karanlık, gerçeklikle rüya arasında kaybolmuş gibi hissediyordum. Bedenim ateş içinde yanıyordu; sıcak ve soğuk arasında gidip geliyordum. Kendi bedenimin esiri olmuş gibiydim, zayıfça titreyerek, “Akira!” diye fısıldadım ama sesim, karanlıkta kayboldu. Rüyalarım beni hapsederken, gerçek dünyadan uzaklaşmanın verdiği korkuyla titredim.

 

Karanlık odamın duvarları, sanki üzerime çökerek beni boğuyordu. Fısıldayan rüzgar, aklımı karıştıran melodilerle doluydu. Birden kapı açıldı ve içeri arkadaşlarım daldı; yüzlerinde endişe vardı. Akira, parlayan gözleriyle yanıma yaklaştı. “Opia! Uyan! Uyanmalısın!” dedi, sesi titrek ama kararlıydı.

 

Vücudum ateşle yanıyordu. “Rüyalarım... Korkunçlar…” dedim, kelimeler boğazımda takılı kalmış gibiydi. “Bunlardan kaçamıyorum.” Akira, beni hafifçe sarsarak, “Rüyalar sadece hayal, uyanmalısın! Yoksa daha fazla korkarsın!” dedi. Gözlerindeki kararlılık, içimdeki korkunun bir kısmını dindirdi ama yine de karanlık rüyalar zihnimde dönmeye devam ediyordu.

 

Arkadaşlarımın sesleri, karanlığın içinde yankılanıyordu. Castor, yanımıza geldi ve endişeyle, “Ne oldu?” diye sordu. Akira, panik içinde, “Opia’nın ateşi var!” dedi. “Bir doktor çağırmalıyız. Onu hemen kontrol etmeli.”

 

Castor hemen telefonunu çıkararak, “Birine ulaşmalıyım!” dedi, kaygılı görünüyordu. Akira, elimi tutarak, “Kendini bırakma, buradayız! Bizimle kal!” dedi. Arkadaşlarımın desteğini hissetsem de, karanlık ormanda kaybolmuş gibi hissediyordum. “Beni bırakmayın!” diye haykırdım; içimdeki korku giderek büyüyordu.

 

Akira, bana sarılarak, “Asla bırakmayacağız, Opia! Biz buradayız!” dedi. Gözlerimle onların endişeli yüzlerine bakarak, kendimi biraz daha güçlü hissetmeye çalıştım. “Yalnız değilim,” diye düşündüm ama karanlığın ne zaman geçeceğini bilemiyordum. Akira’nın sesi, karanlıkta parlayan bir ışık gibi geliyordu. “Uyan, Opia! Seni bekliyoruz! Her şey yoluna girecek!” Her şeyin geçeceğini bilmek, biraz olsun rahatlatıyordu.

 

Bir süre sonra, odanın kapısı açıldı ve doktor içeri girdi. “Merhaba Opia, seni kontrol edelim,” dedi. Yüzümdeki korku, arkadaşlarımın yanımda olduğunu hissetmenin verdiği güvenle biraz olsun azalmıştı. “Beni bırakmayın,” diye fısıldadım, gözlerimi kapatarak kendimi teslim ettim.

 

Doktor, yanımda durarak vücudumu kontrol etmeye başladı. “Ateşin yüksek, ama endişelenecek bir şey yok,” dedi. İçim bir nebze olsun rahatladı, ama yine de rüyalarımın korkusu kalbimdeydi. “Karanlık… Ormanda kayboldum… Onlar beni izliyordu,” diye mırıldandım.

 

“Rüyaların sadece hayal, Opia. Gerçek hayatta yanındayız,” dedi Akira, gözleriyle beni cesaretlendirmeye çalışıyordu. “Senin için buradayız. Hiçbir şey seni yalnız bırakmayacak.”

 

Castor, “Doktor, ona bir ateş düşürücü vermeliyiz. Bu rüyalarla baş etmesine yardımcı olur,” dedi. Doktor, bir şeyler yazarak, “Evet, bir ilaç vereceğim. Uyanık kalmalısın, rüyalarının üstesinden gelmelisin,” dedi.

 

Ama karanlık ormandan kaçamıyordum. Akira ve Castor, bana destek olmak için yanımda kalmaya devam ediyorlardı. “Rüya geçecek,” dedi Akira, elimi sıkıca tutarak. “Birlikte bu kabusları yeneceğiz!”

 

Ama ben yine de karanlık düşüncelere daldım. “Beni koruyun,” dedim. O an, derin bir nefes alarak içimdeki ateşin sönmesini bekledim. Rüyaların hapsolmuş bir labirent gibi içimde dönmesi, kalbimdeki korkunun sönmesine izin vermiyordu. Arkadaşlarımın sıcaklığı, içinde bulunduğum karanlık labirentin bir çıkış yolu gibiydi.

 

Bir an rüya içinde kaybolmuşken, karanlığın derinliklerinde yeni bir ışık belirdi. Arkadaşlarım, karanlıktan kaçmam için bana güç veriyorlardı. O an, ne olursa olsun, onlarla birlikte bu korkularla yüzleşmem gerektiğini anladım.

 

Karanlık ormandan kurtulmak için hazırdım; artık yalnız olmadığımı biliyordum. Yavaş yavaş, karanlığın içindeki korkumun üstesinden gelmeye çalışarak, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

 

“Her şey yoluna girecek,” diye fısıldadı Akira.

 

Evet, belki de bu kabus sona eriyordu. Beni dinlenmem için bıraktıklarında belki de rüyalarım ile baş başa bırakmışlardı beni.

Bu sefer uyku beni sıcak karşılar, diye umdum. Tekrardan başımı yastığa koydum. Doktorun dediklerine kulak asmadan uyumak istiyordum. Sadece uyumak.

Uzun bir uykunun ardından sonunda kendime gelmiş olarak uyandım. Dünden beri aralıksız uyumuştum; bedenim ve zihnim haftalardır hissetmediğim kadar dinlenmiş, hafiflemiş hissediyordu. Gözlerimi yavaşça araladığımda, pencerenin arasından odama süzülen ışığın tatlı sıcaklığı yüzümü okşuyordu. O an, uzanıp bir süre daha o huzur dolu sessizliği dinlemek istedim. Etrafta duyduğum tek şey, hafif bir rüzgarla penceremin tül perdelerini dalgalandıran deniz meltemiydi.

 

Gözlerimi açtığımda, sahile inmeye karar verdim. Kahvaltımı hazırlayıp sakin bir şekilde yedikten sonra, yanımda küçük bir çanta hazırladım. Denizin yanında vakit geçirmek, günün ilk saatlerinde duyduğum en büyük heyecandı. Sahile doğru yürümeye başladım; ayaklarımın altında hissettiğim kumun yumuşaklığı, yüzümü okşayan hafif deniz rüzgarı, her şey tam anlamıyla huzur doluydu. Deniz dalgalarının kıyıya yavaşça çarpması ve sonrasında geri çekilmesiyle, bir tür ritmik melodi duygusu hissediliyordu. Bu seslerin arasında kaybolup, dünyayla bağımı koparmak istedim.

 

Kıyıya vardığımda dikkatimi kumların üzerinde birikmiş küçük deniz kabukları çekti. Her biri farklı bir şekil ve renkteydi; bazıları zarif ve narin, bazıları ise sert ve dayanıklı bir dokuya sahipti. Her biri okyanusun sırlarını saklıyormuş gibi geliyordu bana. Dalgaların bıraktığı bu kabuklardan birkaçını toplamaya başladım. Kimisi çiçek desenli gibi minik, kimisi ise parıltılı beyaz renkteydi. Avucuma aldığım kabuklar sanki okyanusun bir parçasını eve götürüyormuşum gibi hissettirdi bana.

 

Bir süre kabuklarla vakit geçirdikten sonra, yanımda getirdiğim kitabımı okumak için rahat bir yer aramaya koyuldum. Yüzme fikrini çoktan bir kenara bırakmıştım; dalgaların sesleri, tatlı bir okyanus meltemi ve kitabımın hikayesi beni çağırıyordu. Arkadaşlarımın kahkahaları arka planda yankılanırken kuma yayıldım. Ayaklarımı hafifçe kuma gömüp kitabımın sayfalarını açtım. Satırlara daldıkça kendimi tamamen kaybettim; anlatılan hikaye, dalgaların ritmi ve uzaktan gelen hafif deniz kokusuyla birleşmişti.

 

Kitabımın sayfaları arasında kaybolmuşken, dalgaların ritmik sesinin içine serpişmiş arkadaşlarımın neşeli seslerini fark ettim. Onlar suyun içinde şakalaşıyor, birbirlerine su sıçratıyorlardı. Dalgaların içinde kahkahalarla kaybolmuşlardı, ve bu manzarayı izlerken yüzümde istemsiz bir tebessüm belirdi. İçten içe bana da katılmaları için seslenebileceklerini düşünerek hazırlıklıydım, fakat o anki huzuru bozmak istemedim. Kitabıma geri döndüm ve bu dünyadan başka bir dünyaya geçiş yaptım.

 

Gün batımına doğru gökyüzü yavaşça renk değiştirmeye başladı. Önce parlak bir turuncuya, ardından hafifçe pembeye döndü. Güneşin son ışıkları denizin üstünde büyülü bir pırıltı bırakıyordu. Arkadaşlarım da yavaş yavaş sudan çıkıp yanıma geldiler, üzerlerindeki damlalar deniz meltemiyle parıldıyordu. Hep birlikte sahilden eve doğru yürümeye başladık. Denizden topladığım kabukları arkadaşlarıma gösterdim, her biri dikkatle inceledi. Kabukların üzerindeki desenler ve ince detaylar hepimizi etkiledi, sanki küçük birer hazine bulmuş gibi hissettim.

 

Eve vardığımızda akşam yemeği hazırlıkları başladı. Yemek yapmak için mutfağa geçtik; herkes bir şeylerle ilgilenmeye koyuldu. Biri sebzeleri doğramaya başlarken, diğeri masa hazırlığını üstlendi. Yemek kokuları mutfağı doldururken, herkes yavaşça sakinleşti ve kendi küçük sohbetlerine daldı. Yemek masasına oturduğumuzda, sohbetin konusu doğal olarak o gün sahilde geçirdiğimiz zamana geldi. Arkadaşlarım dalgalarla nasıl mücadele ettiklerini anlatırken, kahkahalarla gülüyorduk. Sahildeki anılar, yemek masasında yeniden canlanıyordu. Gözlerim tekrar o güzel anlara daldı; o anki huzuru, o mutluluğu ve özgürlüğü bir an bile unutmak istemiyordum.

 

Yemek bittikten sonra herkes yorgun ama huzurlu bir şekilde birbirine iyi geceler diledi. Kendimi yatağa bıraktığımda, gün boyu yaşadığım huzur dolu anlar zihnimde döndü durdu. Gözlerimi kapattığımda, sahilde dalgaların sesi, avucumdaki deniz kabuklarının pürüzlü dokusu ve arkadaşlarımın kahkahaları içimde yankılandı.

Tatilin ertesi sabahı, yeni bir macera planı yaparak başladık. Vadiye gitme fikri hepimizi heyecanlandırmıştı; doğanın ortasında geçireceğimiz bir gün, şehirden uzaklaşmak için mükemmel bir fırsattı. Yol boyunca herkes kıyafetlerini doğaya uygun seçmişti; hem rahat hem de birbirimize uyumlu görünüyorduk.

 

Ben, hafif bohem bir elbise seçtim. Dizlerime kadar inen beyaz, ince kumaşlı, uçları dantel işlemeli bir elbiseydi. Elbisenin omuzları hafifçe açıkta kalıyordu, fakat narin ip detayları omuzlarımı zarifçe sarmıştı. Altına da krem renkli, rahat bir sandalet giymiştim; hafif rüzgarla kumaşın uçuşan hissi vadinin ferahlığına uyum sağlamıştı. Belime ince, doğal bir deri kemer bağlamıştım.

 

Akira ise günlük stiline uygun, sade ama şık bir kombin yapmıştı. Üzerinde açık mavi, hafif bol kesim bir gömlek vardı. Gömleğin kollarını dirseklerine kadar kıvırmış, altına krem tonlarında, ince keten bir pantolon giymişti. Akira’nın sade giyimi, vadinin zarafetine çok yakışıyordu; rahat ama modern bir havası vardı. Ayağında ise, yürüyüşe uygun yumuşak tabanlı, açık renkli spor ayakkabılar bulunuyordu.

 

Amor, vadinin doğasına uyum sağlamak için haki yeşili bir tişört giymişti. Tişörtün yakasız, rahat bir kesimi vardı; kollarını kıvırmış, onu biraz daha serbest bir hale getirmişti. Altına ise koyu bej renkli, cepli bir şort giymişti; yan ceplerinde piknik için gereken birkaç ufak eşyayı taşımıştı. Ayakkabıları ise sağlam bir bot seçimi olmuştu, çünkü o yürüyüş sırasında her zaman rahatlık ve işlevselliği ön planda tutardı.

 

Castor ise klasik tarzından ödün vermemişti; beyaz, sade bir tişörtle başlamış, üzerine hafif gri renkte bir hırka giymişti. Altına açık mavi bir kot pantolon tercih etmişti, ancak rahat yürüyüşe uygun bir kesimdeydi. Onun ayakkabıları da spor tarzındaydı; ayakkabılarının rengi beyazdı ve kıyafetine sade ama dikkat çekici bir detay katıyordu.

 

Darwin ise doğayla iç içe olmaktan hoşlanan biriydi; rahat ve uyumlu kıyafetler giymeyi tercih etmişti. Üzerine koyu mavi, hafif salaş bir tişört giymiş, altına ise açık gri, sağlam kumaştan bir pantolon tercih etmişti. Ayakkabıları da koyu renkli yürüyüş botlarıydı. Darwin’in tarzı, doğanın enerjisine uyum sağlarken yürüyüşe uygun sağlam bir duruş sergiliyordu.

 

Vadiye vardığımızda manzara büyüleyiciydi. Etrafımızda yeşilin her tonunu barındıran, geniş çimenlik alanlar uzanıyordu. Hafif bir derenin sesi kulaklarımızda yankılanıyordu; suyun berraklığı öylesine temizdi ki derenin taşları görünüyordu. Vadinin içinde yumuşak bir esinti vardı, yapraklar hafifçe rüzgarla hışırdıyordu. Uçurumların yüzeyinde küçük, sarmaşıklarla kaplanmış taş duvarlar ve aralarda papatya kümeleri dikkat çekiyordu.

 

Piknik yapmak için vadinin gölge dolu bir noktasını seçtik. Herkes kendi getirdiklerini çıkarmaya başladı. Çimenlerin üzerine genişçe bir örtü serdik; örtüde doğal bir keten deseni vardı, pastel tonlarda, doğanın rengine uyum sağlıyordu. Piknik sepetimizi açtık; ilk olarak sandviçlerimizi çıkardık. Amor, sandviçlerin içine özel bir sos hazırlamıştı; yumuşacık ekmeklerin arasına yerleştirdiği bu malzemeler hepimizin iştahını kabarttı. Akira, meyve salatası yapmıştı; rengarenk dilimlenmiş meyveler, küçük kaplarda servise hazırdı. Darwin, kendi hazırladığı kurabiyeleri getirmişti; üzerlerinde hafif bir çikolata sosu vardı ve kokuları çok davetkardı. Castor ise içeceklerimizi hazırlamıştı; taze limonata ve aromalı çay termoslarda bizi bekliyordu.

 

Vadinin ortasında, yiyeceklerimizi paylaşıp, birbirimize şakalar yaparak keyifli bir piknik yaptık. Yemekten sonra bir süre yayılıp gökyüzünü izledik. Bulutlar yavaşça akıp giderken, doğanın o huzur verici melodisini dinledik. Bugünde böylece bitmişti. Yarın son günümüzdü. Öylesine eğlenmiştik ki…

Biraz daha kalabilirdik aslında ama bu ara tatilden sonra derslere daha iyi odaklanabilmek adına bunu yapmalıydık.

Günlerimiz hazır monotonluktan biraz sıyrılmıştı. Bu bize iyi bir motivasyon olacaktı.

Tatilin son sabahı, hafif bir huzursuzlukla gözlerimi açtım. Tüm günlerin yorgunluğu, bedenimde yavaşça yankılanıyordu, ama zihnim bir türlü rahat edemiyordu. Odanın penceresinden içeri süzülen sabah ışığı, her köşeye tatilin bitişini haber veriyordu sanki. Yatakta bir süre hareketsiz yattım, dalgaların sesi kulağımda yankılanıyordu. İçimden sessiz bir dua eder gibi, bu sahil günlerinin biraz daha uzun sürmesini diliyordum.

 

"Uyanmış mısın, Opia?" diye yavaşça seslendi Akira. Gözlerim ağır ağır odanın kapısına kayarken, onun endişeli ama yumuşak bakışlarıyla karşılaştım.

 

"Evet… galiba," dedim hafif bir gülümsemeyle. Tatilin son günü olduğunu fark etmek, içimde buruk bir tat bıraktı. "Hadi, eşyalarımızı toplayalım."

 

İç çekerek yataktan kalktım ve odanın ortasında duran açık bavuluma doğru yürüdüm. Elime aldığım her eşyayı, onları yerleştirirken hafifçe okşuyordum. Kum dolmuş sandaletlerimi toparlayıp bavuluma koyarken, sahilde birlikte yürüdüğümüz o günü hatırladım. Her adımda denizin serinliğini, kumların sıcaklığını hissettiğim anlar zihnimde canlandı. Bu hatıralar şimdi sadece bavuluma değil, kalbime de sıkıca yerleşmiş gibiydi.

 

"Ne düşünüyorsun?" diye sordu Akira, yanımda hafif bir gülümsemeyle dikilerek.

 

"Sadece… bu tatilin ne kadar güzel geçtiğini düşünüyorum," dedim. "Bu kadar kısa sürede bu kadar çok şey yaşadık."

 

"Evet, değil mi?" dedi Akira, hafif bir iç çekişle. "Buradan ayrılmak zor olacak."

 

Arka odalardan bir ses yükseldi; Amor, eşyalarını aceleyle çantasına tıkarken bir şeylerin eksik olduğunu fark ediyordu. "Ah, yine bir şeyleri unuttum! Nereye koydum o gömleği…?"

 

Amor'un her zamanki panik halleri, hepimizi gülümsetiyordu. Castor ise bavulunu çoktan hazırlamış, titizlikle düzenlemişti.

 

"Amor, her tatilde olduğu gibi bu tatilde de bir şeyleri unutmadan edemeyeceksin, değil mi?" diye ona seslendi Akira.

 

Amor gülerek, "Eh, bazılarımız eşyaları düzenli tutmakta pek iyi değil," diye yanıt verdi. Hepimiz, her tatilde tekrarlanan bu küçük komik sahneye güldük.

 

Akşam yemeği için hepimiz en şık kıyafetlerimizi giydik. Ben, uçuşan kumaşıyla hafif bir yaz elbisesi tercih ettim; pastel tonlarda ve omuzları açık bu elbise, sahil havasına uygun bir rahatlık ve şıklık taşıyordu. Akira, beyaz bluz ve ince kumaş bir pantolonla zarif bir hava yakalamıştı. Amor ise klasik bir tişört ve ceketle şıklığına rahatlık katmıştı; her zamanki umursamaz ama etkileyici tarzı, ona tam olarak yakışıyordu. Castor daha resmi bir gömlek ve keten pantolon giymişti, Darwin ise rahat bir gömlek ve şort tercih etmişti. Her birimizin kıyafet seçimi, kendimize özgü tarzları yansıtarak gecemizi daha da özel kılıyordu.

 

Deniz kenarındaki restorana vardığımızda, ambiyansın güzelliği hepimizi etkiledi. Restoranın içinde yanan mum ışıkları, masaların etrafını loş bir aydınlıkla sarıyordu. Dalga sesleri ve hafif bir meltem, yemek alanını sarmalamıştı. Oturduğumuz masada, denizin tuzlu kokusu ve hafif bir rüzgarın serinliği üzerimize dokunuyordu.

 

Siparişleri beklerken Amor masanın ortasında bir hikaye anlatmaya başladı.

 

"Size bahsetmiş miydim, geçen yaz bir kayalıkta mahsur kalmıştım," dedi ve bu itirafıyla hepimizin ilgisini çekti. "Gerçekten çok komikti; tek yol, soğuk suda yüzmekti, ama tam dalmaya hazırlanırken bir balık yanıma gelip yüzüme çarptı!"

 

Hepimiz kahkahalarla güldük. Castor ise Amor'un bu kadar şanssız olduğunu pek düşünmüyordu. "Bir balık mı gerçekten? Belki de fazla büyütüyorsun," dedi.

 

Amor gözlerini kocaman açarak, "O balık bana bildiğin kafa attı! Küçük değil, tam bir canavardı!" diyerek kendini savundu.

 

Akira gözlerini devirdi. "Amor, sanırım sahilde bir kaktüs bile görsen korkutucu bir yaratığa dönüşüyor gözünde," diyerek ona takıldı.

 

Yemekler geldiğinde, her biri mükemmel hazırlanmıştı. Taze deniz mahsulleri, nefis salatalar ve çeşitli tatlılarla tatilin son gecesini tam anlamıyla kutlamak istiyorduk. Yemek sonrası sahilde yürüyüş yapmaya karar verdik. Ay ışığının altında, denizin parıltısı göz kamaştırıcıydı. Kumlara basarak yürüdüğümüzde, ayaklarımızın altında serin bir esinti hissettik.

 

"Bu tatili özleyeceğim," dedim fısıldayarak. "Bu sessizliği, bu huzuru… ve tabi ki sizleri."

 

Darwin, "Eh, her güzel şeyin bir sonu var ama belki yeniden burada buluşuruz," dedi.

 

Castor ise bana bakarak, "Tabi, bu küçük kaçamağın tekrarlanmasını sağlayabiliriz. Belki farklı bir yere, ama yine bu şekilde," dedi.

 

Son adımlarımızı attığımızda, içimde hafif bir burukluk vardı. Birkaç saat sonra yola çıkacak olmanın bilinciyle yatağıma çekildim. Tatilin sıcak anılarını kalbimde hissettim; dostlarımla geçirdiğim bu unutulmaz anların tatlı huzuruyla gözlerimi kapadım.

 

 

Buradan ayrılıyorduk.

Sabahın ilk saatleriydi, hava henüz griydi ve güneş kendini göstermemişti. Uykulu gözlerle toparlandığımız evden çıkıp Darwin’in ailesinin arabasına bindiğimizde, içimde hem bir heyecan hem de hafif bir hüzün vardı. Bu tatil hepimize ilaç gibi gelmişti ve şimdi, yeniden okula dönme vaktiydi. Arabaya bindiğimizde herkes sessizdi, büyük ihtimalle hâlâ uykulu ve yola çıkmanın getirdiği hüzünle doluyduk. Bayan Daisy, bizi sıcak bir tebessümle karşılayarak "Sabahın bu saatlerinde bu kadar sessizlik… Siz gerçekten de tatile çok alıştınız," dedi, göz kırparak.

 

Araba yola koyulduğunda, sessizliği Akira bozdu. “Normalde bu kadar erken uyanmak hiç bana göre değil,” diye homurdandı. "Ama böyle bir tatilden sonra, tüm sabah erken kalkmalara değerdi."

 

Yanımda oturan Amor hafifçe gülümseyip, "Opia’nın dünden beri uykusunu alabilmesi zaten mucize gibi bir şey," dedi bana dönerek. “Hepimizi uyutmak için bir büyü mü yaptın yoksa?”

 

Gözlerimi devirdim. "Ah, evet, bir uyku büyüsüyle kendimi ve hepinizi uykuya hapsettim. Bir sihirli keman melodisi çaldım ve herkes rüyalar alemine daldı," diye cevap verdim, göz kırparak. O sırada Darwin, koltuğunda gülerek arkasını dönüp bize baktı.

 

“Büyü mü? Daha neler… Bir sonraki tatilde Opia'nın müziğini sihirli bir uyku partisi olarak kullanırız artık,” dedi şakayla karışık.

 

Ön koltuktan Bayan Daisy başını çevirip bize katıldı. “Ah, gençler! Kendinizi gerçekten müziğe ve büyüye kaptırıyorsunuz. Bazen Darwin de böyle hayalperest hikayeler anlatır,” diyerek tebessüm etti. Sonra Bayan David, direksiyonda dikkatle yola bakarken kısa bir yorum ekledi: “Büyü değil ama, bir gün bu müzik yeteneğinizle dünyayı etkileyebilirsiniz. Yeter ki hevesinizi kaybetmeyin.”

 

Sözleriyle bir anda dikkat kesildik. Castor, “Bu yüzden, okulun yoğun temposuna geri dönmek bile aslında güzel, değil mi?” dedi, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi. "Hedefimize bir adım daha yaklaşmak için her günün kıymetini bilmemiz gerekiyor."

 

Amor, "Haklısın Castor, ama şu anda okul düşüncesi biraz moral bozucu geliyor bana. Tatilin rahatlığına alıştım sanırım," dedi, hafif bir iç çekişle.

 

Araba sessizce orman yolunda ilerlerken dışarıdaki manzarayı izledim. Sabahın ilk ışıkları artık ormanın ağaçlarına vuruyor, sisli bir perde gibi her şeyi gizemli bir havaya bürüyordu. Çam ağaçları ardında beliren hafif dağlar ve yol boyunca uzanan düzlükler, aklımı bir süreliğine bambaşka yerlere götürdü. Okula dönüyor olmamız bir yandan gerçekçiydi ama hâlâ bu sabahın büyüsünden kopamamış gibiydim.

 

Bir süre sonra Bayan Daisy yine bize dönerek bir sepet uzattı. “Karnınız açıktığında yiyebileceğiniz bir şeyler hazırladım. Yolda tatil havasını devam ettirelim,” dedi.

 

Akira hemen heyecanla uzandı ve sepeti eline alıp içini karıştırmaya başladı. "Bakın, bunlar hepimiz için! Kurabiyeler, sandviçler, meyveler…" Sepetten bir tane kurabiye alarak, “Bu kurabiyelerin tadı tatile ait son bir hatıra gibi, teşekkür ederiz Bayan Daisy!” dedi ve Bayan Daisy’nin yanakları hafifçe kızardı.

 

Bayan Daisy, “Siz benim çiçeklerimsiniz,” diyerek tatlı bir gülümsemeyle başını salladı. “Birazdan yol boyunca güzel bir manzara göreceğiz. O yüzden hazır olun!”

 

Araba biraz daha ilerledikten sonra dağların eteğine vardık ve sağ tarafımızda uzanan harika bir vadi manzarası belirdi. Gökyüzü hâlâ hafif pembemsi tondaki sabah ışıklarıyla aydınlanmıştı, vadideki ince sis dalgaları, ağaçların üstüne süzülerek gizemli bir atmosfer yaratıyordu. Castor hemen telefonunu çıkarıp fotoğraf çekmeye başladı.

 

“Hepimizin bir anısı olsun,” dedi ve hepimizi kadraja almak için uğraşmaya başladı. Amor ise ona poz vermek için dalga geçer gibi komik yüzler yapıyordu.

 

Akira biraz arka koltuğa yaslanarak, "Beni mi çekiyorsun Castor?" diye sordu.

 

Castor da gülerek, "Evet, özellikle senin o şaşkın yüz ifadelerini yakalamaya çalışıyorum," dedi ve hepimiz kahkahalarla güldük.

 

Vadiden geçip yolumuza devam ederken sabah saatlerinin sessizliği yavaş yavaş şakalaşmalarımızla dağılmaya başladı. Yol boyunca tatilde yaşadıklarımızı anımsayarak birbirimize anlatıyor, keyifli anılarla dolu son saatlerin tadını çıkarıyorduk. Bayan Daisy ve Bayan David bile arada muhabbetimize katılıp kendi gençlik anılarından bahsediyorlardı. Bayan Daisy, Darwin’e dönerek, “Sizin yaşlarınızdayken babanla biz de uzun yolculuklara çıkardık. Hatta bir keresinde kaybolmuştuk. Neyse ki yolumuzu bulduk da anılarımıza bir kaybolma hikayesi daha eklenmiş oldu,” diyerek hafifçe kıkırdadı.

 

Darwin annesinin bu anlattıklarına hafifçe dudak büktü. "Anne, bizimle macera yaşamak güzel ama bazen çok nostaljik oluyorsun," dedi. Bayan Daisy gülümseyerek, "Siz bizim yaşınıza geldiğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız," diyerek göz kırptı.

 

Saatler geçtikçe yolun sona yaklaştığını hissedebiliyordum. Artık Fransa’nın masmavi sahillerini, dağlarının ardında bıraktık ve İtalya sınırlarına girdik. Okulun sorumluluklarına geri dönmek biraz zor görünse de, bu tatilin verdiği enerjiyle dolup taşmıştım. Bu yolculuk, birlikte geçirdiğimiz vakitlerin değerini bir kez daha hatırlattı ve tüm bunların bana kattığı anılarla büyüdüğümü hissettim.

 

İlk Bölüm Sonu..

 

 

       

 

 

 

 

       

 

       

 

 

 

 

 

 

       

 

Bölüm : 31.10.2024 15:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Ayşe Naz Temel / Kuğu Gölü / 1. Bölüm
Ayşe Naz Temel
Kuğu Gölü

5 Okunma

1 Oy

0 Takip
1
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...