17. Bölüm

⚓17. Bölüm⚓

Büş Bckr
busbckr

İyi okumalar

⚓⚓⚓⚓⚓⚓⚓

17. BÖLÜM

Bölüm Şarkısı: Hemsaye- Bir Kaç Fotoğrafın Hikayesi ve Sabah Rüzgarı

Yalanlar...

Yalanlar ilaçlar gibidir. Anlık kurtarıcıdırlar ama zamana ve miktara bağlı olarak zehir etkisi gösterirler. Mesela bir ilaç sık kullanımda zamanla bağımlılık yapar ve çok fazla ilaç kullanmak vücutta mutlak bir zarara sebep olur. Belki bir böbrek çürümesi, belki damar tıkanıklığı, belki de mide krampları...

Bir de yüksek doz kullanmak var... Bu da daha kısa sürede etki gösterir. Kan zehirlenmesi gibi...

Yalanlar da böyle işte. Anı kurtarabilir ancak etkisini olumsuz olarak ya uzun ya da kısa zaman sonra gösteriyor bir şekilde.

Hayatım boyunca birçok yalan söyledim. Bunlar ufak ama devamlı yalanlardı. Yan etkisini uzun bir süre sonra da olsa gördüm bu yalanların... Babam beni hiç olmaması gereken bir halde, bir sosyal medya platformunda gördü. Tabi ki onun da bana gösterdiği tepki büyük oldu. Yaptığım yanlışa daha büyük bir yanlışla karşılık gösterince ben çok daha büyük bir yanlışa düştüm ve bu kez kocaman bir yalan söyledim.

Bu kez söylediğim yalan ölümcüldü... Bunu daha yeni fark ettim. Hem çok büyük hem sürekli bir yalan...

Derya'nın gözlerine bakan gözlerimdeki şaşkınlığın sebebi işte bu farkındalıktı.

Neyin sözünü, kime ve niye veriyordu?

Zaten yeterince karmaşık bir durumda değil miydik?

"Umarım oğlum." dedi babam da taviz vermez sert bir sesle. Hayatımı mahvetmeye çalışmamış gibi şimdi de beni savunuyordu. Beynimde bir kıvılcım harlandı ve o kıvılcım hızla yangına döndü. Sinirlerim birbirine değen kablo uçları gibi çaktı. Kaldıramıyordum artık, dayanamıyordum.

Yanlış bir şey söylememek için seri adımlarla yanlarından ayrıldım. Derya'nın yanından geçerken bileğimi tutmaya yeltenince kolumu geri çekip kurtuldum ve "Peşimden gelme lütfen." diyerek adımlarımı biraz daha hızlandırdım. Nefesim kesiliyordu. Boğazıma bir el yapışmışçasına bir his tüm benliğimi sarmıştı. Hastaneden çıkmak sanki saatlerimi almıştı.

Hastane şehir merkezinde olduğu için etrafında banklar yoktu. Bunun yerine karşısındaki kafenin dış mekânına geçtim ve kendime bir tane naneli limonata söyledim. Hastaneye yakın olduğundan olsa gerek 7/24 açık olmalıydı.

Bir kolumu göğsümün altına koyup diğer kolumun dirseğini ona yasladım ve dudaklarım kabuklarını soymaya başladım. Çok üzgünsem ve düşünecek çok şeyim varsa genelde böyle yapardım. Annemden kalma bir huydu bu ve bu da canımı sıkıyordu. Yine de bunu yapmaya devam ettim.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama sabah ezanı okundu, sonra gün doğdu. Güneş yakıcılığını göstermeye başladı. Dudaklarım sızlıyordu. Dudaklarımı yaladım ama uğraşmaya devam ettim. Omuzlarımın üstüne polar bir battaniye bırakıldığında ürkmedim. Çünkü kendisi gelmeden kokusu gelmişti.

İki parmağının ters yüzeyini yanağıma sürttü. "Donmuşsun." dedi ve bir süre sessiz kaldı. Ardından "İki latte alabilir miyiz?" dedi garsona. Sessiz kaldığı süre boyunca garsona bakınmış olmalıydı. Ardından karşımdaki sandalyeyi çekip oturdu.

Yolda olan bakışlarım o zaman yavaşça yüzüne çevrildi. "Arkamdan gelme demiştim." dedim kısık ama sabit bir tonlamayla. Çok hafif bir tebessümle "Zaten gelmedim. Ama aradan 2 saat geçti." dedi. Kaşlarım havalandı.

"Fark etmedim." O kadar yalanın üstüne bu kadarcık bir yalanın lafı olmazdı sanırım. Oysa zaman hızlı geçmenin aksine geçmek bilmemişti. Bir saniyem bir seneye eş değerdi. Ben artık içinde bulunduğum bu durumdan çıkmak istiyordum. Ellerimle kendimi attığım bu ateş beni kül etmeden duman olup uçmak istiyordum. Çünkü cayır cayır yanacağımı artık çok iyi biliyordum.

Sessizce oturduk. Lattelerimiz geldi. Birkaç yudum aldık hatta. Sonra daha fazla tutamadım o soruyu içimde.

"Neden babama öyle sözler verdin?"

Bu soruyu beklemiyor olmalı ki bardak ağzındayken duraksadı. Sonra bardağını indirip iki avucuyla sıkıca sardı.

"Ben o sözleri sadece babana değil, sana da verdim." dedi.

Allah kahretsin ki biliyordum. Öyle değilmiş gibi davranıyordum.

"Neden?" dedim yine. Sorduğum soruya cevap vermemişti.

"Çünkü..." dedi ve yine sustu. Gözleri çevreyi tarıyordu. Ben ise tam aksine gözlerimi yüzüne dikmiş inatla gözlerime bakmasını bekliyordum. Gözleri sonunda gözlerime değince orada durdu. Kaçırmadı gözlerini. "Çünkü..." diye tekrarladım onu. Devam etmesini istiyordum ama o durmaya devam etti. Sonra omuzları çöktü.

"Çünkü bunu sana borçluyum. Benim yüzümden bütün bunlara katlanıyorsun."

Söylemek istedikleriyle söyledikleri aynıymış gibi gelmese de üstelemedim. Söylediklerini söylemeyi de o seçmişti çünkü.

"Gerek yok." dedim omuz silkerek. "Kabul eden benim. Sorumluluğunu üstlenmesi gereken de bendim. Kimsenin önümdeki engelleri kaldırmasına gerek yok, ihtiyacım da yok. Bugüne kadar önüme çıkan engelleri kimse benim için kaldırmadı, ben aştım. Bugünden sonra da aşarım. Düşerim ama sonunda illaki aşarım. Ne babamın ne dedemin ne senin ne de herhangi başka birinin bana fedailik yapmasına gerek yok o yüzden."

Derya başıyla onayladı beni ama onu terslediğimi sandığı için de morali bozuldu. Ben onu terslemiyordum. Kendimizi içine soktuğumuz bu ters durumdan en az hasarla kurtulmanın yolunu arıyordum sadece. Daha kaç gün oldu? Şimdiden hastaneye geldik. Kavgalar oldu... Biz profesyonelliğimizi kaybedersek işler yolundan çıkmaya devam edecekti. Onun beni sahiplenip korumaya çalışması ise profesyonellik değildi.

Üzüldüğünü fark edip yumuşatmaya çalışmam da profesyonellik değildi tabi ama yine kendime engel olamadım.

"Ben aslında göründüğüm kadar soğuk biri değilim Kaptan... Ancak çok yandım. Yeniden yanmamak için ateşten uzak duruyorum. Bu uzaklık da beni soğutuyor haliyle. Umarım beni anlıyorsundur."

"Aslında anlamıyorum. Çevrende yükselttiğin duvarlar bir bana sanıyordum Asude ama sen o duvarları aslında herkese yükseltiyormuşsun... Hatta annene ve babana bile."

"Hatta." Dedim bastırarak "En çok da onlara." Onaylamaz bir tavırla başını salladı.

"Neden?" diye sordu. "Onlara kızgınsın. Tamam bunu görüyorum. Eminim haklı sebeplerin de vardır ama sen telafi etmelerine izin vermiyorsun."

Kimse bir şeyin yokluğunu görmeden o şeyin olmadığı durumun yaşattığı sıkıntıyı anlayamıyordu. Derya aile sıcaklığıyla büyümüş biriydi. Hatta o kadar ki bu durumdan sıkılmıştı. O yüzden ne görürse görsün beni anlaması zordu.

"Telafisi olmadığı için zamanlarını almıyorum diyelim."

"İllaki telafisi vardır." dedi biraz öne eğilerek. Zor durumdaki birine yardım ediyormuş gibi bir tavrı vardı. Belki de zor durumdaydım... Bilmiyorum.

"Zaman makinesi icat edilmediğine göre... Şu an için yok?" dedim sorar gibi. Gündemden o kadar uzaktım ki zaman makinesi icat edilmiş olabilirdi ve ben bilmiyor olabilirim. Hiç şaşırmam.

Yine "Neden Asude?" dedi isyan edercesine. Nedenini sormak onu da yormuştu.

"Çünkü ben bir daha 16 yaşında olmayacağım. Çünkü ben duygularımı en yoğun hissettiğim dönemde annem ve babamın arasındaki kavgada yok oldum. Neden aşka inanmıyorum sanıyorsun? Çokbilmiş biri olduğumdan mı? Böyle olmak havalı olduğundan mı? Benim dinlediğim en mutlu, en romantik masal annemin ve babamın masalıydı Kaptan... Ancak onların birbirine nasıl nefretle ve kinle baktığını gördü bu gözler... Gayrısına da inanmam! Bitebilecek hiçbir şey kutsal değildir benim için. Aşk da bitiyor o yüzden o da kutsal değildi. Sonra Galata'ya çıktık. Evet aşk varmış... Ve benim inandığım değerler değişti. Ancak tek bir düşüncem değişmedi. Aşk da biter. Sadece buna inandım; Biten şeyler de kutsal olabilir. Bir gün ben Galata'ya olan sevgimi bitirebilirim mesela. Şimdi bu düşüncenin bana uzak gelmesi, ihtimalini ortadan kaldırmıyor ya..."

Ara ara sesim sertleşse de genel itibariyle düz bir sesle konuşmuştum. Ailemle ilgili olarak hep yüzeysel konuşuyordum. Çünkü şimdi anlatsam anlattıkça kendimi de dolduracaktım ki zaten niye anlatayım? Bizim aslında iki yabancı olduğumuzu unutmamamız gerekiyordu. Yoksa işler bugün olduğu gibi kontrolden çıkıyordu.

"Bir şeyi ne kadar çok düşünürsen o kadar çok çağırırsın. Annen ve babanın seni bırakmadığına, en azından bunu isteyerek keyiflerinden yapmadıklarına eminim. İkisi de gözlerinin içine bakıyorlar. Asude bu sevgiyi herkes görüyor. Sen hariç..."

Gülümsedim. Bu gülümseme alaylı görünüyordu. Ancak altındaki acının görünmediğini düşünüyordum. Hiç kimse görmüyordu çünkü.

"Babam beni zorla evlendirmek istedi Derya... Sevmek bu mu?" dediğimde de sesimde alayla gizlenmiş bir acı vardı. Başını iki yana salladı. "Hata yaptığını kabul ediyor sonuçta. Benim annem onu da kabul etmedi. Şimdi annem beni sevmiyor mu yani?" dedi işi şakaya vurarak bu kez ki tebessümüm saftı. Altında hiçbir anlam yoktu.

"Senin annen beni sevmiyor. Bu işten de ben zararlı çıkıyorum bak. İnsanlar beni sevmemeleri için yaratılmışlar sanki..." dediğimde yüzündeki tebessüm yerini korudu ama tek kelime etmeden yüzüme baktı. Bir şey söylemek istiyor gibiydi.

"Söyle." Dedim gülerek. "Laf sokacakmışsın gibi görünüyorsun."

Kısaca güldü. "Yok, laf soktum diye senden nefret ettiğimi düşünürsün sen şimdi."

Şimdi dudaklarım tam olarak kulaklarımın yanına ulaşmıştı. "Kapris yaptığımı düşünüyorsun." Derken bu kez ses tonumda bir 'Aşk olsun!' sitemi de vardı.

"Asla!" dedi tam tersini kast ediyormuş gibi bir abartıyla.

"Ben senin aşka inanmama sebebini de şu an çözdüm." Dedi evrenin gizemini çözmüş gibi bir havayla. Arkama yaslandım ve elimle onu gösterdim. 'Söz sende' anlamında... Kollarımı göğsümün altında bağlamayı da ihmal etmemiştim.

"Sen kimse tarafından sevilmediğini düşündüğün için aşkı inkâr ediyorsun. Eğer varlığını kabul edersen bir eksikliğinin daha olacağını düşündüğün için. Değil mi?"

Yüzümdeki gülümseme silinirken gözlerimi devirerek bozulduğumu saklamaya çalıştım.

"Artık inanıyorum dedim ya!" diye çıkıştım. "Ayrıca ne aşkmış arkadaş ya! Karın doyuruyor sanki! Olsa ne olmasa ne?"

"Aşk öyle bir şey değil Asude... Bir taşa âşık olunmaz. Buluta, güneşe, yağmura ne bileyim dağa, taşa, kuşa, çiçeğe âşık olunmaz. Aşk, annen ve babanın arasında olan o şey. Galata sadece bu aşkın başladığı mekân. Tamam, Galata'yı çok seviyor olabilirsin. Ancak uğruna ölünen, yataklara düşülen aşk senin Galata'ya karşı duyduğun bir hisle aynı değil."

Kaşlarım isteğim dışında çatılmıştı. İçimdeki saldırı isteğine karşı koyamadım. "Ne peki aşk tam olarak? Mesela senin Valeria'ya karşı hissettiklerin aşk mı? Çünkü saatler önce bu oyuna aslında onun için girmediğini söyledin de..."

Beklediğimin aksine gülümsedi ve omuz silkti. Ben, beni tersler ve haddim olmadığını söyler sanıyordum. Çünkü gerçekten haddim değildi.

"Valeria'ya karşı güzel hisler besliyorum. Onunlayken bunca yıl mutlu ve de huzurluydum. Çünkü Valeria kıskanç biri olmasına rağmen bir o kadar da rahat biri. Genelde beni darlamaz, hareket alanıma müdahale etmezdi. Hatta... Çok şaşıracaksın ama Valeria ile çıkmaya başladığımızda benim gönlüm başkasındaydı. Adını bile bilmediğim sadece bir kere, o da birkaç saniyeliğine gördüğüm kıvırcık saçlı bir kızda..."

Ne? Bu söylediklerinin hangi kısmına şaşıracağımı şaşırdım resmen! Başkasına karşı hisler beslerken Valeria ile tanışıp sevgili olmalarına mı yoksa birkaç saniye gördüğü ve adını bile bilmediği birine bir şeyler hissetmesine mi? Ya da durun, Valeria'nın kıvırcık olduğum için neden bu kadar çıldırdığını öğrenmiş oldum. Şaşırmaya buradan başlayayım...

"Valeria başkasını sevdiğini bilerek mi seninle birlikte olmaya başladı yani?" diye sordum ilk önce. Başıyla onayladı. "Valeria ile sanırım üçüncü sınıfta tanıştık, bizim mekanda... Benimle ilgilendiğinin farkındaydım ama çok oralı olmadım. Çünkü fazla göz önündeydi. Çünkü güzeldi, sosyaldi ve sınırları bana göre daha belirsizdi. Arkadaştık o kadar süre... Son sınıftayken o kızı gördüm. Bir saniyede anladım. Herkesin ömrü boyunca aradığı biri vardır hani.. Gerçi sen buna da inanmıyorsundur da neyse..."

Elbette laf sokmasa olmazdı...

"Bir saniye yetti onun o kişi olduğunu anlamama. Ancak bir daha göremedim onu. Her yerde aradım. Delirmiş gibi tüm vaktimi sosyal medyada harcıyordum. Hatta Valeria ile sevgili olduğumuz dönemde bile... Tabi ilk zamanki kadar değildi ama yine de hatırı sayılır miktarda zaman harcıyordum. Sözde son yılım, kendimi okuluma, mesleğime vereyim diye işi bırakmıştım ama ne okuldan ne stajdan doğru dürüst verim alabildim. İşte o dönem Valeria'ya şans verdim. Takıntımdan kurtulurum belki diye.. Aslında bunu kendisi istedi. Ona başkasını beklediğimi de söyledim. Onu bulursam seni bırakırım bile dedim ama her şartımı kabul etti. Valeria kıskanç biri değil aslında Asude hem de hiç... Sadece onu kıskanıyor."

Şimdi taşlar yerine oturuyordu. "Ve kıvırcık saçlı olduğum için haliyle benden de huylandı." dediğimde dudağının bir yanı yukarı kaydı ve tek omzunu silkti. "Sanırım..." dedi eğlenerek. Hayır, bunda bu kadar keyiflenecek ne vardı acaba?

"E peki o kızı bulursan Valeria'yı bırakacak mısın?" diye sordum gözlerimi kısarak. Ancak acaba böyle pat diye sormam uygun oldu mu ki?

Kısa bir süre düşündü. Sonra "Bırakırım." dedi, sanki az önceki düşünmesi sırf ayıp olmasın diyeymiş gibi kendinden emin çıkmıştı sesi.

"Nasıl ya?" diye sordum. Biraz isyan etmiş olabilirim tabi. "Sonra da aşka inanmıyorum diye bana nutuk çekiyorsun! Sen bu kız için evcilik oynuyorsun! Başkası, hatta adı sanı bile olmayan biri için mi bırakacaksın kızı?"

Hayır, bana ne oluyorsa? Valeria kabul etmiş, ben niye kızdım şimdi bilmiyorum...

Tamam da yani şimdi bu da adamlık mı?

"Bir kez daha söylüyorum ben hiç Valeria'ya aşığım demedim. Valeria ile de en başında anlaşmıştık bu konuda zaten. Adı ve sanı da var bu kızın sadece henüz bilmiyoruz." dedi gülerek. O kadar gamsızdı ki birazdan kızın İnstagram hesabını açıp 'Bu kız işte' diyecek kadar tanıyordu sanki kızı.

"Ya kızın hayatında biri varsa? Ya evliyse hatta? Sen bile evlisin."

Dudaklarını birbirine bastırıp "Hayatında kimse yok." dedi keyifle. Kaşlarım çatıldı.

"Sen buldun bence bu kızı? Nereden bileceksin yoksa hayatında biri var mı yok mu? Yeme beni şimdi. Zaten Şu ara Valeria'dan da önemsiz biriymiş gibi bahsediyorsun. Kesin buldun bak kesin!"

Çok büyük bir kahkaha attı.

"Hayır. Sadece... Dedim ya herkesin hayatı boyunca aradığı bir kişi vardır diye. İşte o, benim aradığım kişi. Ben bulana kadar beni bekleyecektir. Ondan dedim."

Çirkef Asu'yu tutamadım.

"Pışşşııık Sen git hem sevgili yap hem de evlen, kız da seni beklesin... Ayrıca senin aradığın o, buna tamam da onun aradığı kişinin senolduğunu nereden çıkardın. Belki o da başka birini arıyordur."

İlk cümlemle yükselen kahkahası cümlenin devamında soldu. "Aşktan anlamıyorsun sen, karışma o yüzden! O işler öyle olmuyor. Kader bu ve onun kaderi benim." Gözlerimi devirdim. "Egon nerede diyecektim, gelmiş..." dedikten sonra lattemden bir yudum aldım.

"Bir şey soracağım. Bu kızdan hiçbir haber alamadın mı? Gördüğün yere baksaydın..."

Hayır, bu devirde birini bulamamak da ne bileyim?

Gerçi birkaç saniyelik görüntüsü dışında elinde hiçbir veri yokmuş çocuğun, olabilir yani... Ben de sanki iç işleri bakanıyım da herkesi bulabiliyorum... Bazen çok boş yapıyorum..

Bugünü not alalım mı Asu-de ilk defa özeleştiri yaptın...

"Döndüm, birkaç kez gittim hatta. Yoktu. Ama şimdi düşününce, zamanı değilmiş diyorum. Geleceğimin ufak bir ön gösterimiydi diye düşünüyorum.

Derya, genelde boş yapıyordu ama... Nefesimi seslice burnumdan verdim. "Umarım en yakın zamanda bulursun ve umarım o kız Türk ve Müslümandır da bu oyunu bitirebiliriz."

Sürekli oyundan şikâyetçi olmamdan bıkmıştı ve ben bunları söylerken beni tersleyeceğine emindim ama o sadece sırıtıp "İnşallah." dedi. Kıvırcık kız söz konusu olunca gözlerine her şey tozpembe görünüyor olmalıydı... Zavallı Valeria... Çok sinirlendim Kaptan'ın bu tavrına ve ters bakışlarımı yüzüne diktim ama o bana sırıtmaya devam etti.

Telefonu çalınca sırıtmasına ara verip karşı tarafı ciddiyetle cevapladı.

"Efendim Abi."

Dikkatle, hangi abisiyse artık onu dinledi.

"Tamam, işlemler başlatılsın biz de birazdan geliyoruz. Eve geçeceksiniz değil mi?"

Karşı taraftan uğultular yükseldi. Ne dedi bilmiyorum ama bağırdı. Ve bu kesinlikle Murat Abi'ydi.

"Yok abi, annem ayılıp bayılarak ailesini bir arada tutamaz artık. Yeter. Biz o eve kesinlikle gelmiyoruz. Bir ev bulana kadar yaylaya geçeriz. Kısa zamanda bir ev bulurum ben."

Bu çocuk da vurdu mu öldürüyordu. Sırası mıydı bunun şimdi? Ben gider bir otelde kalırdım şimdilik. İki gün annesiyle dursun, kadın biraz iyileşsin de yeniden ama daha sakin bir şekilde konuşsunlar. Nerede görülmüş bir kaptanın böylece gemileri yaktığı?

Ona attığım ters bakışlara hiçbir karşılık vermeden dümdüz bana bakmaya başladı.

"Abi sen yapma bari. Annemin en büyük kurbanı sensin." dediğinde bir süre ne Derya konuştu ne de karşıdan bir uğultu geldi.

"Geliyoruz birazdan." dedi son olarak ve telefonu kapattı. Tam ağzımı açmıştım ki "Lütfen bir şey deme Asude." dedi ve eliyle garsona işaret verdi. "Hayt höyt biri gibi davransan da fazla merhametlisin. Hak edenlere merhamet et. Vicdanını seni hırpalayanlar için yıpratma" dedi. Garson yanımıza geldiğinde "Hesabı alabilir miyiz?" diye sordu.

"Ama o senin annen Derya. Merhamet göstermen için hak etmesi gerekmiyor."

"Dedi Annesini ağlatan doğruluk abidemiz." diye karşılık verdi. Konuları birbirine karıştırıyordu.

"Seninkisi annelik yaptı, benimkisi yapmadı. Kıyaslarken bu detayı da düşün bir daha laf sokarken."

Ayaklanırken cebinden elli lira çıkarıp deri defterin arasına koydu.

"Annelik ne Asude'cim? 16 yaşında ayrılmışlardı değil mi? 16 yaşına kadar da mı annelik yapmadı sana?"

Sırtımdaki poları geriye itip çantamı aldım.. "Ordu'dan otostop çekip bir arabaya bindim ve beni aldığı için minnettarım. İstanbul'a gideceğim, araba da oraya gidiyor. Samsun'da gecenin bir vakti tekinsiz bir yolda kıçıma tekmeyi vurup beni arabadan attı. Şimdi beni arabaya aldığı için ona minnettar mı olmalıyım? Üstelik yolun başında arabasına almasa daha iyiydi. Çünkü ben Ordu'yu tanıyordum ama Samsun'u tanımıyorum. Samsun'da gidebileceğim kimsem yok. Annemin de beni terk etmeden öncesinin bir değeri yok o yüzden. Çünkü öncesinde dedemle doğru dürüst savaşmak zorunda kalmamıştım. Bir anda avuçlarına bıraktı beni. En hırçın zamanlarımdı. Bir amacım olmasa canıma kıyardım Kaptan. Beni hayatta tutan şey Galata'ya ulaşacağıma olan inancımdı. İlk senemde sınavdan iyi bir puan alsam da İstanbul'da iyi bir bölüme gidecek kadar iyi bir puanı alamadım diye bir sene daha çalıştım. Kütüphaneyi görevliyle beraber açıp beraber kapatıyordum. O evde durmayayım diye. Yani tamam, çok uslu bir kız değilim kabul ediyorum. Seninle tanıştığımız andan beri benim sorunlardan sadece kaçtığımı gördün. Farklı bir şey görmediğin için beni böyle yargılama diye sana sitem de edemem ama benim böyle biri olmam bir sürecin sonucu. Ve ben.." duraksadım. Bunu itiraf etmek kolay değildi. Boğazımdaki yumruyu yutkundum.

"Ve ben hala annemin yaptığı şeyi sindiremedim. Babama da çok kızgınım. Hatta annemden daha çok... Ama nasıl evladını terk edebilir bir anne?"

Gözlerim dolmuştu ama kırpıştırarak bertaraf ettim gözyaşlarımı. "Yani tamam, senin annenle ben aynı evde kalmayacağım ama biz bir oyun oynuyoruz ve el kızı için annene cephe almamalısın. Ben senin yerinde olsam almazdım. Tabi annem senin annen gibi olsaydı. Gidelim yukarı. Annenin gönlünü al. Sonra ev tutma işini beni bahane göstererek, asıl isteyen benmişim, beni ikna edemiyormuşsun gibi anlatırsın annene. Beni suçla. Sizinkilerin benim hakkımda ne düşündüğü hiç sorun değil benim için ama sen kendini kötü etme şimdi." dediğimde sandalyesini biraz daha geri itti ve bana doğru yürüdü. Ben de sandalyeden uzaklaştığımda çıkacağız sanırken kendimi onun kollarının arasında buldum.

"Kaptan ne yapıyorsun?" diye sordum fısıltıyla. Neden fısıldıyorum ben de anlamadım. Sesim bir yere kaçtı sanırım.

"Küçük bir çocuk gibisin Asude. Şımarık ama saf. Gürültülü ama vicdanlı. Gerek yok dedin ama böyle olursan seni korumadan duramam ben. Ve ne dersen de önündeki engellerden, sana gelecek her musibetten kurtaracağım seni. Az önce bu sözü babana vermemiştim aslında. Sana vermiştim ama yine yanlış yerlere gitti olay."

"Sen önce kendini koğu! Bığak!" diye söylendiğimde eliyle kafamı göğsüne bastırmıştı. "Akıllı bıdık seni! Hadi gel, bugün daha çok işimiz var."

Bir şey dememe müsaade etmeden kolumu tutup elimi kavradı ve kolumu bıraktı. Seri adımlarla kafeden çıkarken koşar adım arkasındaydım.

"Sen iyi alıştın ha bana temas etmeye. Valeria görürse, sen de gününü görürsün." diye seslendim. Bir şey demedi. Sadece güldüğünü duydum.

Aklı kesinlikle yerinde değildi bunun.

⚓⚓⚓⚓⚓⚓⚓

Çiçek Hanım taburcu edildikten sonra eve gelmiştik. Bizimkiler son bir kez Çiçek Hanım'a geçmiş olsun dileklerini ilettikten sonra onları uğurladım. Babam annemi Batum'a giden bir otobüse bindirecekti. Vedalaşırken de soğukluğumdan taviz vermedim. Biraz kendi kendimi gazlamak oluyordu bu ama ne yapayım? Elimde değildi. Onlar gittikten sonra da bahçedeki çardakta oturmaya devam ettim. İçeride yabancı bir aile vardı ve ben sırf oyun oynuyorum diye bu aile dramını çekmek istemiyordum. Çiçek Hanım mesela hala bana laf sokma istikrarını sürdürüyor, dinlemek zorunda değildim. Ya da özür dileyecek diyelim, kabul etmeyeceğim için işler daha da tuhaflaşacaktı. Bu yüzden burada durmam en mantıklı olanıydı.

İçeriden birkaç saat sonra Derya elinde bir valiz ve bir tane çantayla çıktı. Göz göze geldiğimizde bana 'Hadi' anlamına gelen bir işaret yaptı ve arabaya doğru yürüdü. Hiç sorgulamadım. Yanına ulaştığımda fark ettim ki elindeki çanta benim İstanbul'a gittiğim çantaydı. Valizde de muhtemelen benim eşyalarım vardı. Derya her ikisini de bagaja koyup içeri geri döndü. Ben de o sırada yolcu koltuğuna oturdum. Kısa bir süre sonra Derya elinde küçük bir valiz ve laptop çantasıyla yeniden kapıda göründü. Arkasından Yaprak, Nilay ve Murat Abi de çocuklarla beraber çıktı. Onların da ellerinde küçük çantalar vardı.

Murat Abi, Derya'yı çağırınca Derya birkaç adım geri gitti ve abisiyle bir şeyler konuşup ardından arabaya bindi. Merak yüklü bakışlarıma ise "Bir süre yaylada kalacağız. Zaten annem böyle olmasa onlar gidecekti. Biz kalacaktık. Şimdi onlar kalıyor, biz gidiyoruz. Duha Abimle Melike de hafta sonu gelecekler. Malum Melike'nin müvekkilleri davaları falan var." Şeklinde uzun bir cevap verdi. Başımla onayladım ve hiçbir yorumda bulunmadım.

Aslında herkesten uzak durmak istiyordum. Çünkü kurduğumuz her bağ aslında özgürlüğümüze giden yola atılan bir düğümdü.

Yayla yolu biraz sürdü. Tam olarak ne kadar bilmiyorum ancak yaylaya kavuştuğumuzda güneş artık yakıcılığını yitirmişti.

Buraya düğün için fotoğraf çektirdiğimizde gelmiştik ancak o zaman, Derya buraları bana uzaktan göstermişti. Bizim Ordu'daki yayla evlerimize benzese de buradaki yaylaların yüksekliği çok daha fazlaydı ve bulutlarla aynı katmanda yaşıyormuş izlenimi veriyordu bana. Ve garip bir şekilde daha sert bir mizaca sahipti. Yaylaların mizaçları olur muydu bilemem ama gördüğümde hissettiğim bu oluyordu.

"Serinmiş." dedim avuçlarımla kollarımı ısıtmaya çalışırken. "Güneş tamamen gidince de soğukmuş diyeceksin. Ama merak etme ateş yakacağız zaten." diye cevapladı Derya beni. Başımla onayladım. Yalnız olunca özgür olacağımı sanıyordum hep ama son zamanlarda öyle bir şey olmadığını ufaktan fark etmeye başlamıştım. Şu an kaçıp gitmemi engelleyen tek şey Derya'ydı. Murat Abiyle Nilay'ı ya da Yaprak'ı çok sevmiştim gerçekten ama huzursuz hissediyordum. Tüm bu yaşananlar, İstanbul'a gitmem, Galata'ya çıkmamız ve döndükten sonra yaşadıklarımız sanırım bende travmatik bir şeyler bırakmıştı.

Aileme en çok bu yüzden kızgındım. Onlar benim en başta insanlara olan güvenimi elimden almışlardı. Ve bu durum aşka inanmamamla kıyaslanamayacak kadar zordu. Çünkü bir insan sevgilisi, kocası olmadan da rahatça yaşayabilirdi ancak ormanda tek başına yaşamıyorsa toplum içinde insanlardan şüphe ederek yaşamak gerçekten yaşamayı çok zorlaştırıyordu.

Arkadaşlarım vardı, belli bir noktaya kadar güvendiğim, ancak yapacakları her ihanete hazırlıklı olduğum arkadaşlıklardı bunlar. Önlemimi almış sınırlarımı buna göre çizmiştim. O şekilde de yaşamak zordu ancak şu an başka insanlarla yaşamak zorundaydım ve ben güvensizliğin zirvesini yaşıyordum.

Çaktırmamaya, güçsüzlüğümü kimseye göstermemeye çalışıyordum ama öyle doluydum ki... Bilmiyorum belki de burayı sert mizaçlı görmemin sebebi de hissettiklerimdi. Çünkü her an gök gürleyecek, sert bir sağanak başlayacakmış gibi görünüyordu hava... Ve bu durumda sığınabileceğim hiç kimsemin olmadığı gerçeği kalbimi kırıyordu.

"Asu!" diye seslenen görümcemle birlikte bedenimi ve bakışlarımı uçurumdan çekip ona çevirdim. Gülümseyerek yanıma gelmişti. "Korkunç görünüyor değil mi manzara..." dedi. Gerçekten ona da mı korkunç geliyordu yoksa yüz ifademden hissettiğimi anlayıp empati kurmaya mı çalışıyordu benimle bilmiyorum ama inkar etmedim. Başımı onaylarcasına salladım. Sonra bedenimi ve bakışlarımı korkunç manzaraya geri çevirdim.

"Küçükken buradan yuvarlanmıştım." dedi gülerek. Hayrete düşen bakışlarım aniden ona çevrildiğinde gülerek başını iki yana salladı. "Korkma, şu ağaca takıldım." dedi yaklaşık olarak on metre ilerideki gövdesinde kazılmış şekiller olan çamı göstererek. "O zaman da böyle gülüyor muydun?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak.

Gülüşü tebessüme dönüştü. "Tabi ki kıyameti koparmıştım. Öyle ki gören parçalandığımı ve sadece dilimin sağlam kaldığını düşünürdü. Abartmıştım da biraz." Gülümsedim. Evin küçük prensesi Yaprak... Nazı geçmiştir elbet.

"Kolumda bir de dizlerimde yaralar oldu sadece. Bir de belimde ve karnımda ufak morluklar. Ama beni görsen var ya... Bir ay millete kölemmiş gibi muamele yaptım. Neyse bir yerden sonra baktım isyan çıkaracaklar iyileştim birden."

Gülerek "Kaç yaşındaydın?" diye sordum. Dudakları büküldü, düşündü bir süre.

"Sanırım" dedi 'M' harfini uzatarak. "Dokuz? İlkokul üçüncü sınıfta dokuz yaşında oluyoruz değil mi?" diye sorduğunda omuz silktim. "Değişir." dedim gülerek. "Ben dokuz yaşında ikinci sınıftaydım çünkü."

"A öyle mi? Geç mi başladın?" diye sordu. Gülerek onayladım. "Aslında yedi yaşında, normal her çocuk gibi okula yazdırdı babam beni ama okula gitmek için çok küçük olduğuma karar verdim ve bu konuda ailemi ikna ettim. En az senin kadar kapris yaptım tabi. Onlar için de benim için de kolay olmadı. Sonra tüm yaşıtlarım okuldayken tek kaldım. Çok daha küçük çocuklar vardı sadece. İşte sekiz yaşındayken de koşa koşa gittim okula ilk gün. Zaten çelimsiz bir çocuktum yanlarında çok sırıtmadım."

"O halin nedense gözümde canlanıyor." dedi tebessüm ederek. O günlerimin aslında ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Ben aslında bir zamanlar her insan gibi ailesi olan bir çocukmuşum. Kötü anılar yağ gibiydi ve sürekli yüzeye çıkıyorlardı. İyi anılara ulaşmak için yüzeydeki yağın itilmesi gerekiyordu.

"Benim canlanmıyor sanırım." dedim. O güzel günlerin var olduğunu biliyordum ancak gözümde canlandıramıyordum. Kötü anılar zihnimde hükümdarlık kurmuşlardı.

"Küçükmüşsün, olabilir." deyince de bir yorumda bulunmadım, sadece başımı salladım.

"Özür dilerim" dedi birden bire. Aslında burada benimle konuşmasının sebebi buymuş gibi bir rahatlama yaşadı. Derince verdiği nefesten anlamıştım bunu. Ne için özür dilediğini bildiğim halde söylemesini istediğim için "Neden?" diye sordum. Tam da tahmin ettiğim gibi "Annemi korumaya çalışırken sanırım seni kırdım. Haklıydın ve bu haklılık öfkenin büyüklüğüne sebepti. Ama işte biliyorsun sonuçta anne işte."

Gülümsedim. "Anne tabi... Sorun yok." dedim. Sonuçta annemle aramda çok büyük sorunlar olsa da dedeme karşı annemi daima savunuyordum ben de. O yüzden Yaprak'ın yaptığı şeyi anlamamam söz konusu olamazdı.

"Haddini aştığını kabul ediyorum. Zaten kabul etmesem ne olacak değil mi? Gözümüze sokarak yapıyor ne yapıyorsa. Kötü niyetinden değil ama niyeti de kabul edilebilir değil. Her şeyi yönetmek istiyor. Ona göre gelinini kendi seçmeli çünkü böylesini gördü. Babamla da sonradan birbirlerini sevdiler ya, ben de gelinimi seçeyim oğlumla birbirlerini severler zaten gözüyle bakıyor."

Çok saçmaydı. Gerçekten bazı gelenekler insanların hayatı zehir olsun diye vardı. Zalimlerin töresiydi...

"Oysa herkes kendi hayatından sorumlu. Düştüğümüzde kan bizden akıyor, bizim canımız yanıyor. Tatlı yediğimizde bizim yüzümüz gülüyor acı bizim dilimizi yakıyor. Başkalarının, özellikle büyüklerin bizim hayatımızda söz hakları olduklarına inanmaları beni gerçekten kızdırıyor Yaprak. Çünkü tecrübe ediniyoruz, bunu elimizden alıyorlar. Kendi tecrübeleriyle yaşamamızı istiyorlar. Oysa bir işi en iyi bilen onu okuyan mıdır yoksa onu yapan mı? Sorun insanların mutlu olamamalarında. Gerçekten... Mutlu değiliz. Mutlu olmadığımız zaman başkalarının hayatına sataşıyoruz. Mutlu birini gördüğümüzde bok atmaya çalışıyoruz. Üzgün birini gördüğümüzde öğrenemediğimiz mutluluk yolunu tarif ediyoruz ama illaki karışıyoruz. Bu ülkedekilerin sorunu bu."

Yaprak bir süre sessiz kaldıktan sonra "Haklısın." dedi. "Mutsuzuz. Mutluluk günah, mutlu olanlar günahkârmış gibi algılıyoruz. Mutlu olanların bir yerde mutlaka yanlışlık yaptığına inanıyoruz demek ki... Hiç bu açıdan düşünmemiştim. Annemlerin neslinde bu daha da belirgin... Değil mi?" diye sordu düşünceli bir tavırla korkutucu manzarayı izlerken.

Omuz silktim. Gördü mü, emin değilim.

"Bir önceki nesil daha da mutsuz bence... Bir önceki daha daha..." dedim.

Durup düşündüm bir süre, sonra iç çekip "Ama bizim neslin de çok mutlu olduğunu söyleyemem. Bizim nesilde işler biraz daha farklı bence. Teknoloji var bizde bir kere. İnsanlar bu mutsuzluğu başka bir şekilde gizlemeye çalışıyorlar. Sosyal medyada sahte bir kimlik yaratarak... Her geçen gün sahte kimlikleri daha mutlu, gerçek kimlikleri daha mutsuz oluyor. Bizim nesildekiler, herkesin hayatına sahte hesaplardan karışıyor. Gizli hesaplarla kinlerini kusuyorlar. Hangisi daha kötü bilmiyorum tabi." dediğimde ilk baştaki konudan biraz uzaklaştığımızı hissettim. Ancak Yaprak'ın sorusu bizi başa geri döndürdü.

"Peki sen mutlu musun?" Gülümsedim.

"Esasen değilim." dedim ve uçurumun kenarına bağdaş kurdum. Yaprak da aynısını yaptı. Pantolonlarımız batacaktı ama ikimiz de umursamadık.

"Yine de kimsenin hayatına karışmıyorsun." dediğinde başımla onayladım. "Kendi hayatımı yaşamaya çalışmak için harcıyorum enerjimi. Çünkü ben mutluluğun sınırlı ya da sınırsız olduğunu düşünmüyorum. Başkası mutsuz olduğunda mutlu olmayacağımın farkındayım. Aslında benim mutluluğa bakış açım da başka. Mutluluk da şaşkınlık gibi, ürkme gibi bir anlık bir şey bence. Ve bu kadar değerli olmasının sebebi de bu. Her an ulaşılabilecek bir şey değil mutluluk. Mutluluk aranmaz, yakalanır. Yıldız kayması gibi işte... Denk gelir. Mesela sen bir yıldız kaydırabilir misin?" diye sorduğumda başını iki yana salladı. "İşte yıldız kaydırmak için çabalarsan başarısız olursun. Başarısız oldukça da mutsuz olursun ve kayan yıldızları da kaçırırsın. Böyle bir şey bu. Ben mutluluk aramıyorum. Başka şeyleri arıyorum. Aramamam lazım biliyorum ama elimde değil sanırım..." dedim ve ağlamamak için gülümsedim. Burnumun direği sızlamıştı.

"Sen normalde çok katı ve yanlış anlama ama nasıl tabir edeceğimi bilemediğimden... Odun gibi görünüyorsun. İçinde şiir gibi bir kadın var bence. Hayata çok ince noktalardan bakıyorsun. Kendine haksızlık yapılmasını affedemiyorsun ama buna rağmen insanlara -anneme bile- yanlış bir şey yapmamak için uzak duruyorsun. Bu kendi gözlemim tamamen. Katılmayabilirsin." dedi çekinerek. Dışarıdan kendimi görmediğim için bir yorumda bulunamayacaktım. "Bilmem, nasıl hissediyorsam onu yaşıyorum. Bir gün şiir oluyorsam başka bir gün elektrikli testere olabiliyorum. Yani yarın bir gün seni yanlış tanıdım deme bana. Pek çok şey olabilirim ama sahte değilim." dediğimde gülüyordum ancak gerçekler tokat gibi yüzüme çarptı. Sahteydim...

Ben onun sahte yengesiydim en başta...

Nasıl yalan söyleyebilirim? Bakışlarımı kaçırdığımda elimi tuttu. "Biliyorum." dedi anlayışlı bir sesle. "İyi ki geldin hayatımıza Asu... Abim sevdiğine kavuşamıyor diye üzülürken asıl aşkını beklediğini, seni bulunca anladık. Abim gece ne kadar üzgündü değil mi?" diye sorduğunda konu nereye gidiyor anlamadım ve kaşlarım sorgularcasına çatıldı. "Dünkü hali bile önceki halinden daha canlıydı. Birinin yaşaması için gülmesine eğlenmesine gerek yok Asu, insan bazen somurtsa da yaşadığını hisseder. Sen hayatımıza girdiğinden beri abim canlandı."

"Anlamadım... Valeria'yı seviyordu. Nasıl olur ki?" diye sorduğumda omuz silkti. "Geçen sene saçlarıma perma yaptırdım. Tüm yaz koyun gibi dolandım etrafta. Fark etmedi bile. Bir hafta sonra ben söyleyince 'Haa evet, farklıymış' dedi. Sizin düğününüzde saçlarımın uçlarını kestirdim. Melike Yengem bile anlamamıştı. Çok dikkatlidir oysa... Abim, 'Saçların kısalmış. Güzel olmuş, canlı duruyor.' Dedi. O gün abimin dünyaya döndüğünü düşünmüştüm." diye açıkladığında aklım allak bullak olmuştu.

Düşünelim şimdi. Geçen sene Valeria ile buluşamıyordu. Ailesi yüzünden sorunları vardı. Şimdi benimle evlenince o sorunlar ortadan kalkmıştı ve çözüm bulmuştu. Mutsuz olmasını ve dünyadan kopmasına sebep olan şeyler kayboldu yani. Evet, olay örgüsü buydu. Sadece Yaprak yanlış yorumluyordu. Çünkü detayları bilmiyordu.

Diğer yandan Kaptan, Valeria ile mutluydu ama Gizemli Kıvırcık Kız gelir gelmez onu postalayacaktı. Aklım çorbaydı, bulamaç olmuştu. Ya hakikaten ben bu işlerden hiç anlamıyordum ya da Derya'da bir problem vardı.

Mevzubahis olan şahıs, yani Derya "Şimdi de abin yengenin yanına döndü çirkin kurbağa, zıplaya zıplaya uzaklaş bakalım." dediğinde daldığım düşüncelerden çıktım. Ne zamandır buradaydı bilmiyorum. Güneş batmak üzereydi ve rüzgâr çok fazlaydı. O yüzden adım seslerini duymamamız gayet olasıydı. Birbirimizi zor duyuyorduk.

Yaprak yanımdan gülerek kalkarken ben kımıldamamıştım bile. Yaprak'ın kalktığı yere Derya oturdu. Ancak Yaprak'ın aksine manzaraya değil bana dönük oturmuştu. Oysa manzara az önceki gibi korkutucu değil büyüleyici görünüyordu. Güneş batarken arkasında turuncu-pembe bir ton bırakıyor bu da manzarayı oldukça romantik yapıyordu. Acaba şu an burada benimle oturmak yerine kiminle oturmayı isterdi? Valeria mı yoksa o kıvırcık saçlı kız mı? Yüzüne bakarak bunu anlayamayacağım aşikârdı ancak gözlerimi yüzünden alamıyordum. Tebessümü çok hoştu ancak sorularımın cevapları hakkında bir ipucu vermiyordu işte.

Karşılıklı olarak uzunca bir süre yüzlerimizi inceleyerek geçirdiğimiz zamanın sonunda "Burada da mutlu olmadın." dedi. Mutluluk hakkındaki sözlerimi duymuş muydu acaba?

"Olmadım." dedim dürüstçe ancak gülümsüyordum. O da gülümsedi.

"Ne yapsam mutlu olursun peki?" diye sordu bu kez.

Gülümsemem genişledi. "Neden mutlu olmamı bu kadar dert edindin?" diye sordum.

Omuz silkti. "Benim yüzümden... En azından annem yüzünden bu haldesin çünkü. Ya da direkt benim yüzümden ya! Ben dedim gel üç ay kal diye..."

Dudağımın bir kenarı yukarı kıvrıldı ve alayla güldüm. "Haklısın, ilk karşılaşmamızda mutluluktan ölüyordum, nasıl unuttum."

Sözlerim onu da güldürdü. "Beni nasıl da tehdit etmiştin seni kullanıp attığımı söyleyecektin." dedi ve birden kahkaha attı. "İşin komik tarafı gerçekten yapacağını gözlerinde gördüm."

Ben de güldüm. "Hayır işin komik tarafı kendimi role hazırlamış, senaryoyu yazmıştım bile! Seni pataklamak için yumruklarım hazırdı." dediğimde ikimiz de daha çok güldük.

İşte mutluluk...

Mutluluklar anlardan ibaretti ve şu an mutlu bir andaydık.

"Bir düşünsene ben tehdidine boyun eğmemişim ve olaylar o şekilde gelişmiş..." dediğinde gözlerimi kıstım ve biraz düşündüm. Ardından dudaklarımı birbirine bastırdım ve kahkahamı bir süre erteledim. "Dursun Amca seni denize atardı. Denizin içinde kurşunlardı."

Alkışladı beni. "Sen bir insan sarrafısın Asude, üşenmesem kalkar ayakta alkışlardım seni..." dedi. Ben de oturarak reverans yaptım ve "Teveccühünüz efendim." dedim kibar kibar.

"Aklına nereden geldi peki öyle bir yalan söylemek?" diye sorduğunda kıkırdadım. "Yani şimdi yanlış anlama ama yalan yuva yapmış bende. Düşünmeden yalan söyleyip sonra düşünüyorum." dedim, güldü. Sonra aklına başka bir şey gelmiş olacak ki daha çok güldü. Sonra daha çok... Bir ara nefes alamadı. Sonra acayip sesler çıkardı. Ben de sırf o gülüyor diye gülüyordum.

"Bana-" dedi ve yine gülmeye devam etti. "Bana-" dedi yine ve yine sözcüklerini kahkahaları kesti. "Nişanlımın hahahaa-" acaba cümlesini ne zaman tamamlayacaktı?

"Nişanlımın gemisi dedin-" dedi ve gülmekten öleyazdı. Bu kez ben de onun kadar büyük kahkahalar atmaya başladım. Aynı zamanda utançtan yüzümü de gizliyordum. Bence sinirlerimiz bozulmuştu.

"Rezalet! Sus sus!" dediğinde geriye doğru uzandı. Omzuna vurdum gülerken "Gülme ya tamam!" dedim ancak ben de gülüyordum.

"Nasıl inanarak yalan söylediysen gerçek oldu!" dediğinde gözlerimi devirdim ama ben de hala gülüyordum. "Demiştim." dedim gülerek. "Düşünmeden yalan söyleyip sonra hallediyorum bir şekilde. Geleceği görmüşüm." Sonra farkındalıkla yanına uzandım ve yan tarafını dirseğimle dürttüm. "Hem hatırlatırım. Evlenmek isteyen sendin." İki kolunu başının altında birleştirdi. Ben de yan döndüm ve kollarımı katlayıp başımı üstüne koydum.

"Boşluğa düştün." dedi sessizleştiğimiz saniyelerde. Gülüşlerimiz yerini silik bir tebessüme bırakmıştı. "İstanbul'daki hayatını gördüm. Hareketli ama kendi içinde dingin bir yaşamın varmış ancak burada ne kendine kalabildin ne de kaostan kurtulabildin. Telafi etmenin bir yolunu bulacağım." dedi. Gökyüzüne bakıyordu. Ben de ona... Yüzü gerçekten çok güzeldi.

Âdemelması konuştukça hareket ediyordu. Çene kasları garip bir şekilde ilgimi çekmişti. Ne dediğini biraz geç algıladım. "Ne gibi bir yol?" diye sordum geç de olsa. O da aynı benim gibi kollarını yanına aldı ve katladı. Sonra başını üstüne koydu ve biz yüz yüze geldik.

"Çalışmak ister misin burada da?" diye sordu. Kaşlarım havalandığında ise "Düzgün mekânlar biliyorum. Çıkmak istersen?" diye açıkladı.

Gülümsedim. "Çalışmak isterim ama bir yerde şarkı söylemek istemiyorum." dedim. Bu kez onun kaşları havalandı. "Ben para kazanmak için bir yerde şarkı söylüyordum. Yoksa şarkı söylerken sınırlanmak pek hoşuma gitmiyor. Baroya başvuracağım zaten İstanbul'a gidince. Burada da bir büroda iş bulabilirsem üç aylığına. Mini bir stajyerlik olur. Ya da staj provası gibi."

Başıyla onayladı. "Melike halleder onu." dediğinde burnumu kırıştırıp başımı hafifçe iki yana salladım. "Hayır, söyleme ona, kendim bulurum bir şekilde."

"Bakarız." dedi sadece gözlerimi baydım. "Karış diye söylemedim. Bir planım var zaten diye söyledim." Gülümsedi. "Anladım Asude'ciğim." dedi gıcık gıcık.

"Avukatsın değil mi sen şimdi? Vay be..." dedi. Güldüm. "Ben de senin doktor olduğunu anımsadığımda aynen böyle düşünüyorum işte." dediğimde o da güldü. "Sonra anımsadığım şeyle gözlerim farkındalıkla aralandı ve doğruldum. "Senin de yarın işe gitmen gerekmiyor muydu?" diye sorduğumda başıyla onayladı.

"Sakin ol. İzin aldım bir gün daha. Annemin o halini gördüler sonuçta. Çarşamba başlıyorum." dedi. Yüzüm asılınca ne düşündüğümü anladı. "Her gün gidip döneceğim. Merak etme." deyince "Senin için çok zor olacak." diye mırıldandım mahcup bir tavırla. Başını iki yana salladı. "İlk kez böyle yapmıyorum Asude... Burası benim hayatımın bir parçası, çok kez yaptım bunu. Hatta küçükken okula gidip gelirdim okulun son günleri falan. Sorun değil."

Başımla onaylayıp eski pozisyonuma geri döndüm. "Sen az önceki gibi gülmeye devam ettiğin sürece her gün İstanbul'a da gidip döneriz Asude... Hiç sorun değil."

⚓⚓⚓⚓⚓⚓⚓

 

Sosyal Medya:

-İnstagram: Busbuckr/Busras.typwriter

Twitter: Busrastypwriter

Tiktok: Busras.Typwriter

 

Bölüm : 18.10.2024 19:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...