2. Bölüm

Bölüm 2: Bir Nefes Arası

Buse Akay
buseninopucugu

Ayağım artık tamamen iyileşmişti. Bu süreçte Cihangir bana çok iyi bakmış, iyileşene kadar evden çıkmama izin vermemişti. Hatta hastaneden benim adıma izin almış, tamamen dinlenmem için fırsat yaratmıştı. Yıllar geçmiş olmasına rağmen, Cihangir hâlâ aynıydı; araya mesafeler girmemiş gibiydi.

“Yarım saate hazır ol, balım.” dedi. Biz de nöbetlerde Gamze ile beraber olmak için çizelgemizi buna göre ayarlamıştık. Bu, işimizi oldukça kolaylaştırıyordu.

“Hazırım ben,” dedim. Erken kalktığım için oldukça dinç ve mutlu hissediyordum.

“Ne yani, evde yalnız mıyım bu gece?” Umay’a baktım. Tanışalı kısa süre olmuştu ama oldukça iyi anlaşmıştık. Veteriner olduğu için köylere gidiyor, hem yeni insanlar tanıyor hem de hayvanlara ilaç oluyordu. Dediğine göre gittiği bazı köylerde hastaneye gelemeyen hastalar vardı ve bizden yardım istemişti.

Yarın nöbet çıkışı o köylerden birine gidecektik.

“Kapıyı kilitlemeyi unutma sakın,” dedim.

Gamze yanımıza gelerek Umay’ın yanağına öpücük kondurdu. “Çok korkarsan yanımıza gel, taksi gönderirim sana.”

“Tamam, kolay gelsin,” dedik ve evden çıktık. Hastaneye gitmek için arabaya doğru yürüyorduk. Gamze burada iki yıldır görevliydi ve arabası sayesinde gidip gelmemiz oldukça rahat oluyordu.

Yola çıktıktan yaklaşık beş dakika sonra, atın üzerinde bir çocuk yolumuzu kesti. Hızla attan inip bize doğru koştu.

“Abla, yardım edin! Nenem rahatsızlandı!”

Gamze ile göz göze geldik; büyük bir şok yaşamıştık.

“Tamam, sakin ol. Nenen nerede?”

“Köyde… beni takip edin!” Çocuk tekrar ata koşarken biz arabaya koştuk. Gamze hastaneyi arayıp durumu bildirdi, ben ise çocuğu takip ettim.

Köye vardığımızda evin önünde birkaç kişi ağlıyordu. Hızla arabadan inip çocuğu takip ettik. Hastanın yanına geldiğimizde bir kadın hastaya sarılmış ağlıyordu.

“Ne oldu, anlatın bana?”

Gamze elindeki stetoskobu alıp muayene etmeye başladı.

“İki, bilemedin üç gündür kolunu sıvazlıyordu, ‘ağrım çok’ diyordu. Tutulmuştur diye düşündük, hastaneye getirmedik.”

Gamze’ye baktığımda kalp masajı yaptığını gördüm.

“Kalbi durmuş,” dedi. “Gökçe, ambulans geliyor değil mi?”

Hızla başımı salladım ve siren sesleri duyuldu.

Paramedikleri karşılamak için hareket ettiğimde biri kolumu tuttu. Başımı kaldırdım; iki kahve göz bana bakıyordu.

“Hayırdır?” dedim, kolumu bırakması için çekiştirirken, o hâlâ bön bön bakıyordu.

“Nenemi nereye götürüyorsunuz?”

“Sabır Allah, hastaneye götürüyoruz,” dedi. Tekrar hareket edecekken kolum hâlâ tutsaktı. Elin sahibi, bön bön bakmakla yetiniyordu.

“Kadir, bırakacaksın hemşire kızımın kolunu?”

Kadir kolumu bırakınca hasta çoktan sedye ile çıkarılıyordu.

“Ben de geleceğim,” dedim. Gamze ile ambulansı takip edecektim; kendi arabamızla Kadir’in yanında gittim.

Yolda telefonum çaldı; arayan Cihangir’di. Hoparlöre aldım.

“Nasıl oldunuz, küçük hanım?”

“Bakıcım sağ olsun, baya iyiyim!” Sert bir tavırla cevap verdim; tek sebebi Cihangir’in aşırı evhamlı olmasıydı.

“Hadi ama, ne yaptıysam senin iyiliğin içindi,” dedi.

Tam o sırada ambulansın yolu köy sakinleri tarafından kesilmişti; kimsenin umurunda değildi.

“Yoldan çekilin, ambulans hareket edemiyor!”

Bağırdıkça müziğin sesini açıyorlardı. Kadir ambulansın önüne çıkıp bağırdı:

“Nenem fenalaştı! Açın yolu!”

Ama adam ve kalabalık aldırış etmedi. Bunun üzerine ben de Kadir’in belindeki silaha sarıldım ve havaya bir el ateş ettim. Herkes sustu; bakışlar bana çevrildi.

“Sikerim eğlencenizi, çekilin lan yolumuzdan!”

Herkes sorgular gözlerle bana bakarken Kadir de onlara eşlik ediyordu.

“İki dakika içinde bu yol boşalmazsa, Necmiye teyze değil, siz savaşırsınız, Azrail ile!”

O anda telefonun hoparlöründen Cihangir’in sesi duyuldu:
“Gökçe! O silah sesi neydi şimdi?!”

Kalbim deli gibi atıyordu, ama sesim kararlıydı:
“Ben sonra açıklama yapacağım, kapatmam lazım.”

Herkes arabalarına dağıldı, ben ise ambulansa doğru yürüdüm. Bu zamana kadar fikirlere, yörelere ve âdetlere saygı göstermiştim, ancak bu şekilde davranılması saygı gösterilecek bir iş değildi.

Hastane girişinde sedye hızla içeri alındı.
Gamze, eldivenlerini takarken göz ucuyla bana baktı, “Acil müdahale odasına alıyorlar. Bekleme salonunda kal,” dedi.
Başımı salladım ama içimdeki tedirginlik yerini öfkeye bırakmıştı. Az önce yaşananlar, insanların bu kadar duyarsız olması... Kulağımda hâlâ silah sesinin yankısı vardı.

Kadir yanıma geldi, sesi düşük ama yorgun bir tonla, “Sen iyi misin?” diye sordu.

Başımı salladım “Necmiye Teyze iyi olursa, daha iyi olacağım.”

Hastanenin floresan ışıkları altında zaman ağır ilerliyordu. Gamze ara sıra çıkıp durumu bildiriyordu.
“Kalbi zayıf, ama müdahale işe yaradı. Şu an yoğun bakımda, sabaha kadar gözlem altında olacak,” dedi.
İçimdeki düğüm biraz gevşedi. Derin bir nefes aldım. Oturduğum sandalyeye geri döndüm.

Koşuşturma seslerinin ardından karşımdaki silüet netleşti: Cihangir.
Gözlerindeki endişe, korkuya karışmıştı ve iliklerime kadar işlemişti o bakış. Önümde diz çöktü, tereddütsüz sarıldı bana. Kollarındayken, sanki dünya durmuştu.
Sanki onun kollarında olduğumda, hiçbir şey bana zarar veremezdi.

Fısıldar gibi konuştu, boğazı düğümlenmiş gibiydi:
“Korktum, Gökçe…”

Sonra bedenini yavaşça geri çekti, gözlerini gözlerime kilitledi.
“Sana bir şey olsaydı… bunu annenlere nasıl anlatırdım, bilmiyorum.”

Bir anlığına zaman durdu. Onunla aramdaki geçmiş, yanlış anlaşılmalar, suskunluklar ve korkuların üzerine incecik bir köprü kurulmuş gibiydi.

O an, acil servisin cam kapısı tekrar açıldı. Gamze hızla yanımıza geldi.
“Necmiye Teyze’nin durumu stabil. Şimdilik korkulacak bir şey yok,” dedi.
Derin bir nefes verdik.

Cihangir'e dönüp baktım "Gerçekten...sadece bir anlık öfke ile oldu." gözlerimi kapattım ve içten içe kendime kızdım gerçekten bu detayı vermek zorunda mıydım? Cihangir sorgular bakışlarla bana baktı. “Nasıl yani? O silahı sen mi ateşledin?"

Başımı yavaşça salladım “Neden Gökçe…maganda mısın sen?” sinirle ayağa kalktı. Etrafta bir ileri bir geri gidip duruyordu. “Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor musun?”

Aynı sinirle bu sefer ayağa kalkan ben olmuştum. “Ne yapsaydım, rica edip onların keyfini mi bekleseydim?” Cihangirin önüne gidip durdum. “Eğer daha fazla oyalansaydık, Necmiye teyze…ölecekti.”

Cihangir sıkıntılı bir nefes verip yüzünü kapattı. “Anlamıyorsun Gökçe, burası çok tehlikeli.” Cihangir birkaç adım uzaklaştı, elini ensesine götürüp derin bir nefes aldı. Sonra yüzünü bana döndü; bu sefer öfkesi yerini daha soğukkanlı bir ciddiyete bırakmıştı.
“Kim verdi o silahı sana?”

Tam cevap verecektim ki, arkamdan tanıdık bir ses geldi:
“Benim belimden aldı.”
Kadir’di. Gözleri yere sabitlenmişti, sesi kısık ama netti.
Cihangir ona döndü.
“Ruhsatlı mı?” diye sordu, sesi bu sefer sertti — karşındakinin gözünün içine bakan türden.

Kadir duraksadı. Çevresine bir göz gezdirdi, sonra başını yavaşça salladı.
“Değil.”

Cihangir bir an sessiz kaldı. Ardından soğuk bir kararlılıkla:
“O silahı ver bana.”

Kadir istemeye istemeye, ceketinin altına uzandı. Belinden çıkardığı silahı, kabzasından tutarak Cihangir’e uzattı. Cihangir, silahı dikkatlice aldı, emniyetini kontrol etti.
Ardından göz ucuyla hastane kapısındaki güvenliğe işaret etti.
“Polis nerede?” diye sordu.
“İçeride, bekleme odasında,” dedi görevli.
“Çağır hemen.”

Birkaç saniye sonra üniformalı bir hastane polisi yanlarına geldi.
Cihangir ona dönüp kısa ama net konuştu:
“Ruhsatsız silah taşıma ve kamu güvenliğini tehditten işlem başlat. Gözaltına alın.”

Kadir’in gözleri büyüdü, araya girmeye çalıştı:
Cihangir abi, bak, olay büyümesin şimdi. Ben—”
“Bu konu bitti,” dedi Cihangir, keskin bir tonla.
“Burası dağ başı değil. İnsanlar hesap vermeyi öğrenecek.”

Polis Kadir’i kolundan tutup kenara çektiğinde, içgüdüsel olarak bir adım öne çıktım.
“Yani şimdi… tutuklatıyor musun onu?”
Cihangir, bana döndü.
“Senin hayatını tehlikeye sokan, taşıdığı silah yüzünden başkasının canına mal olabilecek biri için evet, Gökçe. Bu da bir sorumluluk. Seninkinin devamı.”

Bir an sustum. Öfkemin yerini karışık bir his aldı — haklı bulsam da içime oturmuştu bu manzara.
Kadir başını öne eğmiş, sessizce gözaltına alınıyordu. Ne itiraz etmişti ne direnmişti.

Cihangir silahı görevliye teslim ederken son kez konuştu:
“Bu köyde artık birileri kural dışı iş yapamayacak. Kim olursa olsun.”

Koridor tekrar sessizliğe gömüldü.
Ben ise hâlâ buradaydım — ne tamamen haklı ne de tamamen suçlu.

Gamze, odanın kapısını aralayarak başını uzattı:
“Necmiye Teyze uyanıyor.”

Tam o sırada biri yanıma yaklaştı.
Hastane polisi.
“Hanımefendi, sizden kısa bir ifade almamız gerekecek.”

Başımı salladım.
“Elbette.”
Ağzımdan çıkan sözler netti ama içim öyle değildi.

Tam yürümek üzereyken, arkamdan Cihangir’in adımlarını duydum. Yavaş, temkinli.
Yanıma kadar geldi. Omzumun biraz gerisinde durdu, bir adım geriden konuştu.
“İfade ver, sonra çık. Gerekirse ben seni alırım.”

Sözleri basit, sıradan görünüyordu. Ama sesindeki ton...
O alışık olduğum sertlik yoktu. Emir gibi değil, teklif gibiydi.
Düşünülmüş, ölçülmüş, yutulmuş bir cümle.

Dönüp bakmadım. Ama o cümle içime dokundu.
Bana kal der gibi değil…
Yanındayım der gibiydi.

Sadece başımı hafifçe eğerek onay verdim.
Ne bir teşekkür ne bir gülümseme. Ama biliyordu.
İkimiz de ne dediğimizi sözcüklerin dışında konuşuyorduk artık.

Yürümeye başladım.
İfade vermeye değil, yeni bir şeyin içine doğru gidiyormuşum gibi hissettim.

Cihangir ise arkamda kalmıştı, ama sanki gölgesi bile eşlik ediyordu bana.
Burada yalnız değildim.

Ertesi sabah eve döndüğümüzde, kapının önünde bir an durdum.
Gözümde hâlâ geceki kalabalık, o bağrış çağrışlar, havaya karışan barut kokusu vardı.
Gamze anahtarı çıkardı, hiçbir şey demedi. O sustukça içimdeki ses daha çok bağırıyordu zaten.

İçeri girer girmez o tanıdık steril hastane kokusu yerini eve özgü sessizliğe bıraktı.
Gamze mutfağa geçti, ben ise kendimi doğrudan salondaki koltuğa attım.
Ayaklarımı uzatmadım, rahatlamadım. Oturduğum gibi kaldım.
Ellerim birbirine kenetlenmişti. Gözüm bir noktada, zihnim bambaşka bir yerdeydi.

Nasıl yaptım bunu?
Neden elimi o silaha uzattım? Neyi kanıtlamaya çalıştım?
O tetiği çektiğim anın soğukluğu hâlâ avuçlarımdaydı.
Sadece bir saniye sürdü. Ama bir saniyede tüm benliğim sarsıldı.

Gamze'nin mutfaktan gelen ayak sesleriyle düşüncelerim bölündü.
Elinde bir fincan çayla geldi, masaya koydu, ama bir şey demedi.
O susunca ben daha çok şey duydum kendi içimde.

Kapı açıldı.
Ve seslendi:
“Ev sahipleri, günaydın! Ya da... gece mi, sabah mı, emin olamadım, çünkü ben sabahlığımla dışarı çıktım.”

Umay’dı.
Elinde kahve, ayağında terlik, saçları darmadağın.

İçeri girdiğinde göz ucuyla bana baktı. Hemen fark etti tabii, halim darmadağın.
Gamze de hâlâ sessizdi.
Oturdu, gözlerini kısıp bizi süzdü.

“Hayırdır, dün gece biri ölmüş gibi?”
Bir saniyelik sessizlikten sonra, kendisi ekledi:
“Yoksa… gerçekten biri mi öldü?”

Gamze derin bir iç çekti.
“Hayır. Ama az kalsın ölecekti.”
Sonra bana baktı.
“Gökçe kurtardı.”

Umay kaşlarını kaldırdı.
“O ambulans olayı mı? Silah falan diyorlardı, konuşuyorlardı bakkalda ama… hikâye gibi geldi. Gökçe… sen cidden…?”

Sustum. Gözlerimi kaçırdım.
Gamze araya girdi.
“Kalabalık yolu kapattı, ambulans geçemedi. Gökçe de…”
Kısa bir duraksama.
“… havaya bir el ateş etti.”

Umay’ın gözleri büyüdü.
Kahvesini masaya koydu, bana doğru eğildi.
“Sen… gerçekten… tetiği sen mi çektin?”

Başımı eğdim.
“Evet.”
Sesim neredeyse fısıltıydı.

Umay birkaç saniye baktı.
Sonra kahvesini geri aldı.
“Valla ben bu evde en delisi benim sanıyordum. Rekabet iyi geldi.”
Kahkahayı bastı.

Gamze de kıkırdadı.
Ben de… ilk defa, geceye dair bir şey duyup gülümseyebildim.

Umay kahvesinden bir yudum aldı, sonra başını bana çevirdi.
“Şaka bir yana… cesaret işi. Hatalı mıydı, tartışılır. Ama birini kurtardın. Bunu unutma.”

Gamze başını salladı.
“Yani... öyle film gibi bir andı. Ve o anı doğru değerlendirdi.”

O an salonun havası değişti.
Ne tam ferah, ne tam huzurlu. Ama artık soğuk değildi.
Sanki her şey hâlâ yerli yerinde değil ama…
Artık toparlanacak gibi.

Umay birden ciddiyetten sıyrılıp cilveli bir ifadeyle göz kırptı:
“Düşünsenize, Gökçe hemşireliği bırakıp mafya anası olmuş, yanında yakışıklı korumalar. Ayh!”
Elini başına götürüp hafifçe savurdu.
“Adamların beni kaçırabilir, bebeğim.”

Kızlar bir an dondu, sonra kahkahalar patladı.
O karanlık, gergin havada bir anda sıcaklık ve neşe yayıldı odaya.
Gamze gözlerini kısıp tebessüm etti, ben ise içimden “Evet, biraz da böyle bir hayat gerek” diye düşündüm.

Gamze kıkırdayarak, “Tabii, mafya anası olmak kolay değil. Hemşirelik de biraz sakin iş kaldı artık,” diye ekledi.

Umay biraz ciddileşip, “Ama Gökçe, böyle bir olaydan sonra yanında durabilecek biri olması iyi. Hem işin zor, hem kalbin,” dedi.

Ben de hafifçe gülümseyerek, “İyi ki varsınız siz,” dedim.

Umay kolumu sıktı, “Hadi canım, ben daha kötüsüyüm! Beni kurtarın önce!” diye şaka yaptı.

Gamze ise “Burada hepimiz birbirimizin korumasıyız,” diye ekledi.

Bir anda evdeki o gergin hava tamamen dağıldı. O an, ne kadar karmaşık olursa olsun, yanında güvenebileceğin dostların olduğunu hissetmek çok iyi gelmişti.

Kızlar hâlâ salonda, ara ara kıkırdayan sesleri duyuluyordu. Ama ben sustum. İçimde konuşan bir sürü şey vardı ve hiçbirini paylaşacak gücüm yoktu.

Sessizce kalktım, çayımı yarım bırakıp odamın kapısını çektim. İçeri girdiğimde hava serin, perde aralığından giren gün ışığı soluktu.
Odanın ortasında birkaç saniye öylece dikildim.

Sonra telefonumu elime aldım.
Ekranı açtım. Mesajlar bölümüne girdim. Cihangir’in ismine dokundum.

Parmaklarım bir süre klavye üzerinde boşlukta kaldı.
Sileceğimi bildiğim cümleleri birkaç kez yazdım.
Sonra içimden gelen haliyle bıraktım:

“Dün yaşananlardan dolayı özür dilerim... seni zor bir durumda bıraktım.”

Bir saniye, belki iki.
“Gönder”e bastım.
Telefonu yavaşça komodine bıraktım.

Yatağa uzandım, yüzüm tavana dönüktü.
Yastık boynuma çok sert, battaniye çok kalındı ama hiçbirini düzeltmedim.
Gözlerimi kapattım. Uykudan çok sessizlik istiyordum.

Kendi içimde bir mahkemede gibiydim.
Savcı da bendim, sanık da.
Ama yargılayan tek şey… vicdanımdı.

Her şey geçici diyordum kendime.
Ama o an, geçmek bilmeyen tek şey bendim.
Birazdan uykunun bulanıklığı saracak biliyordum.

 

Bölüm : 17.08.2025 21:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...