
Hastanede gün yoğun geçmişti. Birkaç acil vaka, uzun süren bir ameliyat ve eksik nöbet listesi derken, kafamın içi uğultu gibiydi. Mesaim bittiğinde tek istediğim, eve gidip üzerimi değiştirmek ve kimseyle konuşmadan yatağa uzanmaktı.
Tam çantamı alıp çıkarken kapı eşiğinde onu gördüm.
Cihangir.
Üzerinde kamuflajlı kıyafetleri vardı, yorgun ama dik duruyordu. Elleri cebinde, gözleri doğrudan bana bakıyordu.
Sanki beni bekliyormuş gibiydi.
Gamze, birkaç metre geride durup hafifçe gülümsedi. Göz göze geldiğimizde kısacık bir kaş kaldırışı yaptı. “Ben kaçtım,” der gibi. Sessizce aradan sıyrılıp gitti.
Cihangir ise yaklaşmadı, sadece konuştu.
“Mesain bittiğini öğrendim. Seni biraz gezdirmek istiyorum, olur mu?”
Şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemedim. Ama içimde bir şey, “git” dedi.
Bir şey söylemeden başımı salladım. O da yürümeye başladı.
Arabaya bindiğimizde ikimiz de sessizdik. Camdan dışarı baktım, yollar geçtikçe düşünceler de geçiyor gibiydi.
Ama hiçbir yere varmıyordu içim. O mesajı gönderdiğim geceden beri cevap gelmemişti. Belki de bu sessizlik onun cevabıydı.
Yine de arabayı sürdüğü yön, beni biraz heyecanlandırmıştı.
Şırnak’ın kıyısında, halk arasında “Kartal Tepesi” denen bir yer vardı. Tüm ovayı, dağları ve uzak köyleri görebileceğin bir manzara…
Sessizdi. Uzak. Rüzgârı bile konuşmaktan daha içtendi.
Bir süre sonra araba durdu. Cihangir motoru kapattı ama inmedi. Sanki önce ben bir şey diyecekmişim gibi bekledi.
Ben de kapıyı açtım, indik.
Manzara gerçekten nefes kesiciydi.
Uzakta güneş bulutların arasından sızıyor, sarı ve turuncu ışıklar toprağı parlatıyordu.
Rüzgâr hafifti, ama saçlarımı oynatmaya yetiyordu.
“Seni buraya ilk defa getiriyorum,” dedi Cihangir.
Sesi sakindi. Ne kızgın, ne kırgın. Ama belli ki bir ağırlık vardı içinde.
“Ben genelde buraya yalnız gelirim.”
“Ben de genelde yalnız kalmak için kaçacak yer ararım,” dedim. Hafifçe gülümsedim, ama gözlerim manzaradaydı. Onunkilerin bana döndüğünü hissedebiliyordum.
Bir süre ikimiz de sustuk.
Sonra o konuştu:
“Mesajın için teşekkür ederim.”
Yutkundum. Başımı çevirmedim, ama sesim duyulacak kadar vardı.
“Seni zor durumda bıraktım. Biliyorum. O an başka bir yol bulamadım.”
“O an tek düşündüğün şey bir kadının hayatıydı,” dedi.
Sonra bir adım yanıma geldi.
“Buna saygı duymamak mümkün değil.”
Başımı çevirdim. Göz göze geldik.
“Peki sen… gerçekten kızmadın mı?”
Bir süre yüzüme baktı.
“Ben... senin bu kadar cesur olmanı sevdim.”
Sesi değişmişti. Daha yumuşak, daha içten.
Ama sonra duraksadı.
“Ama aynı zamanda… seni kaybetmekten korktum.”
Bu cümle, içimdeki tüm savunmaları bir anda yerle bir etti.
“Sadece korkmadım… sinirlendim de. Çünkü...”
Kelimeleri tarttı.
“Çünkü biri gözümün önünde kendini ateşin ortasına attığında, yapabileceğim hiçbir şey kalmıyor.”
Dudaklarımı ısırdım.
Cevap veremedim. Gözlerim dolduğunda hemen başımı çevirdim.
Rüzgâr saçlarımızı karıştırıyordu. Ve o an, içimizde karışan duygular kadar gerçekti her şey.
“Bundan sonra ne olur bilmiyorum,” dedim sessizce.
“Ben bile kendime tam olarak güvenemiyorum artık.”
Cihangir başını salladı.
“Kimse her şeyi doğru yapamaz, Gökçe. Ama bazı insanlar var ki… yanlış yapsa da insan onlara güvenmek istiyor.”
O an göz göze geldiğimizde, kelimeler gerekmedi.
Sadece bir anlığına, kelimelerin ötesinde bir bağ kuruldu. Dudaklarımı ısırdım.
Cevap veremedim. Gözlerim dolduğunda hemen başımı çevirdim.
Bir süre sessiz kaldık. Rüzgar hafifçe esiyor, bulutların arasından süzülen ışık yanaklarımı ısıtıyordu.
Sonra, boğazıma takılan cümle, bir şekilde yolunu buldu:
“Ben gül, sen diken… Ben sana bakarak güçlü olduğumu sanıyorum, ama değilim.”
Cihangir birkaç saniye sustu.
Sonra yavaşça bir adım daha yaklaştı.
“Sen o gül gibi zavallı değilsin, Gökçe,” dedi.
Sesi sert değildi bu kez. İçinde kırılmamamı isteyen bir şey vardı.
“Sandığından daha da güçlüsün.”
Aramızdaki mesafe küçüktü.
Bakışlarım onunkilerle buluştu.
Gülümsemesi belirdi, hafif ve alaycı.
“Ama yine de… silahları oyuncak etme kendine, olur mu?”
Kaşlarını hafif kaldırdı.
“Yani, Hollywood sana uzak bir sektör.”
İkimiz de gülümsedik.
Bu sefer gülüşümüz, sanki çok şeyin yükünü sırtımızdan attı.
Manzaraya dönüp tekrar rüzgarın sesini dinledik.
Konuşmadan. Çünkü bazı sessizlikler, kelimelerden daha çok şey söylerdi.
Manzaraya bir süre daha bakarken içimde o kelime ağır ağır yükseldi.
“Teşekkür ederim,” dedim sessizce.
Cihangir dönüp bana baktı.
“Ne için?”
“Beni buraya getirdiğin için. Bana kızmak yerine, anladığın için. Hatta… sustuğun için bile.”
Bir an sessiz kaldı. Sonra başını hafifçe eğdi, gülümsedi.
“Senden öncesine kadar burada yanlızdım ben, Gökçe...”
Gözleri uzaklara kaydı, dağların ardına.
“Tabii tim her daim yanımdaydı ama... anlarsın işte. Onlar bambaşka bir tür yakınlık. Görev var, disiplin var. Ama insan bazen sessizce yanında duran birine ihtiyaç duyuyor. Sorgulamayan. Yarışmayan. Sadece... orada olan.”
Sözleri öylece içime yerleşti.
Ben de gözlerimi manzaradan ayırmadan konuştum:
“Bazen tek başına olmak bir tercihten çok zorunluluk oluyor. Kimseyi yormamak için... Kimsenin seni yormasına izin vermemek için.”
“O yüzden silaha sarıldın, değil mi?”
Bakışlarında alay yoktu artık, sadece anlayış.
Başımı hafifçe salladım.
“O an... elimde tek o vardı. Ne kadar yanlış olduğunu sonra fark ettim.”
“Yine de,” dedi, sesi yumuşak ama kararlı, “Sen kendini korumaya çalıştın. Bunu kimse sana suç olarak yükleyemez.”
Göz göze geldik. Bu sefer kaçınmadım.
Sadece baktım.
Yüzünde bir huzur vardı, ama altında başka bir şey daha... tanıdık bir kırılganlık.
Belki benimkiyle aynı.
“Ben buraya genelde düşünmek için gelirim,” dedi sonra.
“Kaybettiklerimi. Yapamadıklarımı. Yapmak zorunda olduklarımı düşünürüm.”
“Pişmanlık mı?” diye sordum.
“Hayır,” dedi. “Sorumluluk.”
Başımı salladım.
“O zaman artık burada iki kişi düşünürüz.”
Gülümsedi.
“Yalnızlık bölüşülünce hafifliyor galiba.”
“Ve bazen bir teşekkür, bir sessizlik kadar iyi geliyor,” dedim.
Onun yanında dururken kendimi bir şekilde daha... sağlam hissediyordum. O yüzden gözlerimi manzaradan çekip ona döndüm.
Cihangir’in üzerindeki üniformaya istemsizce takıldı bakışlarım. Kamuflajın içinde öyle rahattı ki... Kolları sıvalıydı, güneşten yanmış teni belirgindi. Bileklerindeki damarlar, dirseğine kadar uzanan çizgiler... ne yalan söyleyeyim, gözüm oradan yukarı kaydı.
Boynuna, sonra yüzüne. Sertti yüz hatları. Ama o an... garip bir şey vardı.
Yumuşamıştı sanki.
Ya da ben... onu ilk kez böyle dikkatle izliyordum.
Birden içimden geçen şeyi söyleyiverdim.
Kafamın içinde "dur" diyen o temkinli tarafı bastırdım.
“Bu arada... üniforma yakışmış.”
Sesim ne çok yüksek, ne çok fısıltıydı. Ama birazcık fazla içtendi.
Gözlerini bana çevirdi. Bir anlık şaşkınlık... sonra hafif bir tebessüm belirdi yüzünde.
O gülüş.
Birini ilk kez görüyorsam, bu o an olmalıydı.
O gülüşte yılların yalnızlığıyla karışık bir hafiflik vardı.
“Öyle mi diyorsun?” dedi.
Sesi sakin ama içinde küçük bir meydan okuma gizliydi sanki.
Ben omuz silktim, ama gülümsemem kaybolmamıştı.
“Yani... sana iyi durmuş. Hatta biraz fazla iyi.”
Bunu söylerken kendime şaşırdım.
Nereden çıktı şimdi "fazla iyi"?
Ama ağzımdan çıktığı gibi kalbimde bir kıpırtı oldu.
Tanıdık bir heyecan.
Uzun zamandır unuttuğum.
Kahkaha attı.
O an içim bir garip oldu.
Komutan Cihangir değil de... sadece Cihangir’di o.
“Fazla iyi mi?” dedi.
“Tehlikeli sulardayız Gökçe hemşire.”
Gülümseyerek başımı eğdim.
Kendime hâkim olmam gerekiyordu ama geç kaldım.
Sesim dalga geçer gibi çıksın istedim, ama biraz titrekti:
“Ben sadece gözlem yaptım komutan. Kayıtlara geçmesin.”
Gülümsemesi sürerken başını iki yana salladı.
Gözlerinde bir şey parladı.
Sanki... ben fark etmeden içini görmüşüm gibi.
Sonra, hiç beklemediğim bir şey oldu.
Ciddi bir ifadeyle baktı yüzüme.
“Sen de fena gözükmüyorsun bu arada,” dedi.
“Stresten arınmış halin... iyi geliyor.”
Ve işte o an... içim bir anda ısındı.
Yanaklarımın hafifçe yandığını hissettim.
Güneş değildi bu.
O bakışın, o cümlenin tenimde bıraktığı yankıydı.
Gözlerimi kaçırdım.
Ama içimde bir kıvılcım vardı artık.
Belki küçük.
Ama unutulmaz.
Güneş iyice alçalmıştı. Manzaranın altın tonları yavaşça mora, geceye karışıyordu. Cihangir hâlâ yanımdaydı ama artık ikimiz de konuşmadan durabiliyorduk.
O sessizlik doluydu. Sorgulamalarla, hislerle, o ince dokunuşlarla.
Sonunda o, kollarını iki yana esnetip gerindi.
“Yavaş yavaş dönelim mi, hemşire hanım?”
İçimden istemesem de başımı salladım.
“Bakalım komutan bey yolda bana daha kaç disiplin kuralı hatırlatacak,” dedim, sesime hafif bir iğne koyarak.
Gülümsedi.
“Beni kuralcı sandın ama asıl sen başına buyruksun. Tetiğe basan sensin, unuttun mu?”
Ben gözlerimi devirdim.
“Tamam ya, tamam. Sustum.”
Arabaya doğru yürürken kasıtlı olarak birkaç adım gerisinde kaldım.
Yine o üniformaya takıldı gözüm.
Her hareketi düzenliydi. Her adımı ölçülü.
Ama garip olan... o ciddiyetin içinde beni rahatlatan bir taraf vardı.
Arabaya bindiğimizde rüzgârın yerini radyodan gelen hafif bir müzik aldı. Uzun bir süre konuşmadık.
Cihangir gözlerini yola vermişti. Ben ise ellerimi dizlerimde birleştirmiş, camdan dışarı bakıyordum. Ama aklım içerideydi. O kelimelerde, o bakışlarda.
Sonunda dayanamadım.
“Cihangir…” dedim yavaşça.
Bana döndü. Kaşlarının biri hafifçe kalktı. Bekliyor.
“Bugün bana iyi geldin. Bunu bil istedim.”
Gözüm hâlâ dışarıda, ama sesim kararlıydı.
Kendimden emin değildim ama hissettiğim şeyden emindim.
Bir anlık sessizlik.
Sonra o klasik, alayla karışık tonu geldi:
“Bir rapor mu hazırlayayım bununla ilgili, hemşire hanım?”
Yanaklarımın ısındığını hissettim.
Gülümsedim.
“Lütfen yazılı olsun komutanım. Kanıt bırakmamız gerekiyor.”
İkimiz de güldük.
Rahatlıkla bastı kahkahayı.
O gülüş yine içimde bir yerlere çarptı.
Ve bir anda aklımdan geçen o cümle netleşti:
"Bu adamı seveceğim galiba."
Ama sesli söylemedim.
Henüz değil.
Tam kahkahamızın yankısı arabayı doldurmuştu ki…
Tısszztt!
Telsizden bir ses ciddiyetle yükseldi:
“Şahin-01, acil durum. Tüm tim hazırlansın. Koordinatlar az sonra bildirilecek.”
Bir anda o gülüşün yerini derin bir sessizlik aldı. Cihangir’in bakışları karardı. Ben ise ilk defa onun gözlerinde bu kadar keskin bir gölge gördüm.
Cihangir’in Gözünden
Onun kahkahası içimde tuhaf bir sıcaklık bıraktı. Öyle bir kahkaha ki, günlerdir omuzlarımda taşıdığım yük bir anlığına hafifledi sanki. Yanımda gülümseyen bir kadın vardı ve ben, uzun zamandır ilk kez bu kadar huzurlu hissediyordum.
Ama o huzur fazla sürmedi.
Tısszztt!
Telsizden yükselen o mekanik ses, içimdeki bütün sakinliği paramparça etti.
“Şahin-01, acil durum. Tüm tim hazırlansın. Koordinatlar az sonra bildirilecek.”
Ellerim istemsizce direksiyonu daha sıkı kavradı. Gözlerim kısa bir an için ona kaydı. Yanaklarındaki pembelik hâlâ gitmemişti. Gözlerinde bir şey vardı… bana güvenmekten öte, belki de anlamaya çalışan bir bakış.
Ama ben, duygularımı susturmayı öğreneli çok olmuştu.
“Görev var,” dedim kısaca. Sesim, az önce kahkaha atan ben değildim artık. Sert, net, sorgusuz.
O hiçbir şey söylemedi, sadece başını yavaşça salladı. Bir şeylerin değiştiğini anlamış gibiydi.
İçimden geçirdim:
‘Bu kadın hayatımda olmamalı ama neden ona baktığımda kalbim savaşıyor?’
Derin bir nefes aldım. Ayağım gaz pedalına bastığında, radyonun tatlı melodisi yerini motorun ağır uğultusuna bıraktı. Ve ben tekrar o bildiğim adam oldum: Üsteğmen Cihangir Kızılok. Lakabım Şahin.
Görev çağırıyordu.
Gökçe’yi eve bırakırken yol boyunca sessiz kaldım. Telsizden gelen anons hâlâ kulaklarımda çınlıyordu ama asıl uğultu içimdeydi.
Gözlerim ara sıra yan koltuğa kayıyordu. Camdan dışarı bakan o yüz… her zamanki inatçı ifadesinin ardında hafif bir yorgunluk gizlenmişti. Onu böyle görmek istemiyordum.
İşte tam da burada, zihnimde o lanet tartışma başladı.
“Eğer bu kızla olursam… hayatı zorlaşacak. Benim gölgem bile başına bela olabilir. Timdeki herkesin bildiği bir gerçek vardır: Bizim hayatımıza giren herkes, bir şekilde ateşin ortasında kalır. Onu seviyorum diye ona zarar gelirse… kendimi nasıl affedeceğim?”
Direksiyona daha sıkı bastım. Parmaklarımın eklemleri gerildi. İçimdeki ses susmuyordu:
“Senin dünyan kan, disiplin ve hedeflerden ibaret. Onun dünyası ise bambaşka. Seninle olursa ya kendini kaybedecek ya da seni kaybedecek. İkisi de onun için ölüm demek.”
Kendi kendime fısıldadım:
“Cihangir… sen buna izin veremezsin. Ne olursa olsun.”
Ama aynı anda kalbim başka bir şey söylüyordu. O kahkahasını hatırladım. Radyoda çalan şarkıya uyum sağlayışını, bana ‘bugün bana iyi geldin’ deyişini… Sanki hayatın ağırlığı o tek cümlede hafifliyordu.
Derin bir nefes aldım. Bu duyguyu yok saymak istedim, ama edemedim. Çünkü gerçek ortadaydı: Onunla olmak istiyordum.
Ama istemekle sahip olmak arasında kanlı bir uçurum vardı.
Arabayı durdurup evinin önünde bekledim. O kapıyı açarken bana kısa bir bakış attı, gülümsedi.
O gülümseme… işte en çok o zaman zorlandım. Çünkü gitmesine izin vermek, kalbimi kendi ellerimle sıkmak gibiydi.
“İyi geceler, hemşire hanım,” dedim. Sesim normaldi, ama içim paramparça.
Kapıyı kapatıp uzaklaşırken aynadan onu son kez gördüm. İçimden geçen tek şey şuydu:
“Benim savaşım düşmanla değil… kendi kalbimle.”
Gaz pedalına bastım. Görev bekliyordu. Ama biliyordum ki bu görevden daha zor bir sınav vardı önümde: Ona uzak durabilmek.
Gökçe’yi bıraktıktan sonra direksiyonu karargâha kırdım. İçimdeki fırtına dinmemişti ama dışarıda başka bir fırtına başlamak üzereydi.
Nöbetçi er kapıyı açtı, ben hızla içeri girdim. Koridorlarda metal sesleri yankılanıyordu. Herkes aceleci, herkes ciddiydi.
Brifing odasına girdiğimde tim çoktan toplanmıştı. Masanın üzerinde haritalar, yanıp sönen kırmızı noktalar vardı. Komutan yardımcısı koordinatları işaret ederken herkes dikkat kesilmişti.
“Şahin-01 timi, kuzey hattında sızma tespit edildi. Gecenin karanlığında ilerliyorlar. Hedef, mühimmat deposu. Sizi hızlıca intikale hazırlıyoruz.”
Başımı salladım, sesim netti:
“Anlaşıldı.”
Gözlerim kısa süreliğine timdeki her adamı taradı. Kardeşlerimdi onlar. Birimiz düşerse hepimiz düşerdi.
Ama sonra, istemeden, zihnim yine Gökçe’ye kaydı. “Ben görevdeyken ya başına bir şey gelirse? Ya biri sırf bana dokunmak için ona dokunmaya kalkarsa? Onun yüzüne bakacak cesareti nasıl bulurum sonra?”
İçimdeki ses yine hırladı. “Disipline dön, Kızılok. Görevdesin. Kalbini sustur.”
Derin bir nefes alıp bakışlarımı haritaya diktim. Bu görevde tek bir hataya bile yer yoktu.
“Çıkış için hazırlık başlasın,” dedim. Sesimde tartışmaya yer yoktu.
Tim ayağa kalktı, çelik yelekler giyildi, silahlar kontrol edildi, mermiler şarjörlere basıldı. Her tıkırtı, her metal sesi kalbimde bir ritim gibiydi. Biz savaşa hazırlanıyorduk.
Ve o an kendi kendime söz verdim:
“Ne olursa olsun, timimi de… onu da koruyacağım. Bedeli ne olursa olsun.”
Motorların uğultusu geceyi yararken biz yola koyulduk.
Görev başlıyordu.
Gece, üstümüze kalın bir örtü gibi çökmüştü. Motorları susturduğumuz anda sessizlik, kulakları sağır eden bir uğultu gibi çevremizi sardı. Ormanın içine doğru ilk adımlarımızı attığımızda, yalnızca çam kokusu ve botlarımızın yere değen hafif tıkırtısı eşlik ediyordu bize.
“Şahin-01 ilerliyor.”
Fısıltıyla verdim komutu. Timim, sanki gölgelerden doğmuş gibiydi. On adım önümde karanlığa karışıyor, ardından tekrar beliriyorlardı. Her biri nefesini kontrol altında tutuyor, her hareketini ölçüyordu.
Ama benim zihnim yine ikili bir savaşın içindeydi.
“Odaklan, Kızılok. Önünde düşman var. Kalbini sustur. Onu düşünme… şimdi değil.”
İçimdeki bu sert sesle yürürken, parmağım tetik güvenliğinden bir an olsun ayrılmadı.
Telsizden fısıltı geldi:
“Komutanım, ileride ışık parlaması tespit ettim. Muhtemelen gözcü.”
Durdum. Yumruğumu kaldırdım, timim sessizce yere çömeldi. Gözlerim karanlığı taradı, dürbünlü nişangâhımı kaldırdım.
Ve evet… orada, kayaların arasında bir silüet vardı. Silahını sırtına asmış, çevreyi gözetliyordu.
O an kalbim hızlandı ama sebebi düşman değil, yanımdaki sorumluluktu. “Bu adamlardan biri Gökçe’ye dokunmaya kalkarsa… işte o zaman ben gerçekten savaşı başlatırım.”
Ama şimdi görev zamanıydı.
El işareti verdim. Timden biri yan taraftan sızdı, diğeri arkadan yaklaştı. Sessizlik… sonra boğuk bir ses, gözcü yere yığıldı. Hiçbir mermi patlamadı.
İlk engel aşılmıştı.
“İlerleyin.”
Adımlarımız hızlandı. Her birimiz biliyorduk ki asıl fırtına henüz başlamamıştı. Düşman içerideydi, biz ise karanlıkla birlikte üzerlerine çökecektik.
Ve ben, içimden sadece şunu düşündüm:
“Bu gece yalnızca bir operasyon değil… kalbimin de savaşı olacak.”
Ormanın içinden ilerleyip kayanın ardına siper aldık. Hedef, birkaç yüz metre ilerideydi. Küçük bir depo… dışarıdan bakıldığında sıradan bir baraka gibi duruyordu. Ama biz biliyorduk ki içi mühimmat doluydu.
El işaretiyle timi üçe böldüm. İki kişi sağdan, iki kişi soldan saracaktı. Ben ortadan ilerleyecektim. Plan basitti.
Ama savaş planları sevmezdi.
Henüz otuz metre yaklaşmıştık ki, birden barakanın yanındaki projektör yandı. Kör edici beyaz ışık geceyi yardı.
“Pusu!” diye bağırdım, tam o anda ilk mermiler üzerimize yağmaya başladı.
Kurşunlar kayalara çarptı, yanımdaki askerlerden biri yere kapaklandı. Diğerleri hızlıca siper aldı. Gökyüzü bir anda silah sesleriyle doldu.
Kalbim hızlandı ama ellerim titremedi. Bu anı yüzlerce kez yaşamıştım. Yere çöktüm, tüfeğimi doğrulttum ve nefesimi sabitleyerek ilk atışımı yaptım. Işığın hemen dibindeki gölge yere düştü.
Ama sayı çok fazlaydı. Onlar hazırlıklıydı.
Bizim planımız basitti, onlarınki daha akıllıcaydı.
Yan taraftan Ercüment seslendi:
“Komutanım, cephane azalıyor!”
Dişlerimi sıktım.
“Dayanın! Siper değiştir, çapraz ateş kur!”
Her kurşun gecenin içine bir çığlık gibi karışıyordu. Kayaların arkasında nefes almak bile zorlaşmıştı. Bir an için gözlerim yanımdaki askerin kanayan omzuna kaydı. Çantasından turnike çıkarmaya çalışıyordu.
İçimde bir yumruk sıkıştı.
“Onların hayatı benim sorumluluğumda… eğer birini kaybedersem, affetmem kendimi.”
Ama işte tam o sırada, aklıma istemsizce Gökçe geldi.
“Ya bu adamlar bizimle sınırlı kalmazsa? Ya bana dokunamayıp, bana en yakın olana—ona yönelirlerse?”
Öfke göğsümü sardı. Tetiğe bastım, bir gölge daha yere düştü.
“Bu timden kimseyi alamazsınız… ona dokunamazsınız.”
Ama mermiler bitmek üzereydi. Düşman hâlâ üstün durumdaydı.
Kendi kendime fısıldadım:
“Şahin, çıkış yolu bulmalısın. Yoksa bu gece hepimiz burada kalırız.”
İçimdeki nefesle birlikte timimi ileri sürdüm. Her adım bir risk, her gölge bir tehdit. Gökbörü Timi’nin güvenliği tamamen benim sorumluluğumdaydı.
Bir anda sağ omzuma sert bir şok hissettim. Kurşun kayarak geçti, sıcak metal derimi sıyırdı. Yere düşmek üzereyken gözlerim bir an Gökçe’ye kaydı.
“Eğer ona bir şey olursa… kendimi asla affedemem.”
Kurşunun sıyırdığı acı, görev bilincimi körükledi. Hemen doğruldum, tüfeğimi doğrulttum ve karşıdaki gölgeyi indirirken timim de siper değiştiriyordu.
Ercüment, haritaya bakarak seslendi:
“Komutanım, ilerlemek için dar bir koridor var. Oradan geçebiliriz ama tuzak riski yüksek!”
“Tamam,” dedim. Sesim titremiyordu ama kalbim hâlâ Gökçe’nin o bakışlarında sıkışmıştı.
“Onu düşünmemeliyim… ama bir bakışına olan bağlılığım, her adımda peşimden geliyor.”
Mertcan, timin deli ruhu, öne fırladı ve karşıdan gelen gözcüyü etkisiz hale getirdi.
Eray, bomba tuzağını fark ettiğinde hemen uyardı. Mehmet Ali yaralanma ihtimaline karşı bir an bile beklemeden hazırdı. Erdinç, sessiz ve soğukkanlı, her birimizi koruyordu.
Ama ben… ben Gökçe’yi düşündüm. O an bir anlık hayal kurdum: Görev bittikten sonra, yanımda, güvende. Ama gerçek çok uzaktı.
Kurşunlar, metalin çarpışı, nefesler… hepsi içimde bir fırtına kopardı.
Ve o an bir kez daha fark ettim:
“Onu korumak, timi korumaktan bile önemli. Ama aynı anda ikisini birden riske atamam.”
Adımlarımız karanlıkta ilerledi, her köşe bir sınav. Ve ben, omzumdan sıyıran kurşunla bir kez daha anladım: Bu gece yalnızca düşmanla değil… kalbimle de savaşacaktım.
Omzumdan sıyıran kurşun acısıyla birlikte, bir anlık korku ve öfkeyi bastım. Gökçe’yi düşünmeyi bıraktım. Artık sadece görev vardı. Tek hedef: teröristleri etkisiz hale getirmek ve cephaneleri ele geçirmek.
“İleri!” diye fısıldadım. Timim hemen hareketlendi. Ercüment yanımda, haritaya bakarak ilerlemeyi işaret ediyordu. Mertcan öne fırladı, gözcüyü sessizce etkisiz hale getirdi. Eray, potansiyel patlayıcıları tespit ederek uyarıyordu, Mehmet Ali her an müdahaleye hazır bekliyordu.
Karşıda birkaç terörist daha belirdi. Kurşunlar havada uçuşuyor, metal ve toprak karışımı bir koku yükseliyordu. Ama her bir adımı hesaplı atıyor, timin koordinasyonunu bozmuyordum.
“Sarp, sağ kanadı kontrol et! Erdinç, sol tarafı kapat!”
Herkes görevine odaklanmıştı, nefeslerimiz bile sessizdi. Önümüze çıkan engelleri birer birer temizledik. Kurşunların arasında doğru hamleleri yapmak için adeta zamanla yarışıyorduk.
Sonunda depoya ulaştık. Kapıyı açtım, içeri dolan ışık altında cephaneler sıralanıyordu. Tim hızla içeriyi güvence altına aldı, mühimmat paketlerini işaretledik.
Derin bir nefes aldım. İçimdeki öfke ve adrenalini, soğukkanlılık ve disiplinle harmanlamıştım. Gökçe artık düşüncelerimde yoktu; onun yerine sadece görev vardı, ve biz başarmıştık.
Bir an durup timime baktım. Hepsi sağ salim, görev tamam.
Araç motorunun uğultusu geceyi yararken, tim sessizce karargâha döndü. Yorgun ama disiplinliydik; zaferin tadını kutlamak için değil, bir sonraki göreve hazırlık için sessiz bir başarıydı bu.
Ercüment yanımda, haritaya son kez göz attıktan sonra telsize geçti. “Şahin-01, operasyon tamamlandı. Teröristler etkisiz, cephaneler ele geçirildi. Timin tamamı sağ salim,” dedi.
Karargahta Erdem Yarbay bekliyordu. Hızla rapor verdim:
“Komutanım, operasyon planlandığı gibi ilerledi. Kaybımız yok. Cephaneler ele geçirildi, tim eksiksiz. Hedefe ulaşmak ve güvenliği sağlamak başarılı oldu.”
Yarbay kısa bir baş salladı. “İyi iş çıkardınız, Üsteğmen. Timin disiplin ve koordinasyonu etkileyiciydi. Tebrik ederim.”
Sessizlik biraz olsun gevşemişti. Timimle göz göze geldim, kısa bir baş selamı verdik. Ama aklım hâlâ gecenin karanlığında attığımız adımlardaydı.
Karargâha vardıktan sonra kısa bir rapor verdim ve timi bir süreliğine serbest bıraktım. Ama ben hâlâ hareket ediyordum; omzumdan sıyıran kurşun hafifçe acıyordu.
“Önce hastaneye,” dedim kendi kendime. Araç motorunun uğultusu eşliğinde acil servise vardım. İçeri girerken gözlerimden hiçbir şey okunmasın istedim; disiplinim her şeyden önceydi.
Hemşire beni yönlendirdi ve hızlıca pansuman yapıldı. Yaralı bölgeye temiz bir örtü konuldu, antiseptik uygulandı. Bir an durdum, ağrıyı bastırmaya çalıştım. Timimden biri olsaydı eminim daha fazla sessizlikle dayanırdım; ama yalnızken sadece kendime odaklandım.
“Tamam, Cihangir Bey. Artık kontrol altında,” dedi hemşire. Başımı salladım, sessizce teşekkür ettim.
Pansumanın ardından, arabaya bindim. Artık eve gitme zamanıydı. Evime vardığımda kapıyı sessizce kapattım, duşun sıcak suyu vücudumun her bir yerini rahatlattı. Omzum hâlâ hafif acıyordu ama zihnim artık sakinleşmeye başlamıştı.
Pijamamı giyip yatağıma uzandım. Gözlerimi kapattığımda, günün görüntüleri beynimde oynuyordu; kurşun sesleri, timin koordinasyonu, ve omzumdaki o kısa acı…
Yatakta uzanmış, gözlerimi tavana dikmiştim. Omzum hâlâ hafif acıyordu ama artık sadece bir hatırlatma gibiydi; bir görev, bir sınav… ve bir başarı.
Dışarıda gece sessizdi. Rüzgâr ağaçların arasında hışırdıyor, şehir ışıkları uzaktan titrek bir parıltı gibi görünüyordu. Tam o an, bir düşünce geçti aklımdan:
“Her zaferin bir bedeli var. Ama bazen o bedel, sadece yorgun bir beden ve sessiz bir gece olur.”
Derin bir nefes aldım. Bu geceyi kazandım. Timim sağ salim, görev tamam, düşman etkisiz… ve ben hâlâ ayaktaydım.
Ve o an fark ettim ki, savaş sadece sahada değil, insanın kendi içinde de sürüyor. Her adım, her karar, her kurşun… hepsi içimde bir yankı bırakıyor.
Gözlerim ağırlaştı. Uykunun koynuna bırakırken son bir kez düşündüm:
“Yarın yine yeni bir savaş başlar. Ama bugün, bu gece… biz kazandık.”
Ve karanlıkla birlikte, sessizlik içinde, ilk gerçek nefesimi aldım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |