4. Bölüm

Bölüm 4: Ay Işığında Birlik

Buse Akay
buseninopucugu

Bugün boş günümüzdü. Zor denk gelse de değerlendirmeyi iyi biliyorduk. Erdinç karısı ve çocukları ile vakit geçirecekti. Ben de tim ile boş vaktimizin keyfini çıkaracaktık.

Sabah uyanıp rutinlerimi hallettikten sonra kışlaya gittiğimde timimin bahçede eğlendiğini gördüm. Ayağa kalkmaya yeltendikleri sırada elimi kaldırdım.

“Bugün Cihangir komutan yok.”

Çocuklar lafım bittikten sonra tekrar konuşmaya başladığında ben de olduğum yere çöktüm.

“Asena nerede?” diye sordum. Timde Erdinç hariç Asena yoktu.

“Mert yine uyuz etti, Asena da gününü göstereceğini söyledi. Nereye gitti bilmiyoruz.” dedi Sarp. Sözlerinden sonra tim gülmeye başladı.

“Ne desek suç oluyor ben anlamadım ki?” dedi Mert.

Eray’ın bana uzattığı çekirdekleri alıp çitlemeye başladım.

“Damarına basıyorsun kızın.” dedi Memoli.

Ben göz kırptım. Mert hemen toparlandı:
“Lafım meclisten dışarı tabi komutanım, yani sırf Asena kızsın diye dediğim bir şeydi.”

Sıkıntı ile ofladım. Bu işin sonucunda beni bile kızdıracak bir şey olabileceğini düşündüm.

“Timin göz bebeği olduğumu ve Asena yokken daha rahat olduğumuzu söylemiş bulundum.” dedi Mert.

Sarp’ın kişneme sesiyle anladım ki Mert lafı yumuşatarak söylemişti bana.

“Komutanım bana dediklerinizi deyin bir de.” diye hevesle lafa daldı Eray.

“Bir gün parçalara bölünmekten korktuğumu söyledim. Ama sonrasında demedim mi ummadık taş yarar baş diye.”

Eray sırıttı:
“Övdünüz mü gömdünüz mü anlamadım ki ben?”

Sonrasında Mert ellerini birbirine vurdu:
“Eşşek hoşaftan ne anlar işte.”

Sıkıntılı bir nefes verdiğinde Sarp’ın yüzünde alaycı bir gülümseme meydana geldi.

“Hoş laf lan o.” dedi Sarp.

Mert de önündeki çimi yolup ona attı.
“He bana da atasözünün doğrusu lazımdı değil mi?”

Bu muhabbetler dönerken Asena yanımıza koşarak geldi. Timdekilerin gözü Asena’nın üzerindeydi.

Mert sırıtarak baktığında Asena belinden bir tabanca çıkardı. Timin ifadesi ciddileşti çünkü bu tabanca oyuncak değildi.

“Dişi Kurdum.” dedi Mert, sırıtarak.

Asena da aynı ifade ile karşılık verdi:
“Dikkat et de o kurdun dişleri sana saplanmasın.”

Dediğinde silahın horozunu çekti. Mert ayaklanmıştı. Korkmasa bile endişesinden yutkunmuştu.

“Komutanım dur demeyecek misiniz?”

Asena’ya baktığımda göz kırptım.
“Eti senin kemiği benim.”

Gördüğüm kadarıyla Mert gözünü kapattı. O sırada Asena tetiği çektiğinde namludan su fışkırmıştı.

Mert’in ıslandığı anda tüm tim kahkahaya tutuldu. Mert üstü başı su içinde, gözlerini kısarak Asena’ya bakarken bir anlığına sersemledi. Sonra, içindeki yaramaz çocuk yeniden devreye girdi. Bir adımda yanına gidip Asena’yı belinden kavradı, bir kahkaha atarak onu kolayca omzuna aldı.

“Alın size dişi kurt! Bu da kucağınızda uluması!” diye bağırdı, Asena ise bir anlık şaşkınlığın ardından bağırarak yumruklamaya başladı Mert’in sırtını.

“LAN BIRAK!” diye çığırdı Asena, ama sesi öfkeliden çok gülmeye çalışan bir tonla çıkıyordu. Timin geri kalanı bu sahneye kahkahalarla eşlik ederken, Sarp en sonunda dayanamayıp öne atıldı.

“Bıraksana lan kızı! Hayvan!” dedi, ama yüzünde koca bir sırıtış vardı.

Mert inatla birkaç tur döndükten sonra Asena’yı yere bıraktı. Ama o an… Asena’nın yüzündeki gülümseme dondu. Gözleri hafif kısıldı, bedenini savunma pozisyonuna soktu. Mert bunu fark ettiğinde iş işten geçmişti.

“Yok artık yine mi başlıyoruz?” demeye kalmadan Asena bir hamlede Mert’i yakasından tuttu, ayağını beline takıp onu yere yapıştırdı.

BOOM!

Mert’in sırtı çimlere gömüldüğünde bir anlık sessizlik oldu. Ardından timde kıyamet koptu.

“ASENA! ASENA! ASENA!” diye tempo tuttular, kimisi ıslık çaldı, kimisi elini çırptı. Memoli yere vurduğu terliğini havaya fırlattı, Eray gömleğini çıkarıp döndürmeye başladı. Sarp, Asena'nın yanına gidip elini havaya kaldırdı, zaferini ilan eder gibi.

Mert yere serilmiş, bir yandan nefesini toplamaya çalışıyor, bir yandan da gülüyordu.

“Yani... o kadar da canımı yakmadı... biraz...” dediğinde Asena elini uzattı, onu ayağa kaldırdı.

“Demek ki neymiş? Kurtla dans ediyorsan adımını iyi atacaksın.” dedi ve bir kez daha göz kırptı.

Timin içinden bir ses geldi o an:

“Komutanım bu eğlenceleri haftalık yapsak mı?”

Ben de geriden izliyordum hepsini. Sakin ama dikkatli. Bu timin enerjisi, kaynaşması, bu denli bağlılığı kolay kolay bulunmazdı. Ama disiplinle yoğrulmamış bir bağlılık, en ufak sarsıntıda parçalanırdı. Yine de… Bugünlük bir şey demeyecektim. Gülmelerine, içlerinden geldiği gibi davranmalarına izin verdim. Çünkü her savaşçının, savaşmadığı bir günü olmalıydı.

Bir gün hepimiz yeniden görev başı yapacaktık.

Ama bugün…
Bugün onların günüydü.

Tim hâlâ kahkahalarla gülerken Mert, Asena'nın yardımını kabul etmiş halde üstünü silkeledi.
"Bu kızla evde kavga edilmez ha," diye mırıldandı, sesi hâlâ bozulmuş bir gururun ardından gelen mizah tonundaydı.

Sarp araya girdi hemen, göz ucuyla bana bakarak:
“Komutanım, madem bugün boş günümüz... dışarı çıksak diyoruz. Şu kışlanın duvarlarının ötesine geçip biraz değişiklik fena olmaz hani. Hem askeriz diye insan değil miyiz?”

Ben onları süzdüm. Hepsi bana bakıyordu şimdi; kimi ayakta, kimi yerde bağdaş kurmuş. Gözlerinde o çocuk ruhunu bastıran adamların o nadir heyecanı vardı. Ama aynı zamanda emir bekleyen profesyonellerdi. Sessizlik uzadıkça içlerinden biri yutkunmaya başladı bile.

Kafamı iki yana sallayıp ayağa kalktım.
“Eğer dışarı çıkacaksanız, üniforma dışında ama disiplin içinde çıkarsınız. Kimseyi temsil etmiyoruz gibi davranmak yok. Anlaşıldı mı?”

“EMREDERSİNİZ KOMUTANIM!” diye hep bir ağızdan patladılar.

Memoli hemen parmak kaldırdı, yüzünde muzır bir sırıtış:
“Komutanım, dışarı çıkınca kendimize pizza ısmarlayabilir miyiz? Milli güvenliğe tehdit oluşturmazsa tabii...”

Kahkahalar yeniden koptu.

“Pizza da olur, lahmacun da... ama önce içtima alanında toplanıp çıkış izni prosedürünü tamamlıyoruz. Erdem Yarbay bu boş günü bize verdi ama sorumluluk yine bende. Oraya buraya saçılan olmaz. Yarım saat içinde hazırlanmış olacaksınız.”

Asena hemen gözlerini kısıp Mert’e döndü:
“Üniformanı değiştirirken yardım edeyim mi?” dedi alayla.
Mert ellerini kaldırdı:
“Yok yok sağ ol. Ben artık kendi başıma düşüneceğim bir süre…”

Tim yeniden gülerken ben yavaş adımlarla ilerleyip yanlarından geçtim. Tam geçerken hafif sesle ama duymamaları da imkânsız şekilde mırıldandım:

“Disiplin gevşekliği değil bu… morali yüksek tutma çalışması.”

Eray hemen atladı:
“Yani biz aslında görevimizi yapıyoruz komutanım!”
Arkamı dönerken gülümsedim.
“Görevi tamamlamanıza yarım saat var. Sayılır.”

Ve böylece, kışla sessiz bir hazırlık telaşına büründü. Çizgili tişörtler, sade pantolonlar, tertemiz ayakkabılar… Sivil ama saygılı bir görünüm.

Yarım saatlik süre zarfında herkes, söyleneni harfiyen yerine getirdi. Ne bir sarkma, ne bir şakalaşma… Sivil olmaları, disiplini ellerinden almamıştı. Bu da içten içe beni gururlandırmıştı.

İçtima alanına çıktım, ellerim arkamda bağlı. Göz gezdirdim. Hepsi oradaydı. Memoli gri tişört giymiş, ama yine paçaları bir garip katlanmıştı. Sarp hâlâ siyah-beyaz giymeye takık, Eray gömleği pantolonun içine sokmuş — gülmemek için zor tuttum. Asena sade ama tertipli, Mert ise... hâlâ saçlarını düzeltmekle meşguldü.

Adımımı attım. Her biri otomatik refleksle hazır ola geçti.

“Rahat.”

Adımlarımı yavaşlatmadan konuştum.

“Erdem Yarbay’dan izin alındı. Güzergâh belirli. Saat 21.00’de burada olunacak. Gittiğimiz yer Şırnak’ın dışı değil, içi. Ama ne olursa olsun siz bu ülkenin omurgasını temsil ediyorsunuz. Davranışlarınız, varlığınız... sizin gibi on kişiyi gören biri Türk askerini tanır.”

Asena başını hafifçe öne eğdi. Mert bile ciddi bir ifade takındı. Devam ettim:

“Kasrik Boğazı'na geçiyoruz. Doğa, sessizlik ve yürüyüş. Ardından Botan kıyısında çay. Sonrası yemek. Laf aramızda Memoli’nin lahmacun duası kabul olmuş olabilir.”

Kahkahalar arasında Memoli “Aç olan ben değil, vatan sevgisi komutanım!” diye bağırdı. Ben de hafifçe başımı eğip gülümsedim.

Telefonu cebimden çıkarıp bir süre baktım. Gözüm timin üzerinde, ama zihnim başka bir yerdeydi artık. İçimde anlamını koyamadığım bir his kıpırdanıyordu. Belki de uzun süredir ilk kez gerçekten “normal” bir gün geçirme ihtimaliydi bu. Normal… ama unutulmaz.

Ekranı kaydırıp Gökçe’yi buldum rehberde. Parmaklarım tereddütsüz bastı arama tuşuna. İki uzun sinyal... sonra tanıdık, biraz şaşkın bir ses:

“Cihangir?”

“Gökçe, merhaba. Müsait misin?”

“Eh... şaşırdım biraz ama evet, ne oldu?”

Bir an duraksadım. Ne diyeceğimi toparlamak için değil, aslında biraz da ne söylediğimi anlaması için.

“Timle küçük bir mola planlıyoruz. Kasrik Boğazı’nda yürüyeceğiz. Sonra Botan kıyısında çay, belki lahmacun... Bizim, Memoli’nin duaları kuvvetlidir.”

Kahkahasını duyduğumda fark ettim; sesini özlemişim.

“Bu ciddi bir teklif mi?”

“Oldukça ciddi. Sivil kıyafet, saygılı duruş, disiplinden ödün yok ama kahkaha serbest. Gelmek ister misin?”

Kısa bir sessizlik oldu. Ardından:

“Gelirim. Ama bir şartla.”

“Dinliyorum.”

“Umay’la Gamze’yi de çağıracağım. Onlar da bu doğaya, bu soluklanmaya en az senin askerlerin kadar ihtiyaç duyuyor.”

İçimden bir sıcaklık geçti. Gökçe hâlâ insanları düşünmeden edemiyordu.

“Harika olur. Onlar da gelsin. Yalnız, saat 21.00’de kışlada olmamız gerekiyor. Vakit sınırlı, ama birlikte geçen zaman yeterince geniş.”

“Anlaşıldı komutanım.” dedi hafif alayla, ama içten.

“Görüşürüz o zaman. Yarım saat içinde hazır olun. Sizi girişten aldırırım.”

Telefonu kapattım. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Şırnak akşamına doğru alçalan güneş, dağların sırtına dokunuyordu usulca. Bugün başka bir şey olacaktı. Birlikte geçecek bir akşam… Silah seslerinin, devriyelerin, emirlerin ötesinde bir insanlık hâli.

Tim hâlâ ayakta, konuşmamın ardından bir an bile dağılmamışlardı. Gözlerimin içiyle onları süzdüm.

“Ekstra misafirlerimiz olacak.” dedim. “Saygıda kusur istemem.”

Hepsi bir ağızdan:

“Anlaşıldı komutanım!”

Minibüsü nizamiye önünde durdurduğumda, içimden geçen ilk cümle şu oldu:

“Tim tamam, eksik olan sadece karmaşa.”

Ve işte o karmaşa, kapının diğer tarafında gülüşerek yaklaşıyordu.

Gökçe önde, rahat ama kendine özgü bir duruşla yürüyordu. Ardında Gamze — gözlüklerini düzeltiyor ama aynı anda Umay’la konuşmaktan da geri durmuyordu. Umay’ın elinde minik bir çanta vardı. Veteriner çantasıymış, sonradan öğrenecektim. “Acil durumda sincap tedavi ederim” demedi ama suratındaki ifade tam olarak onu söylüyordu.

Kapıyı açtım, ayağımı dışarı attım.

“Hoş geldiniz.”

Gökçe hafifçe başını salladı, gözlerinde o tanıdık parıltı vardı: hem mesafe, hem sıcaklık.

“Tim bu kadar sessiz mi genelde?”

İçeriden bir patlama geldi:
“Hayır, sadece komutan nefes alın deyince izinli oluyoruz!”

Memoli’ydi, elbette. Kahkahalarla kapıyı açıp içeri ilk o aldı kızları. Sarp ve Eray ayakta, sanki terhis belgelerini dağıtıyorum. Mert saçını camda kontrol etmekle meşgul, Asena bir köşeye yaslanmış ama bakışlarıyla etrafı tarıyor. Timin kendi içinde bile doğal bir güvenlik algoritması var.

Gamze içeri girdiğinde bir koltuğa oturdu, gözlüğünü çıkarttı, hemen değerlendirmeye başladı:
“Şoför koltuğu, diz mesafesi, içerideki oksijen oranı… evet, bu minibüste muhtemelen üç saat hayatta kalırız.”

Memoli döndü:
“Ben o kadar yaşayamam. Lahmacunsuz üç saat mi?”

Umay araya girdi, çantasını kucağına aldı:
“Gerekirse serum var, seni ayakta tutarız. Ama bak, sürüngen beslemişsin gibi kokuyorsan... müdahale etmem.”

Ben sürücü koltuğuna geri dönerken, içimdeki ağırlık az da olsa çözülmüştü. Herkes yerleşti. Kapıyı kapattım. Vites boşa, sonra bire. Birlikte ilk defa “bir yere” gidiyorduk. Ama bu sadece bir gezinti değildi. Bu… nefes molasıydı. Hem bizim, hem onların.

Yola koyulduk. Askerin eğitimi kolaydır; zamanında kalkar, emir alır, uygular. Ama ruhunu güldürmek… işte o meziyet ister.

Aynadan baktım. Gökçe pencereye dönmüş, ama gözleri dışarıdan çok içeriyi izliyor gibiydi. Umay, cebinden bir not defteri çıkarıp kuş isimleri yazıyor — hangi kuşu gördü bilmiyorum ama yazma hızı endişe verici. Gamze, “ayakta duran bir insanın enerji tüketimini” hesaplıyor. Kafamda şu düşünce oluştu:

Bu kadınlar boş gün bile bilimle geçiriyor.

Memoli arkadan bağırdı:
“Komutanım, timimizin IQ ortalaması yüzde elli arttı yalnız!”

Asena hemen yapıştırdı:
“Sen hariç.”

Kahkahalar minibüsün tavanına çarpıp geri döndü. Ben sadece gülümsedim. Bu çocuklar gülüyorsa, o gün memleketin bir yeri nefes alıyor demektir.

Eray, gözlüğünü düzelten Gamze’ye yaklaştı, süzüldü:
“Doktor Hanım, gülme kaslarımı fazla kullanınca baş ağrısı yapıyor. Klinik bir çözümünüz var mı?”

Gamze ciddi ciddi döndü:
“Evet. Sessizce oturmak.”

Yine kahkahalar. Askerin morali bir bardak çay gibi; sıcakken değerlidir.

Yolun virajı daraldı, boğazın kıyısı gözükmeye başladı. Güneş tepeden çekilirken, ışık ağaçların arasına süzülüyordu. Hafif fren yaptım, yavaşladık. Önümüzde dağlar, altımızda vadi... Solumda insanlar, arkamda sesler. Ve ben, direksiyonda, bu anın tek tanığı gibiydim.

Minibüs yavaşça durdu. Ayağımı debriyajdan çektim. Durdum. Sessizlik oldu. Gökçe arka koltuktan sordu:

“Burası mı başlıyoruz?”

Başımı salladım. Kapıyı açarken yanıtladım:

“Evet. Ama bu sadece yürüyüş değil. Burası nefes alma yeri.”

Herkes inmeye başladı. Umay toprağa eğildi, Gamze çantasını toparladı. Asena Mert’in gömleğini düzeltirken şöyle dedi:

“Yok öyle piknik havası. Tertipli olacağız.”

Mert aynaya baktı:
“Benim doğamla oynamayın.”

Gökçe yanıma geldi. Yavaşça, ama sıcak bir ifadeyle:
“Bu timi tiyatro sahnesine çıkar, ben bilet alırım.”

Kafamı hafifçe salladım.
“Onlar sahneye çıkar. Ama önce çayı demlerler.”

Ve yürüyüş başladı. Arkadan Memoli bağırdı:

“Komutanım! Lahmacun ihtimali hâlâ yüzde kaç?”

Gülümseyerek yürüdüm.
“Memoli... bugün ihtimal değil. Bugün... söz veriyorum.”

Kasrik Boğazı’na adım attığımız anda toprağın altında bir şeyler uyanmış gibi hissettim. Sanki yer bile bizim adımlarımıza şaşırmıştı: Askeri bir düzen içinde dağ yollarına, ama kahkahalar eşliğinde giren bir grup… Alışılmadık.

Önde yürüyen Mert bir anda irkildi. Çünkü Asena, herhangi bir uyarı vermeksizin hız alıp Mert’in sırtına atlamıştı.

“Haydi çabuk, asker koşusu! Marş marş!” diye bağırdı gülerek.

Mert sendeledi ama düşmedi. Sırtındaki Asena’ya omzunun üzerinden baktı.
“Senin bu enerjinle Şırnak’a elektrik üretiriz!”

Yine de bırakmadı, öyle yürümeye devam etti. Sırtındaki Asena bir yandan talimat yağdırıyor:
“Sağ adım, sol adım! Haydi tembel çavuş!”

Mert sadece iç geçirdi.
“Allah’ım, test diye yolladın ama bu ne biçim sabır eğitimi?”

Arkada grup gülmekten kırılıyor. Özellikle en genç üyemiz Eray, Umay’la o sırada yürüyen bir kuş gibi sekiyor yolda.

“Yani siz keçilere falan aşı mı yapıyorsunuz? Peki... iguanaya denk geldiniz mi?”
Umay başını salladı:
“Hayır ama denk gelsem seninle başlarım. Aşı denemesi birebir…”

Eray gözlerini açtı:
“Ben veteriner değilim ama feda-i vatanım.”

Önlerinden yürüyen Ercüment ve Sarp kendi dünyalarında. Ercüment’in eli havada bir pozisyonda takılı kalmış, anlatıyor:
“Yeminle söylüyorum, o top çizgiyi geçti. VAR bozuktu zaten, Avrupa’da olsa gol!”

Sarp başını sallıyor, yüzünde ölümcül bir ciddiyet:
“Ben o maçı hâlâ kabusumda görüyorum. Hâlâ savunmadaki boşluğu kapatamıyoruz.”

Memoli, gruptan biraz geri kalmış, Gamze’ye yanaşmıştı.
“Gamze Hanım, tıbbi açıdan soruyorum... lahmacun ne kadar mutluluk verir?”

Gamze gözlüğünü düzeltti, yan bakış attı:
“Yeterince verir ama seni susturmaz. Onun için ek terapi gerekir.”

Memoli ellerini açtı, dramatik bir şekilde göğe baktı:
“Beni susturabilecek tek şey... büyük ihtimalle askeri mahkeme.”

Tim, gürültülüydü. Hareketli, canlı, kıpır kıpır. Herkes bir diyalog içinde, her adımda bir kahkaha, bir söz, bir şaka… Ama ben, grubun biraz gerisinde, sessizce yürüyen Gökçe’ye doğru başımı çevirdim.

Yanıma yaklaştığında aramızda bir anlık sessizlik oldu. Tatlı, huzurlu bir sessizlik. Bazen konuşmamak, bağırmaktan daha çok şey anlatır.

Göz ucuyla bana baktı, sonra gülümsedi:
“Bayağı renkli bir ekibin var.”

“Renkli değil,” dedim, “Bu çocuklar tam bir gökkuşağı. Ama en çok da fırtınadan sonra parlıyorlar.”

Başını eğdi. Hafif bir tebessümle yürümeye devam etti. Bir süre kelimesiz devam ettik.

Sonra kendi kendine mırıldanır gibi söyledi:
“Burada yürümek garip bir his. Güvende gibiyim. Ama aynı zamanda... hafif.”

“Çünkü sadece dağ yok burada,” dedim, “Ses var. Sessizlik bile... koruyucu oluyor. Herkes güldüğü sürece, burası sınır hattı değil. Burası... vatanın kalbi.”

Durdu. Gözlerini kıyıya çevirdi. Su hafif hafif akıyordu.
“Sen hep böyle mi konuşursun? Derin, ama sade?”

Omzumu silktim.
“Yok. Genelde ‘disiplin bozulmasın, yürü lan Memoli’ falan diyorum.”

Kahkaha attı. Bu kahkahayı duymak… bana bir ödül gibi geldi. Sanki haftalardır suskun kalan bir iç ses, ilk defa dışarı çıkmıştı.

Bir süre yan yana yürüdük, konuşmadan. Sadece adımlarımızın toprağa karıştığı, nefesimizin doğaya uyum sağladığı bir ritimle. Arkamızda gürültü vardı. Ama biz… o gürültünün merkezinde, sükûnetin çemberindeydik.

Tam o anda, ileriden Memoli’nin sesi patladı:

“Komutanım! Botan kıyısında lahmacun bayrağını ben dikeceğim! Menüyü ayarladım!”

Gökçe gözlerini devirdi.
“Bu çocuk gerçekten ya dahi... ya da ciddi yetersiz uykuyla doğmuş.”

“İkisi de,” dedim gülerek. “Biz onu çözemedik ama sevdik. Bu timde ölçü mantık değil, bağlılık.”

O an içimden bir cümle daha geçti ama söylemedim:

Sana da öyle bağlıyım galiba… kelimelerden fazla.

O düşünce beynimde yankılanırken, gözlerim Gökçe’nin yüzünde sabitlendi. O an kelimeler yetersiz kaldı; aramızdaki mesafe, sözcüklerin ötesinde bir yerdeydi. Etrafımızdaki hareketlilikten, kahkahalardan, sohbetlerden soyutlanmış gibiydik. Birbirimizin varlığında, sessiz ama güçlü bir dayanışma vardı. İçimdeki huzur, yıllardır duyduğum o anlamlı, nadir duygulardan biriydi. Bir adım daha yaklaştım; kelimeler değil, gözlerimiz konuşuyordu. Bu bağ, her koşulda direnmeye yetecek kadar sağlamdı.

Kasrik Boğazı’nın serinliğinden çıkıp, şehir ışıklarına doğru ilerlerken yorgunluk üzerimize çökmüştü. Ama enerjimiz tükenmek bir yana, daha da artmıştı. Lahmacun restoranının kapısından içeri girerken, burası hemen bizim sığınağımız olmuştu.

“Burası benim favorim!” diye bağırdı Memoli, sipariş menüsüne dalmadan önce. “Burada lahmacun, savaş sonrası zafer gibi gelir.”

Ercüment masaya oturur oturmaz ilk iş olarak, futbol maçından bahsetmeye başladı. “O gol hâlâ aklımda, yeminle VAR hakemi maçı izlemedi.”

Sarp hemen araya girdi, ciddi: “İyi ama savunma hâlâ tam oturmadı, bu yüzden kaybettik.”

Asena, Mert’in saçını düzeltirken:
“Bu sefer sen de ‘takımın’ saç modeli olacaksın, anlaşıldı mı?”

Mert gözlerini devirdi, ama sırıtıyordu. “Saçımı düzeltirken size ihtiyacım olmayacak, şimdiden söyleyeyim.”

Umay, Memoli’yi esprili ama ciddi bir tonla uyardı:
“Bak, lahmacun keyfi güzeldir ama ‘sağlıklı’ sınırlar içinde kalalım, yoksa tekrar aşı kampanyasına döneriz.”

Gamze yanına yaklaşarak:
“Evet, mide dostu ama ruh sağlığı da önemli. Bu yüzden biraz daha bol kahkaha istiyoruz!”

Memoli ayağa kalktı, sahnede bir komutan edasıyla:
“Komutanın emri, moral tam gaz! ‘Lahmacun ve kahkaha’ misyonumuz!”

O sırada Gökçe ve ben, biraz kenarda, ama kulaklarımız bu neşeye kapalı kalamıyordu. Aramızda o sakin anların ardından, şimdi gürültünün içinde olmak da güzeldi.

Gökçe göz kırptı:
“Bu tim gerçekten bir aile olmuş.”

Gülümseyerek karşılık verdim:
“Ve aile toplantılarında lahmacun hep baş köşede.”

Tabaklar üst üste gelmeye başladı, lahmacunlar sıcak, tazeydi. Herkesin yüzünde o rahat, mutlu ifade vardı. Kimi lahmacunu katlayıp büyük ısırıklar alıyor, kimi incecik hamurun tadını çıkarıyordu.

Eray, ağzını siliyor, “Böyle yemekler olmasa, savaşmak zor olurdu,” dedi esprili ama samimi.

Memoli, kahkahalar eşliğinde:
“Bir dahaki sefere ‘lahmacun birliği’ kuruyorum, kimler var?”

Asena hemen atıldı:
“Ben varım ama sadece eğitimleri atlarsam!”

Mert göz kırptı:
“Ben yine kendi kendime yürüyorum.”

O an anladım ki, bu neşeli karmaşa ve bağlılık, sınırların ötesinde, çok daha derindi.

Kasrik Boğazı’nın serin havası üstümüzdeydi. Çayın ardından herkes biraz rahatlamış, ama yine de enerjisi yüksek bir haldeydi. Eray, Umay’a yanına doğru biraz daha yaklaşmaya çalışıyor, Umay ise masum ve biraz şaşkın bakışlarıyla cevap veriyordu. Aralarındaki o naif etkileşim, grubun geri kalan hareketli kaosunun tam ortasında bir tebessüm yaratıyordu.

Memoli ile Gamze arasındaki hafif çekişme, esprilerle doluydu. Gamze, soğukkanlı tavrıyla Memoli’nin atıp tutmalarına karşılık verirken, Memoli ise tamamen rahat, şakacı ve biraz da kendinden emin duruyordu. Bu ikili, o anın komik renklerini tamamlayan küçük bir ikiliydi adeta.

Ercüment, çayını yudumlarken futbolla ilgili bir tartışmayı Sarp’a anlatıyordu, Sarp da onu dikkatle dinliyordu ama gözlerinden hafif bir yorgunluk okunuyordu. Gençlik enerjisi ve tecrübe arasındaki o küçük fark, sahnenin dokusunu zenginleştiriyordu.

Ben ise biraz geride, Gökçe’nin yanındaydım. O sakinliğin içinde, onun sessizliğine eşlik ediyordum. Göz göze gelmekten daha çok, yan yana olmak gibiydi bu. Gökçe’nin yüzündeki o huzurlu gülümsemeyi gördüğümde, tüm o hareketli kalabalığın ortasında sanki zaman yavaşlamıştı.

“Burası...” diye başladım, “sadece bir moladan fazlası. Burada, birlikteyiz.”

Gökçe başını hafifçe salladı, “Sakin olmak iyi geliyor bazen,” dedi.

Bir an için o kadar basit, o kadar gerçek bir şey söylüyordu ki bu, içimde bir sıcaklık yayıldı. Sözler yerine, nefeslerin, bakışların, o sessizliğin konuştuğu anlardan biriydi.

Tam o sırada telefonum cebimde titredi. Numara annemdi. Birden gerçek dünya kapıdan içeri girmiş gibiydi.

Bir adım geri çekilip, “Bir saniye,” dedim ve dışarı çıktım. İçim hafifçe ısındı, ama biraz da tedirgindim. Hemen dışarı çıktım, gece serinliğine karışan nefesimle telefonu kulağıma götürdüm.

“Anne?” diye başladım, sesim yumuşaktı.

“Oğlum, nasılsın? İyi misin?” Annesinin sesi, sıcak ama biraz da merak doluydu.

“İyiyim anne, çocuklarla, Gökçe ile falan yemeğe çıktık, geziyoruz biraz. Havanın değişmesi iyi geldi. Sen nasılsın, ne yapıyorsun?”

“Serpil teyzenler bizdeydi, onları uğurladım da, aklıma düştünüz arayım dedim. Gökçe ile nasıl gidiyor, her şey yolunda mı?”

Bir an duraksadım, kelimeler yavaşça diziliyordu. “İyi işte anne, çocukluğumuzda nasılsak, hemen hemen öyleyiz. Yeniden tanıyoruz birbirimizi falan. Zamanla daha iyi anlaşıyoruz galiba.”

“Ah, aman ne güzel. Kaynaşın bakalım, önemli olan bu. Arada böyle beraber vakit geçirmek... Hele senin gibi birinin yanında olmak kolay değil, biliyorum.”

“Anne, Gökçe iyi biri. Sakin, anlayışlı. Yani senin düşündüğün gibi değil.”

Annem hafifçe güldü, “Biliyorum oğlum, sen en iyisini bilirsin. Ama yine de insanın annesi, bazen biraz endişeleniyor işte.”

“Anlıyorum anne, ama sakin ol. İyi gidiyor her şey.”

Bir süre sessizlik oldu. Arkada uzaktan kahkahalar, konuşmalar geliyordu. İçimdeki o hareketli grubun sesi, dış dünyaya küçük bir kapı açıyordu.

“Ne diyeyim oğlum, seni meşgul etmeyeyim. Gökçe’ye de selamlarımı söyle, kızıma iyi bak.”

“Tabii anne, selamlarımı ileteceğim. Sen de kendine dikkat et.”

Telefonu kapattım ve derin bir nefes aldım. İçeriye döndüğümde, kapıdan içeri adımımı atar atmaz o tatlı kaos yine vardı. Herkes kendi halinde ama bir aradaydı.

Asena bir sandalyenin üstüne çıkmış, Mert’in boğazına peçete bağlamaya çalışıyordu.

“Sen sus! Bensiz daha mutlu olduğunuzu söyledin!”
Mert elini kaldırmış, dramatik bir teslimiyetle:
“Direnmiyorum artık... bu benim sonum galiba.”

Ercüment ile Sarp, masadaki kürdanlarla futbol taktiği anlatıyordu.
“Bak, bu kürdan stoper. Burası sağ bek. Ama buradan gelen biber turşusunu görmediler, gitti gol!”

Eray, Umay’a doğru fazla yaklaşmış, elinde çay bardağıyla “romantik ama komik” bir modda:

“Umay... biliyor musun? Eğer bir hayvan olsaydım, kesin bir alpaka olurdum. Hem tüylü, hem duygusal.”
Umay ciddi ciddi başını salladı:
“Alpakaları çok severim. Ama sen daha çok... sincap gibisin bence. Hızlı ve kafa karıştırıcı.”

Memoli ise masanın diğer ucunda, bir peçeteyle Gamze’ye “sözde” şiir yazıyordu.
“Gamze... adın gamlı, ama gülüşün bahar. Yüreğime lahmacun gibi oturdu, ağır ama kalıcı.”
Gamze gözlüğünü düzeltti, yüzünde ifadesiz bir gülümseme:
“Senin terapiye değil, sansüre ihtiyacın var, Memoli.”

Kahkahalar havada uçuşuyordu. Cümleler çarpışıyor, espriler birbirine giriyor, ama kimse bundan şikayetçi değildi. Herkes kendi halinde, ama aynı anda aynı yerdelerdi.

Ben ise kapının hemen girişinde, bütün tabloyu izliyordum. Hafifçe öksürdüm. Yüksek sesle değil, ama tam ayarında — “Komutan girdi” öksürüğü.

Bir anda herkesin kafası bana döndü. Bir-iki çay bardağı “çın” etti, Asena sandalyesinden indi, Mert peçeteyi boynundan çıkardı, Eray elindeki çayı masaya koydu.

“Ne oluyor burada?” dedim, göz ucumla Gamze’nin peçeteye çizilmiş Memoli karikatürüne bakarak.
“Tatlı mı bu kaos, yoksa bana mı öyle geliyor?”

Asena hemen atıldı:
“Tatlıydı komutanım, ama şekeri biraz kaçtı galiba.”

Eray başıyla Umay’ı işaret etti:
“Veteriner kontrolünde ama! Kalori dengesi gözetiliyor!”

Gamze ciddiyetle:
“Tıbbi açıdan baktığımızda... evet, bu kaos ‘hafif tehlikeli ama gülümsetici’ kategorisine girer.”

Memoli iki elini göğe açtı:
“Komutanım, ben sadece moral sağladım. Bazı insanlar cephenin önünde savaşır... ben şiirle!”

Gökçe, yanıma yaklaşıp alçak sesle:
“Bu grubu sakinleştirecek tek şey galiba uyku ilacı.”

Başımı yana eğip gülümsedim.
“Yok, bu kadar enerjiyken onları ancak ay ışığı serinletir.”

Sonra gruba döndüm.
“Hadi bakalım. Toparlanın. Hesabı ben hallediyorum ama... bu kahkahanın borcu size ait.”

Herkes ayağa kalktı, hala gülerek. Bu çocuklar... ne kadar dağınık görünürse görünsünler, aslında ruhları askeri disiplin kadar sıkıydı. Sadece... kalplerinde yer açmayı da ihmal etmiyorlardı.

Ve o kalpte, her birimizin yeri vardı.

Yemekten sonra, herkes hâlâ enerjik ama doğanın içinde dikkat çekmemiz mümkün değil. Müzik yok, ses yok. Sadece bizim adımlarımız ve ay ışığının rehberliği var.

Orman kenarında, hafif eğimli ama düz bir açıklık bulduk. Çimenler kuru, üstü açık. Gökyüzü pırıl pırıl. Ay, sanki bizi izliyor. Herkes, çember şeklinde oturdu. Kimisi yere, kimisi sırtını ağaca dayamış.

Gürültü yoktu. Ama kahkaha, hâlâ etrafta asılıydı. Düşük sesli. Gizli. Bizimle kalacak kadar derin.

Memoli hemen ortaya atıldı:
“Tamam! Ya sessiz sinema ya da paranormal hikâyeler! Seçim sizin, ruhlarımızı ya güldürelim ya da ürpertelim!”

Asena ellerini ovuşturdu:
“Ben hikâyelere varım. Özellikle içinde cin olanlara.”

Umay gözlerini kocaman açtı:
“Cin mi? Yok, ben cinli olanlarda yokum. Şey... dini yönden yani...”
Eray kısık sesle yana kaydı:
“Sıkıntı yok. Ben Hristiyan mitolojisinden anlatırım istersen.”

Gamze ise gözlerini devirdi.
“Ben hâlâ geçen seneki tatbikatta gece gelen ışığı unutmadım. Kertenkeleymiş güya, ama hâlâ emin değilim.”

Memoli hemen abarttı:
“O ışık! O ışık... başka bir boyutun kapısıydı! Ama kimse bana inanmadı... çünkü ben o sırada menemen yapıyordum.”

Herkes kıkırdadı. Ama sonra sessizlik çöktü.

Sarp konuştu:
“Bir şey anlatacağım. Gerçek.”

Ses tonu değişmişti. Herkes dikkat kesildi.

“Bir gece nöbetteydim. Saat üç. Hiçbir ses yok. Rüzgar bile yok. Birden, önümdeki ağaçların arasından biri geçti. Net gördüm. Üzerinde üniforma vardı. Ama ışığı vurmadı. Yani... yansımadı. Ne fener, ne ay ışığı. Sadece karanlıkta hareket eden bir şekil.”

Umay boğazını temizledi.
“Sonra?”

“Sonra birden kayboldu. Yürüdüğü yerde iz bile yoktu. Ertesi sabah baktık... o bölgede yıllar önce bir asker kaybolmuş. Hiç bulunamamış.”

Bir sessizlik oldu. Hafif bir ürperme yayıldı. Ay bile daha soğuk bakmaya başlamış gibiydi.

Memoli, hemen ortamı yumuşattı:
“Yani... cin değil ama... ben de geçen gece yastığımın altında lahmacun kabuğu buldum. O da bir gizem!”

Gamze gülümsedi:
“Senin yatağının altı zaten ayrı bir vaka. Arkeolojik kazı yapılması lazım.”

Eray, Umay’a yanaştı, hafifçe fısıldadı:
“Şimdi el fenerini yakıp çadırın dışına tutarsam... cin gibi görünür müyüm?”
Umay ciddiyetle baktı:
“Sen zaten doğuştan büyü bozması gibisin. Cin seni dışlar.”

Cevap o kadar dürüst ve beklenmedikti ki, gruptan çıtı çıkmadan kahkaha patladı. Sessizce, boğuk, ama gerçek.

Sonra Gökçe bana döndü.
“Siz hep böyle misiniz? Her anın içinde hem duygu hem saçmalık var.”

Başımı hafifçe eğdim.
“Evet. Çünkü ya gülersin... ya da aklını kaybedersin.”

Bir süre sonra Memoli el kol yapmaya başladı.
“Tamam tamam, oyun zamanı! Sessiz sinema başlıyor! Kuralları ben koyuyorum, çünkü en çok ben konuşamıyorum!”

Gökçe hafifçe güldü.
“Bu adamı sevdim sanırım.”

Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım.
Ay tam üzerimizdeydi.

Ve o gece, o açıklıkta; ateşsiz ama sıcacık bir çemberin içinde, hiçbir şey “gereğinden fazla” değildi.

Sadece bizdik.

Saat 20.30

Yıldızlar hâlâ parlıyordu ama oyun, kahkaha, gevezelik yavaş yavaş söndü. Tıpkı bir kamp ateşinin doğal şekilde küçülmesi gibi... kimse susmak istemedi ama artık vaktin geldiğini herkes biliyordu.

Ayağa kalktım, saatime baktım, sonra timin üzerine göz gezdirdim.
“Toplanıyoruz,” dedim sadece.
Hepsi refleksle yerlerinden doğruldu. O kahkaha dolu grup bir anda tekrar o tanıdık disipline kavuşmuştu. Sadece bir iki cümleyle.
Ne bir homurtu, ne şikâyet.
Çocuklar değil, askerlerdi artık.

Mert bir yandan Asena’yla çakmaklarını arıyor, diğer yandan terini siliyordu.
Eray hâlâ Umay’a bir şeyler anlatmaya çalışıyordu:
“Yani ben sadece ‘şırınga şekilli bulut’ gördüm dedim ya, veterinerlikle ilgisi yoktu!”

Umay kıkırdadı ama toparlandı, çantasını sırtladı.
Gamze, Memoli’ye dönüp ciddi bir ifadeyle,
“Beni bu gece gördüğüne dair bir ses kaydı yapmanı istiyorum. Yarın unutmuş olabilirsin,” dedi.

Memoli başını eğip çok profesyonelce ciddileşti:
“17 Ağustos, saat 20.35... Tanığım Gamze, biraz önce bana laf attı.”

Asena gülmekten çantasını düşürdü. Ama herkes, o enerjiyle bile dakik bir düzene girdi.

Minibüse binmeden önce bir kez daha yoklama aldım. Hepsi hazır, tam kadro.

Araca geçerken Gökçe yanıma yaklaştı.
“Yoruldun mu?” diye sordu.
“Hayır. Sadece zamanı kaçırmaktan hoşlanmam.”
“Biliyorum,” dedi gülümseyerek, “O yüzden yanında oturuyorum.”

Şoför koltuğuna geçtim. O ise sessizce yan koltuğa oturdu.
Geridekiler arka koltuklara dağıldı. Hafif bir uğultu vardı içeride, ama kimse yüksek sesle konuşmuyordu artık.
Bütün oyunlar, şakalar, kahkahalar... şimdi koltuk aralarına sıkışmış sıcak bir hatıraya dönmüştü.

Motoru çalıştırdım.
Toz hafifçe havalandı.

Kasrik Boğazı’ndan geri dönerken gece artık tamamen çökmüştü. Önümüzde sadece farların açtığı bir yol vardı. Ciddi, kararlı, kısa ama kıymetli bir yol.

Bir süre sessizlik oldu. Arka koltuklarda birkaç kişi çoktan uykuya dalmıştı bile.
Eray’ın başı Umay’ın omzuna düşüyordu arada, Umay da nazikçe yerine yaslıyordu.
Memoli kıkırdamayı bırakmıştı, bu tehlikeli bir işaretti ama kontrol altındaydı.
Gamze gözlüğünü çıkarmış, camdan dışarıyı izliyordu. Asena ve Mert fısıltılarla tartışıyordu, büyük ihtimalle hangi şaka daha iyiydi.

Ben ise yola odaklanmıştım.
Yol... hep bildiğim gibiydi. Ama bu sefer yan koltuğumda Gökçe vardı.

Gökçe camdan dışarı baktı.
“Burası bana çocukken pikniğe gittiğimiz bir yeri hatırlatıyor,” dedi.
“Çocukken en güzel yerler tehlikesiz gelirdi insana,” dedim.
“Şimdi?”
“Şimdi... tehlikeli yerleri güzelleştiren yanındaki insan oluyor.”

Bakmadım, ama hissediyordum. Hafifçe başını çevirdi bana.
Bir şey söylemedi. Ama bazen suskunluk... bir teşekkür gibidir.

Zaman daralıyordu. Önceliğim, çocukları üsse zamanında ulaştırmaktı.
Gökçe de bunu biliyordu.
Bana yardım etmiyordu.
Yanımda durarak güç veriyordu.

Birliğe yaklaştığımızda timi sessizce uyandırdım. Herkes, olması gerektiği gibi toparlandı.

Aracı durdurdum. Arka kapı açıldığında, çocuklar birer birer indi.
Askeri tavırla değil; ama saygıyla, sessizce.
Onları uğurlarken bir gözüm saate kaydı: 20:59

Tam zamanında.

Tim dağılmadan önce bana döndüler. Mert hafifçe eğildi:
“İzinliydik ama kendimizi daha çok tim gibi hissettik, komutanım.”
“Çünkü dışarıda da birliğiz,” dedim.
“Dışarısı da vatan.”

Aracı yeniden çalıştırdım. Şimdi sıra Gökçe, Umay ve Gamze’yi bırakmaktaydı.
Yol yine sessizdi. Ama bu kez sessizlik yorgunluktan değil...
Bir şeyin tamamlandığını bilmenin huzurundandı.

Aracı apartman girişinin yakınına çektim. Karanlık tam çökse de, gökyüzünde ay hâlâ takipteydi. Aracın farları birkaç taşın ve ağaç gövdesinin üstünü parlatırken motoru durdurdum.

Gökçe kapısını açtı, çıkmadan önce hafifçe bana döndü:
“Yorgun musun?”
“Evet. Ama iyi yorgunluklardan.”
“Günün sonunda hâlâ ayaktaysan, o yorgunluk kutsaldır,” dedi ve indi.

Ben de çıktım.

Umay ve Gamze önden yürümeye başladılar. Gamze hâlâ hafif sendeliyordu ama fark edilmesini istemez gibi, “Ben tamamen dengeye odaklı yürüyorum,” dercesine burnunu havaya dikmişti.

Umay ciddiyetle başını salladı:
“Bence hâlâ yoga yengeci fikri mantıklıydı.”
Gamze gülmemek için dudağını ısırdı:
“Yürüyen efsane oldun, seni kimse anlamadı, o yüzden de çok değerlisin.”

İkisi hafifçe gülerek uzaklaşırken, Gökçe yanımda durdu.
Birbirimize bakmadık hemen. Önce gecenin sesini dinledik.
Uzakta bir köpek havlıyordu. Hafif bir rüzgar vardı.
Ve başka hiçbir şey yoktu.

Sonra döndü bana:
“Bugün güzeldi. Gülmek... iyi geldi.”
“Bence sen uzun süredir gülmeyi hak ediyordun,” dedim.
Gülümsedi, gözlerini kaçırmadan:
“Senin yanında kendimi... çocukkenki halime yakın hissediyorum. Bu tuhaf mı?”
“Değil,” dedim, “Ben de bugün seni o halinle yeniden gördüm.”

Bir anlık sessizlik. Ama içi dolu.

Göz göze geldik.
Söylenecek on şey vardı belki ama... sadece bir tanesi yeterdi.
Ben söyledim:

“İyi ki geldin, Gökçe.”

Omuzlarını hafifçe kaldırdı, başını eğdi.
“İyi ki çağırdın.”

Sonra eli hafifçe koluma değdi, geçerken.
Ne tesadüf, ne kazara...
Ama tam da olması gerektiği kadar.

Adımlarını öne çevirdi.
Tam uzaklaşmadan önce, dönüp bir kez daha baktı.

“Senin bu sessiz ama çok şey anlatan halin... alışılmıyor ama bağımlılık yapıyor,” dedi.
“Benimki değil,” dedim, “Senin gözlerinin sustuğunda bile konuşması.”

Gülümsedi.
Gerçek, sade, içten bir gülümseme.
Son bir selam gibi.

Umay ve Gamze’ye yetişti.
Üçü birlikte kapıdan içeri girdiler.

Ben birkaç saniye daha orada bekledim. Ellerim cebimde. Başım hafif yukarıda.
Bir gece bitti. Ama sadece gün olarak.

Gökçe’nin gülüşüyle başka bir şey başlamıştı sanki.
Daha yavaş, daha sessiz... ama daha derin.

Arabaya geri döndüm.
Motoru çalıştırırken aynadan bir kez daha geriye baktım.
Karanlık her yeri kaplamıştı.

Ama içimde bir ışık yanmış gibiydi.

Bölüm : 21.08.2025 01:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...