
Yazarın Gözünden
Bu hayatta yaşadığınız en büyük acı neydi? Yaşamayı istemediğiniz, duymak istemediğiniz kelime hangisiydi? Kimileri, “Beni hiçbir şey yıkamaz.” der. Kimileri ise duygusal yanlarının, kırılganlıklarının farkındadır.
Sema altı aylık hamileydi. Üç ay sonra anne olacaktı. Hayali, sevdiği adamla mutlu bir yuvada yaşamaktı. Ama Sema bir asker yareniydi; bu yüzden hayatı kaygı ve endişelerle doluydu. İki gün önce eşi Mehmet ile konuşmuştu. Mehmet, operasyonun bittiğini ve yakında evine döneceğini söylemişti.
Sema mutfakta Mehmet’in en sevdiği yemekleri hazırlıyordu ki kapı çaldı. Kalbi hızla atmaya başladı. “Sonunda kavuşacağım ona.” diye düşünerek kapıya koştu. Ama kapıda sevdiği adam yerine komutan vardı. Yüzü düştü. Gözleri çaresizce etrafı taradı fakat Mehmet’i göremedi. Boğazına bir yumru oturmuştu, nefes almakta zorlanıyordu. Güç bulmak için elini karnına götürdü, kızının varlığını hissetmek bile acısını derinleştiriyordu.
Kapının önündeki ambulansı fark edince gerçeği anladı. Ama kendine konduramadı. Komutana baktı.
“Vatan sağ olsun.”
Duyduğu bu kelime Sema’nın yüreğini parçaladı. Dudaklarından gökleri inleten bir ağıt yükseldi. Etraftan geçenler acıyan gözlerle baktı. Komşular, “Dul başına ne yapacak?” diye düşündü. “O çocuk nasıl büyüyecek?” Sema acıya daha fazla dayanamayıp bayıldı. Tek isteği, sevdiği adamın yanına gitmekti.
Kendine geldiğinde, bunun bir kâbus olmasını diledi. Ama başında ağlayan annesini ve kayınvalidesini görünce kalbinde büyük bir boşluk hissetti. Mehmet’in çiçek açtırdığı yüreği taş kesilmişti. Bu acıyla nasıl yaşayacaktı? Zamanın unutturmadığını, sadece uyuşturduğunu biliyordu. Mehmet’in sesini, kokusunu, gülüşünü kaybetmek istemiyordu. Onsuz bir hayatı reddediyordu.
Artık insanların acıyan bakışlarına tahammülü yoktu. Gözünde tüm renkler solmuştu. Onu, sevdiği adama son kez veda etmesi için mezarlığa götürdüler. Ama kimse bilmiyordu: bugün yalnızca Mehmet’in değil, Sema’nın da cenazesi kaldırılacaktı.
Mezarlığa vardıklarında kalabalığı görünce bir an mutlu oldu. Mehmet unutulmamıştı. Yalnız değildi. Sandalyeye oturtulduktan sonra yanına kadın askerler geldi; destek olmak için. Ardından cenaze arabası yaklaştı. Ayrılığa atılan her adım Sema’nın kalbini biraz daha sıkıştırıyordu.
“Cenaze al!” sesini duyduğunda yıkıldı. Mehmet, dört meslektaşının omuzlarında geldi. Tabutu, musalla taşına bırakıldı.
Sema ağır adımlarla sevdiğinin yanına yürüdü. Bacakları titriyordu, sanki taşımak istemiyorlardı onu. En sonunda Türk bayrağına sarılı tabuta ulaştı. Sarıldı, ağladı, hıçkırıklarına hâkim olamadı. Askerler gözyaşlarını tutmak için çabalıyordu. Ama dik durmak zorundaydılar.
Sema doyasıya veda edemeden kollarından tutularak uzaklaştırıldı. Cenaze namazından sonra Mehmet’i ebedi yolculuğuna uğurladı. O gün gökyüzü bembeyazdı, tek renk Mehmet’in al bayrağa sarılı tabutuydu.
Cihangir’in Gözünden
“Ay akşamdan ışıktır
Yaylalar yaylalar
Yüküm şimşir kaşıktır
Dilo dilo yaylalar
Komşu kızını zapteyle
Yaylalar yaylalar…”
Ellerimi belimde birleştirmiş, erleri izliyordum. Yaklaşık iki saattir aralıksız koşuyorlardı. Her adımlarında yer titriyor, göğsüm gururla kabarıyordu. Bu çocukların tek bir amacı vardı: vatan için canını feda etmek. Hiçbirinin gözünde korkudan eser yoktu. Böyle yiğitler yetiştikçe ölsem de gam yemezdim.
Erlerin başına Mehmet’i görevlendirmiştim. Son zamanlarda çenesi biraz düştüğünden onu susturmanın da vaktiydi. Yanımdan gelen adım seslerini duyunca başımı çevirdim; Sarp ve Ercüment selam verip yanıma geldiler.
“Komutanım bitmedi mi ceza?” diye sordu Ercüment. Ona ters bir bakış attım. “Sence bitse hâlâ koşarlar mı, Ercü?”
Burun kemerimi sıktım, derin bir nefes verdim. “Mantıklı konuşup beni bozmasana, Ünal.” Sarp tam lafa girecekken öksürerek susturdum. Bazen kafa ütüleyecek noktaya geliyorlardı.
Mehmet, erlerin yanından ayrılıp yanıma koşarak geldi. Dizlerine yaslanıp nefes nefese konuştu:
“Komutanım, bitmedi mi hâlâ? Çocukların dermanı kalmadı. Ben idare ederim ama yazık onlara.”
Yüzündeki yorgunluk okunuyordu. “Burası ana kucağı değil asker ocağı, Güçlü!” dedim sertçe. “Yarın bir gün dağda terörist mi diyecek, ‘siz iki soluklanın biz bekleriz’ diye?”
Mehmet susup kaldı. Ben bile bu kadar yerinde bir cevap verebileceğimi düşünmemiştim. “Yarım saat sonra serbestler. Şimdi marş marş!” dedim. Selam verip yanımdan ayrılırken yüzündeki mutsuzluğu gizleyemedi. Ne kadar askerliği sevse de otuz sekiz derecede koşmaktan nefret ediyordu.
Sarp ve Ercüment keyifle ona bakıyordu ki cebim titredi. Telefon çalıyordu. Ekranda “Annem” yazıyordu. Gün içinde nadiren arardı; demek ki önemliydi. Açıp kulağıma götürdüm:
“Efendim, anacım.”
“Ah benim kınalı kuzum, nasılsın?” dedi annem, arkasında birkaç kadının sesiyle birlikte. Gülümsedim. Koca adam olsam da annemin sevgisi içimi başka türlü ısıtırdı. “İyiyim anacım, sen nasılsın?”
“Allah’a şükür, ben de iyiyim. Bak bir şey diyeceğim sana,” dedi çekingen bir sesle. Kaşlarım kalktı. “Bizim karşı komşu, Bursalı Serpil Teyzen vardı ya? Onun küçük kızı Gökçe…”
Yüzünü hayal meyal hatırladım. Çocukken zorbalık yapanları birlikte dövdüğümüzü, ardından salça ekmek yediğimizi anımsadım.
“Bildim anne. Ee?”
“Su gibi kız olmuş, hemşire olmuş. Ataması da Şırnak’a çıkmış. Bir görüşseniz mi?”
İşte konu yine evliliğe gelmişti. İki yıldır uğraştıkları şey. “Bakarız anne,” dedim sıkıntıyla.
“Ne demek bakarız oğlum? Ben torun sevmeyecek miyim?” Annemin sabrı taşmıştı. Pes ettim: “Tamam anne, görüşelim.”
“Oy benim kuzum! Gökçe yarın geliyor, otobüsten taksi gönder emi.”
“Tamam anne, hallederim. Hadi Allah’a emanet.”
Telefonu kapatınca derin bir nefes aldım. Sanki bu durumdan kaçabilirmişim gibi. Banka oturup düşündüm. Kendime bile itiraf edemiyordum ama evleneceğim kişi için üzülüyordum. Çünkü benim hayatım diken üstündeydi. Her gün endişe içinde yaşayacaktı. Bu yüzden evlilikten hep uzak durmuştum.
“Komutanım, kötü bir haber yoktur umarım? Yüzünüz düştü,” dedi Ünal.
“Annem bir kızla görüşmemi istiyor.”
Timle görev dışında abi-kardeş gibiydik. O yüzden rahatça konuştum.
“İyi de komutanım, bu rutin bir şey değil mi? İki yıldır deniyorlar zaten.”
Haklıydı ama bu kez farklıydı. “Öyle ama… ilk kez bir kızla buluşacağım.”
Mertcan kahkahalarla, “Komutanım sonunda bana eşlik ediyorsunuz demek!” diye çıkıştı.
“Ben senin gibi kadınların duygularını oyuncak etmem, Yılmaztürk,” dedim sertçe. O ise aldırmadı.
Erdinç gülümsedi. “Kim bilir, belki de gönlünüzü ısıtacak kişi odur, komutanım.”
“Belki,” dedim içimden. “Araba göndermek yerine kendim alayım diyorum. Abartı olur mu?”
“Yok komutanım, gitmeseniz kabalık olurdu,” dedi Asena.
Hâl ve hareketlerimi dikkatle izliyordu. “Bu kadar tedirgin olmayın, biz insan yemiyoruz,” diye takıldı.
“Bizden kastın kim?” dedi Mertcan kahkahalarla.
“Biz kadınlar,” diye karşılık verdi Asena. Onu kızdırmamak gerektiğini hepimiz bilirdik.
Kahkahalar arasında düşündüm: Ben nasıl iletişim kuracağım bu kızla?
“Komutanım, kendiniz olun. Yeter ki askerle konuşur gibi konuşmayın,” dedi Ercüment.
“Deli yürek gibi olmayın yeter,” diye ekledi Asena.
Bu kez hepimiz kahkaha attık. Belki de uzun zamandır ilk kez bu kadar gülüyordum. Ama içimde bir yerde hâlâ o korku vardı: Ya ona da yük olursam?
Kolumdaki saate baktığımda yarım saatin dolduğunu gördüm. Ayağa kalkıp derin bir nefes aldım, ardından bağırdım:
“Mali!”
Mehmet Ali koşarak yanıma geldi, selam verdi.
“Emredin komutanım.”
Cılkı çıkmış bir halde gözlerimin içine bakıyordu.
“Cezan bitti.”
Şükreder gibi başını sallayıp erlerin yanına gitti, dağılmalarını söyledi. Erler dağılır dağılmaz bizim yanımıza döndü. Yorgunluktan kendini çimlere bıraktı.
Tam o sırada taburdan bir asker koşarak yanımıza geldi. Hazır ol pozisyonuna geçti, selam verdikten sonra konuştu:
“Uzman Çavuş Mustafa Şimşek. Komutanım, Erdem Yarbay sizi ve timinizi toplantı odasında bekliyor.”
Başımı onaylarcasına salladım. Selam verip ayrılan askerin arkasından kısa bir süre baktım, sonra ayağa kalkıp yürümeye başladım. Timin tamamı arkamda beni takip ediyordu. Yeni gelen erlerin bize gurur ve hayranlıkla bakışları hoşuma gitmişti.
Sonunda karargâha vardık, toplantı salonuna geçtik. Sessizce oturup Erdem Yarbay’ı beklemeye başladık. İki dakika sonra, tüm heybetiyle içeri girdi. Ayağa kalkıp hazır ol pozisyonunda selam durduk.
“Oturabilirsiniz arkadaşlar,” dedi.
Erdem Yarbay elli iki yaşında olmasına rağmen hâlâ gençlere taş çıkarırdı. Bastığı her adımda yer sarsılırdı. Projeksiyona yansıyan görüntüyle birlikte konuşmaya başladı:
“Roşan El Habip.”
Ekrandaki fotoğrafta uzun sayılabilecek, yeni beyazlamaya başlamış saçları olan bir adam vardı. Kalın pala bıyığı, çatık kaşlarıyla tam bir at hırsızına benziyordu. Elleri arkasında birleşmiş, kameraya dik dik bakıyordu. Arkasında ise örgüte katılmış kadınlar, genç kızlar...
“Kendisi sözde ülke kurabileceğine inanan bir terörist. Belirli köylerden çocukları ve gençleri kandırıp savaşa ikna ediyor. Ülkemizin pek çok bölgesine suikast düzenlemiş, ama başarılı olamamış. Son günlerde Şırnak sınırında hareketlilik tespit edildi. Roşan’ın Türkiye’de olmadığı kesin. Planlarını sağ kolu El-Mahmud yürütüyor. O da kırmızı bültenle aranan bir terörist. Öldürdüğü insanların kimlikleriyle yaşamına devam ediyor. Şu an nerede olduğu belirsiz.”
Yumruğumu sinirle sıktım. Onca masum insan bu canilerin elinde katlediliyor, çoğunun mezarı bile olmuyordu. Kim bilir hangi kurtlara, hangi domuzlara yem olmuşlardı?
“Sınıra kırk dakika uzaklıktaki bir mağarada hareketlilik tespit ettik. Termal kameralarla insan olduklarını netleştirdik.”
Tim dikkatle dinlerken Ercüment söz aldı:
“Komutanım, gösterdiğiniz mağaranın kuzeyinde küçük bir köy var. Mağaraya girenler çoban olamaz mı?”
Harita bilgisiyle tanınan Ercü haklı bir noktaya değinmişti.
“Dronlarla silahlı olduklarını tespit ettik. Köylü olma ihtimali yok. Bu akşam operasyona çıkıyorsunuz. Mağaraya kadar araçla gideceksiniz. Yarım saatlik yürüyüşten sonra emir-komuta Kızılok’ta.”
Erdem Yarbay son sözünü söyleyip çıktı. Ardından baka kaldım. Bu gece operasyon vardı ve tek isteğim, sabaha işimin olmamasıydı.
“Çantada keklik,” dedi Mertcan.
Kaşımı kaldırdım. “Ne?”
Tüm kendinden emin haliyle bana baktı.
“İşimiz en fazla iki saat sürer komutanım.”
Mertcan çoğu operasyonda en önde olmak isteyen bir deliydi. Bu yüzden ona “Deli Yürek” diyorduk. Öldürdüğü her terörist için sevinir, enerjisi iki katına çıkardı.
İki saat lafı işime gelmişti. Yarın için yerine getirmem gereken bir sorumluluk vardı.
“Mali, yarın için birini görevlendir. Olur da sabaha işimiz bitmezse otogara araba göndersin. Kızı boş yere bekletemem.”
“Komutanım aşk olsun, bana güvenmiyor musunuz?” dedi Mert, sahte bir edayla gözlerini silerek.
“Bu konuda sana güveniyorum. Lakin kendini fasulyeden nimet sanan mallara güvenmiyorum.”
“İyi o zaman, ben de üzülmüyorum,” dedi. Mert kolay kolay üzülmezdi ama öfkesinin ne zaman patlayacağı da belli olmazdı.
“Tabii üzme kendini oğlum,” dedim. “Sen üzülürsen ben nasıl yaşarım?”
Benim numaramı anlayıp bozmadı.
“Ağlamayın komutanım, beni de ağlatacaksınız.”
Tim kahkahalara boğuldu.
“Neyse,” dedim, “bırakalım gevezeliği. Antrenmana gideceğim. Gelmek isteyen?”
Görevden önce vücudumu açar, kaslarımı hazırlardım. Ayağa kalktığımda Sarp, Asena ve Mehmet Ali de bana katıldı.
Antrenmandan sonra koğuşta hızlı bir duş aldık, mühimmat odasına geçtik. Siyah üniformalarımızı giyip yeleklerimizi taktık. Ceplerimizi tek tek doldurduk, silahlarımızı ve şarjörlerimizi kontrol ettik. Sorun olmadığından emin olunca postallarımın bağcıklarını sıktım. Artık tamamen hazırdım.
Timin geri kalanına baktım. Hepsi hazırdı. İçimde kabaran gurur tarifsizdi. Onlara gözüm kapalı canımı emanet edebilirdim. Biz Gökbörü Timiydik. Bu vatan uğruna koşulsuz can verecek sekiz şanlı Türk askeri.
Gökbörü Timi
Üsteğmen Cihangir Kızılok
Teğmen Sarp Ünal
Uzman Çavuş Eray Çakır
Uzman Çavuş Mehmet Ali Güçlü
Astsubay Kıdemli Çavuş Erdinç Akkaya
Asteğmen Ercüment Yılmaz
Astsubay Başçavuş Mertcan Yılmaztürk
Milli İstihbarat Görevlisi Asena Türkoğlu
Hepsi silah arkadaşımdan öte, can yoldaşım ve candan öte kardeşimdi. Hepsi için gözümü kırpmadan canımı verirdim. Ercüment ile aynı yaştaydık, birlikte birçok göreve çıkmıştık. Kendisi harita bilgisiyle canlı konumumuzdu. Bölgelerdeki çoğu yeri ezbere bilirdi. Mertcan timin delisiydi, düşman askerleri onunla karşı karşıya gelmek istemezdi. Sarp henüz yirmi beş yaşındaydı, mesleğinde oldukça başarılıydı. Erdinç timdeki abimizdi; kendisi otuz iki yaşında ve iki çocuk babasıydı. Ayrıca çok iyi bir avcıydı. Eray bomba imhada görevliydi, kendisi yirmi üç yaşındaydı. Mehmet Ali, olası bir yaralanmada ilk müdahaleden sorumluydu. Bizim göz bebeğimiz olan Asena ise milli istihbarattan sorumluydu. Mesleği gereği dört dil biliyordu.
Bu şanlı bayrağı göğsümde onur ve gururla taşıyordum. En başından beri kurduğum hayalimi gerçekleştirmiş, bir kez bile vazgeçmemiştim. Etrafımdaki çoğu kişi “Gençliğine yazık ediyorsun.” demişti. Genç yaşta ölmemden bahsediyorlardı. Yazıldıysa anlıma, o güzel şehadet şerbetinden içmek… Kana kana içerdim. Sonuçta bir Cihangir gider, bin Cihangir gelirdi.
Arabaya ulaştığımızda tek tek binmiş ve yol almaya başlamıştık.
“Komutanım, tespitlerime göre mağara iki çıkışlı. İçeride tünel olup olmadığı ise belirsiz.” Ercüment’in sözleriyle başımı salladım.
“Mağaraya girmeden etrafını detaylıca kontrol ederiz. Mali, sen araba işini hallettin mi?”
Mehmet beni başıyla onayladıktan sonra söze atıldı:
“Hazır komutanım, saat sekizde otogarda olacak.”
“Deli yürek, aklına eseni yapmak yok. Emir almadan hareket etmeyeceksiniz, anlaşıldı mı?” Mertcan’ın kafası attığı zaman gözü dönüyordu.
“Anlaşıldı komutanım.” Tim hep bir ağızdan beni onayladı.
Araziye girmeden şoföre farları kapatmasını söylemiştim. Araçtan tek tek indiğimizde ilk işimiz etrafı kolaçan etmekti. Bundan sonra ayın ışığı bize eşlik edecek, yolumuzu aydınlatacaktı. Boş arazide yürüseydik kolaylıkla fark edilebilirdik. Bu yüzden kalan yolu ormanlık alandan geçirecektik. Önden ben giderken tim sırasıyla beni takip ediyordu. Oldukça hızlı ama sessiz hareket ediyorduk; avına sinsice yaklaşan bir avcı gibi.
Yolun sonunda mağara görüş alanımıza girdiğinde mağaranın önünde iki kişi nöbetteydi. Mağaraya arkamı dönüp time baktım. Hepsi vereceğim emri bekliyordu. İlk olarak sağ elimle Asena ve Sarp’ı işaret ettim. Sağ tarafı kontrol etmeleri için emir verdim. İkinci olarak Eray ve Erdinç’in sol tarafı kontrol etmesi için emir vermiştim. Üçüncü takımda Mali ve Mertcan vardı. Onlar arka tarafı kontrol edecek ve orada bekleyeceklerdi. Gerçi sadece Mertcan’ı görevlendirseydim de tek başına yeterdi. Son olarak Ercüment ile ben burada bekleyecektik.
Çok geçmeden tim yanımda toplanmıştı.
“Sağ tarafta bir hareketlilik yok, komutanım.”
Başımı Erdinç’e çevirdim.
“Sol taraf temiz, komutanım.”
Kulaklığıma dokunup konuştum:
“Mali, durum ne?”
“Herhangi bir hareketlilik yok komutanım.”
Mağaraya tekrar baktığımda bir pikap geldiğini gördüm.
“Operasyona başlıyoruz.”
Pikaptan dört kişi inmiş ve kapıda bekleyen teröristlerle konuşmaya başlamıştı. Silahlarımızın ucuna susturucu takıp teröristlere ateş ettik. Bir kurşunu bile ıskalamadan bütün teröristleri etkisiz hale getirdikten sonra mağaraya doğru yürümeye başladık.
Mağaradan sızan ışıktan ateş yakıldığını anlamıştık. Teröristlerin sesinden kalabalık olduklarını anlamak zor olmamıştı. Zaten bu ödleklerin az kişi dolaştığı nerede görülmüştü? Mağaraya ilk ben girdim ve duvara yaslanarak yürümeye başladım. Gölgemizden belli olmak istememiştim. Kafamı hafifçe yana eğdiğimde mağarada yedi kişi saymıştım. Sağ çaprazımızda oda gibi bir yer vardı ve buradan ses duymuştum. Eğer oradaki terörist çıkarsa direkt olarak benimle karşı karşıya gelecekti. Bu yüzden hiç düşünmeden odaya daldım, tahminlerimin doğru çıkması beni şaşırtmamıştı. Bu odacıkta sadece bir kişi vardı ve sırtı bana dönüktü. Yavaşça ona yaklaştım ve kolumu boynuna doladım. Boğularak gebermesine neden olduktan sonra bulunduğum yerden dışarı çıktım.
İşaret verdikten sonra tim ile aynı anda ateş yakılan yere girip ateş açtık. Teröristler ne olduğunu anlamadan gebermişti. Ta ki bilmediğimiz yerden bir grup çıkana kadar. Şanslıydık ki mağarada kayalıklar vardı. Hızla kayalıkların arkasına geçip siper aldık. O sırada teröristler bize ateş açmakla meşguldü.
“Hepiniz gebereceksiniz!” Bozuk bir Türkçe ile bizi tehdit ediyordu.
“Bak yanındaki kansızları uyarman çok iyi oldu.”
“Boş laf yapma da ortaya çık, komutan!”
İlk önce sağ tarafıma sonra sol tarafıma baktım. Tim alması gereken mesajı almıştı.
“Hay hay.”
Elimle üçe kadar saydım ve tim ile aynı anda hızla kalkıp ateş ettik. Hepsi birer leş olmuştu. Yürümeye başladığımda tekrar bir oda görmüştüm. Burada saklanmak için yapılmış bir yere benziyordu. İçeri girdiğimde iki tane sandık gördüm. Büyük ihtimalle silah sandıklarıydı.
“Eray.” Olası bir tuzağa karşı Eray’ı çağırmıştım.
“Emredin komutanım.”
Elimle sandıkları gösterdim.
“Bak bakalım tuzaklamışlar mı?”
Eray emrimi duyar duymaz sandıklara yönelmiş ve kontrol etmeye başlamıştı. Mağaranın ikinci çıkışına yöneldim. Mali ve Mertcan’dan ses soluk çıkmamıştı. Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara beni şaşırtmıştı.
Mertcan üç, Mali de iki teröristi dövüyordu. Ancak teröristlerde hiçbir şekilde yaşam belirtisi yoktu.
“Ne yapıyorsunuz lan?”
Mertcan elindeki adamı yere attı.
“Ağzına sıçtıklarımın ürettiği silahlar tutukluk yaptı, komutanım.” dediğinde hırsını alamayıp adama tekrar tekme atmıştı. Altını çizmek isterim: ölü adama… Mali hepsine tiksinerek bakıyordu.
“Oğlum, sen deli misin? Silah tutukluk yaptı diye adamları niye döverek öldürüyorsun? Sık kafalarına, geberip leş olsunlar işte!”
Mertcan ters bir bakışla cesetlere baktı ve üzerlerine tükürdü.
“Bunlar benim devletimin kurşununa bile değmez, komutanım.”
Bizim vatanımızın evlatları böyle olduğu sürece bu vatana zeval gelmezdi. Mertcan ile konuşurken tim elinde sandıklarla geldi.
“Komutanım, sandıklar silahlarla dolu. Herhangi bir tuzakla karşılaşmadık.”
Sandıkları alıp devlete teslim edecektik. Buluşma yerine doğru gidecekken duyduğum sesi net almak için time “Sessiz” komutunu vermiştim. Eğer yanılmıyorsam bu ses bir pikaba aitti ve her geçen saniye bize yaklaşıyordu. Tim ile yan yana dizilmiş, yeni kurbanlarımızı bekliyorduk. Yavaşça önce önümüzdeki toprak, sonrasında üzerimiz far ışığıyla aydınlandı.
Teröristler bizi gördüğünde korkup kaçmaya çalışsa da başarısız olmuştu; çünkü Ercüment ve Erdinç arabanın tekerleğine iki el ateş etmiş, tekerleğin patlamasına sebep olmuşlardı. Işıklardan dolayı hedefi doğru düzgün göremeyeceğimiz için Sarp ve ben farlara sıkmış, farların patlamasını sağlamıştık. Teröristler kapıları açıp arabadan iner inmez bize ateş açmaya başlamışlardı. Ancak bize doğru düzgün bakamadıkları için kurşun bize isabet etmiyordu.
Arabadan beş kişi, kasadan üç kişi olmak üzere toplam sekiz kişi inmişti. Her birimize bir adam düşüyordu. Sanki daha önceden anlaşmış gibi her birimiz farklı kişilere sıkmış ve hepsini etkisiz hale getirmiştik.
“Sandıkları alın, gidiyoruz.”
Ben yürümeye başladığımda tim de sandıkları alıp beni takip etmeye başlamıştı. Böylelikle bir görevden daha alnımız ak bir şekilde çıkmıştık.
Askeriyeye ulaşır ulaşmaz Erdem Yarbay’ıma bütün bilgileri verdikten sonra mühimmat odasına girdim. İlk olarak silahımı ve yeleğimi çıkarttıktan sonra, taşımaktan gurur duyduğum üniformamı çıkartıp sivil kıyafetlerimi giyindim. Şahsıma özel olan tabancayı alıp askeriyeden çıktım ve lojmana doğru yürümeye başladım. Lojmana geldiğimde dört katı merdivenle çıktıktan sonra anahtarımı aldım ve kapıyı açtım.
Eve girer girmez ayakkabılarımı çıkardım ve doğruca banyoya geçtim. Sıcak bir duş bütün yorgunluğumu alacaktı. Duştan çıkıp telefonuma baktığımda annemin mesajını gördüm. Mesajda, “Gökçe saat onda burada olacak.” yazıyordu. Her ihtimale karşı misafir odasına yeni çarşaf serdim, sonra odama geçip dinlenmeye çekildim.
Sabah gözümü açar açmaz saate baktım. Henüz yediydi. Yataktan kalkıp spor kıyafetlerimi giydim, yatağı topladım, evdeki ufak tefekleri düzelttim. Telefonumu ve anahtarımı alıp dışarı çıktım. Sabahın erken saatleri olduğu için sokaklar sessizdi. Kedilerin ve köpeklerin sesleri dışında hiçbir şey yoktu. Mahallenin bilinen köpeği Karabaş yanıma gelince başını okşamadan edemedim. Önce biraz yürüdüm, Karabaş da bana eşlik etti. Yanımızdan geçen arabalara havlayarak adeta beni korumaya çalışıyordu. Koşmaya başladığımda ise geri dönmeyi tercih etti.
İki saatlik koşunun ardından eve dönüp hızlıca bir duş aldım. Yine de her ihtimale karşı evi toparladım. Ardından anahtarlarımı alıp arabaya bindim ve otogara doğru sürdüm.
Otogara vardığımda bir kavga olduğunu fark edip arabadan indim. Koşarak yaklaşırken gözüme çarpan ilk kişi Azad Kalender’in oğlu Şiyar Kalender oldu.
“Karı halinle sen ne karışisen?” diye bağırıyordu.
“Sana buradan bir uçarım, o zaman görürsün anyayı Konya’yı. Benim tepemin tasını attırma!”
Kalender aşireti köklü ve büyük bir aşiretti. Babası Azad Kalender’i yakından tanırdım; sakin ve yardımsever bir adamdı. Ama Şiyar, girdiği her ortamda mutlaka olay çıkarmayı başarırdı.
“De get işine, senin gücün bağa yetmez.”
O anda kavga eden kadının Gökçe olduğunu fark ettim. Gökçe tam Şiyar’a uçacakken onu havada yakaladım. Şiyar beni görünce birden toparlanıp sesini kıstı.
“Hoş gelmişsen, komitan.”
Gökçe’yi yere indirdim, kısa bir an bakıştık.
“Misafirime ne hakla bağırıyorsun Şiyar?”
Şiyar duyduklarından sonra gözlerini büyüttü. Gökçe ise olanları açıklamaya başladı:
“Bu münasebetsiz, parası olmayan adamın otobüse binmesine izin vermedi. Ben ödeyim dediğimde de ‘senin paran burada geçmez’ dedi.”
Hızla Şiyar’a döndüm. Azad Kalender böyle bir şey yapmazdı, ama Şiyar’ın kavgacı huyu yine kendini göstermişti.
“En sonunda kelepçeyi takacağım sana. Bulunduğun her yerde ağalık taslayamazsın! Senin ağalığın adalete, devlete sökmez. Haddini bil!”
Şiyar boynunu eğdi. “Affedesin komitan, cahilliğime veresin.”
Sıkıntılı bir nefes verdim.
“Bundan sonraki en ufak olayında kelepçeyi takarım. Doğru nezarethaneye gidersin.”
Sonra otobüs şoförüne döndüm.
“Bu adamın yol masraflarını bana yazın.”
Şoför başını öne eğerek onayladı. Diğer yolcu ise mahcup bir şekilde kenarda bekliyordu.
Valizleri alıp arabaya doğru yürüdüm. Bagaja yerleştirdikten sonra kapıyı açıp Gökçe’nin binmesini bekledim. Arabayı çalıştırıp yola koyulduk.
“Kalacak bir yer buldun mu?” diye sordum.
Gökçe çekingen bir tavırla, “Şey… henüz değil,” dedi.
Arabayı lojmana doğru sürdüm.
“Kalacak yer bulana kadar benim yanımda kalırsın. Göreve çıkarsam evde sadece sen olursun, rahat edersin.”
Gökçe elleriyle oynuyor, arada bana bakıyordu.
“Rahatsız etmeseydim, ben geçici süreliğine otelde de kalabilirim.”
Lojmana varmıştık. Arabayı park edip kontağı kapattım, Gökçe’ye baktım.
“Duymamış olayım. Eğer rahat edemezsen ben kışlada kalırım, problem değil.”
“Yok, sorun olmaz,” dedi kısık sesle.
Arabadan inip valizi bagajdan aldım. Gökçe’nin de indiğinden emin olduktan sonra arabayı kilitledim. Eve doğru hızlı adımlarla yürüyordum ki, Gökçe koşar adımlarla yetişmeye çalıştı.
“Pardon, yavaşlamayı düşünmez misin?” dedi.
Olduğum yerde durup aramızdaki mesafeye baktım.
“Kusura bakma, alışkanlık.”
Beraber apartmana girdik. Bu kez merdiven yerine asansörü tercih ettim. Katın tuşuna bastım, gözlerimi yere diktim.
“Şey… ev arkadaşı arayan bir tanıdığın var mı?” diye sordu.
Asansörden çıkıp anahtarla kapıyı açtım.
“Aklıma gelen biri yok ama istersen Asena’ya sorabilirim.”
Gökçe ayakkabılarını çıkarıp salona geçti.
“Asena kim?”
Valizi yere bıraktım.
“Manevi kardeşlerimden biri.”
Gökçe salona göz attı, sonra koltuğa oturdu.
“Bu arada tanışma fırsatımız olmadı. Ben Gökçe,” diyerek elini uzattı.
Elini sıktım, ben de koltuğa oturdum.
“Ben de Cihangir. Memnun oldum.”
Mahcup bir gülümseme ile önüne düşen saçını arkaya attı.
“Saçma oldu değil mi?”
Kahkaha atıp başımı salladım.
“Hayır, tabi ki de.”
Gökçe sormak ister gibi görünüyor ama çekiniyordu.
“Sor hadi,” dedim.
Şaşırmıştı.
“Neden asker oldun?”
Kafamdan geçen ilk cevap, “çünkü mermilerin sihrine inanıyorum” oldu ama kendime engel oldum.
“Çocukluk hayalimdi,” dedim.
“Anladım,” diye karşılık verdi.
Belki başka sebepler de vardı ama bunu kendime bile itiraf edemiyordum. Çoğu kişi için askerlik korkutucu bir meslek olsa da benim için onurdu. Bir gün hasta yatağında yaşlanarak ölmektense, vatan için can vermek bana her zaman daha cazip gelmişti.
“Korkmuyor musun peki?”
Gelen soru ile düşüncelerimden sıyrılıp Gökçe’ye baktım. Hayatımı merak eden birinin olması bana garip geliyordu.
“Neyden?”
Gökçe artık bana alışmaya başlamıştı. İlk geldiğindeki çekingen tavrı kaybolmuştu.
“Savaşmaktan.”
İlk görevime çıkarken içimde ufak da olsa kaygı vardı. Başarısız olup şehit olmaktan korkuyordum. Fakat hiç beklemediğim kadar başarılı olmuştum.
“İlk görevde tedirgin olmuştum evet ama sonrasında hiç korkmadım. Ne savaşmaktan, ne vurulmaktan, ne de şehit olmaktan.”
Şehitlik öyle bir mertebeydi ki her yiğide nasip olmazdı.
Konuyu dağıtmak istercesine sordum:
“Bu arada aç mısın?”
Gökçe’nin cevap vermesine fırsat kalmadan midesi guruldayarak söze dahil oldu. Utancından yüzü kızardı.
“Aldım ben mesajı, koridorun sonundaki odayı senin için hazırladım.”
Gökçe başını eğip karnına baktı, belli ki midesine sövüyordu içinden.
“Tamam, teşekkürler.”
Gökçe hatırladığım kadar tatlı, bir o kadar da güzeldi. Sarı saçları, yeşil gözleriyle buraya ait değilmiş gibiydi. Yüzündeki masumluk korunmaya ihtiyacı olduğunu gösteriyordu, ama içindeki hırçınlık kimseye minnet etmeyeceğini de belli ediyordu. Çocuk ruhlu ama bir o kadar da olgundu.
Şu an beni test ediyordu. Nasıl biri olduğumu kendi içinde tarttığına emindim. Değerlendirmesi bittiğinde, hak ettiğimi düşündüğü muameleyi gösterecekti bana. Çocukken de böyleydi; önce mesafeli olur, sonra açılırdı.
Odasına doğru giderken arkasından bakmakla yetindim. Tam o sırada kapı çaldı. Ayağa kalkıp kapıya yürüdüm. Gökçe de kendi odasının kapısını aralayıp beni izliyordu.
Kapıyı açtığımda karşımda lojmanın ayran gönüllüsü ‘Deli Melahat’ vardı. Elinde tabak, üzerinde ise fazlasıyla cüretkâr bir kıyafet…
“Melahat abla?”
Melahat beni baştan aşağı süzdü, sonra göz kırptı. Şaka değil, bu kadından teröristlerden korktuğumdan daha çok korkuyordum. Yıllardır koruduğum namusum bu kadın yüzünden tehlikedeydi.
“Abla deme, lazım olur.” dediğinde kaşlarını indirip kaldırdı.
O sırada Gökçe yanıma gelip elimi tuttu.
“Kim gelmiş balım?”
Bu tavrı hoşuma gitmişti. Önce birleşmiş ellerimize, sonra da o yeşil gözlerine baktım.
“Komşumuz Melahat abla gelmiş.”
Özellikle ‘abla’ kısmını vurguladım.
Deli Melahat, Gökçe’ye kinle bakıyordu.
“Üzümlü kek yaptıydım da yazık, komutan yalnızdır diye getireyim dedim.”
Melahat’ın uzattığı tabağı Gökçe sertçe geri itti.
“Komutanın üzüme alerjisi var. Hem artık yalnız da değil, ben varım. Yani sana gerek kalmadı, Melahat abla.”
Melahat’ın konuşmasına fırsat kalmadan kapıyı yüzüne kapattı. Şaşkınlıkla Gökçe’ye baktım.
“Unutmamışsın.”
Küçükken Gökçe sürekli kek almak isterdi. Ama benim üzüme alerjim olduğu için meyveli değil, hep kakaolu kek alırdı. Bir kez bile şikâyet etmemişti. Bunu hâlâ hatırlaması beni duygulandırmıştı.
Sırıtarak ona baktım. O ise ters ters bakıyordu.
“Ne sırıtıyorsun öyle, ayrıca neyi unutmamışım?”
“Üzüme olan alerjimi.”
Kaşlarını çattı, ellerimizi ayırdı. Sanki umurunda değilmiş gibi davranıyordu.
“Attım tuttum, ne var yani?”
Onun bu inkârına kahkaha attım. Sinirlenmeye çalışsa da bana göre çok tatlıydı.
“Odama gidiyorum ben!” dedi, saçlarını savurup hızlı adımlarla uzaklaştı.
Ben de mutfağa geçtim. Dolabı açtım ama içerisi bomboştu. Çoğu zaman görevde olduğum için evde yiyecek kalmıyordu. Küçük bir liste yazıp Mali’ye gönderdim, on beş dakika verdim. Çayı demleyip oturdum.
Çok geçmeden kapı çaldı. Önce kapı deliğinden baktım; Mali’ydi. Koşmaktan nefesi kesilmişti.
“Komutanım siparişleriniz.”
Poşeti uzatırken bana sorgulayan bakışlar atıyordu.
“Komutanım, Efnan yenge buraya geldi. Hatta karşı daireyi tutmuşlar.”
Bu haber beni mutlu etti. Erdinç aylardır sevdiği kadına hasret çekiyordu. Diğer yandan, Gökçe için de iyi olmuştu; arkadaş geliyordu.
“Bugün bu sitedeyiz komutanım, eşya taşıyacakmışız.”
Erdinç yaşını kendi lehine kullanır, tim de kıramazdı. Yardım ise bizde sorgusuz kabul edilirdi.
“Tamam, akşam geliriz belki.”
Mali kaşını kaldırıp sırıttı.
“Biz kim, komutanım?”
Elimi yanağına koyup hafifçe vurdum.
“Sana ne lan? Hesap mı vereceğim sana?”
Mali toparlandı, ciddileşti.
“Emredersiniz komutanım.”
Onu severdim. Hem sıcak kanlıydı hem de bana geçmişimden birini anımsatıyordu. Merdivenlere yönelince kapıyı kapattım, mutfağa döndüm. Simitleri ve poğaçaları tabağa koydum, kahvaltılıkları masaya dizdim. Çay da hazırdı.
Gökçe’yi çağırmak için odasına gittim. Bağırmak istemedim, kapıyı tıklattım. İçeriden ses gelince başımı uzattım.
“Kahvaltı hazır küçük hanım.”
Gökçe pijama altı ve yarısı eksik bluz giymişti. Saçını tepeden toplamış, tam anlamıyla ev moduna geçmişti.
Yerdeki tavşanlı terliği gördükten sonra şaşırmak pek mümkün değildi benim için. Gökçe küçükken peluş şeylere bayılırdı, bu yüzden kendi evlerinde peluş tulumlarla gezerdi. Şu an kucağında olan uyku arkadaşı “Pofuduk” adlı ayıcık olmadan uyuyamazdı.
“Geliyorum hemen.” Başını salladıktan sonra mutfağa geçtim. Hazırladığım masaya baktığımda oldukça iştah açıcı göründüğüne karar verdim. Kendi sandalyeme oturup simide uzandım ve yemeye başladım. Ağzımdaki simidi yumuşatmak için üzerine çayımdan bir yudum aldım ve o nefis tat karışımına tanıklık ettim. Yemek yerken aldığım zevkle beraber gözlerim kapanmıştı. Kahvaltımı normalden geç yapınca oldukça acıkmıştım.
Duyduğum ayak sesiyle Gökçe’nin geldiğini anlamıştım ancak gözlerimi açma gereğinde bulunmadım. Gökçe sandalyeyi çekip oturduğunda gözlerimi açtım ve ikinci dilimi de aldım.
“Afiyet olsun.”
Gökçe’ye bakmadan başımı salladım ve çayımdan bir yudum aldım. Bu zamana kadar evde yemek yerken yalnız olduğum için konuşma alışkanlığım yoktu. Sanırım bu alışkanlığı Gökçe kıracaktı.
Gökçe benim aksime, aldığı simidi bölerek yemeyi tercih etmişti. Yemek yerken oldukça sakin hareket ediyordu.
“Karşı daireye bir abim taşınıyor, karısı ve çocukları da var. Akşam gidip tanışmak ister misin?”
Ben akşam gidecektim fakat Gökçe’yi peşimde sürüklemek istemiyordum. Eğer gelecekse de kendi isteğiyle gelmesi daha doğru olurdu.
“Niye akşam gidiyoruz? Buradalarsa şimdi gidelim, yardım edelim.”
Yalan söylemeye gerek yok, bu cevabı almayı hiçbir şekilde beklemiyordum. Artık Gökçe’nin yalnız kalmayacağına ve burada güzel dostluklar edineceğine emin olmuştum. Gökçe oldukça cana yakın ve yardımsever bir kızdı. Anlaşılan yıllar ondan hiçbir şeyi götürmemişti; aksine fazlasıyla güzellik katmıştı.
“Olur, gidelim.”
Cevabımla Gökçe hafif bir tebessüm ile karşılık vermişti. Doyduğumda bardağımdaki çay da bitmişti. Doldurmak için ayağa kalkacağımda Gökçe benden önce davranmış, bardağımı alıp çay doldurmaya başlamıştı. Bu hareketine karşılık oldukça şaşırmıştım.
“Teşekkür ederim de ben hallederdim, keşke zahmet etmeseydin.”
Gökçe kendi çayını da doldurup sandalyesine oturdu.
“Ne zahmeti, olur mu öyle şey? Hem sen de benim için onca şey hazırlamışsın.”
Çayıma şeker atıp karıştırdıktan sonra çay kaşığını masaya koydum. Dumanı hâlâ üzerinde olan bardaktan bir yudum aldım.
“Akşam Asena da gelir mi?”
Bu sorunun neden geldiğini merak etmedim bile, çünkü anlamıştım ki evi olan doktor arkadaşımız “Ev arkadaşı istiyor mu?” diye soracaktı.
“Gelir büyük ihtimalle.”
Yemeğin sonlarına doğru apartmanda sesler yükselmeye başlamıştı. Bizimkilerin geldiğini tahmin ederek kapının deliğinden baktım ve yanılmadığımı anladım. Karşı dairenin kapısı açıktı. Kapıyı açtığımda karşımda Mertcan ve Mehmet Ali’yi gördüm.
“Lan oğlum, kaldırsana yukarıya.”
Mertcan ve Mehmet Ali yemek masası taşıyordu. Anlaşılan Erdinç’in gazabına uğramışlardı.
“Daha ne kadar kaldırabilirim Mert? Superman falan mıyım ben?”
Kollarımı bağdaştırıp kapıya yaslandığımda yanıma Gökçe de geldi.
“Yok yok, Batman’lik yakışır sana.”
Mertcan’ın bu esprisine karşılık tiksinircesine baktım. Benim anladığım espriyi Mali anlamamıştı ve durduğu yerden Mert’e baktı.
“Ne alaka lan?”
Beni ilk fark eden Mertcan olmuştu. Başıyla selam verdikten sonra gözleri yanımdaki Gökçe’ye kaydı. Mertcan’ın durma nedenine bakan Mali ilk başta tökezlese de hemen toparladı.
“Batman’li olduğun için böyle saçma bir espriye maruz kaldın.”
Açıklamamla beraber Mehmet Ali ters bir bakış attıktan sonra havaya tükürmüştü. Gökçe dediklerimle ciddi olup olmadığımı sorguluyordu.
“Ben senin yapacağın esprinin kalitesini si–”
Mehmet Ali, konuşmaya şahitlik eden Gökçe’yi hatırlayıp küfrü etmeden sustu. En sonunda konuşmak yerine masayı eve bırakıp tekrar aşağı indiler.
Akşama kadar çoğu mobilyayı tim ile taşıdıktan sonra evin yerleşmesine sıra gelmişti.
“Erdinç dikkat et!”
Sesinden sonra yere düşen koliden kırılma sesleri gelmişti. Efnan’ın uyarısı boşa gitmişti. Erdinç düşürdüğü koliye baka kalmıştı.
“Sakin olacağım…”
Efnan, Erdinç’in sakarlığına derin bir nefes alıp sakince mutfağı terk ettiğinde hepimiz rahat bir nefes almıştık. Bu tarz durumlarda Efnan oldukça gergin ve sinirli oluyordu. Bu yüzden Erdinç her adımını tedirginlikle atıyor, dikkat ediyordu.
“Ben dağda terörist kovalarken bu kadar gerilmiyorum ya.”
Erdiç düşürdüğü koliyi alıp açtı ve içindeki sağlam bardakları tek tek çıkardı. Bu sırada Gökçe de bardakları dolaplara yerleştiriyordu.
“İnanır mısınız, bazen ben bile geriliyorum.”
Bu cümlelerin sahibi güya korkusuz olan Mertcan’a aitti.
“Woahhh!”
Arkamda hissettiğim hareketlilik ve hafif esintinin sebebi tamamen Tuna’ya aitti. Gelir gelmez boynuna çarşaf bağlamış ve oyun oynamaya başlamıştı.
“Kahrol düşman, alsana bombee!”
Kapıdan uzanıp baktığımda yerde yatan Mali’nin üzerinde oturan Tuna’yı gördüm.
“Lan oğlum, hani biz dosttuk?”
Tuna, Mali’ye sert olmayacak bir tokat attı.
“Sus, ben bir Süpermen olarak Batman’den nefret ederim.”
Duyduklarımla küçük bir kahkaha attığımda Mertcan sinsice sırıtıyordu. Bütün bunlar onun başının altından çıkmıştı ve bu çok netti.
“Yav ben Batman değilim ki.”
Tuna ayağa kalktı ve bir ayağını Mali’nin karnına bastırdı. Sonrasında Mali’nin pes ettiğini görünce ablasıyla paylaştığı odaya koştu. İlk olarak o odayı yerleştirmişti; Efnan’ın tek isteği Tuna’nın oyuncaklara dalmasıydı. Ancak bu hayali gerçekleşmedi.
“Ya Tuna, mal mısın? Oje sürüyorum burada!”
Cırlama sesi evin içinde yankılandı. Bu sesin sahibi Tuana’ydı. Kendisi on bir yaşında olmasına rağmen oldukça süslüydü. Süslenip etrafta bıcır bıcır gezmek en büyük zevkiydi.
Etraftaki kaosa rağmen geceye doğru bütün işler bitmişti ve herkes dağılmıştı. Tim askeriyeye giderken ben eve geçmiştim. Eve girer girmez odama geçmiş ve uyumak için yatmıştım. Yarın iş başıydı ve ben kendi saatimden fazlasıyla geç kalmıştım. Fazlasıyla uykum geldiği için başımı yastığa koymam yetmişti.
Uyku mahmurluğu ile çalan kapı mı yoksa gaipten duyduğum ses mi, ilk başta algılayamadım. Gözlerimi açtığımda havanın hâlâ kapalı olduğundan daha gece olduğunu ve gerçekten kapının çaldığını anladım. Koşarak kapıyı açtığımda karşımda kimseyi göremedim. Kapıyı kapatmadan başımı yavaşça aşağı indirdiğimde karşımda Tuna’yı gördüm.
Evlerinin kapısına baktığımda kapalı olduğunu fark ettim.
“Ne işin var lan burada?”
Uykumdan uyandığım için sesim normalden kalın çıkmıştı. Tuna beni itip içeri girdi, pelerini hâlâ omuzlarındaydı.
“Çekil Cihangir amca, kayıp prensesi kurtarmaya geldim.”
Ellerini beline koymuş, başını da kaldırmıştı. Uyku mahmurluğu olayları algılamamı zorlaştırıyordu.
“Kayıp prenses kim lan?”
Bu sefer pelerinini arkaya savuşturdu, yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
“Gökçe tabii ki. Sen olacak hâlin yok ya.”
Sıkıntıyla alnıma vurduğumda Gökçe esneye esneye odasından çıkıyordu. Bizi gördüğünde önce olayın gerçekliğini kendi kafasında sorguladı. Gerçeklik algısı yerine geldiğinde olduğu yerde durmaya devam etti.
Gökçe diz çöktüğünde Tuna koşarak ona gitti ve o minik kollarıyla sarıp sarmaladı.
“Balım, bu saatte ne oldu?”
Tuna başını kaldırırken Gökçe de ayağa kalktı.
“Kötü rüyalar gördüm Gökçe balım.”
Tuna, Gökçe’nin omzuna başını yasladı ve gözlerini yumdu.
“Şey… Bu geceliğine senin odanda kalabilir miyiz?”
Başımı sallayarak onay verdim.
“Tabii, sorun olmaz.”
Neden olduğunu bilmeden bu görüntüyü aklıma kazımıştım. Gökçe’den önce odaya girip kıyafetlerimi ve telefonumu aldıktan sonra Gökçe’nin odasına geçtim. Masa lambasını kapatıp yatağa yattım. Yastığa başımı koymamla duyduğum tek koku Gökçe’nin saçının kokusuydu. Bu kokunun verdiği huzurla yine uyumakta zorlanmadım.
Bu sefer uykumdan alarm yerine zil sesiyle uyandım. Arayan kişi Erdem Yarbay’dı ve göreve çağırıyordu. Hızla kıyafetlerimi giyindim, gerekli eşyalarımı aldım ve Gökçe’ye bir not bıraktım. Ayakkabılarımı giyindikten sonra Erdinç’in kapısını çaldım. Kapıyı Erdinç açtığı sırada Efnan çocukları kontrol etmiş olacak ki telaş içinde karşımda belirdi.
“Tuna yok!”
Efnan’ın gözleri korkuyla kocaman olmuştu. Onu sakinleştirip kısaca olan biteni anlattım. Erdinç geldiğinde koşarak askeriyeye doğru gitmeye başladık. Şanslıydık ki koşunca aradaki mesafe sadece iki dakika oluyordu.
Askeriyeye gelir gelmez ilk durağımız toplantı odası olmuştu. Tim ve Erdem Yarbay’la orada buluştuk. Sınır dışındaki bir karakola saldırı düzenlenmişti ve destek ekibi olarak biz görevlendirilmiştik. Yol uzundu, bu yüzden hızlı gitmek için helikopterle gidecektik.
Görevi alır almaz mühimmat odasına gidip üniformalarımızı giyindik. Yeleklerimizi üzerimize geçirdikten hemen sonra silahlarımızı ve mühimmatlarımızı alıp hızla helikopterin bulunduğu alana doğru koştuk. Tek tek helikoptere bindik ve havalandık.
Yarım saatlik yolun ardından her yer cehennem gibi alev alevdi. Havadaki dumanla aşağıyı net bir şekilde göremiyorduk.
“Komutanım, iniş olumsuz.”
Duyduklarımla oldukça sinirlenmiştim. Ne demek iniş yok?
“Tamam, Sarp. İpleri sarkıt.”
Sarp emrimle harekete geçti ve dediklerimi yapmaya başladı. Pilot endişe ile bizim olduğumuz yere döndü.
“Komutanım, burada inmeniz imkânsız, havada vururlar sizi!”
Sinirle kahkaha attım ve olabilecek en sert bakışla pilota döndüm.
“Bizim için zor diye bir şey yoktur, imkânsız sadece zaman alır.”
Lafım biter bitmez boynumdaki bandana ile yüzümün yarısını kapattım, ipi elime alıp hiç düşünmeden aşağı atladım. Ben havadayken Mertcan da aşağıya ateş açıyordu. Yere ayak basar basmaz takla atıp önümdeki duvara siper aldım.
Tim tek tek inerken ben de etraftaki teröristleri etkisiz hâle getiriyordum.
“Allah Allah, gerçek eğlence.”
Mertcan omuzlarını sallayarak koştuktan sonra kendisine bir siper yeri buldu. Bazen bu çocuğun akli dengesinin bozuk olduğunu düşünüp askeriyeye alınmasını sorguluyordum. Herif resmen kaostan besleniyordu.
Karakola doğru koşarken yakınımıza bomba atılmıştı. Fark eder etmez timi uyardım ve kendimi sağ çapraza attım.
“BOMBA!”
Çıkan alev ve topraktan etkilenmemek için kolumla gözlerimi kapattım. Patlama sesinden sonra son hızımla tekrar karakola koşmaya başladım. Kulağımdaki kulaklığa dokunup konuşmaya başladım.
“İyi misiniz?”
Çok geçmeden timin teker teker iyi olduğunu teyit ettim. Baş komiserin olduğu tarafa doğru koştum. Omzundan yaralanmıştı, kan kaybetmişti ve çektiği acı onu oldukça zorluyor gibiydi.
“Üsteğmen Cihangir Kızılok.”
Kısaca kendimi tanıttıktan sonra baş komiser biten şarjörü yere attı.
“Baş komiser Ahmet Kara.”
Başım ile selam verdikten sonra pencereye tekrar bakıp ateş açmaya devam ettim. Henüz karakola sızamamışlardı ve karakoldan iki kilometre uzaklıktalardı.
“Tam iki saattir çatışma içindeyiz. Şehitlerimiz ve yaralılarımız var. Mitoz gibi bölünüyorlar amına koyduklarım, bir türlü bitmiyorlar. Çoğaldıkça çoğalıyorlar.”
Sohbet esnasında pencereden içeri giren bomba ile kısa bir süre bakıştım. Gülümsemem aniden yüzümden silindi. Saliseler süren şoku atlatıp bomba yere düşmeden havada yakaladım. Elimde bombayı hisseder hissetmez kendimle saçma bir tartışma içine girdim. Bilerek bomba imha seçmemiştim ama mıknatıs gibi bütün bombaları çekiyordum.
“Acaba bu bomba götümde patlar mı ki? Saçmalama lan, elinde tutuyorsun şu an. Lan geri zekâlı, bombayı niye tutuyorsun, atsana dışarı!”
Kendimle tartışmamın sonuna gelir gelmez bombayı gelen yere geri postaladım ve bomba yeri bulmadan havada patladı.
Bütün bunlar sadece birkaç saniyede gerçekleşmişti. Bazen savaşta ya da çatışmada insanın zaman algısı yok oluyordu. Bu birkaç saniye bana dakika gibi gelmişti.
Merdivenlerden beni izleyen Asena ve Mali hızla yanıma koştular.
“Komutanım, iyi misiniz?”
Hızla başımı salladım ve tekrar ateş açmaya başladım. Komiser omzumu yavaşça tıpışladı.
“Sen olmasaydın götümüz başımız paramparça, tabutumuz düz olacaktı devrem.”
Olayın şokunu atlattığımızda hepimiz kahkaha atmıştık. Böyleydi işte; her ne kadar çatışmada da olsanız, kendinizi güldürecek bir şey buluyordunuz.
*********************************
Sabah, Tuna’nın beni “farkında olmadan” yataktan atmasıyla kendimi yerde bulmamla uyanmıştım. Erkenden hastaneye gideceğim için Tuna uyurken onu evine bırakmış, hazırlanıp çıkmıştım. Cihangir’in notuna göre göreve gitmişti ve ne zaman döneceğini bilmediğini, evin anahtarını bana bıraktığını söylemişti.
Şimdi ise acilde nöbetteydim ve acil oldukça dolu ve yoğundu.
"Abla çok acımaz değil mi?"
On sekiz yaşına gelmiş, boyumu geçmiş bir hasta kan alırken “canım acımaz değil mi” diyordu.
"Acımaz, elim hafiftir benim."
Lastiği hastanın koluna bağladım ve yumruk sıkıp açmasını istedim.
"Şey, ben biraz korkuyorum da."
Çocuğa ters bir bakış attım.
"Eline şeker vermemi ister misin?" diyerek dalga geçtim.
Çocuk verdiğim tepkiye şaşırmıştı ve bakakalmıştı. Yumruğunu açtığında damarını çoktan bulmuştum ve iğneyi damara geçirmiştim. Çocuk tüpe geçen kanları gördüğünde bana baktı ve bayıldı.
"Bir bu eksikti. Hasan abi, bu çocuğu iki numaralı sedyeye yatırır mısınız?"
Çocuğu yatağa yatırdıklarında rahat nefes alması için başını çevirdim ve ayılmasını beklemeye başladım. Aldığım kanları laboratuvara gitmesi için Oğuz Hemşire’ye vermiştim.
Tekrar acile döndüğümde, acil kapısında Cihangir’i görmek şaşırmama neden olmuştu; elinde bir demet papatya vardı. Cihangir’in görevden erken ve sağlam bir şekilde gelmesi beni oldukça mutlu etmişti. Sarılma içgüdüsünü kendime sakladım ve sadece gülümsemekle yetindim.
“İyi misin?”
Cihangir sırıttı.
“Kötü olmam için bir sebep mi var?”
Sinirle burnumdan soludum. Ben onu merak ederken o sadece beni uyuz etmekle meşguldü.
“Görevden geldin ya, yara alıp almadığını soruyorum, geri zekâlı!”
Ben az önce bir komutana “geri zekâlı” mı dedim? Olsun, kızım, geri adım yok. Hızla arkamı dönüp gitmek üzereyken Cihangir kolumdan tuttu.
“Tamam ya, şaka yaptım, iyiyim ben, merak etme.”
Geri dönüp durdum ve kollarımı bağdaştırdım. Gözlerim tekrar Cihangir’in elindeki çiçeklere kaydığında sorgulamak için göz kırptım.
“Ha, bunlar mı? Bir arkadaş için ya.”
Bende mal gibi bu güzel çiçeklerin benim için olduğunu düşünmüştüm. Gerçi salaklık bende; adam sana neden çiçek getirsin ki, Gökçe?
“Anladım.”
Dedikten sonra Cihangir gülmemek için dudağını ısırdı. Buketi bana uzatıp çapkın bir bakış attı.
“Bunlar senin için. İlk iş günün güzel geçsin diye.”
Çiçekleri alıp gülümsedim. Ay, resmen ben bu adama cilve yapıyorum. Ama haksız da sayılmam; adam tam cilve yapılası bir adam. Cihangir karşımda ne yaptığını bilen ve kendinden emin bir haldeydi.
“Çok incesin, teşekkür ederim.”
Bukete yaklaştım ve derin bir nefes aldım. Gülümsemekten ağzım kulaklarıma ulaşacaktı. Ailem dışında ilk kez biri beni düşünüp çiçek alıyordu.
Sol çaprazımda durup bizi izleyen Gamze’yi gördüğümde aklıma ev meselesi geldi.
“Şey, Gamze ile tanıştım, iyi de anlaştık. Ev meselesinde de anlaştık. Bu akşam eşyalarımı alırım, yarın Gamze’ye taşınıyorum.”
Gamze buradaki doktorlardan biriydi. Kendisi oldukça sıcak kanlı ve arkadaş canlısıydı.
“Yine de evimin kapısı senin için her zaman açık.”
Bir elim saçlarıma gitti ve saçlarımla oynamaya başladım. Sanırım benim de gönlümün kapıları senin için açık olacak, Cihangir. Derin bir nefes aldım.
“Teşekkürler.”
Teşekkür etmekten başka söyleyecek bir şey bulamamıştım. Ortama rahatsız edici bir sessizlik çöktü.
“Benim gitmem gerekiyor.”
Cihangir elini uzattığında, el sıkışmak yerine, neden bilmiyorum, sarılmayı tercih ettim. Sadece kalbim değil, mantığım da bunu söylüyordu. Ellerimi Cihangir’in sırtında birleştirdiğimde, çok geçmeden onun kolları da beni sarıp sarmalamıştı.
“Kendine iyi bak.”
Birbirimizden ayrıldığımızda, bu sefer Gamze yalnız değildi; yanında Oğuz vardı. Hastanede olmasak, ellerine çekirdek alıp izleyeceklerdi bizi. Cihangir giderken arkasından onu izliyordum. Şaka değil, adam tam âşık olunası bir adamdı.
Cihangir tamamen gözden kaybolduğunda tekrar kucağımdaki çiçeklere baktım. Bana papatyalardan oluşan buket almıştı; her çiçekten bir tane vardı.
“Uu, birileri âşık oluyor galiba.”
Cehennem zebanisi gibi biri sağıma, biri soluma geçmiş, yanımda dikiliyordu. Sıkıntılı bir nefes verdim.
“Ne aşkı, kız, burada tutulma yaşıyor.”
Anlaşılan gün boyu dillerden düşmeyecektim.
“Dohtor yok mudur?”
Sinsice sırıtma sırası bendeydi. Gamze, gelen kadının sesini duyduğunda gözünü devirdi.
“Duydun, zilin sesini, doktor hanım, iş başına.”
Gamze oflayıp giderken yanında Oğuz’u da götürmüştü. Olası bir dedikoduyu kaçıramazdı; bunu önlemenin en iyi yolu Oğuz’u yanında götürmekti. Yalnız kaldığımda yaşlı bir teyze, paytak adımlarla yanıma yaklaştı.
“Bahele, kızım.”
Gülümseyerek teyzeye baktım. Kısa boylu ve kilolu bir teyzeydi. Şahsen benim yakınım olsaydı yanaklarını sıkarak severdim.
“Buyur teyzecim.”
Teyze baştan aşağı beni süzdü, sonrasında ellerime baktı.
“Şu giden delikanlı yavuklun muydu?”
Teyzenin dedikleri beni şok etse de küçük bir kahkaha atmama engel değildi.
“Değil teyzecim, arkadaşım.”
Teyze duyduklarıyla oldukça memnun olmuşçasına sırıttı. Sonrasında şalvarının cebinden bir vesikalık çıkarıp bana uzattı. Vesikalığa bakınca, karşımda yirmi iki–yirmi üç yaşlarında biri vardı.
“Alayım mı seni torunuma?”
Şok olmuş bir şekilde teyzeye baktım. Ne diyeceğimi bilemediğimde, elimdeki vesikalığı hızlı ve sert bir şekilde alındı.
“Yok teyze, onun yavuklusu var.”
Teyzeye bakarken Cihangir’in sesini duymamla gülümsedim. Beni kıskanıp, sahiplenmesi hoşuma gitmişti.
“Yalan atma, yok dedi.”
Cihangir elindeki fotoğrafı teyzenin eline tutuşturdu.
“Naz yapıyor naz.”
Teyze yüzünü buruşturup bir hışımla arkasına dönüp gittiğinde arkasından gülmeden edemedik.
“Sen gitmemiş miydin?”
Cihangir odağını bana çevirip baktı.
“Gelmese miydim?”
Başımı kaldırıp Cihangir’in gözlerine baktım. Sanırım bu zamana kadar gözlerine en net baktığım kişi Cihangir olabilirdi.
“Yok yok, iyi ki geldin.”
Cihangir gülümseyerek tekrar teyzenin gittiği yere baktığında, ben de ona eşlik ettim. Teyze yanındaki arkadaşıyla konuşuyor, arada bize bakıyorlardı. Odağımızı tekrar birbirimize çektiğimizde Cihangir konuşmaya başladı.
“Ya ben evin anahtarını almak için gelmiştim. Yanlış anlaşılmak istemem, almam gereken bazı şeyler var. Hem bugün sana anahtar yaptıracağım.”
Cihangir’in bu ince düşüncesi kalbimin ısınmasına ve kendimi değerli hissetmeme yetmişti.
“Yok, neden yanlış anlayayım? İstersen burada bekle, istersen yanımda gel.”
Yürümeye başladığımda Cihangir de arkamdan beni takip ediyordu. Hastanede yürürken çoğu hemşire ve doktor dönüp bize bakıyordu. Çoğu kadındı ve bana bakmadıklarını adım gibi biliyordum. Soyunma odasına geldiğimizde Cihangir’in dışarıda beklemesini söylemiştim.
O da bu durumu anlayışla karşılayıp içeri girmedi. Odaya girdiğimde ilk işim çiçeği bırakıp, çantamdan anahtarı almak olmuştu. Çıkıp anahtarı Cihangir’e verdim.
“Kolay gelsin.”
Cihangir yanağımdan makas aldı ve gitti. Gözden kaybolurken ben hâlâ olduğum yerde dikiliyordum.
Baş hemşirenin geldiğini gördüğümde hızlıca olduğum yerden tüydüm. Kadın tam bir sinir küpüydü. Boş durandan nefret ettiğini söylemesine rağmen bütün işleri bize kitleyip giderdi. Acile geldiğimde serum için bekleyen birkaç hasta vardı; hepsi ile ayrı ayrı ilgilendiğimde acil tenhalaşmıştı.
Oturmak için bir sandalye bulma çabam tamamen boşa gitmişti; çünkü iki erkek bir de kadın hasta, polis eşliğinde geliyordu. Zaten benim totom sandalye yüzü görmesin, değil mi? Göz ucuyla adamlara baktığımda ağızları ile burunlarının yer değiştirdiğini görmüştüm. Oğuz adamlara doğru giderken ben gelen kadının yanına gittim.
Perdeyi açıp kadın ile yüz yüze geldim.
“Geçmiş olsun.”
Kadın başıyla teşekkür etmişti. Yüzünde sinirli ve gergin bir hâl vardı. Arkadan polisin ‘şikayetçi misin?’ sorusuna verilen olumsuz cevapların mırıltıları vardı. Kadın duyduğu cevaptan oldukça memnun bir şekilde sırıttı.
“Tabi, erkeklik gururuna yediremezler. Nasıl olur da iki erkek bir kadından dayak yer? Sadece erkekler kadınları dövebilir, değil mi?!”
Kadının bu çıkışından anlamıştım ki, adamları pert eden kişi tam olarak karşımdaydı.
“Bana darp raporu verir misiniz?”
Bulunduğumuz ortam oldukça gergindi.
“Ben doktor hanımı çağırayım en iyisi, bu arada isim neydi?”
Kadına yarım bir şekilde dönükken perde hızla ve koparılırcasına çekildi.
“Dicle!”
Kadına yönelttiğim sorunun cevabını şaşırarak Ercüment’ten almıştım.
“Yenge?”
Adının Dicle olduğunu öğrendiğim kız olayları anlamaya çalışıyordu. Sıkıntılı bir şekilde nefes verip Gamze’nin yanına gittim. Gamze’nin odasına gitmeme gerek kalmamıştı çünkü çoktan gelmişti.
“Hasta darp raporu talep ediyor.”
Gamze’nin elinde dosyalar vardı ve Dicle’nin olduğu yere doğru yürüyordu.
“Duydum.”
Dedikten sonra elindeki dosyayı havaya kaldırıp salladı. Bu durumdan oldukça rahatsız olmuş gibiydi. Perdeyi açtığımızda Ercüment ve Dicle yoğun bir tartışmanın içinde olacak ki gelmemizi fark etmediler. Varlığımızı belli etmek için öksürdüm.
Gamze kendini tanıtır tanıtmaz muayene etmeye başladı Dicle’yi. İşi bitince dosyayı doldurdu ve Dicle’ye imzalattı. Gamze hiç vakit kaybetmeden hastane polisinin yanına gitti.
“İzninle soru sorabilir miyim, Dicle?”
Soracağım soru oldukça merak ettiğim bir konuydu, bu yüzden sormadan edemeyecektim.
“Tabi.”
Yatağın ucuna oturduğumda Ercüment dikkatle beni izliyordu.
“Madem adamları sen dövdün, niye şikayetçi oluyorsun?”
Bu detayı Ercüment fark etmemiş olacak ki, büyük olmasa da bir aydınlanma yaşadı. Dicle bu soruma sinirle güldü.
“Beni dövemese de biri kızını, diğeri kardeşini dövüyordu. Bunlar şimdi tutuklanmasa akşam tekrar dövecekler kızı.”
Duyduklarıma gülümseyip Ercüment’e baktım; gözündeki o gururu hissetmiştim.
“Ben sizi yalnız bırakayım.”
Kalkarken Dicle kolumdan tuttu.
“Kendini tanıtmadın.”
Gülümseyip kendimi tanıttım ve yanlarından ayrıldım. Yavaştan bana uyku bastığı için kantinin yolunu tutmaya başladım. Bazen bu mesleği seçmemdeki amacı sorgulamıyordum değil; sonuçta uykuyu seven bir yapım vardı. Mesleğimde ise uzun saatler uyanık kalmam gerekebiliyordu. Bunu bir ara uzunca düşünmeliydim ve o süre şu an yoktu.
Kantine geldiğimde Davut abi beni görür görmez gülümseyip önüme kahveyi hazır bir şekilde koydu. Her gün aynı saatte geliyordum ve aldığım tek şey kahve oluyordu.
“Ha, bu hal nedur?”
Kahveden bir yudum aldım ve parasını koydum.
“Sanki bilmediğin şey mi be, Davut abi?”
Davut abi halime güldü.
“Eh be kızım, daha alışamadun mu?”
Başımı olumsuz anlamda sallarken boş masalardan birine yöneldim. Masaya oturduğumda cebimdeki telefonu çıkarıp baktım. Annemin aramasına geri dönüş yaptığımda ona karşı özlemimi daha çok hissettim. Yaklaşık on beş dakika sonra telefonu kapattığımda yanıma Oğuz ve Gamze geldi.
Surat ifadelerine bakıldığı üzere bomba bir dedikodu konusu vardı.
“Gökçe, sen birinin ağzına laf mı verdin?”
Gamze’nin sorusuna mal gibi bakmakla yetindim. Algılarımın kapalı olduğunu hissediyordum; tek verdiğim cevap “Hı.” olmuştu. Konuşmayı ne de güzel sökmüşüm, vay be.
“Kızım, bütün hastane seni ve yavuklunu konuşuyor.”
Gün boyunca yaşadığım bütün olayları zihnimde tekrar yaşadığımda aklıma tek bir kişi geldi.
“Acildeki teyze.”
Cihangir onun ağzına çok güzel bir şekilde laf vermişti. Demek ki bu teyze herkese bu olayı anlatmıştı.
“Çabuk yaşananları anlatıyorsun!”
Tek tek yaşadıklarımızı ve konuşulanları Gamze ve Oğuz’a anlatmaya başladım. Bu sırada ikisinin de suratları şekilden şekile giriyordu. Bizimkilerin altın gününe gitse, oradaki dedikodulara ne tepki verirler merak ediyorum açıkçası.
“Ay, inanmıyorum, neyse bacım, naz yapmak iyidir.”
Gamze’nin yorumunu gülümsemekle yetindim. “Naçizane tavsiyem, sen Cihangir’in elini bırakma, Gökçe. Bak, biz yıllardır tanırız onu; bir kere olsun yanlış hareketini görmedik ve çok net bir şekilde o, senin sevdana tutulmuş bile.”
Oğuz’un dedikleri doğruydu. Bu devirde güvenilir erkek bulmak zordu ve emindim ki Cihangir ile bir ilişki yaşarsak, aramızda güven problemi olmazdı.
Bir konuya daha eminim: Cihangir sevdi mi, tam severdi.
“Bu dediklerini aklımdan çıkarmayacağım Oğuz, teşekkür ederim.”
Soğumuş kahvemi yudumlarken düşüncelere daldım. Maziyi hatırlamak için aklımı zorladım. Pusların içinden kopuk kopuk anılar canlanmaya başladı gözümde; bazıları gülümsetirken bazıları içimi burktu. Cihangir’in o kararlı, kendinden emin duruşu, çiçeklerle getirdiği düşünceli yaklaşımı… Hepsi tek tek zihnimde canlanıyordu.
“Ne tuhaf,” diye düşündüm kendi kendime, “bazen bir bakış, bir küçük hareket, bir insanın tüm kalbini nasıl açabileceğini gösteriyor.”
Kahvemi masaya bırakıp derin bir nefes aldım. O an anladım ki, geçmişin puslu anıları kadar, elimdeki bu an da değerliydi; belki de asıl güven hissi, tam da burada, bu küçük anlarda gizliydi.
Yazar gözüyle yıllar önce…
“Gelsene buraya cimcime.”
İmamın oğlu yüzünden bisikletten düşmüştü Gökçe. Dizinin acısına aldırış etmeden, elinde taşla mahallede koşturuyordu. Çatık kaşları, kararlılığı ve o tarifsiz cesaretiyle her an başına bir bela açacak gibiydi. Cihangir, Gökçe’nin başına bir şey gelmesinden endişeliydi.
“Bana ne, o salak Kadir’in kafasını kıracağım.”
Cihangir, dertli bir şekilde oflayıp Gökçe’nin peşinden koşmaya devam etti. Bilirdi ki, Gökçe kendi başına Kadir’in hakkından gelemezdi. Ancak her adımında, onun bu enerjisi ve cesareti karşısında hem gergin hem de etkilenmiş hissediyordu.
Karşısında Güntekin’i görünce biraz olsun rahatladı. “Güntekin abi, tut şunu.”
Güntekin’i çok severdi Cihangir; asker okulunda olduğu için çok sık göremezdi. Şimdi ise Gökçe’nin güvenliğini sağlamak için oradaydı ve bu onu içten bir şekilde mutlu ediyordu.
Güntekin, Gökçe’yi tuttuğu gibi kaldırıp omzuna aldı. “Ne oldu kız, kim sinirlendirdi seni?”
Gökçe’nin çatık kaşları, Güntekin’in varlığıyla hemencecik kayboldu. Elindeki taşı uzak bir yere fırlatıp gülmeye başladı. Bu mahallede, Cihangir’den sonra Güntekin abisini en çok sevmişti.
“Ya sen bana sürpriz mi yaptın?”
Güntekin kendi etrafında yavaş bir şekilde döndü ve Gökçe’yi kucağına aldı. “Evet, hem size bileklik getirdim.”
Güntekin, Cihangir’e siyah bileklik verirken, Gökçe’ye de siyah-pembe bir bileklik verdi. İkisinin iyi anlaştığını biliyordu ve kendini hatırlatacak bir şey taşımalarını istiyordu.
“Teşekkürler, Güntekin abi.”
Cihangir bilekliği ömrü boyunca saklayacaktı; bunun için kendine sessizce bir söz vermişti. Gökçe de bu bilekliği kopana kadar takacak, koparsa da asla atmayacak ve anı kutusunda saklayacaktı. Bu küçük eşya, onlar için bir bağ olmuştu; basit ama anlamlı bir hatırlatıcı.
“Güntekin abi, Kadir’i dövsene. Ben ondan küçüğüm, ben dövemem.”
Cihangir kollarını bağladı, olmayan öfkesiyle baktı. “Niye ‘Kadir’i dövcem’ diye koşuyorsun etrafta o zaman?”
Gökçe sırıttı; tek bildiği gerçeği itiraf edecekti. “Arkamdan geleceğini ve benim yerime Kadir’i döveceğini biliyordum çünkü.”
Güntekin duyduklarıyla büyük bir kahkaha attıktan sonra Gökçe’nin başını okşadı.
“Sen ne fenasın, he sarı kızım benim.”
Gökçe bu sefer Güntekin’e baktı. Gözlerini görmek için hafif geriye doğru itti sırtını. “Sarı kız ineklerin yavrularına deniyormuş, babam söyledi. Ben inek yavrusu muyum?”
Sinirli bir şekilde baktığını sanıyordu Gökçe; ancak bu bakış, Güntekin için oldukça tatlıydı. Onun saf ve masum hallerine gülmeden edemiyordu.
“Yok, sen daha çok süt danasısın.”
Güntekin, Gökçe’yi bildiği için onu yere indirdi ve Gökçe’nin Cihangir’i kovalamasını keyifle izledi. Cihangir’in yüzündeki karışık ifadeyi görmek, Güntekin’in içini ısıtmıştı; okuldaki bu anları, ailesinden sonra, o kadar özlemişti ki… İleride asker olunca onları daha az görecekti. Bu anları kaçırmak, onun için hem hüzünlü hem de değerliydi.
Günümüz…
Güntekin abim… Küçükken hep bir abim olsun istemiştim, ama bunun imkânsız olduğunu biliyordum. Ta ki Güntekin abim ile tanışana kadar. Başımızı belaya soktuğumuzda, her zaman bizi kurtarır, korur ve kollardı. Milli Savunma Üniversitesi’ne kadar her an yanımızdaydı. Akşamları bizi gezdirir, dondurma alır, oyunlar oynar, eğlenmemiz için elinden ne geliyorsa yapardı. O anların tadı hâlâ damağımda, gülüşleri hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu.
Yaklaşık on iki sene önce, şehit haberi geldi. O haber, içimde bir boşluk açtı. Ve sadece Güntekin abimle değil, Cihangir ile de aramızda mesafeler girdi. Sonrasında taşınmıştı, bir daha ne görmüştüm ne de sesini duymuştum. Koskoca şehirde, onca yaşıtım olan çocuğun arasında yalnız hissetmiştim kendimi. Ben diğer çocuklarla değil, sadece Cihangir ve Güntekin abimle oynamak istiyordum. Ama onlar beni bırakıp gitmişlerdi.
Cihangir’in gidişinin ilk haftalarında kabuslar yüzünden uyuyamamıştım. Onun yokluğu beni korkutmuştu. Çünkü benim kanatsız meleğim gitmişti, şimdi büyümüş, asker olmuştu ve sadece benim değil, binlerce insanın kanatsız ve isimsiz meleğiydi o.
Önümde beliren el ile dalıp gittiğimin farkına vardım. Başımı kaldırıp gülümseyerek baktım: “Dalıp gittin.”
Hızlıca ayağa kalktım, sanırım bugünlük bu kadar sohbet yeterdi bana. “Benim acile gitmem gerek.”
Neredeyse koşar adımlarla uzaklaşıp acile doğru gitmeye başladım. Arkama bakarak yürürken sert bir şeye çarptım.
Bir insan bedenine… Rezil olmadan bir günüm geçse şaşarım zaten!
“Yavaş.”
Bu sesin tanıdıklığını sorgulamama gerek yoktu. Bu ruh hastası Şiyar’dı; kendisine karşı nefret tohumlarım tekrar filizlenmişti.
“O, yine seni görmek ne güzel, sarı çıyan.”
Sinsice sırıttım. Ne kadar sinirlensem de aklıma tek bir kişi geliyordu: Cihangir faktörü. Onunla karşı karşıya gelince bacaklarım titriyordu.
“Aynısını senin için diyemeyeceğim, Şiyar. Çekil önümden.”
Yürümek için bir hamle yaptım ama Şiyar önüme geçip yolumu kapattı. Boş gözlerle bakıyordum kendisine; bulunduğu durumdan oldukça memnun görünüyordu.
Beni duvarla arasına aldığında bulunduğum konumdan rahatsız oldum.
“Bakıyorum da, komutan yokken süt dökmüş kedi gibisin.”
Aynı ifadesiz halimle bakıyordum Şiyar’a. Gereksiz bir özgüveni vardı; elini yanağıma getireceği sırada bir el ona engel oldu.
“Çek lan elini.”
Sesinden sonra Ercüment sert bir yumruk attı Şiyar’a. Bu sefer gülümsüyordum; Şiyar bunu çoktan hak etmişti.
Ercüment Şiyar’ı dövmeye devam ederken aklıma Cihangir’in dedikleri geldi.
Bu yüzden istemeyerek de olsa Ercüment’i durdurdum.
“Ne oldu, yenge?”
Önce Şiyar’ın dağılmış yüzüne, sonra Ercüment’e baktım. “Cihangir, en ufak suçunda hapishaneye göndereceğini söylemişti.”
Ercüment başını salladı ve benden güvenlik görevlisini çağırmamı rica etti. Ben güvenliği çağırırken, Ercüment de Şiyar’ın başını bekliyordu. Koşarak acilin kapısında bekleyen güvenliği çağırdım ve aynı hızla Ercüment’in olduğu yere doğru gittim. Ercüment asker kimliğini gösterdi:
“Polislere teslim edin, Cihangir komutanım bir açıklama yapacaktır.”
Güvenlik emri alır almaz harekete geçti, Şiyar’a kelepçe taktı ve yanımızdan alıp götürdü.
Ercüment bana baktı, sanki bir şey isteyecekmiş de çekiniyormuş gibi bir hali vardı.
“Söyle bakalım.”
Ercüment söylediklerime şaşırmıştı; galiba bunu beklemiyordu. Lafı ağzına alacakken, Dicle de geldi yanımıza.
“Yenge, rica etsem Dicle’yi komutanıma söylemeseniz olur mu?”
Her şeyi duymayı bekliyordum ama bunu aklımda bile düşünmemiştim. Ercüment neden böyle bir şey istemişti? Merak duygusu içimde yeşerdi.
“Neden ki?”
Ercüment çaresiz bir şekilde boynunu ovuşturdu ve derin bir nefes verdi. “Kendim söylemek istiyorum.”
Dicle kollarını bağlamış, Ercüment’in dediklerini dinliyor ve ifadesiz bir şekilde ona bakıyordu.
“Neden Ercü, hamilesin de haberim mi yok?”
Dicle’nin sözleriyle gülmemek için kendimi tuttum ve bunda başarılı oldum. Ercüment ise sadece gözlerini devirdi:
“Aynen, Dicle çoktan üç aylık olmuş bile, aldırma şansım yok. Mecbur evleneceğiz artık.”
O anda bende film koptu ve kahkahadan öte, anırarak gülmüş olabilirim.
Kendimi sakinleştirmek kolay olmadı, ama başardım. Ercüment’in kolunu sıvazladım.
“Merak etme, istemediğin bir şeyi yapmam.”
Ercüment bana minnetle gülümsedi, sonra vedalaşıp yanımdan ayrıldı. Doğal olarak Dicle de peşinden gitmişti. Arkalarına bakarken, Dicle’nin normal bir kıza göre oldukça gelişmiş ve güçlü bir vücuda sahip olduğunu fark ettim. Akıl yürütüyordum: ya dövüş sporlarıyla ilgileniyordu, ya da askerdi. Ne zaman öğreneceğim bilmiyorum, ama zamanı yakındı.
İşime döndüğümde gün maraton ilerliyordu: serum, iğne, pansuman… Enerjim neredeyse tükenmişti.
Nöbet çıkışı Oğuz beni lojmana bıraktı. Tek isteğim, Cihangir’in evde olmasıydı. Ayaklarımı sürükleyerek Cihangir’in kaldığı binaya yürüdüm, kapıyı açtım ve tabi ki merdiven yerine asansörü tercih ettim.
Göz kapaklarım kapanmakta ısrarcıydı, ama dayanmak zorundaydım. Bu gece eşyalarımı toplayacak, yarın Gamze’nin evine yerleşecektim. Dediğine göre veteriner bir kız, Umay, gönüllü olarak taşınacaktı. Şimdilik tek bildiğim şey bunlardı.
Kapıyı çaldığımda evdeki tıkırtıları duymak beni mutlu etti; en azından sokakta kalmayacaktım.
Kapı açılana kadar başımı yaslamamla, kapının açılması ve benim Cihangir’in üzerine devrilmem bir saliseyi bulmadı.
“Vay babanın çanağına!”
Olayın şokunu atlattığımda bileğimi burktuğumu fark ettim. Çöle gitsem, bahtsız bedevilerin en başında ben olurdum. Buna yemin ederim, ama kanıtlayamam.
“Ne yaşandı lan az önce, iyi misin?”
Cihangir ayağa kalkarken benim de kalkmam için destek oluyordu. Ayağa kalktım, sol ayak bileğim sızlıyor ve hafifçe inliyordum.
“Anlaşılan değilsin.”
Bir adım atmak için hareket ettiğimde Cihangir’in hamlesiyle kendimi havada buldum. Kapıyı kapattıktan sonra odama doğru yürümeye başladı. Ne tepki vereceğimi, ne diyeceğimi bilmiyordum.
“Ben giderdim.”
Cihangir olduğu yerde durdu ve aniden beni yere bıraktığında, ayağıma verdiğim baskı ile Cihangir’in omzundan destek aldım.
“Demek ki gidemezmişsin.”
Dediğinde işi inada bindirip elimi omuzlarından çektim ve topallayarak yürümeye çalıştım. Her adımda sızı daha çok artıyor, yürümemi zorlaştırıyordu. Durup arkama baktığımda Cihangir halime güldü ve beni tekrar kucağına aldı.
“Anlaşılan süt danası hâlâ aynı, bir değişiklik yok. Aynı inat, aynı çaresiz bakış.”
Yüzündeki alaycı ifade sinir olmama yetmişti. Kaşımı çattım:
“Dedi, inatçı keçi, sende sanki bir farklılık var. Aynı hınzırlık, aynı odunluk.”
Bu tepkime karşılık olarak Cihangir de şaşırmıştı. Evet, ikimiz de küçükken oldukça yaramaz ve fırlama çocuklardık. Ama Cihangir bana nazaran daha uslu ve sakin kalıyordu.
“Sen iyice çirkef bir şey olmuşsun ha, küçükken bu kadar yoktu.”
Yatağa oturduğumda, Cihangir’in yüz ifadesini gördüğümde anladığım tek şey sıkıldığı ve uğraşmak için beni seçtiğiydi. Ona bu zevki vermemek için susmayı tercih ettim.
“Hastaneye götürmemi ister misin?”
Ayağımı uzattığımda, rahat durması ve ağrımaması için kırlent koymuştu. Cihangir masadaki sandalyesine oturdu.
“Çıkmış olabilir. Hastanede bir şey yapılmaz, mecbur çıkıkçı bulacağız.”
Çıkıkçıya gitme fikri beni germişti, yüz hatlarıma net bir şekilde yansıyordu.
“Senin fobin hâlâ duruyor mu?”
Bir şeyi de unutma adam! Küçükken mahallede maç yaparken Cihangir ayağımdaki topu almak için hamle yaptığında bileğimi burkup yere düşmüştüm. Eve çıktığımda bileğimi anneme göstermiş, o anki acıyı hâlâ hatırlamıştım. Çıkıkçıya gitmemiz, bir bakıma o anın devamıydı.
O çıkıkçı nine… Azrail ile yarışıyordu adeta. Minimum, doksan yaşındaydı ama ne yaptığını bildiğini sanmıyorum. Çığlıklarımı dinlememiş, ne yapıyorsa devam etmişti.
Bence kulakları da duymuyordu; onca yaştan sonra artık yorgun düşmüşlerdi, tabii ki. En sonunda işi bittiğinde, “Bu ayağı balla sarın, yarına bir şeyi kalmaz,” demişti. Akşam olduğunda bileğimi çözdüğümüzde mosmor morardığını görünce mantıklı bir hareket yapıp hastaneye gitmiştik. Öğrendiğimize göre ayağım kırılmış ve bu yüzden alçıya alınmıştı.
Ertesi gün ortopediden randevu alıp gittiğimizde doktor bizi azarlamıştı. Meğerse bileğim çatlamış, çıkıkçı ise çatlak bileğimi kırmıştı.
Bir ay boyunca evden dışarı çıkamamıştım. Berbat bir süreçti! Şimdi bunlar aklıma geldiğinde tüylerim ürperiyordu.
“Hastaneye mi gitsek acaba ya?” diye sordum Cihangir’e.
Bu halime gülmekten kendini alamadı. “Ne oldu, nine aklına mı geldi?”
Komutanın gözlerinden gülmekten yaş gelmişti, ben mi yanlış görüyorum?
“Hö!” Yanımdaki yastığı alıp suratına fırlattım. “Lan, sen benim acı dolu travmalarımla eğleniyor musun?”
Cihangir dikleşti, öksürdü ve yüzünü tanımlayamayacağım bir hâle soktu.
“İnşallah üzümlü kek yersin de boğulursun, pislik! O ninenin adresini Azrail’e vermezsem ben de Gökçe değilim. Bir ay boyunca benim kölem olmazsan şerefsizsin, Cihangir! Senin yüzünden eve tıkıldım, şimdiden canım sıkıldı.”
Beyin kıvrımlarını düzleşsin be adam… Hepsini nasıl aklında tuttun sen!
“Bunları diyen ben değildim.”
Kollarımı önümde birleştirirken Cihangir Bey de sırıtmakla meşguldü.
“Daha on iki yaşındaydım ve hatırlatırım, yardım edeceğim deyip sürekli kaytarıyordun.”
Cihangir bu sefer ciddileşti, öne doğru eğildi ve benimle göz teması kurdu.
“O zaman şöyle yapalım: Göreve çıkmadığım süre boyunca sana ben bakacağım. Zaten ayağın çıkık, en fazla üç güne iyileşmiş olursun.”
“Yani diyorsun ki sadece üç gün dayanırım sana?”
Yüzümü çevirdiğimde Cihangir ellerine vurdu. Böyle bir cevap beklemediği kesindi.
“Hayda, kızım, ben öyle bir şey mi dedim?”
Yüzüne bakmadım; cevap da vermedim, sadece omuzlarımı indirip kaldırdım. Hareketlenme hissettiğimde Cihangir önümde diz çöktü.
“Gerekirse bir ömür ilgilenirim seninle, Gökçe. Bunu sende biliyorsun.”
Gülümsediğimde aramızdaki çekimi bozan şey çalan kapı olmuştu.
“Birini mi bekliyordun?”
Cihangir olumsuz mırıltılar çıkartıp odadan çıktı. Yalnız kaldığımda sessizliğe gömüldüm.
Çok geçmeden Cihangir, elinde tepsiyle içeri girmişti.
“Efnan yemek göndermiş.”
Efnan ile çok oturma şansım olmamıştı, ama tanıdığım en saf yüreğe sahip biri olabilirdi.
Cihangir tepsiyi kucağıma bıraktıktan sonra tekrar gitmişti. Saniyeler sonra elinde sehpa, kaşık ve çatalla geldi. Kucağımdaki tepsiyi sehpaya koyduktan sonra çorbadan bir kaşık aldı ve yemem için bana uzattı.
“Ayağım sorunlu, kolum değil.”
Cihangir çorbayı zorla yedirdi. Elindeki kaşığı bırakıp çorbaya ekmek dilimledi.
“Cihangir, çocuk muyum ben?”
Cihangir eline tekrar kaşığı aldı, çorbayı karıştırdı ve yine yemem için uzattı.
“Bebekler gibi bakacağım sana, itiraz yok.”
Bir kaşık daha çorba verdi, içmem için tepside duran meyve suyunu uzattı.
“Ayrıca, Serpil Teyze ‘Sen bu kıza bakmadın mı?’ dese ben ne cevap vereceğim?”
Meyve suyunu bıraktı ve çorbadan bir kaşık daha uzattı. Çorba bitene kadar bu döngü devam etti. Cihangir, karnımın doyduğuna emin olduktan sonra tepsiyi alıp gitmişti.
“Hadi bakalım, gidiyoruz.”
Elindeki hırkayı giymem için uzattığında boş gözlerle Cihangir’i izledim. Tuttuğu hırka benim değildi.
“Hava esiyor, bu hırka sıcak tutar seni.”
Uzattığı hırkayı giydiğimde, duyduğum koku ile anlamıştım: Cihangir kendi hırkasını bana vermişti. Barut kokusu ile birleşmiş Cihangir kokusu… Hissettiğim en güzel şeydi.
Yataktan inmek için ayaklarımı hareket ettirdiğimde Cihangir yardım etmek için elini uzattı.
“Nereye gidiyoruz?”
Koridora geldiğimizde Cihangir, beni vestiyere oturttuktan sonra ayakkabımı aldı ve önümde diz çöktü.
“Ben giyerim.”
Eğildiği yerde ayakkabının bağcıklarını çözerken bana baktı.
“Biliyorum.”
Bağcıkları çözdüğünde sağ ayağımı olabildiğince hafif hareket ettirdim; o sırada ben de ona yardım ediyordum. Ayakkabılarımı giyer giymez evden çıkmıştık. Arabaya kadar topallayacağım için Cihangir beni kucaklamıştı.
Arabaya geldiğimizde beni yere bıraktığında sağ ayağımı hâlâ havada tutuyordum. Cihangir kapıyı açar açmaz oturmuştum; ben oturduktan sonra Cihangir kemere uzanıp takarken içimdeki hissi susturmadım ve derin bir nefes çektim.
İlk kez bir insanın kokusunda huzur duymuştum. Cihangir kendini çekip kapıyı kapattı, arabaya bindi ve kontağı çalıştırdı.
“Hâlâ cevap alamadım.”
Gözünü yoldan ayırmadan cevap verdi:
“Çıkıkçıya gidiyoruz, Gökçe.”
Üzerimdeki hırkanın fermuarını kapattım, kollarımı bağdaştırdım ve kendimi çekeceğim acıya hazırlamaya çalıştım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |