17. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 16.BÖLÜM

16.BÖLÜM

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

🔮

Gökyüzü...

Hiç böyle derinlemesine, böyle tasasızca izlememiştim onu. Binlerce derdi olan, sorun üzerine sorunla boğuşan, her gün başka bir düğümün içerisine hapsolan ben değilmişim gibi, doya doya gökyüzünü izliyordum...

Kendimize öyle çok anlam yüklüyorduk ki... ve öyle haksızdık ki bunu yaparken. Okyanusta bir damla gibiydik. Koca bir bankadaki tek banknot gibi, ya da binlerce sayfalık bir ansiklopedideki tek bir harf...

Bu evrende, hiçbir şeydik. Birkaç atomun bir araya gelmesiyle oluşmuştuk ve ne varlığımız ne de yokluğumuz hiçbir şey ifade etmiyordu.

İz bırakamamıştık.

İz bırakmak istiyorduk ancak bunu başaramayacak kadar da tembeldik. Sadece, istiyorduk işte...

Binlerce parçalı bir yapbozun tek bir parçasıydık ve yapboz o kadar büyüktü ki, o parçanın yokluğunu fark edebilmek için çok yaklaşmak gerekiyordu. Aksi takdirde, o boşluğu nereden görecektiniz ki?

Ben elementerler alemindeki tek bir elementerdim. Hiçbir iz bırakmamış, hiçbir şey başaramamıştım. Üstelik, daha yeni bir elementer olduğumu öğrenmiştim, bundan önce sıradan bir insandım...

Peki on sekiz yıl boyunca sıradan bir insanken ne iz bıraktın, ne başardın diyecek olursanız;

Eh, kendimi öldürmedim işte.

Bu bir başarı sayılmaz mı?

Pegasus yanımda, benim içimdeki bu anlamsız huzura eşlik edercesine uzanıyordu. Septi Ferarum'un ortasında, yan yana yere uzanmış, gökyüzüne bakıyorduk.

Üstelik, hiç konuşmuyorduk da. İhtiyacımız da yoktu zaten.

Sessizlik bazen gerçeklerden daha çok acıtıyordu ama. Henüz buna bir çözüm bulamamıştık...

Günlerimiz Chris'le birlikte, kütüphanede araştırma yapmakla geçmişti. Beni şaşırtan ise, öğrendiğimiz onca şeye rağmen Chris'in benimle birlikte kütüphaneye gelmeye devam etmesiydi.

Hala benden vebalıymışımcasına uzak durmamasına anlam veremiyordum. Hala sabırla, benimle birlikte sorularıma cevap bulmaya devam ediyordu. Ancak cevap buldukça, hiç bulmamış olmayı diliyorduk.

Her gün, başka bir gerçekle sarsılmıştık.

Tulpar elementer tarihinde sadece bir kez gelmişti, o da dört yüz yıl önceki isyana. Bu bilgiyi teyit etmeyi başarmıştık.

Tulpar, dünya üzerinde o isyan hariç hiçbir yerde, hiçbir zaman görülmemişti, benimle bağlanana kadar... Bunu da teyit etmeyi başarmıştık.

Tulpar, Tempersitar Primus'unun bekçisiydi. Elde var üç.

Bütün bu bilgileri bir araya getirdiğimizde çıkardığımız sonuç ise; şuan yanımda benimle birlikte gökyüzünü izleyen bu huzurlu ve asil tulparın dört yüz yıl öncekiyle ve Primus'un bekçisiyle aynı olduğuydu.

Bu da, yakın zamanda elementer alemini korkunç bir olay bekliyor demekti...

Primus, bunu önceden engellemek istemiş olmalıydı.

Birileri korkunç bir isyan başlatacaktı ve benim tulparım buna engel olacaktı. Bir şey olacaktı, bir şey yaklaşıyordu...

Öğrendiğimiz diğer şeylerden biri ise, Kalistoların neden bize hizmet ettiğiydi.

Bunu, Bayan Dagora istemişti. Bunu bir tez gibi hazırlayıp, kurula sunmuştu ve oy birliğiyle kabul edilmişti. O gün bugündür, kalistolar elementerlere hizmet ediyordu. Bu bilgiye, erişimimizin yasak olduğu birkaç kitapta rastlamıştık. Bu tezin içinde ne olduğunu, bunu kalistolara nasıl kabul ettirdiklerini ise henüz öğrenememiştik. Bahsi geçen tek şey, bir anlaşma yapıldığıydı ama peşini bırakmayacaktık.

En azından ben bırakmayacaktım.

Araştırma yaparken denk geldiğim şeylerden bir diğeri Kelpie'lerdi. Kelpie'ler ölen bekçilerdi ve henüz kimse neye göre bir Kelpie'ye dönüşüp dönüşmediklerini çözememişti. Teoriler vardı. Elementer, bekçisinin ölümünü inkar ediyor, kabullenemiyorsa bekçinin yüksek ihtimalle Kelpie'ye dönüştüğünden bahsediliyordu mesela bir yerde.

Benim de bir teorim vardı gerçi. Elementer aleminde her şey niyet üzerine kuruluydu. Eğer niyetin iyiyse ve bekçinin bir kelpie olmasını istiyorsan, bu sözsüz bir sochru gibi kabul oluyor olabilirdi. Bunu ispatlayacak bir kanıtım yoktu henüz. Ancak kelpie'ler, olağanüstüydü. Bu kesindi.

Onların gözünden geçmiş anılara ulaşmak mümkündü. Bu da bir nevi zamanda yolculuk yapmak gibi bir şeydi.

Chris'in de benim de aklımıza gelen ilk şey aynıydı. Bir kelpie yoluyla isyan zamanını görebilirdik belki. Hatta, belki annemi bile görebilirdim...

Kara Çağ ise gizemini koruyordu. Bu, oldukça iyi korunan ve gizlenen bir konuydu belli ki. Ne kadar bakarsam bakayım bu konu hakkında detaylı bilgi bulmayı başaramamıştım. Erişimimizin olmadığı, yasak kitaplara tekrar göz atmamız gerekiyordu belli ki. Hep aynı, jenerik şeyleri okuyorduk. Sapkınlar, yoldan çıkıp Primus olmak için insanlarla bir anlaşma yapmışlardı. Bu anlaşma sonucu dünya çapındaki akademilere saldırmış, savunmasız öğrencileri hedef alarak adeta bir katliam yapmışlardı. Amaçları neydi, bunca elementeri öldürmek onlara ne kazandırırdı, hiçbir fikrim yoktu. Aklıma yatmayan şeyler vardı.

Öğrendiğimiz şeyleri tekrar düşündüm ve yine aynı noktada takılı kaldım.

Tulpar.

Elementer alemini yeni bir kaos bekliyordu ve bundan sadece Chris ve ben haberdardık. Bir de Tempersitar Primus'u.

Bunu düşündükçe, geçmişte içime Pegasus tarafından dolan ve anlam veremediğim birçok şey yerli yerine oturuyordu şimdi. Özlem mesela, özlem hissettiğini fark edip neyi özlediğine anlam verememiştim. Belli ki, Primus'u özlüyordu. Asıl elementerini özlüyordu.

Bunu düşünmek içimde bir yerleri acıtsa da, bunu değiştirmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Pegasus bana ait değildi. Hiç olmayacaktı. Belli ki her ne için geldiyse, görevi tamamlandıktan sonra yine gidecekti. Dört yüz yıl önce yaptığı gibi...

Pegasus, kaç yaşındaydı?

Primus gibi, milyonlarca yıl yaşında olabilir miydi? Tüylerim bir kez daha ürpermişti.

Primus'un Tulparı göndermek için neden beni seçtiği hakkında da bir fikrim vardı.

Ben hiçbir şeyden haberi olmayan, bu aleme karşı hiçbir kötü niyeti olmayan, etkisiz bir kızdım. Pegasus'u belki herkesten daha çok sevecek ve onun için elimden geleni yapacaktım. Primus, bunu biliyordu elbette.

Pegasus'un bir iradesinin olmasına da şaşırmıyordum artık. O türünün tek örneğiydi, eşsizdi. Bir primusun bekçisiydi. Belki Primus tarafından özenle, sadece kendisine ait olmak üzere var edilmişti. Onun iradesi olmayacaktı da kimin olacaktı, değil mi?

Çevremde olan bunca kaosun içerisinde hala akıl sağlığımı kaybetmemenin tek bir sebebi vardı, o da Chris'in beni sürekli bunun içinden sıyrılacağımıza dair telkin etmesiydi.

Hatta öyle ki, bugün burada Septi Ferarum'da, balo kıyafeti seçmeye gitmek için Chris'i bekliyordum.

Balo kıyafeti!

Elementer alemi yerle bir olacaktı ve biz baloya gidiyorduk.

Tulparım vardı ve biz baloya gidiyorduk.

Kalistoları bayan dagora bizim kölemiz yapmıştı ve biz baloya gidiyorduk.

Bir kelpie'nin gözünden annemi ve isyanı görebilirdim ama biz baloya gidiyorduk!

Yattığım yerden hışımla kalktım. Sonunda, bir şeyler hissetmeye, bir şeyleri idrak etmeye başlamıştım.

Burada aptal gibi huzur içerisinde yatmamın normal olmadığını biliyordum zaten. Ancak bunu değiştirecek bir şey yapma farkındalığına erişememiştim, üç saniye öncesine kadar.

İçimi bir anda dolduran panik Pegasus'un da huzurlu keyfini böldü ve ayaklanmasını sağladı. Septi Ferarum'un meydanında, Pegasus'un önünde, bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım.

"Kafayı yiyeceğim! Bir şeyler yapmak zorundayız. Kafayı gerçekten yiyeceğim! Çok kötü bir şeyler olacak ama biz baloya gidiyoruz! Delireceğim Pegasus, beni anlıyor musun?" Pegasus hırlama benzeri bir ses çıkarıp kanatlarını yavaşça açıp kapattı. Neden bu kadar rahattı? En ufak bir panik hissettiğimde, benden çok panik olan, benden çok kızan Pegasus neden şimdi tatile gelmişiz gibi davranıyordu?

El birliğiyle delireyim istiyorlardı, başka açıklaması olamazdı.

Bayan Kyra balonun temasını birkaç gün önce açıklamıştı.

Tempersitarların bu seneki balo teması "Gece"ydi.

Gece...

Eh, siyah mı giyinmeliydim o zaman?

Kafayı mı yedin Helena! İki saniye önce söyleniyordun, şimdi elbisenin rengini düşünüyorsun.

Tüylerim ürperirken silkelendim ve kendime gelmeye çalıştım.

Hava soğuk değildi, ancak ben üşüyordum. Üzerimde ince, siyah ve krem renklerden oluşan ekose bir gömlek, içimde siyah kısa bir üst ve altımda bol kesim koyu renk bir kot vardı. Havaya uygun giyinsem de, moduma uygun giyinemiyordum belli ki. Tüm tüylerim ürpermişti, midem yine ağzıma gelmişti. İçim yanıyor, bedenim buz kesiyordu.

Yerimde durmayı başaramıyordum, Chris'i daha fazla bekleyecek gücüm de kalmamıştı üstelik.

Yerli yersiz kapımı çalan mesajım bir kez daha kapımı çaldı.

Chris'in bana günler önce gönderdiği, benim bir türlü dinlemediğim o mesaj...

Onu dinledikten sonra, ne yapacağımı bilememiş, öylece ortada kalmıştım. Yüzüne bakamayacak kadar utanmış, hiçbir şey söylememezlik edemeyecek kadar da heyecanlanmıştım. Düşündüğüm kadar cesur biri değildim, Alderwild bunu bana en iyi yollardan öğretiyordu.

Düşündüğüm kadar güçlü de değildim, sık sık yere çöküp ağlamak istememin başka bir açıklaması olamazdı.

Korkacak, dert edecek birçok şeyi yokken herkes güçlü olmayı başarırdı zaten. Mesele, bütün hayatın arap saçına döndüğünde oturup sakince o düğümleri çözebilmekti ve ben, bunda berbattım.

Chris olmasaydı, şimdiye birçok kez kendimi kaybederdim belki de.

Her seferinde beni toparlayan, beni cesaretlendiren o olmuştu bu geçtiğimiz hafta içerisinde. Bana benden çok güveniyor gibiydi. Bu tavırları beni şaşırtsa da, minnettar olmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Belli ki, Chris zamanla açılan biriydi. Ve ben yavaş yavaş kozasının içerisine göz atmaya başlamıştım artık.

Ah, şu mesaj...

Bir kez daha, ter içerisinde kaldım.

Üzerine hiç konuşmamış, günlerdir o mesaj hiç yokmuş gibi davranmıştık. Üstelik mesajın ondan geldiğini, bana "mesaja cevap ver" dediğinde öğrenmiştim.

Kısacası, benden cevap bekliyordu. Ancak ben, cevap veremeyecek kadar korkaktım.

"Ne zaman duracaksın?" Bir anda duyduğum tok ses ile sıçradım. Arkamı dönüp Septi Ferarum'un girişinde duran Chris'e baktım. Belli ki bir süredir orada beni izliyordu.

Manyak mıydı bu? Beni çıldırtmaktan zevk mi alıyordu?

"Neden geldiğini bana haber vermek yerine orada dikiliyorsun ki?" gülümsedi, donuk bir gülümsemeydi bu. Chris gülümsemesi. İçeri doğru birkaç adım attı.

Bölmelerden bazıları boştu. Demek ki başkaları da bizim gibi alışveriş yapmak için Akademi'den ayrılmışlardı. Akademiden her istediğimizde ayrılamıyorduk, bu yüzden iyi bir sebebimizin olması gerekiyordu.

"Zeus'la gidebiliriz." Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Birbirimizi bir süredir tanıyorduk ve şu son bir haftadır herkesten çok birlikte vakit geçirmiştik ancak hala ani konu geçişlerine alışamamıştım. Aklı hep, başka başka şeylere çalışıyordu!

"Pegasus'u çoktan dışarı çıkardım. Hayal kırıklığına uğrayabilir. İstersen, onunla gidebiliriz ama." Chris başını usulca sağa sola salladı. Hayvanlarla arasının çok iyi olmadığını biliyordum. Bu yüzden bu cevabı tahmin etmiştim zaten.

"Orada buluşuruz. Cadde üzerinde beni bekle." Gülümsedim. Ondan önce gideceğimi biliyordu tabii.

Gördün mü Pegasus? Herkes bizim ne kadar hızlı olduğumuzu biliyor.

Sonra, gülümsemem yüzümde soldu. Ne kadar süre biz kalacaktık? Pegasus gidince bana ne olacaktı peki? Yeni bir bekçiyle mi bağlanacaktım?

Pegasus'u özlediğimde ne olacaktı, onu bir daha hiç görebilecek miydim?

Aklımdan onlarca şey geçerken ve içimdeki ateş büyüdükçe büyürken, Pegasus'un sakince o ateş topunu çekip almasını izledim öylece. Onda benim kadar endişe yoktu. Belli ki görev bir an önce bitsin ve Primus'uma geri döneyim diyordu.

İçimde bir şeyler kırıldı.

Beni elbet seviyordu, ancak bana ait değildi...

"Niye suratını buruşturdun yine? Binmeyecek misin?" Chris kaşları çatık bir şekilde suratıma bakarken zorlukla gülümseyip Pegasus'a döndüm. Her zamanki zarifliğiyle eğildi ve kanadını açarak önüme doğru serdi. Usulca tırmanıp üzerine oturdum. Pegasus ve ben, Zeusla Chris'in neredeyse iki katı büyüklüğündeydik. Onlara tepeden bakıyorduk.

"O zaman, görüşürüz." Cevap vermesini beklemeden havalandık ve saniyeler içerisinde bulutların üzerinde süzülmeye başladık. Birkaç saniye sonra da inişe geçmiştik zaten.

Pegasus buraya ilk geldiğimizde beni indirdiği yerde durdu ve ben indikten sonra gözden kayboldu.

İçimde tarifsiz bir hüzün vardı. Bir türlü aşamıyordum.

Pegasus'la çok uzun yıllardır bağlı olmadığımızın farkındaydım ancak ruh ikizi olduğumuza öyle inanmıştım ki... Şimdi bir görev için bir arada olduğumuz fikrini kabullenemiyordum.

Benim enerjime, benim frekansıma geldiğine inanmıştım. Beni duyduğuna, beni seçtiğine...

Bir süre sonra görevi her neyse bunu tamamlayıp gidecek olması, hazmetmesi oldukça zor bir şeydi. Karnıma ağrılar sokan bir şey.

Caddeye ilerleyip etrafıma bakmaya başladım. Nova'yı aldığım Nyx dükkanı solumda duruyordu. Gülümsedim. Çok kalabalık değildi bu kez Hollypad. Sakindi.

Üzerinden çok zaman geçmese de, geçmişe gitmiş gibi hissetmiştim kendimi. Ben istemsizce dükkana bakmayı sürdürürken, Chris'in sesi girdiğim transtan çıkardı beni.

"Seni baloda birileriyle tanıştıracağım. Bize Tulpar konusunda yardımcı olabileceklerini düşünüyorum."

Bize... Biz olmuştuk, değil mi?

Başımı usul usul salladım. O bu alemde doğup büyümüştü. Birilerini tanıması çok normaldi. Üstelik belli ki bu konuyu en az benim kadar ciddiye alıyordu ve bana gerçekten yardımcı olmak istiyordu.

"Ne giyeceğini düşündün mü?" Sorusuyla tüm dikkatim ona yöneldi.

Ne giyeceğimi, elbette ki düşünmemiştim. Tulparı, isyanı, kalistoları, annemi, kelpieleri, Chris'in bana gönderdiği mesajı...

Bunları düşünmüştüm! Ne giyeceğimi değil. Üstelik, daha iki dakika önce apayrı bir şeyden konuşuyorduk!

"Sana bir şey soracağım..." dedim dayanamayarak. İçimden taşıp gitmek isteyen duyguları daha fazla tutamıyordum. "Neden böylesin? Neden bu kadar sakinsin? Neden hiçbir şey olmamış ya da olmayacakmış gibi davranıyorsun? Yanlış anlama, minnettarım. Çünkü sen de benim gibi kafayı yiyecek gibi olsaydın, beni sakinleştirmeseydin, çok daha kötü bir halde olacaktım bunu biliyorum. Ancak anlayamıyorum. Neden? Nasıl? Bunu, nasıl başarıyorsun?" Bir anda içimde ne varsa döküp saçmamı, içerisine sık sık girdiğim panik duygusuna bağlıyordum. Normalde de bir şekilde hiçbir şeyi içimde tutamaz, er geç ortaya dökerdim ancak bu kez bana da sürpriz olmuştu.

Derin bir nefes aldım. Karnım hala ağrıyordu ve midem hala ağzımdaydı. Ancak en azından kafamda dönüp duran şeylerin bir kısmı artık Hollypad'de, Chris'le aramızdaki boşlukta asılı kalmıştı.

Ellerini üzerindeki siyah kot ceketin cebine soktu. Üşüyor muydu?

Bana doğru yürümeye başladı. Aramızda zaten beş on adımdan fazlası yoktu. Geldi, geldi, geldi. Tam önümde, kokusunu aldığıma emin olduğu bir noktada durdu. Emindi, çünkü yüzümden anlayabilecek kadar zekiydi.

O koku ciğerlerime dolmasın diye, nefesimi tuttuğumu biliyordu. Bunu ilk kez yapmıyordum çünkü...

Kütüphanede, istemsizce yakınlaştığımız birkaç seferde hep aynı şey olmuştu. O gülümsüyordu, ben nefesimi tutup uzaklaşıyordum.

Şimdi de, yine nefesimi tutmuş, yüzüne bakıyordum. Bir cevap vermesini bekliyordum. Gülümsemesi biraz daha genişlerken, aydınlık havanın verdiği etkiyle gözlerinin kahvesi iyice açıldı. Neyi bekliyordu?

Derken, nefesimi daha fazla tutamayıp derin bir nefes çektim içime. Ve çevrede ne kadar dükkan varsa, ne kadar elementer varsa silindi gitti. Her şey onun kokusunun gölgesinde kaldı.

Chris bu kez neredeyse kahkaha attı.

Bunu bekliyordu...

Kokusunun ciğerlerime dolmasını, beni allak bullak etmesini bekliyordu.

Ne yapmaya çalışıyordu? Benim üzerimde tuhaf bir etkisinin olduğunun farkındaydı ve bunu kullanıyordu, öyle mi?

"Kabul ediyor musun?" kaşlarım daha fazla çatılamaz sanıyordum ancak, çatılmıştı işte. Bir kez daha, konudan konuya öyle bir atlamıştı ki ben nerede olduğumu, kim olduğumu ve ne yaptığımı unutmuştum.

"Neyi?" yüzündeki gülümseme hiç solmamış, yerli yerinde duruyordu. Hollypad'in ortasında, aramızda sadece bir iki adım varken dikilmiş, öylece duruyorduk. Kafasını yavaş yavaş aşağı yukarı salladı. Bir adım daha attı. Yüzü öyle yakındı ki, gözlerine bakamayacak kadar utanmıştım. Ne yapacağımı bilemedim. Midemde ne varsa çıkarmamak için çok zor tutuyordum kendimi. İstemsizce gözlerimi kapattım. Yüzünü bu kadar yakından görmek belli ki midem için iyi değildi.

Gözlerimi kapatsam da, yüzündeki gülümsemeyi net bir biçimde görür gibiydim.

Mendebur Chris.

Hem sürekli sert, gergin olup hem de sık sık gülümsemeyi nasıl başarıyordu? Bipolardı, değil mi?

Bipolar olan bendim. Olsun, o da bipolardı.

"Neyi olduğunu biliyorsun." Öldürücü bir sakinlikle, aramızda santimler varken fısıldadı bana doğru.

Neyi olduğunu biliyorsun...

Biliyordum. Adım gibi biliyordum hem de. Ah, belli ki daha fazla kaçamayacaktım, değil mi? Bir şekilde bunu geçiştirmeme izin verdiğini sanmış, aptallık etmiştim.

Tabii ki buna izin vermeyecekti. Elbet o mesaja bir cevap isteyecekti.

Bir adım geriye atıp, gözlerimi açtım. Tam tahmin ettiğim gibi, o hafif gülümseme dudaklarındaydı. Gözlerim saniyelik olarak dudaklarına kaydıktan sonra tekrar gözlerine odaklandım. Açık bir kahve olan, yumuşak gözlerine. Yüzü gülümserken bile sertti, ancak gözleri kesinlikle yumuşacıktı. Aynı sakinlikle cevap verdim ona.

"Mavi bir elbise giymek istiyorum. Kabarık ve ışıl ışıl. İşlemeli, zarif... Gece gibi." Dudaklarını birbirine bastırdı, gülümsemesini de bu hareketin arkasına gizledi. Bu kez konudan konuya atlayan bendim. Ve o, rahatsız olmuş gibi durmuyordu. Yanımdan geçip, caddede yukarı doğru yürümeye başladı.

"Nereye gitmemiz gerektiğini biliyorum o zaman."

Kısa bir yürüyüşün ardından, beni buraya ilk geldiğimde görmediğim bir dükkana soktu Chris. İsmi "Lylara"'ydı. Sade, siyah renkli bir tabela üzerinde yeşil renkle ve italik yazılmıştı. Birçok dükkanın aksine, bir vitrini vardı ve muhteşemdi. İnsanların dükkanlarını aratmıyor, aksine onlardan çok daha heybetli duruyordu.

Onlarca elbise vitrine dizilmiş, açık sarı ışıklı bir bitkiyle ışıklandırılmıştı. Vitrin boydan boya camdı ve hiçbir çıta, kolon ya da benzeri bir şey yoktu.

"Neler görüyorum? Gerçekten burada mısın? Üstelik de, güzeller güzeli bir hanımefendiyle!" ben gözlerimi vitrinden alamazken, oldukça neşeli, orta yaşlarda bir kadın heyecanla Chris'e atılıp sarıldı. Chris de ufak bir gülümsemeyle elini kadının sırtına koydu. Kadın belli ki uzunca bir süre öyle kalacaktı, ancak Chris'in hafif öksürüğü ile çekildi ve bu kez bana yöneldi.

Ben daha ne olduğunu anlayamadan, aynı heyecanla beni kollarına aldı ve sıkıca sarılmaya başladı. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilememiş, iki kolum havada Chris'e bakmaya başlamıştım.

Kaş göz işareti yaparak kadını gösterdi, ben de buradan sarılmasına karşılık vermem gerektiği sonucunu çıkardım. Elimi aynı Chris gibi hafifçe sırtına koydum ve geri çekildim.

Tuhaf hissetmiştim, birine sarıldığım için. Ne ara bu kadar yabani olmuştum? Yoksa hep böyle miydim? En son, ne zaman birine sarılmıştım?

Aileen ve Marva ile vedalaşırken...

"Akademiden arkadaşız biz, balo için elbise bakacaktım da ben. Chris de ben biliyorum dedi. Ben de buraları çok bilmediğim için... Bana yardım etti. Sağolsun Chris. Arkadaşlarına hep çok yardım eder. Değil mi?" Chris kaşlarını çatıp ne yaptığımı çözmeye çalışıyordu ki uzun sürmedi anlaması. Yanlış anlamalara sebep vermemek için, arkadaş olduğumuzu vurguluyordum elbette.

Panik olmuş, saçmalıyordum.

Paslanmış mıydı yoksa Chris? Bunu, çok daha önce çözmesi gerekirdi.

"Arkadaş evet. Balo eşim oluyor kendisi." Tanrım, bu çocuk neden böyleydi? Biri bana acilen açıklayabilir mi? Acilen!

Neden her şeyi dan diye söylüyordu? Neden dilinin hiç kemiği yoktu?

Ben öksürüklere boğulunca, kadın kibarca sırtıma bir iki kez vurdu.

"Ay ben hemen su getiriyorum sana! Dur burada dur!" Hızlı hızlı adımlarda dükkanın arkasına doğru geçerken öksürüklerim yavaş yavaş dinmeye başladı.

Ciğerlerimi elime alana kadar öksürmüştüm resmen.

"Sen kafayı mı yedin? Ben senin bu dilin yüzünden daha ne kadar çekeceğim acaba?!" Chris çatık kaşlarını biraz daha çatıp sırtıma vurmaya başladı.

"Boğulacaksın. Yavaş." Ona ters ters bakarken, kadının getirdiği suyu elinden alıp yudumladım.

Yine ateşim çıkmıştı! Bir de sırtıma vuruyordu utanmadan!

"Ben tahmin ettim zaten yavrum senin balo eşin olduğunu! Güzelliğe bak, nasıl da yakışıyorsunuz. Senin kıyafetin hazır mı? Sana uygun bir şey mi seçeceğiz?" nefes almadan tekrar bana döndü "Sen ne giymek istiyorsun güzel kızım?" ve aynı heyecanla tekrar Chris'e döndü.

"Sen bizi tanıştırmayacak mısın? Hep böyleydi bu. Bilmez hiç böyle işleri!" Hiç susmadan konuşan kadın, Chris'i rahatsız ediyor gibi görünmüyordu.

Chris, böyle birinden nasıl rahatsız olmazdı ki?

Eğer şuan burada, bu manzaraya şahit olmasam, Chris'in bu kadına tahammül edebileceğine asla ihtimal vermezdim. Ama buradaydım işte, yanlarındaydım ve Chris'in sakin bir ifadeyle sohbeti dinlemesine şahit oluyordum.

Ben ağzımı açıp da bir şeyleri inkar edemeden, Chris konuştu tekrar.

"Mavi, ışıl ışıl olacakmış. Ben buradayım. Siz seçersiniz. Jokey, kuzenim olur kendisi. Clara." Gülümseyerek kendimi tanıtamadan, aynı heyecanlı tavırları durdurdu beni yine. Yüzünü hoşnutsuz bir ifade kaplamıştı.

"Vah vah. Ne diye adını Jokey koymuşlar senin güzel kızım? Hiç olmuş mu?" Chris kahkaha attı.

Chris, bir kez daha kahkaha attı. Buna yavaş yavaş alışmaya başlıyordum sanırım...

Ben kahkahasına kilitlenemeyecek kadar sinirli bir biçimde, kaşlarım çatık ona bakıyordum. O ise beni umursuyormuş gibi durmuyordu.

"Hadi, bekliyorum." Ellerimi istemsizce yumruk yapıp, Clara'nın peşinden yürümeye başladım. O hala adımı nasıl Jokey koyduklarıyla ilgili söylenip duruyordu, bense dönüp dönüp arkama bakıyor, Chris'i öldürmemek için sabır dileniyordum.

Ruh hastası mendebur.

En büyük eğlencesi benimle dalga geçmek olan sinir bozucu elementer bozuntusu.

"Şimdi sana buranın en güzel elbiselerinden birkaçını getireceğim ve sen de bir peri kızına dönüşeceksin! Kabine gir ve üstünü çıkar, haydi." Beni kabine doğru hafifçe itekleyip kendi dükkana geri döndü. Üzerimi çıkarırken hala sinirden köpürüyordum.

Kabinin üzerine bir adet elbise bıraktı Clara.

Görür görmez nefesimi kesti elbise. Kabarık, tül kolları ve işlemeli bir göğüs detayı vardı. Elbisenin kendisi de kolları gibi kabarıktı ve tüllerle süslenmişti. Öylesine uzun ve kabarıktı ki, bununla asla yürüyemezdim muhtemelen ancak nefesimi kesmesine engel değildi bu. Derin ama ince bir göğüs dekoltesi vardı. Hiçbir şeyi ifşa etmiyor, açıkta bırakmıyordu. Öyle zarifti ki, bunu denemeden alıp bu dükkandan çıkabilirdim. Öyle sevmiştim!

Elbiseyi üzerime geçirmek, neredeyse on dakikamı aldığında, nefes nefese kabinden çıktım. Clara sabırla beni beklemişti belli ki. Ben çıkar çıkmaz ellerini çırpıp zıplamaya başladı.

Öyle bir enerjisi vardı ki, olduğundan çok daha küçük gösteriyordu belki de. Kaç yaşında olduğunu merak ettim.

"Daha güzel olamazdın! Sanki senin için dikilmiş! Şuna bir bak!" Clara ellerini çırpmaya devam ederken, kabinin solunda kalan boy aynasına doğru yürümeye başladım.

Gerçekten de, çok güzel görünüyordum. Zarif, huzurlu, sanki elementer aleminin sonu gelmeyecekmiş gibi mutlu...

Bu elbise gerçekten de, bana birçok şeyi unutturabilirdi belli ki.

"Bunu dene." Ben kendimi aynada beğeniyle süzerken, Chris elinde bir elbiseyle geldi. Şaşkınlıkla gözlerimi ayna vasıtasıyla ona çevirdim. Arkamda, üzerimdekinden daha koyu mavi olan kabarık bir elbiseyle dikiliyordu. Gözüm Clara'ya ilişti. Elini ağzına siper etmiş, gözleri dolu dolu olmuştu.

Kaşlarımı çatıp neden gözlerinin dolduğunu anlamaya çalıştım.

Chris benden bir hareket gelmeyince, bana doğru yürümeye başladı. Arkamda durdu. Kokusunun bütün hücrelerime yayılmasına izin verdi. Elini arkamdan, önüme doğru uzatıp elindeki elbiseyi üzerime tuttu.

"Bu sana daha çok yakışacak."

Daha çok... Üzerimdekini yakıştırmıştı yani bana...

Clara boğazını temizler gibi hafifçe öksürdü. İkimiz de transtan çıkmış gibi ayna üzerinden ona bakmaya başladık.

"Ben, çıkayım... Yapacak işler var tabii dükkanda. Çıkayım ben kızım. Siz seçin gelin, ben bekliyorum!" Clara acele adımlarla bizim olduğumuz taraftan uzaklaştı. Bu kez birbirimize bakma sırasıydı.

Bizi, yalnız bırakması gerektiğini hissetmişti belli ki Clara. Chris sağolsun, bizi yanlış anlıyordu. Gerçekten, eş sanıyordu. Aramızda bir şey var sanıyordu. Elindeki elbiseyi alıp kabine yürümeye başladım.

Bir diğer on dakikalık mücadele sonrası, bu elbiseyi de giymeyi başarmıştım. Ancak garip bir biçimde, kabinden çıkmaya utanıyordum. Neden utanıyordum ki? Niye böyle saçma hallere giriyordum bir türlü anlamıyordum. Mesaja cevap vermiyordum, onun üzerine konuşmuyordum, kabinden çıkmaya utanıyordum. Neden?

"Daha bekleyecek miyim, Jokey?" gözlerimi devirip kabinden seslendim.

"Patlama!" kabinin kapısını usulca açıp bir adım attım. Chris beni göremeyeceği bir konumda, diğer elbiselere göz gezdiriyordu ve belli ki kendi kendine söyleniyordu.

"Niye patlayayım? Ne alaka şimdi patlamak?" Bu kez, kahkaha atan ben oldum. Elementerlerin, dünya deyimlerine olan cehaleti bana hep komik gelecekti...

Kahkahamla birlikte Chris'in gözleri bana döndü. Önce gözlerimde, sonra gülüşümde, sonra da üzerimdeki elbisede takılı kaldı bakışları.

Yutkundu. Yutkundu mu o?

Bana çok uzun gelen birkaç saniyede yanıma yürüyüp elini uzattı.

Ne yapacağımı bilemedim. Tutacak mıydım?

Chris benim içerisine düştüğüm karmaşayı görmüş olacak, elime uzandı ve birkaç parmağıyla benim iki parmağımı tuttu.

Elimi tutmadı, ama beni elimi tutmaktan beter etti...

Soğuk parmakları dokunduğu yeri yerle bir etti. Benim acilen, kendime gelmem gerekiyordu.

Acilen.

Parmaklarımı tutan elleriyle bana yön verip beni aynanın önüne çekti.

"Gece gibi." Aldığım nefes vücuduma yetmezken, tüm sinir uçlarımı bir bir hissettim sanki vücudumdaki... Ciğerlerim yandı, başım bir saniyeliğine döndü. Kendimi ilk kez görüyormuş gibi hissetmiştim.

Bir önceki elbiseyi çok beğenmiştim, evet. Ancak bu, başka bir seviyeydi. Öyle zarif, öyle ışıl ışıl bir şey giyiyordum ki, ben dünyanın en çirkin kızı da olsam, bunun içerisinde prensese dönüşmek zorundaydım...

Bu kez ben yutkundum. Chris gülümseyerek aynadaki yansımamı izliyordu. Sonra, kaşları hafifçe çatıldı. Parmaklarımı tutan elini çekti.

Ne olmuştu şimdi? Daha da önemlisi, ben neden buna takılmıştım ki?

Kendi yansımamı izlemeyi bırakmış, onunkine dönmüştüm. Parmakları bu kez sırtımı esir aldığında, dünyadaki bütün nefesler bir kara delikte yok olmuş gibiydi. Benim onun kokusunu solumaktan başka çarem yoktu sanki. Sırtımda iz bırakarak, bana acı çektirerek fermuarı çekti usulca.

"Kapatamamışsın." Dedi. Sanki dünyanın en normal şeyini yapmıştı. Çok sakindi. Sanki biz, yıllardır sevgiliydik...

Sevgili.

Bana ne kadar da uzak bir kelimeydi aslında.

"Şimdi sıra, benim kıyafetimde."

***

"Neden önündekileri yemiyorsun?" Cam kolumu dürtüp, bir süredir eziyet ettiğim makarnayı işaret etti başıyla.

Düşünecek öyle çok şey vardı ki, yemek yiyecek zaman yoktu. Zihnim çöplükten farksızdı adeta. Karnımı doyuracak kadar ağır bir kargaşanın içerisindeydim zaten. Yemeğe ihtiyacım yoktu.

"Dalmışım." Bir süredir eski heyecanımdan eser olmadığının herkes farkındaydı. Birkaç kez sormuş, sonra beni kendi halime bırakmışlardı. Chris'le gizli saklı çevirdiğimiz dolaplardan habersizlerdi çünkü ben öyle istemiştim. Bu durum Chris'in umurunda değildi, ona kalsa söylerdi. Ancak ben buna her seferinde engel oluyordum. O da yalan söylememek adına, bir şey sorulduğunda susup benim cevaplamama izin veriyordu.

Sabah Düello kulübüne katılamamıştım. Neyse ki kulüpler, dersler gibi zorunlu değildi. Yoksa bu durum çok daha fazla canımı sıkardı. Düello kulübüne neden katılamadığımı da bir türlü anlayamıyordum. Hollypad'e daha sonra gidebilirdik ancak Chris tutturmuştu gidelim diye. Ve bir şekilde bana dediğini yaptırmış, sabahın köründe Hollypad'e götürmüştü.

Öğle yemeğine zar zor yetişmiş, kimseye bir açıklama yapmamıza gerek kalmadan masada yerimizi alabilmiştik.

Bunun kesinlikle, Derreck'le bir ilgisi olmalıydı. Chris Derreck'ten hoşlanmıyordu ve ben o kulüpte yalnızdım. Ama bu durumu neden bu kadar umursadığını anlayamıyordum.

Neden Derreck'ten hoşlanmadığını da. Sorsam, söylemezdi. Biliyordum.

Eh, bu hafta beni bir şekilde engellemiş olsa da, bunu sonsuza kadar yapamazdı. Er ya da geç, o kulübe gidecektim nasılsa.

Tara da masada bizimle birlikteydi. Artık dört kişilik bir masada değil, daha büyük bir masada oturuyorduk. Yarışmada onunla tanıştığımızdan beri, "çete" ona gerçekten ısınmıştı. Benim kanım zaten ilk gördüğümde ısınmıştı Tara'ya.

Tara ile henüz istediğim kadar yakınlaşma fırsatı bulamamıştım çünkü tanışmamızın hemen arkasına, bir kaosun içerisine düşmüştüm. Ancak er ya da geç, onunla yakın iki arkadaş olacağımızı hissediyordum.

Yemekten sonra herkes serbest vaktinin tadını çıkaracakken, biz Chris ile her Cumartesi ve Pazar, akşam yemekleri öncesi yapmak üzere anlaştığımız alıştırma derslerine başlayacaktık bu hafta.

Neyse ki bunu herkes biliyordu ve gizli saklı yapmak zorunda değildik.

Ve Chris bir saatliğine demişti ancak, son olaylardan sonra bundan pek de emin değildim...

Bir saat bana kendimi güvende hissettirmeyecekti. O bana bir saat destek olsa bile, ben saatlerce çalışacaktım ve o da bunu biliyordu. O yüzden, saat sınırı koymamakta anlaşmıştık.

"Ee, bu ikisi çalışırken biz nerede takılacağız söyle bakalım? Erik'le konuşabilirim. Sen de bize katılabilirsin istersen Tara." Tara gülümseyerek Cam'e baktı. Kafasını usulca salladı. Çok suskun biri değildi normalde ama bugün o da durgun gibiydi.

"Ben size katılamayacağım. Birkaç işim var." William, Cam ve Tara'ya sırayla bakarak konuştu. Ben makarnamla oynamaya devam ederken Cam onu cevapladı.

"Ne işiymiş o? Biz de gelelim." William'ın cevap vermemesi ile kafamı kaldırıp ona baktım. Kaşlarını çatmış, gerilmişti.

Belli ki ben de dahil kimse, ne olduğuna anlam veremiyordu.

"Öyle bir iş değil. Akşam yemeğinde görüşürüz." William bir anda ayaklandı ve sandalyesini yerine itekleyip yemek salonunun çıkışına yürümeye başladı.

Bu hafta, bizde olduğu kadar diğerlerinde de bir haller vardı.

William içine kapanmış gibiydi, Tara suskundu ve Cam de belli ki bu durumlardan memnun değildi.

Grubumuzdaki ufak pürüz, içimde bir şeyleri kırsa da toparlanacağına emindim. Buraya gelirken, sanki her günüm güllük gülistanlık geçecekmiş gibi düşünmüştüm. Ne kadar da yanılmıştım oysa ki... Akademi başlayalı iki hafta olmuştu ve ben şimdiden büyük bir fırtınaya kapılmış oradan oraya savruluyordum. Arkadaş grubum da benden çok farklı değildi.

"Hadi." Chris, bana bakarak konuşmuştu. Bir an için anlam veremesem de, kalkmak için söylediğini fark ettim sonradan. Başımı usulca sallayıp kalktım.

"Akşam yemeğinde görüşürüz." Cam ve Tara'yı baş başa bırakıp salonun çıkışına yürümeye başladık.

"Kabul ediyor musun?" yürümeyi bırakıp Chris'e doğru döndüm. Gözlerim kocaman açılmış, şaşkınlıkla ona bakıyordum.

"Derdin ne senin?" bu sorunun altında onlarca başka soru daha vardı aslında.

Beni neden sıkıştırıyorsun?

Neyi öğrenmek istiyorsun?

Bana bunu neden yapıyorsun..?

Chris kaldırdığı omuzlarını yavaşça indirdi. Yüzünde bir gülümseme vardı ama samimiyetten çok uzaktı. O da en az benim kadar bu konudan sıkılmış, gerilmişti.

Öyleyse neden ısrarla bana bunu yapıyordu ki? Neden bu konunun kapanıp gitmesine izin vermiyordu? Daha da önemlisi, neden bir cevap veremiyordum ki?

Ya evet diyecektim, ya da hayır. Bunda bu kadar zor olan ne vardı?

Evet dersem, yapabileceklerinden korkuyordum. Hayır dersem de kaçıyor gibi görünmekten. Ama aslında kaçıyordum.

"Sana bunu bir kere daha soracağım ve o son olacak." Dedi. Gözleri kısık, sahte gülümsemesi de çok uzaktı şimdi. Ne diyeceğimi bilemeden öylece salonun girişinde ona bakıyordum. Kurtarıcım, Bayan Talose oldu.

Bütün hafta onunla denk gelebilmek için çırpınmış, bir türlü o şansı elde edememiştim. Şimdi birkaç adım ötemde, üst sınıflardan olduğunu tahmin ettiğim bir tempersitarla görüşüyordu.

Hem onunla görüşebilir, hem de Chris'in kıskacından kurtulabilirdim belki.

Gerçi, kimi kandırıyordum ki? Her günüm, her saatim Chrisle geçer olmuştu. Elbet bu noktaya bir kere daha gelecektik.

"Bayan Talose! Bir saniyenizi alabilir miyim?" saygısızlığın dibine vurarak, kendimi hızlıca o tarafa doğru attım ve Chris'ten uzaklaştım. Bayan Talose bir saniye duraksayıp, yanındaki elementerin sırtına elini koydu ve onunla görüşmesini sonlandırdı.

"Tabii Ma Petite. Gel şöyle." Yaptığım kabalığa rağmen, yüzünde şefkatli bir gülümsemeyle beni bekliyordu. Hızlı adımlarla yanına ulaştım.

"Size sormak istediğim birkaç şey var. Daha doğrusu... Bir şey. Annemi, tanıyor olabilir misiniz acaba?" Bayan Talose'un gülümsemesi gittikçe soldu, bitme noktasına ulaştı. Dudakları düz bir çizgi halini aldı ve gözlerine bariz bir sıkıntı çöktü.

Evet, Tom Lincoln lanetli bir isimdi. Ama aynısının annem için de geçerli olacağını hiç düşünmemiştim...

Onun adını da mı anamayacaktım ben? Onun adı geçtiğinde de mi böyle olacaktı? Bir parça umut kırıntısına tutunmak istedim o an. Belki de annemi tanımıyordu.

"Gwenn Lincoln. Bir İgniserdi. Tanımıyor olabilirsiniz tabii ama be-" Bayan Talose elini zarifçe kaldırdı. İstemsizce sözlerim bir bir boğazıma dizildi. Gözlerimin yavaş yavaş dolduğunu hissettim. Şimdi sırası mıydı bu duygusal çöküşün?

"Daha sonra odama gelmeye ne dersin sevgili Helena? Bunu orada konuşalım, olur mu?" usul usul başımı sallayıp elimin tersiyle yüzüme dokundum. Göz yaşlarım akmamıştı ancak ben içime ağladığımı biliyordum çoktan. Annemin adını anmak, onun hakkında iyi kötü bir şey duyabilme ihtimali... Bunlar beni dağıtmaya yetiyordu.

Öyle büyük bir acının içerisindeydim ki, bu çukurdan nasıl çıkacağımı bilmiyordum.

Sürekli yaramın deşilmesinden bıkmıştım aslında. Ancak şimdi o yarayı bile isteye ben deşiyordum.

"Tabii. İyi günler Bayan Talose." Başım önde, asık suratımla tekrar çıkışa yürürken, koridorda bekleyen Chris'e denk geldim.

Gitmemişti, beklemişti.

Hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı. Ben de peşine takıldım. Ortak alana kadar ulaştık ve şöminenin keyfini çıkaran tempersitarların önünden geçip geçitten çıktık. Biz de onlar gibi öğrenciliğin ve elementerliğin keyfini çıkarabilirdik ama olmuyordu işte. Hayatımın ortası yoktu. Ya en zirvede, ya en dipte yaşıyordum ne yaşıyorsam. İç çektim.

"İstemiyorsan, gitmeyelim." Başımı sağa sola salladım. Gitmek istemediğim için değildi iç çekişim.

"Hadi, oyalanmayalım." dedim gitmek istediğimi belli ederek. Yer üstüne çıkar çıkmaz kot ceketinin cebinden ay taşını çıkardı Chris. Bir şey söylemesine gerek kalmadan taşa dokundum ve kendimizi yine uçsuz bucaksız ormanın içinde, kimsenin olmadığı bir yerde bulduk. Buraya gelmek beni bir miktar tedirgin etmişti. Chris'in "tehlikenin sesi" dediği sesleri de yine ormanda duymuştuk çünkü. Üstelik, bilmediği şeyden korkardı insan. Bu, çok normaldi.

"Tehlikenin sesi." Kendi kendime mırıldanmadığımı, Chris'in bana dönen bakışlarıyla fark ettim. Kaşları çatık bir biçimde bir süre baktı bana.

"Tehlikenin sesi." Dedi o da. Daha fazla bir şey söylemeyeceğini düşünmüştüm ama konuşmaya devam etti.

"Bu ağaçlardaki kırmızı parlama neyse, hayvanlardaki hali de o işte. Tehlikenin sesi. Bir nevi, mutasyona uğramış gibiler... Saldırganlar. Neye göre saldırdıklarını da bilmiyoruz üstelik. Bazen saldırıyorlar, bazen normal bir hayvan gibi davranıyorlar..." Chris bana bakmıyor, ormana bakmaya devam ediyordu. Gözlerimi devirip, yüzüne çevirdim bakışlarımı.

"Ve sen, bizi buraya getirdin çünkü ölelim istiyorsun değil mi?" Chris hafifçe gülümsedi. Onun bu rahatlığı, beni sürekli çileden çıkarıyordu.

Öyle zıttık ki!

"Biz elementer değil miyiz? Buraya eğitim yapmaya gelmedik mi? Bundan iyi eğitim mi olur?" bir an için gerçekten şaka yaptığını düşündüm ancak öyle ciddi söylemişti ki, şaka yapmıyordu.

Gerçekten de, tehlikenin sesi dediği mutasyona uğramış hayvanlarla mı pratik yapacaktık?

Ben canımı seviyordum!

Tanrım, sen beni kurtar bunun elinden!

"Madem öyle, Pegasus da gelsin. Ben onsuz korkuyorum." Chris, nadir gördüğüm kahkahalarından birini daha atarken, ben yine bakışlarımı ona sabitledim. Bunca sorunun ve derdin arasında, onun sakin kalabilmesini ve gülmeye devam edebilmesini seviyordum aslında.

Sürekli şikayet ediyordum, huysuzlanıyordum ama seviyordum işte.

"Ben varım ya. Neyden korkuyorsun?" gülümsemesi yüzünde asılıyken, başını bana çevirip konuşmuştu. Ben hala gülümsemesinde takılı kalmış bir biçimde öylece yüzüne bakıyordum.

Kalbim tekledi. Ne diyeceğimi bilemedim.

Onun varlığı, beni rahatlatır mıydı? Rahatlatıyordu gerçi...

"Tehlikenin sesinden?" diyebildim zar zor. Boğazım çatallanmıştı. Sesimi öyle zor bulabilmiştim ki öksürme ihtiyacı hissettim. Boğazımı temizledim. Orman, çok sıcaktı. Üzerimdeki ceketi çıkarıp siyah üstümle durmamak için çok zor tutuyordum kendimi. Bunalmıştım.

Chris etrafa bir göz atıp, yavaşça oturdu yere. Başını kaldırıp bana baktı tekrar.

"Seni korurum." dedi eğlendiğini belli eden bir sesle. "Otur hadi." Yanını işaret ediyordu. Yavaşça oturup derin bir nefes aldım. Sakin bir sesle konuşmaya başladı tekrar.

"Dinleyerek başlayacağız. Ormanı dinleyerek. Yarışmada daha iyi duyman için yaptığın sochruyu hatırlıyor musun?" başımı salladım hafif hafif. Deftere yazmıştım ve görmüştüm, bir daha unutmazdım. Üstelik bir düşkünle tek başıma kaldığımda da kullanmıştım. Dilimi dudaklarımda gezdirip, odaklanmaya çalıştım.

"Wisteria Sinensis."

***

Saatlerce sochrular üzerinde, element hakimiyeti üzerinde ve ormanla bütünleşme üzerinde çalıştık. Artık daha fazla gücüm kalmadığında, kendimi yere bıraktım.

"Yeter! Biraz soluklanalım. Sanki yarın bir isyan çıkacak ben de onu bastıracağım gibi zorluyorsun beni! Benimki de can! İyi ki bir çalışalım dedik!" ben söylenerek sırtımı zeminle buluşturduğumda, hiç yorulmamış gibi görünen Chris yanıma oturdu.

"Ben mi dedim saat sınırı koymayalım diye? Niye mızmızlanıyorsun şimdi?" Haklıydı, eh, umurumda değildi.

"Saat sınırı olmasın dediysek, insanlıktan çıkalım da demedik. Pardon, elementerlikten!" Chris homurdanmaya başladı. Eh, uyumlu Chris buraya kadardı işte. Fazla bile iyi anlaşmıştık. Alışkın değildim böylesine. Chris'e cevap vereceğim sırada, bir hışırtı duymamızla birlikte ikimiz de anında bakışlarımızı birbirimize çevirdik.

Çalışırken, ay taşı ile ilk geldiğimiz noktadan epey uzaklaşmıştık ve hiç düşkün görmemiştik.

İçim tarifsiz bir korkuyla dolarken kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Pegasus, septi ferarumda hazır bir biçimde bekliyordu ve emindim ki aynısı Zeus için de geçerliydi. Üstelik ay taşımız da vardı. Saniyeler içerisinde ortamı terk edebilir, ya da kalıp, savaşıp kazanabilirdik.

Korkmam için hiçbir sebep yoktu, yine de kalbim ağzımdaydı.

Chris işaret parmağını dudaklarına götürerek sessiz olmamı işaret etti. Zaten ses çıkaramayacak kadar tedirgin olmuştum. Ancak benim böyle anlarda sessiz kalmam en fazla birkaç dakika sürerdi. Sonra lanetim devreye girerdi ve kıpırdanıp ses çıkarmaya başlardım.

Kısaca, çok vaktimiz yoktu.

Hiçbir şey yapmadan, seslerin uzaklaşması için bekliyorduk. Derken, hiç beklemediğimiz bir görüntü girdi görüş alanımıza.

William.

Bir de, Emile.

Üstelik, pek de uygun olmayan bir vaziyette...

Chris hızla başını çevirip bana baktı. Yüzümde bir duygu kırıntısı arıyordu belli ki. Ondan hoşlandığımı düşünüyordu ne de olsa.

Ancak bende o kırıntıya dair hiçbir şey yoktu.

Üzülmedim, ya da canım sıkılmadı.

Kırılmadım, kızmadım. Hiçbir şey hissetmedim.

William'ın dudaklarının Emile'inkilere kapanmış halde, çevrelerindeki hiçbir şeyi fark edemeyecek kadar aceleci ve odaklı bir biçimde olmaları, beni hiç rahatsız etmedi. Etmesi için bir sebep de yoktu. Chris bunu rahatlıkla gözlerimde görebilsin istedim.

Onlara bakmayı sürdürmek yerine, bakışlarımı Chris'e çevirdim. Aramızdaki boy farkı sebebiyle kafamı hafifçe kaldırıp kararmış gözlerine baktım. Benden daha çok rahatsız olmuştu gördüklerinden.

Ve Chris'i birazcık tanıyorsam, bunun Emile ile hiçbir ilgisi yoktu. Emile'i umursamadığını birçok kez anlamış, şahit olmuştum. William'a canı sıkılıyordu.

Belki Emile ile bir şeyler yaşamasını istemediğindendi. Belki de... Benim üzüleceğimi düşündüğünden.

Gülümsedim. Benim için canı sıkılmış olabilir miydi gerçekten?

Bakışlarını William'dan çekti. O da bana bakmaya başladı. İçim ısınmıştı bir anda. Onun canının sıkkınlığı, benim kafamda kurduklarımla birleştiğinde istemsizce gülümsetiyordu beni. Gözlerimdeki boşluğu gördüğünden emin olmak istercesine bir süre gözlerine baktım.

Derin bir nefes aldım.

Vanilya ve sedir karışımı sakinleştirici kokusunu çektim bir kez daha içime.

Bile isteye, yakınındaydım şimdi. Gözlerim onun gözlerini talan ederken konuştum. Günlerdir başımın etini yediği şu Nyx olayına cevap vermenin vakti gelmişti...

"Kabul ediyorum. Meydan okumanı."

 

KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.

KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR

Instagram: byk.literatur

Tiktok: buseninkurgulari

Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sizce Chris'in Helena'ya mesajında ne vardı, Helena neyi kabul etti?

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Instagram : aykusagi.serisi

Bölüm : 18.09.2025 16:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...