20. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 19.BÖLÜM - KIYAMET BORUSU

19.BÖLÜM - KIYAMET BORUSU

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

Hikayeye oy sınırı getirmeye karar verdim arkadaşlar. Bunun tek bir sebebi var o da kurguyu daha büyük kitlelere ulaştırmak. Saçma sapan tonlarca kurgunun milyonlarca okunduğunu görmek iyice sinirlerimi bozmaya başladı... Kurgumuz daha çok insana ulaşsın ve bir kitlesi olsun istiyorum. Daha çok okunmasını, yıllarımı verdiğim bu hikayenin daha tanınır olmasını istiyorum :)

Bu bölüm için oy sınırı 4.

4 oy gelmeden, yeni bölümü paylaşmayacağım...

🔮

Dünya, acı çekiyordu.

Çok uzun bir süredir hem de.

Mevsimler değişiyor, hava kirleniyor, sular azalıyordu...

Buzullar eriyor, daha çok insan aç ve işsiz kalıyordu.

Elementerlerin yaşadığı sorunlar, isyanlar ve Kurul'un aldığı yanlış kararlar... dünya düzeninin bozulmasına sebep oluyordu. Var oluş sebeplerini unutmuş, kişisel çıkarlarını Dünya'nın ve insanların önüne koymuşlardı adeta.

Dagora gibi...

Akademi'ye ilk geldiğim günden beri, en çok sorguladığım şeylerden biriydi Kalistolar. Neden bizim için çalıştıklarını anlayamıyordum. Neden doğada özgürce gezmediklerini... Bunun sebebini hala bilmiyordum. Ama, Kalistoların bize hizmet etmesi gerektiğini düşünen kişinin Dagora olduğunu ve bunu Kurul'a onun kabul ettirdiğini biliyordum.

Kurul bir kararı aldıktan sonra, o karar uygulanırken ne kadar dahil oluyor bundan emin değildim. Belki Kalisto'ların bize çalışmasını kabul etmişlerdi ama ne karşılığında olduğunu bilmiyorlardı. En azından, buna inanmak istiyordum.

Çünkü Kurul, Elementer aleminin en yüksek makamı ve bozulmadığına güvenilen en sağlam birliğiydi...

Aron ve diğerleri, Dagora'nın Kurul'a kabul ettirdiği bu kararların arkasındaki sebepleri araştırıyorlardı ve bulduklarını bizimle paylaşmaya çalışıyorlardı. Duyduklarım ise... Aklımı korumamı zorlaştırıyordu.

Yine saatlerdir bu kulenin tepesinde, aklımı toplamaya ve ne yapacağımı çözmeye çalışıyordum. Biraz sonra Klaer ve Fernando da buraya gelecek ve öğrendiklerini benimle paylaşacaktı. Sabırsızca kıpırdanmaya ve karların bir bir döküldüğü gökyüzünü izlemeye devam ettim. Kasım'ın sonuna gelmiştik artık. Üzerimde kalın kıyafetlerim, eldivenlerim ve atkım vardı ama yine de üşüyordum. Kulenin en üst katında zemine uzanmış, üstümdeki açıklıktan gökyüzüne bakıyordum. Günler de, haftalar da çok hızlı geçmeye başlamıştı. Hiçbir şey için vaktim yok gibiydi ve sürekli panik oluyordum. Bütün zamanımı, hiçbir sosyal hayatım ya da kişisel önceliğim olmadan, Tulpar'la bağlanmaya, Elementerler tarihini öğrenmeye, Chris'le çalışmaya, bizi her ne bekliyorsa buna hazır olmaya adamıştım. Doğru düzgün bir şey yemiyor, uyumuyor ve konuşmuyordum. Diğerleri de benden farksız değildi.

Kendime ayırdığım tek zaman, bu kulenin tepesinde birileriyle buluşup bilgi paylaşımı yapmayı beklediğim zamanlardı.

Merdivenlerde bir hareketlilik olduğunda doğrulmadım, gelen Klaer ya da Fernando olmalıydı. Bir süre sonra bulunduğum yeri dolduran vanilya ve sedir kokusu bütün hücrelerimi yumuşattı ve hızla doğruldum. Üzerimde biriken karları silkeledim.

"Üşüyeceksin." Dedi Chris çatık kaşlarla. Elinde iki tane kahve vardı. Gülümsedim.

"Üşüyorum. Ama iyi geliyor." Onun üzerinde de doğru düzgün koruyucu bir şey olmadığından, bana söylediği şey saçmaydı ama bunu dile getirmedim. Kahvenin birini bana uzattı.

"Bol sütlü." Günler sonra ilk kez kahkaha attım. Sinirlerim gerçekten çok bozulmuştu, buna güldüğüme göre. Chris de güldü.

"Filtre kahve tipi yok bende, değil mi?" iki yana salladı başını Chris. Eh doğruydu, kahveyi bol sütlü severdim.

"Klaer ve Fernando biraz gecikecek. Eşlik ederim diye düşündüm." Kaşlarımı çattım.

"Ne zamandan beri bana değil de sana haber veriyor Klaer?" Chris güldü. Kahvesinden bir yudum aldı. Onunki filtreydi. Hah!

"Sen Nyx'ini yanına almadığından beri." Elim cebime gitti istemsizce. Evet, Nova'yı yanıma almayı unutmuştum...

"Süzülebilirdi." Chris tekrar güldü.

"Neden huysuzluk yapıyorsun? Süzülüp sana haber verip geri gitmek yerine, bana ulaştı ve ben de sana ulaştım." Huysuzluk yapmamın sebebi, aslında Chris'le iletişime geçmiş olmaları değildi. Buna sevinirdim bile. Sorun, Chris'in haritadan silinen kasabayla ilgili hiçbir şey bilmemesiydi. Bu benim sırrım değildi, bu yüzden paylaşmak bana düşmezdi. Ama ona git de diyemezdim. Klaer ve Fernando gelene kadar gitmesini umdum.

"Hala Düello kulübüyle ilgili konuşmamız gerek, biliyorsun değil mi?" Chris gerildi ve bakışlarını bir süre benden çekmedi. Bunu konuşmak hoşuna gitmeyebilirdi, ama konuşmak zorundaydık.

"Gerek değil. Sadece, sen ısrar ediyorsun." Güldüm. Beni gerçekten deli ediyordu.

"Benim ısrar etmemle gerek olması aynı şey. Ben ısrar ediyorsam, o gerektir." Bu kez de o güldü ama bir şey söylemedi. Yine ve yine, bir konunun üstünü hiçbir şey söylemeden kapatacak ve kendisi bu konuyu konuşmak isteyene kadar da asla açmayacaktı. Eh, normalde buna bir çözümüm olmazdı. Ama çözümü bana kendi vermişti.

"Benimle Derreck hakkında konuşman için sana meydan okuyorum Chris Dupore." Chris gözlerini kıstı ve başını iki yana salladı.

"Bu hakkını onun için mi harcayacaksın gerçekten? Yapabileceğin onca şey varken?" Bir noktada haklı olabilirdi, eğer derdi gerçekten bu olsaydı. Ama biliyordum ki, derdi hakkımı buna harcamış olmam değildi. Derdi, köşeye sıkışmasıydı.

"Birimiz kaybedene kadar bu oyun devam edecek. Bu benim son hakkım değil. Ben de buna harcamak istemezdim ama beni buna mecbur bırakıyorsun!" bir kez daha huzursuzca kıpırdandı. Gerçekten ama gerçekten bu konuyu konuşmayı hiç istemiyordu. Normalde ben de onu hiçbir şey için zorlamazdım. Ama bu konu nedense inada dönmüştü artık.

"Eğer şimdi yenilgiyi kabul edersem ve burada oyunu bitirirsem, bu senin son hakkın olur." Alaylı bir şekilde güldüm.

"Yenilgiyi kabul edip oyunu burada bitirmeyeceksin, çünkü, daha birbirimizden istediğimiz çok şey var Chris. Bana meydan okumak istediğin çok şey var." Bir yudum daha aldı kahvesinden ve derin bir nefes aldı.

Bingo!

Pes etme nefesi!

"Derreck, Alej'in ekibinde." Ekip derken, Aron'un ekibi gibi mi? Üstelik, Alej kim?

"Önceden, Aron'un ekibindeydi. Birkaç görevde anlaşmazlıklar yaşadık. İlk tanıştığımızdan beri, birbirimize ısındığımızı söyleyemeyeceğim. Aron, sağ kolu olarak benimle devam etmeye başladığında da Derreck Alej'in ekibine geçti. İyi bir Elementer, ancak çok hırslı. Alej'in sağ kolu olmayı başardı. Ama hala benden nefret ettiğine eminim." Kafam karışmıştı. Duyduklarımı sindirmeye çalıştım.

"Görev derken?" Chris derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Kahveler buz gibi olmuştu çoktan ama ikimiz de pek içebilecek gibi görünmüyorduk.

"Ekipler, sadece çalışmak ve bir şeyler öğrenmek için değil... Bazı, görevleri de var." Şaşkınlığımı gizlemek, bastırmak ve sakinliğimi korumak adına büyük çaba sarf ettim. Birkaç derin nefes aldım ve tekrar odağımı Chris'e verdim.

"Bunu bana tam olarak ne zaman söyleyecektiniz peki? Ben ekip adına ilk görevime giderken mi?" Chris başını eğdi ve derin bir nefes aldı.

"Ekibin resmi bir üyesi değilsin. Üye olmadan önce, sana hepsi açıklanacak. Bunları sana anlatmamam gerekiyor. Ama, bilmeni istiyorum. Ekibe katılmak zorunda değilsin Helena. Hayır deme şansın var. Ben seninle eğitimlere devam ederim ve onlardan öğrendiğim her şeyi aktarırım, böylece hiçbir bağlılığın ya da sorumluluğun olmadan kendini geliştirmeye devam edersin." Kafam gerçekten de, tamamen çorbaya dönmüştü ve içimde bir yerlerde çok derin bir huzursuzluk vardı. Derin nefeslerle aklımı toplamaya çalıştım.

"Üyelik, görevler, sorumluluklar, bağlılık... Ekip tam olarak ne, Chris? Üstelik, sen Aron'a güveniyorsun, öyle değil mi? O zaman neden benim bağlılığım ya da sorumluluklarım hakkında endişelerin var?" Chris elindeki kahveyi yanına bıraktı ve bana biraz yaklaştı. Aramızda hala oldukça fazla mesafe vardı. Aynı mesafeyi içimde bir yerlerde de hissediyordum.

Ne zaman ki bir konuda ilerlesem, peşinden yere çakılmam saniyeler alıyordu sadece.

Aron'dan, Philly'den, Chris'ten onlarca şey öğrenip geliştiğimi düşünürken, etrafımda dönen her şeyden habersizdim.

"Aron'a güvenim sonsuz. Ancak yönetim onda değil, onun üstünde birçok elementer var. Kendi onay vermediği şeyleri de yaptırmak zorunda kalabilir." Başımı hızlı hızlı sağa sola sallamaya başladım. Konunun gittiği yerden hiç ama hiç memnun değildim. Aron'un yönetimden emir alması... Yönetim?

Gözlerimin dolmaya başladığını hissettim. Kalbimi tarifsiz bir panik yakıp kavurmaya başlamıştı.

Pegasus... biz kimin yanındayız?

"Yönetim..." dedim kısık bir sesle. Elim istemsizce boğazıma doğru gitti. Yutkundum. Daha güçlü bir sesle konuşmak zorundaydım.

"Yönetim, Dagora'ya mı bağlı? Dagora'ya mı çalışıyor Aron? Sen, Dagora'ya mı çalışıyorsun Chris?!" Chris hızlı hızlı başını iki yana salladı. Ellerimi avcunun içine aldı.

"Dagora değil. Asla. Ekipler... Ekipler karşıtların bir parçası." Chris'in konuşması biter bitmez, gözlerimi kapattım.

Hangisi daha kötüydü?

Dagora için çalışmaları mı, karşıtlar için çalışmaları mı?

"Karşıtlar". Kibarca söylenişi olmalıydı, isyancıların...

Yine Chris'in yanında, yine odağım dünyadan uzak, yine nefeslerim bana yetmez bir vaziyetteydim. Ama bu sefer kokusundan ya da yakınlığından değildi. Bu sefer, tarifsiz bir panik yaşıyordum. Hatta belki de, panik atak geçiriyordum. Kendime hakim olamadım, titremelerime de.

"Daha önce söylemeliydim." Chris beni tutup titremelerimi geçirmeye çalıştı ancak engel olamıyordum. Bir şeyler duymaya ihtiyacım vardı. Üstelik, "daha önce söylemeliydim" duymak istediklerim arasında yoktu!

Evet, daha önce söylemeliydi.

Ama şuan, benim içimi rahatlatacak şeyler duymam gerekiyordu. Kötü olmadıklarını, niyetlerinin iyi olduğunu, her şeyin iyi olacağını...

"Sana hiçbir zarar gelmeyecek. Ekibe katılmak zorunda değilsin. Bu işi bir şekilde çözeceğiz." Ellerimi çektim yavaşça.

"Sorun ekibe katılıp katılmamak değil Chris, anlamıyor musun? Ben ne kadar çaba sarf edersem edeyim, asla sizinle aynı noktaya gelemiyorum! Asla da gelemeyeceğim. Hiçbir zaman yeterince şey bilmeyeceğim. Tulpar bana gelerek çok büyük bir hata yaptı. Sana gelmeliydi." Chris hızla gözlerini çevirdi bana. Akademi öncesi onu da izlediklerini bildiğime dair ilk kez bir imada bulunmuştum.

"Evet, biliyorum! Klaer ve Fernando söyledi. Bana söylemediğin bir şey daha. Alışkınım, sorun yok. Seni suçlamıyorum!" Chris'in sessizliği yeni bir şey değildi ama şu an inanılmaz derecede canımı sıkıyordu. O da bunun farkında olacak ki, ne söyleyeceğini bilmediği çok belli olmasına rağmen kendini konuşmaya zorluyordu.

"Sana söylemediğim bir şey öğrendiğinde, bunun sebebinin sana güvenmemem ya da söylemek istememem olmadığını bil. Duydun mu? Bundan sonra ne öğrenirsen öğren, ne yaşanırsa yaşansın, tek bir şeyi aklından çıkarma. Elimde olsaydı, söylerdim." Pegasus'un yardımı ve Chris'in sözleriyle titremelerim biraz olsun azaldı. Kalbimi yatıştırmak için derin nefesler almaya devam ettim.

İsyancılar hiçbir yere kaybolmamıştı, ama bunu zaten biliyordum. Beni takip etmelerinden, kabuslarımdan biliyordum. Bilmediğim şey ise, kimlerin isyancı olduğuydu. Chris gibi.

"Kabuslarım-" Chris cümlemi tamamlamama izin vermeden konuşmaya başladı.

"Aron'un bu konuyla hiçbir ilgisi yok. Araştırıyoruz. Bir şeyler netleştiğinde sana söyleyeceğim." Kafamı salladım usulca. En azından bana onları gördüren, Chris ya da Aron değildi... Artık buna sevinecek noktaya gelmiştim.

"Rüyaları ona anlattın mı, ne gördüğümü biliyor mu?" başını salladı. Bunu da bana söylememişti, ancak üzerine gitmeyecektim.

"Tulpar?" dedim korkarak. Pegasus'u da biliyor muydu? İradesi olduğunu, isyanı desteklemeye geldiğini, Dagora'dan nefret ettiğini?

"Hayır. Bunu asla anlatmam. Ne olursa olsun. Anlatmamalıyız. Başta anlatabileceğimizi, yardım alabileceğimizi düşünmüştüm ama... Bunu son ana kadar herhangi birinin bilmesi tehlikeli olabilir. Hatta özellikle de Aron'un. Aron yönetimden ne kadarını saklayabilir, bunun garantisi yok. Şu an için Pegasus bizim yanımızda olsa bile, Yönetim bunu riske atmak istemeyebilir. Pegasus'u göz önünde tutmak isteyebilir." Bu kez de ben başımı salladım. En azından Pegasus güvendeydi... Bu, bana yeterdi.

Daha sormak istediğim onca şey vardı ancak merdivendeki hareketlilik konuşmanın bittiğini gösteriyordu. Chris benden uzaklaşıp diğer köşeye yanaştı. Kısa bir süre sonra önce Klaer, sonra Fernando katıldı bize. Fernando'nun sırtında koca bir yük vardı. Gözlerimi kıstım.

"Ne o getirdiklerin?" sırtındakini yere bıraktı ve açtı. İçinde rulo haline getirilmiş birçok kumaş var gibi duruyordu. Ne olduğuna anlam veremedim.

"Madem burada takılacağız, burayı biraz daha yaşanır bir hale getirelim dedim. Geçen sefer burada Elementer kıçım dondu Helena. Sen yanıyorsun herhalde." Bana bakıp ardından kısa bir süre gözlerini Chris'e çevirerek ikimizi de yerin dibine sokmak için çabaladı ancak yerin dibine giren sadece bendim. Chris sert gözlerle Fernando'ya bakıyordu sadece.

"Bana kızgınlık dönemindeki boğa gibi bakmaya devam mı edeceksin yoksa yardım mı edeceksin?" Chris sabır dilenip ayağa kalktı. Klaer da yanıma oturdu. Fernando ve Chris didişerek kumaşları kulenin çevresine germeye başladılar.

"Ne kadar da iyi anlaşıyorlar değil mi?" Klaer'a gülümsedim. Sadece bir saniye için, normal bir elementer gibi hissettim kendimi. Arkadaşları ile takılmak için saçma bir mekan bulmuş, ergen bir genç.

"Neyin var?" Bunları Klaer ve Fernando'ya ne zaman anlatacaktım bilmiyordum, ancak şimdi değildi. Daha ben beş saniye önce öğrenmiştim. Şu an anlatamazdım.

"En kısa zamanda, anlatacağım. Her şey birbirine girdi Klaer. Ne yapacağımı bilmiyorum. Nefes alamıyorum artık... Yolumu kaybettiğimi hissediyorum." Klaer kolunu omzuma koydu ve gülümseyerek konuşmaya başladı. Şu an bana güven verecekti, bana iyi gelecekti ama kendi de darmadağındı biliyordum.

"Güzel haberlerimiz var. Toparlanacağız, tamam mı?" başımı salladım.

"Güzel haberler? Çok ihtiyacım var. Chris bu konuyu bilmiyor. Ona söyleyecek misiniz?" Klaer başını bana doğru çevirdi. Elini omzumdan çekmiş, dizlerinin etrafına sarmıştı. O da üzerindeki kalın görünen monta ve ellerindeki eldivene rağmen üşüyor gibiydi.

"Ona güveniyor musun?" gözlerimi kapattım.

Ona güveniyor muyum?

Balo gecesi yaptığımız güven meydan okuması, beni herkesten iyi tanıyıp iyi anlaması, bana daha az önce eğer bir şeyi söylemiyorsam elimde olmadığı içindir demesi...

Chris'e güvenmeseydim, kimse beni suçlayamazdı. Ama Chris'e güvenmemek elimde değildi... Beni içten fethetmenin bir yolunu ne yazık ki bulmuştu. Hiçbir zaman körü körüne kimseye inanmayacaktım. Babasından yaralanmış kızlar, insanlara öylece inanamazdı... Chris de dahildi buna, ancak ona güvenecektim. Ona güveniyordum.

Başımı salladım ve Klaer de hafifçe başını eğdi.

Fernando ve Chris kumaşlarla uğraşmaya devam ederken biz orada kısa bir süreliğine çevremizdeki kaostan bağımsız konulardan bahsettik ve her şey yolundaymış gibi davrandık. Fernando ve Chris de hayatları buna bağlıymışçasına kumaşlarla uğraştılar. Kulenin etrafına kumaş gererken bile tartışmaları saçmalıktı ama bizi güldürmeye yetmişti. Hiçbir konuda anlaşamıyorlardı.

"Beğendiğiniz her yer benim, beğenmediğiniz her yer de onun fikri. Haberiniz olsun." Dedi Fernando çatık kaşlarla. Chris'in umurunda bile değildi. Omuz silkti. Kulenin sağ tarafı dikey desenli bir kumaşla kaplanmış ve içine bir pencere açılmıştı. Sol tarafı ise plastik benzeri bir şeyle kaplıydı ve altından zor da olsa kumaşın bir kısmı görünebiliyordu. Sol taraf belli ki soğuğu daha iyi izole edecekti ancak görüntünün çok şık olduğunu söylemeyecektim. Sağ taraf ise ne kadar şık görünürse görünsün, kış günü bir pencere istediğimi sanmıyordum.

"Ben oyumu soldan yana kullanıyorum." Dedim o tarafın kimin fikri olduğunu bilmeden. Fernando gözlerini kısıp bana öldürücü bakışlar atmaya başladı.

"Gördün mü? Onun estetikten anlamadığını sana daha ilk gün söylemiştim." Dedi Fernando Klaer'a.

"Hey!" sinirle cırladım ikisine de. Demek benim dedikodumu yapıyorlardı!

"O çirkin üniformayla yürüyordun caddede!" elimi alnıma vurdum sinirle. Derdimiz bu muydu gerçekten şu an?

"Unutmuşumdur!" Klaer ayağa kalktı gülerek ve Fernando'nun karşısına geçti.

"Üzgünüm, ama ben de sol diyorum. Tabii eğer Güneş'i cebinde getirmediysen." Fernando sinirle merdivenlere yöneldi. Gerçekten çocuk gibi gidecek miydi? Ağzım açık bir şekilde izlemeye başladım.

"Şaka mı yapıyorsun? Bu yüzden gidecek misin?" Fernando hışımla arkasını döndü.

"Gitmiyorum, zevksiz. Flamma toplayıp geleceğim." Flamma ne diye sormayacaktım, çünkü biliyordum. Okuduğum, çalıştığım onca şey arada bir meyvelerini veriyordu. Ormanın neresinden bulacaktı flammayı, onu bilmiyordum ama.

"Dikkatli ol." Dedi Klaer. Fernando uzunca bir süredir ilk kez gülümsedi. Merdivenlerden indi ve gözden kayboldu. Chris de karşımıza, yere oturdu. Onun kıyafetleri bize göre çok daha ince görünüyordu. Çok üşüyor olmalıydı.

Yaklaşık on beş dakika sonra Fernando elinde bir dünya flamma ile geri döndü. Flammalar adının hakkını veriyor ve tam anlamıyla alev gibi görünüyordu. Bu süre içerisinde biz Klaer'la Fernando'yu çekiştirmiştik ve Chris de yüzünde hafif bir gülümsemeyle bizi izlemişti.

"Flamma Satus." Fernando, flammaları harekete geçirdi ve zeminin dört bir yanına dağıttı. Flammalar yapraklarını açıp kapatarak ısı üretmeye ve saniyeler içerisinde ortamı ısıtmaya başladılar.

"Şimdi sol taraf mı, sağ mı?" dedi Fernando. Kahkaha attık hep birlikte. Bir an için gerçekten de her şey çok normal hissettirmişti...

"Kasabanın ismi Wagner. Bunu göreve gitmeden önce de biliyorduk." Klaer bir anda konuya girince hepimiz afalladık. Özellikle de Chris. Ancak bir şey soracak biri değildi, hiçbir şey anlamasa da yalnızca dinleyecekti, biliyordum. Beklediğim gibi, kimse Klaer'i bölmedi ve o da konuşmaya devam etti.

"Wagner'ın normal bir kasabadan hiçbir farkı yok. Olmamalı da zaten. Buna rağmen hakkında bir şeyler bulmamız bir aydan fazla zaman aldı. Bu da var olan her şeyin saklandığının ya da yok edildiğinin kanıtıydı. Fernando ve ben, Wagner hakkında hiçbir şey bulamasak da, araştırma yaparken bir isme rastladık. Ursa. Yaşayan en yaşlı elementerlerden. O kadar çok kitap vardı ki onun tarafından yazılmış, bilmediği herhangi bir şey var mı merak ediyorum doğrusu." Aklıma direkt Tulpar geldi ve Chris'e döndüm. O da aynı şeyi düşünmüş olacak ki bana dönmüştü hızla. Klaer'in konuşması bittiğinde bunu sormamız gerekiyordu.

"Ursa'nın izini sürdük. Tabii, bu da kolay olmadı. Ancak birkaç bağlantıyla bunu başardık. Kuzeyde yaşıyor. Dağlarda. Bir hava elementeri değilsen, oraya ulaşman imkansız gibi bir şey. Üstelik, Ursa bir Metallum." Neyse ki, hava elementeriydik ve bir Tulpar'ımız bir de Hüma'mız vardı. Oraya ulaşmak sorun olmasa gerekti.

"İnanın bana, Ursa'yı konuşturmak... Yaşlılar gerçekten çok huysuz." Klaer soluklandı. Ona yüzde yüz katılıyordum. Tiran'la yaşadığım deneyim dünyanın en kötü deneyimi olabilirdi. Üstelik onunla tekrar konuşmam gerekiyordu, bu daha da kötüydü!

"İyi haber şu ki... Wagner'ın ortadan kaldırılmak istenmesinin sebebi isyan değilmiş. Sapkınlarmış. Bu da tamamıyla masum bir kasabayı yok etmedik demek oluyor... Yaptığımızın, yaptıklarımızın hala affedilir hiçbir yanı yok. Ancak, Dagora'yı durdurmak isteyen bir avuç masum insan olduğunu öğrenseydik, nasıl toparlanırdık bilmiyorum." Derin bir nefes aldım. Klaer kendini bir nebze olsun daha iyi hissediyor olmalıydı. Bu beni mutlu etti.

"Ancak, bir de kötü haberim var. O kasabada Sapkınların birkaç üst düzey bilim adamı yaşıyormuş. Bu da, Sapkınlar hala faaliyet gösteriyor demektir. Hangisi daha kötü, inanın bilmiyorum. Dagora mı, Sapkınlar mı..." Gözlerimi kapattım tekrar. Bir şeyler, kaldırabileceğim limiti çoktan aşmıştı. Nasıl ayakta duruyordum onu da bilmiyordum. Herkes sessizlik içindeyken Chris'e çevirdim bakışlarımı. O da bana bakıyordu. Bakışlarıyla bir şey anlatmak istediğinin farkındaydım ancak tam olarak emin olamadım.

Bir süre daha baktı ve sonra konuşmaya başladı.

"Sapkınlar hakkında istihbaratımız var. Bir süre için önceliğimiz onlar olmayacak. Dagora, güncel sorun olmaya devam ediyor." Ah, demek bana gözleriyle Klaer ve Fernando'ya güvenip güvenemeyeceğini soruyordu...

Artık çoktan konuşmuş olmasına rağmen yine de başımı eğdim usulca. Güvenebileceğini bilsin istedim.

Klaer ve Fernando'nun bütün odağı Chris olmuştu.

"Siz..?" Chris bakışlarını kaçırmadı.

"Karşıtlar." Klaer ışık hızında bana döndü. Ne diyeceğimi bilemeden ben de ona baktım.

"Ne demek bu?" dedi bana bakarak. Benden bir açıklama beklemesini anlıyordum ama bende hiçbir şeyin cevabı yoktu ne yazık ki.

"Dagora karşıtları. Onu durdurmaya çalışanlar." Chris sakince açıklamaya devam etti. Ancak hala bir türlü isyan kelimesini kullanmıyordu. Kullanmak istemiyordu. Klaer, onun yerine kullanan kişi oldu.

"İsyancılar." Dedi sert bir tınıyla ve ayağa kalktı. Ellerimi kaldırıp onu durdurmaya çalıştım. Gidecek miydi?

"Erken karar verme, Klaer. Chris'e güvenebilirsiniz. Bana en başından beri yardım ediyor. Karşıtlarla ya da onlarsız, bir şekilde Dagora'nın Pegasus'a zarar vermesini önlemem gerekiyor." Klaer başını iki yana salladı.

"Olay Pegasus değil Helena! Olay sen de değilsin. Ben değilim. Hiçbirimiz değiliz! Dagora'nın dünyanın en iyi elementeri olmadığını biliyorum, yalancı ve bencil olduğunu da! Ama bir isyan daha mı? Hadi ama! Bundan nasıl sağ çıkacak bu alem söylesene? Yine yüzlerce insan ölecek!" Klaer'in söylediklerine verecek hiçbir cevabım yoktu. Ben Dagora'dan hoşlanmasam da, onun ne dolaplar çevirdiğini bilecek kadar bu alemde yaşamamıştım. Benim tek referansım, Pegasus'tu. Pegasus'un, Dagora'dan nefret ediyor oluşu. Onun yanlış taraf olduğunu düşünmemi sağlayan tek şey buydu.

"Biz istesek de istemesek de, bir taraf tutsak da tutmasak da, bir savaş olacak... Kaos olacak. Pegasus, bunun için burada Klaer. Tıpkı dört yüz yıl önce olduğu gibi. Eğer durum bu kadar ciddi olmasaydı, Primus Pegasus'u göndermezdi..." Klaer derin nefesler almaya başladı. Bir süre sonra da sakinleşip tekrar oturdu.

"Haklısın. Özür dilerim... İsyan, benim kaldırabileceğim bir şey değil. İhtimali bile, beni çileden çıkarıyor. Sakin kalmayı deneyeceğim." Başımı salladım usulca. Klaer da tıpkı Chris gibi, bir travma sahibi olabilirdi belki.

Bir anda aklıma yeni bir fikir geldi.

"Pegasus'un sapkınlarla bir bağı olabilir mi peki? Onları durdurmak için gönderilmiş olabilir mi? Belki Dagora değildir hedef!" ancak bunu söyler söylemez, karnıma tekme yemişim gibi iki büklüm oldum. Zor nefes almaya ve kıvranmaya başlamıştım. Ne olduğuna anlam vermem imkansızdı. Bir anda herkes başıma toplandı.

"Ne oluyor? İyi misin?" Chris elini çenemin altına koyup kaldırdı. Zorla gözlerinin içine baktım ve ve acının tıpkı geldiği gibi saniyeler içerisinde geri çekilişine şahit oldum.

Pegasus'tan bana akan bir şeyler oldu ama ilk kez tam olarak ne olduğunu anlayamadım. Belki de acımı almaya çalışıyordu.

"Bilmiyorum. Bir anda bir tekme yedim sanki. Ve şimdi de hiçbir şeyim kalmadı." Chris kaşlarını çattı ve elini karnıma doğru götürdü. İyi olduğumdan emin olmak istiyordu. Ben de Klaer ve Fernando'ya doğru baktım. Onlar da bir süre endişeyle beni süzdükten sonra Fernando konuştu.

"Sapkınlar diyordun. Söylediğin mantıksız değil. Belki bunu da bir araştırmamız gerekebilir." Chris ayağa kalkıp Fernando'ya doğru döndü.

"Her şeyi söyleyemiyorum, söyleyebilseydim çok daha kolay olurdu. Ancak sapkınlar şu an için dert değil, buna emin olabilirsiniz. Dagora ise... Hakkında bilmediğiniz çok fazla şey var." Klaer tekrar yere çöktü.

"Anlatmanın bir yolunu bul o zaman. Öylece karşıtlar bunu istiyor diye Dagora'nın karşısına dikilecek değiliz. Bana kanıt göster. Bana neden Dagora'ya karşı olmam gerektiğiyle ilgili tek bir şey söyle." Chris derin bir nefes çekti içine. Şu an hayatı boyunca öğrendiği ya da söz verdiği her ne varsa hepsini çiğniyordu, biliyordum. En azından, çiğneyebileceği kadarını çiğniyordu. Biz ekipten değildik. Bize bunları anlatması yasak olmalıydı.

"Kalistolar, bir nevi işkence görüyor. Elementerlere hizmet etmelerinin sebebi bu. Dagora ve ekibi tarafından hasta edilip, hizmetleri karşılığında da yine onlar tarafından iyileştiriliyorlar. Bu, Dagora'nın yaptığı en masum şey." Klaer da Fernando da ben de dehşete düşmüştük. Ne diyeceğimizi bilemedik hiçbirimiz. Sorulması gereken çok fazla şey vardı ama konuşmak o kadar da kolay değildi.

"Kurul.." Dedi Klaer. Benim de sormak istediğim ilk soru buydu. Yüce Kurul. Buna nasıl izin veriyorlardı?

"Haberleri yok." Diye cevap verdi Chris. Buna sevinmeli miydim, üzülmeli miydim bilmiyordum. Klaer bana döndü.

"Onlara katıldın mı?" başımı usulca sağa sola salladım.

"Katıl. Öğrenmen gereken şeyler var. Ve sonra da bize aktarman gereken." Bunu Chris'in gözlerine bakarak söylemişti. Bir nevi, casus olmamı istiyorlardı benden. Ancak herkes aynı taraftaydı. Etiketi olsun ya da olmasın.

Sadece, birbirlerini tanımıyorlardı ve güvenmiyorlardı, o kadar.

Hepimiz, bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünüyorduk. Ekibe girecek, bütün bunları açıklığa kavuşturmanın bir yolunu bulacaktım.

Akademiye ayak bastığımda asla olmayacağım dediğim şey olacaktım. Bir isyancı.

***

Kuledeki buluşmamızdan birkaç gün sonra, Chris'le birlikte Aron'la buluşmak üzere sözleşmiştik. Bellalar kulübü sonrası, bütün suratsızlığımla aynanın karşısında dikiliyordum. Duş almam, hazırlanmam ve Ekibin yanına gitmem gerekiyordu. Bugün, Ekibe katılacaktım. Onlar beni katmaya çalışmadan önce hem de.

Günümün çok iyi başladığını söyleyemezdim. Bellalarda Emile ve William'ı görmüş, William'ın bizimle nasıl konuşmadığına şahit olmuş ve Profesör Bren tarafından azarlanmıştım. Ki onu gerçekten sevdiğim düşünülürse, bu üzülmem için yeterli bir sebepti.

Eh, iyi şeyler de olmuştu. Henry denilen sevimsizle eş olmuştum ve mücadelede onu bir güzel pataklamıştım. Gerçi öyle pataklamıştım ki, bu da Profesör Bren tarafından azarlanmama sebep olmuştu ama olsun! Bana Tulparımı çağırtan o sinsi ile ödeşmiştik.

Cam ve Tara, birkaç gündür birliktelerdi. Bunca olumsuzluğun içinde (haberleri olmasa bile), bu bizi gerçekten mutlu etmeyi başarmıştı. Böyle şeyleri umursamayan Chris bile onlar için mutlu olmuştu. Bunu hissetmiştim. Tara da bizimle birlikte Bellalara katılmıştı ve Cam onunla özel olarak ilgileniyordu tabii.

Kitabı asıl çalanın kim olduğundansa hala haber yoktu. Kitap kayıptı, William artık bir şüpheli değildi ve asıl hırsız her kimse keyfine bakıyordu.

Günümün devamı ise, bunlarla kıyaslanamayacak bir gerginlikte geçecekti. Daha fazla oyalanmamak adına hızlı hareket etmiş ve kendimi bir şekilde Tempersitar yerleşkesinden dışarı atmayı başarmıştım. Chris Bellalardan sonra yanımdan ayrılmıştı ve şu an nerede olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim, birazdan Aron'la görüşecek olduğumuzdu.

Şimdi ise Ekip yerleşkesinin girişinde, Chris'i bekliyordum. Yerleşke ormanda ve yine yerin altındaydı. Girişi tıpkı kendi yerleşkelerimiz gibi mühürlenmişti ancak bir dövmeyle değil, bir totemle giriş yapıyorduk. Dövme, çok dikkat çekerdi tahminimce.

Ben ekibin resmi bir üyesi olmamama rağmen, bu totemden bende de vardı ve bu sayede giriş çıkış yapabiliyordum.

Totem, demir üzerine işlenmiş Afrodit siluetli bir kolyeydi. Neden totemleri Afroditti bunu bilmiyordum. Sormadım da.

Elimde kolye ile, yerleşkenin girişinde bekliyordum. Kısa bir süre sonra, Chris yanımda belirdi. Ay taşı ile gelmiş olmalıydı.

"Hazır mısın Jokey?" gözlerimi devirdim. Eh, aramızda ne yaşanırsa yaşansın, ben hep Jokey olarak kalacaktım sanırım.

Başımı yavaşça salladım ve totemlerimiz sayesinde bize görünür olan geçide ilerledik. Salon yine kalabalıktı. Hafta içi, hafta sonu ya da gece gündüz fark etmeden sürekli burada bir sürü elementer oluyordu. Yakalanmadan bunu nereye karar yapabilirdik merak ediyordum doğrusu.

"Aron nerede?" dedi rastgele birine Chris. Çocuk kaşlarını çattı.

"Sana da merhaba, Chris. Aron Loca'da." Chris elini çocuğun koluna koyup göz kırptı ve yanından ilerlemeye başladı. Loca'da olduğunu tahmin etmek zor değildi zaten. Birlikte oraya ilerledik ve Chris içeri girmeden önce açık kapıyı tıklattı. Aron içerde birkaç kişiyle birlikte hararetli bir şeyler konuşuyordu. Bizi görmesiyle birlikte sustu ve yanındakileri gönderdi.

"Klişe olacak ama, ben de sizi arıyordum. Helena, seninle konuşmanın vakti geldi." Gerildim ve Chris bunu hissetmiş gibi elini koluma koyup beni içeri yönlendirdi. Temasıyla gerginliğimin bir kısmını atmayı denedim.

"Ne hakkında konuşacaktın?" Aron Loca'daki garip koltuğa oturdu. Gergin gibiydi. Biz de karşısına oturduk.

Loca, genel olarak gergin bir ortamdı zaten. Pastel renklerle dolu, ruhsuz bir odaydı. Önemli kararların alındığına yemin edebileceğim bir masa vardı arkamızda. Ve etrafında birçok sandalye. Kapının sağında, bir pano vardı ve üzerinde onlarca küçük kağıt. Belki bir gün onları okuyabilirdim. Önümde de yine bir çalışma masası ve o garip sandalyede oturan Aron.

"Rüyaların hakkında. Daha doğrusu, kabusların." Chris'e döndü bakışlarım. Bu rüyaların bana isyancılar tarafından gösterildiğini zaten biliyorduk. Rüyaların teması hep güldü. Gül, isyanın ve isyancıların sembolüydü. Aron da isyancıydı. Ancak bana rüyaları gösteren onlar değildi. Öyleyse, iki farklı isyancı türü mü vardı?

"Birkaç kişiye rüyaları incelettim. Hepsi, birbirinden bağımsız olarak aynı yorumu yaptı. Rüyada sana temel olarak aşılanmak istenen şey, isyan yolunu seçmediğin sürece sonunun hep kötü olacağı. Bunu hangi Ekibin yaptığını bilmiyoruz ama araştırıyoruz. Her ne kadar her Ekip aynı amaç için mücadele etse de, yöntemlerimiz farklılık gösterebiliyor. Ve tehdit, bir yöntem olmamalı. Bu konu ile ilgileneceğiz. Bu süreçte ise, senin Ekibe katılmanı daha fazla uzatmamalıyız diye düşünüyorum. Diğer ekipler de senden uzak durmaları gerektiğini öğrenmiş olurlar böylece. Bize katıldığın duyulur duyulmaz, kabuslar tamamen son bulmalı." Şaşkınlıkla Chris'e baktım. Benden önce bu ikisi konuşmuş olabilir miydi? Ancak Chris de en az benim kadar şaşkın görünüyordu.

"Salak değilim. Chris'in sana birçok şeyi anlattığını tahmin edebiliyorum. Yapışık ikiz gibisiniz." Gözlerimi kırptım birkaç kez hızlıca. Bunu beklemiyordum. Aron gerçekten dikkatli biriydi. Elbette bizim yakın olduğumuzu anlamak için üstün bir zeka gerekmiyordu ama belli ki Chris'i çok iyi tanıyordu ve bizim iletişimimize de dikkat etmişti. Chris yarı mahcubiyetle kafasını öne eğdi. Aron'dan gerçekten çekiniyor olmalıydı.

"Biliyorum," dedi Aron. Başını ağır ağır aşağı yukarı sallayarak.

"Anlıyorum. O yüzden sorun yok Chris." Chris kafasını kaldırıp aynı şekilde karşılık verdi Aron'a. Konuşmadan anlaştılar. Aron'un anlıyorum derken neyi kastettiğini merak ettim. Belki daha sonra Chris'e sorardım. Ve tabii cevap alamazdım.

"Ekibe katılmadan önce... Bilmen gerekenleri konuşalım biraz da." Dedi Aron arkasına yaslanarak. Bu anın gelmesini dört gözle bekliyordum bir süredir. Öğrenmem gereken şeyler vardı.

"Bazı şeyleri çoktan öğrendiğini varsayıyorum," dedi Chris'e dönerek.

"Ama yine de, özet geçeceğim. Ekip oluşumunun tarihi en az Akademinin tarihi kadar eski. İlk amacı tıpkı burada ilk zamanlar gördüğün gibi, elementerlerin kendilerini daha hızlı geliştirmeleri, paylaşım yapmaları, tanışmalarıydı... Biliyorsun ki Akademide herkes yalnızca kendi topluluğu ile iletişim kuruyor. Bu da yeteneklerimizi ve öğrenebileceklerimizi sınırlıyordu. Bu tarz bir oluşum... Elementerlere çok şey öğretti. Çok uzunca bir süre, öyle de kaldı. Öğretici bir oluşum olarak." Kısa bir nefesten ve beni hızlıca kontrol ettikten sonra devam etti. "Ekibe katıldıktan sonra, arşive erişimin olacak. Tarihe ilgin varsa, bakmanı öneririm." Başımı salladım. Tarihe ilgimi bilmeyen kalmamıştı çünkü tarihi bilmeden ilerleyebildiğim nokta iki adımı geçmemişti bu zamana kadar.

Aron'un bahsettiği arşiv, ekip üyelerinin yazdıkları kitaplardı ve ekiplerin tarihi çok eskiye dayandığından, ellerindeki kaynaklar da öyleydi. Dünyayı bambaşka bir gözle görüyordu ekip üyeleri ve bazı şeyleri onların bakış açısından okumak müthiş olacaktı.

"İlk isyanla birlikte, Ekibin amacı da evrilmeye başladı. Ne olursa olsun, doğrunun yanında kalmak ve ona destek olmak. İlk birkaç isyanda, Ekip hep meşru yönetimin ve kurulun tarafındaydı çünkü haklı olan onlardı. Sonrasında, yönetim bencilleşti, Kurul öyle ya da böyle ayakta uyutuldu ve pusula isyancılara döndü. Yıllar geçti ama ne bu savaş bitti ne de Ekipler... Tom Lincoln'ün öncülük ettiği isyanda, neredeyse tüm Ekipler onun yanındaydı. Bizim ekibimiz de dahil. Ben değil ama... Babam." Demek Aron'dan önce, Ekip lideri babasıydı. Şeriat mı vardı yoksa demokrasi mi? Saçma sorumu elbette dillendirmedim ve onu sakince dinlemeye devam ettim.

"Ekip; araştırmak, öğrenmek, gelişmek ve Elementerler için en iyisi neyse onu yapmak üzerine kurulmuş bir oluşum Helena. Ve bazı sözler, bazı sorumluluklar gerektirir. Bizim üstümüzde ise, yönetim vardır. Rebelrosa." Ne zaman tuttuğumu fark etmediğim nefesimi bıraktım sakince. Bu anın geleceğini biliyordum ama, yine de hiç hazır değildim.

Boğazımı temizledim.

"Babamdan... Nefret ediyorsunuz, değil mi?" Aron kaşlarını çattı. Sandalyede öne doğru geldi ve kollarını masanın üzerine koydu.

"Nefret etmek mi? Sana bunu düşündüren ne?" Gözlerimi kırptım hızlıca. Bu da mı yalandı?

"Babam... Captivumdan çıkmak için, Rebelrosa'yı gammazlamadı mı? Onların isimlerini vermedi mi?" Aron güldü. Gerçek bir gülüştü bu.

"Bunu nereden duyduğunu sormayacağım. Babanın böyle bir şey yapacağına nasıl inanabilirsin?" İstemsizce, damarıma bastığının farkında değildi ancak sinirlenmiştim. Chris boğazını temizledi hafifçe. Kendince Aron'u uyarmak istemiş olmalıydı.

Ben babamı tanımıyordum ki! Nereden bilecektim, birilerini sattı mı satmadı mı?

"Bunu yapmadıysa, neden Captivumda değil?" Aron iç çekti.

"Dagora taraftarı olduğunu bildiğimiz ve dolaylı yollardan onun kirli işlerine bulaşmış, kirli elementerlerin isimlerini, Rebelrosa'larmış gibi vererek." Gözlerimi kapattım sıkıca. Doğru bildiğim her şey yanlış, yanlış bildiğim her şey doğruydu. Midem bulanıyordu artık.

"Kendin görmüş gibi anlatıyorsun." Dedim dişlerimi sıkarak. Derdim onunla değildi ancak kimi parçaladığımın da çok önemi yoktu. Dişlerim kaşınıyordu artık.

"Arşiv? Hatırladın mı? Ya da hayatında hiç yaşlı insan gördün mü? Yaşı senden büyük olan ve daha çok şey yaşamış olan insanlar?" sinirimi ondan çıkarmamalıydım, biliyordum. Derin bir nefes alıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım ve tekrar konuşmadım. Chris ayaklandı o sırada.

"Siyana'ya haber vereyim." Kısa bir süre gözleri ikimizin arasında gidip geldi ve sonra çıkışa ilerledi.

Siyana.

Bu ismi Klaer'dan duymuştum. Takip edilenler arasındaydı. O da üst düzey bir isyancı ailesinden geliyor olmalıydı ki onu da takip etmişlerdi.

"Muhafızdın, değil mi Aron?" Aron tekrar başını salladı.

"Nasıl yakalanmadan, dikkat çekmeden ikisini bir arada yapabiliyorsun? Dagora'ya karşı bir ekip yönetip, bir yandan da onun pis işleriyle ilgileniyorsun." Aron gülümsedi. Fazla açık sözlü konuştuğumu biliyordum ancak duymak istediğim tek şey gerçeklerdi.

"Buna tam olarak iyi bir ajan olmak deniyor Helena. Bu yüzden başarılıyım zaten." Bu kez de ben gülümsedim. Haklıydı. İki tarafla da çok yakın olduğu için birçok şeye erişim şansı buluyor olmalıydı.

"Ekibe katıldıktan sonra... Ne olacak?" Aron ellerini önünde birleştirdi ve yukarı bakmaya başladı.

"Birçok şey. Bizden biri olacaksın ve ne pahasına olursa olsun korunacaksın. Ne pahasına olursa olsun, koruyacaksın. Bize asla ihanet etmeyeceksin. Edersen canınla ödemeyi kabul edeceksin. Pusulan adalet olacak ve düzendeki her bir tuğla doğru yerde olana kadar durmayacaksın. Gerekirse bana karşı geleceksin, gerekirse yönetime karşı geleceksin. Ama adaletten şaşmayacaksın." Derin bir nefes aldım. Ben ihanet edecek biri değildim. Hiç olmamıştım. Ancak, bana ihanet etmeyeceklerine güvenmek o kadar da kolay değildi. Bir topluluktaki kişi sayısı arttıkça o topluluğun kalitesi düşerdi. İçlerinden elbet yalancılar, hainler çıkardı. İsyancılar, pardon karşıtlar arasında da ajanlar olmalıydı.

"Bunun garantisini verebilir misin, Aron? Kimsenin bana ihanet etmeyeceğinin? Senin, bana ihanet etmeyeceğinin?" Aron gülümsedi ve bir süre bana öylece baktı. Eğer Chris gibi süper güçlerim olsaydı bu bakışların ne demek olduğunu anlayabilirdim ama hiçbir fikrim yoktu ne yazık ki.

Aron çekmeceden ona ait olduğunu varsaydığım Afrodit totemini çıkardı. Kolyede, Afroditin saçlarını temsil eden her bir kıvrım sivrilerek bitiyordu.

Sivri uçlardan birini avcunun içine batırdı ve birkaç damla kanı masanın üzerine damlattı.

"Sanguis Iuramentum" damlattığı kana baş parmağını değdirdi ve diğer elinin iki parmağıyla beni çağırdı. Ne demek istediğini anlamadım.

"Bileğin." Dedi düz bir sesle. Gözlerimi birkaç kez kırparak bileğimi ona doğru uzattım. Baş parmağındaki kanı bileğime sürdü ve sürdüğü yerdeki kan anında derim tarafından emilip yok oldu.

"Kan yemini..." diye fısıldadım. Bana kan yemini etmişti.

"Ben sana ihanet etmeyeceğime dair kan yemini ettim Helena. Edersem, canımla ödemeyi kabul ettim. Sen de edebilir misin?" gözlerim hala bileğimde kenetliydi. Bileğimi geri çekip Aron'a baktım.

"Henüz değil..." dedim. Gülümsedi, başını salladı.

Ekibe katılmakla, Aron'a asla ihanet etmemek üzere kan yemini etmek arasında fark vardı. Pusulamın adalet olacağına yemin edebilirdim. Herkesi koruyacağıma, onlara bu yolda ihanet etmeyeceğime ya da düzendeki her bir tuğlayı doğru yere koyduğuma emin olacağıma... Ancak, Aron'a ihanet etmemek için yemin edemezdim. Henüz değil. Pusulam ve Aron farklı yerleri işaret edebilirlerdi. Bunun riskini alamayacak kadar az tanıyordum onu.

"Zamanı gelince. Hadi." Beni Locadan çıkarıp salona yönlendirdi. Chris, Siyana'yla benim katılmam hakkında konuşmuş olmalıydı çünkü salonu çoktan hazırlamışlardı. Herkes yuvarlak bir masanın çevresindeydi ve masanın üzerine eski bir kağıt parçası vardı.

"Eh, beklenen an geldi!" dedi Aron bir elini havaya kaldırıp. Bir anda herkes ona karşılık verdi ve büyük bir uğultu oldu. Herkesin eli havada, yüzlerinde de gülümseme vardı.

Beklenen an, benim ekibe katılmamdı demek... Kaderim, benden çok daha önce çizilmişti, değil mi?

Herkes bir gün isyan çıkaracağıma emindi bu Akademi'ye geldiğimde. Benden ölesiye çekiniyor, benimle konuşmak istemiyorlardı. Kimi benden nefret ederken kimi bugünü bekliyordu.

Bense üzülüyor ve bana neden böyle davrandıklarına anlam veremiyordum... Şimdi ise, isyancılar için kan yemini etmek üzereydim.

"Tom Lincoln'ün kızı Helena Lincoln, bugün bizim aramıza katılacak. Bugün bizim için tarih olsun." Herkes bir kere daha gürültüyle karşılık verdi.

İsyancıların da Dagora'cıların da benden nefret ettiğini düşünmüştüm... Babam, Rebelrosa'yı gammazladı sanmıştım... Ama şimdi burada; herkes alkışlıyor, bağırıyor ve seviniyordu.

Bense kendimi inanılmaz gerilmiş hissediyordum. Hatta bir miktar, korkmuş da. Bir tarikat ayininde gibiydim! İstemsizce parmaklarımla oynamaya başladım ve ayaklarım geri geri gitmeye başladı. Aron beni hafifçe itekleyerek masanın önüne getirdi. Önümde parşömen duruyordu.

"Bu parşömen, Karşıtların simgesidir. Burada, görevin yazıyor Helena. Hepimizin görevi yazıyor." Gözlerimi korkarak parşömene çevirdim. Eğer şimdi burada vazgeçseydim, beni öldürürler miydi?

Chris'e de Pegasus'a da ciddi anlamda ihtiyaç duymaya başlamıştım bir anda.

Pegasus içimdeki korkuyu son damlasına kadar emerken, Chris yanıma gelip elini belime koydu ve bana güç verdi. Parşömene odaklandım. Her bir köşesinde Ay'ın bir evresini taşıyan, oldukça eski bir parşömendi bu. Üzerinde kısacık birkaç cümle vardı ancak yazanlar Latinceydi. Tıpkı sochrular gibi.

Başımı istemsizce Chris'e çevirdim. Ne demek istediğimi saniyesinde anladı. Kulağıma eğildi.

"Pusulam adalet, görevim düzen. Ne olursa olsun yolumdan şaşmayacağım. Ay yoluma ışık olsun." Gülümsedim. Yazanlar hoşuma gitmişti. El yazısı bu parşömen, kim tarafından ve ne zaman yazılmıştı merak ettim. Bu parşömende yazan şeylere yemin etmemde hiçbir engel yoktu...

Boğazımı temizledim ve yüksek sesle okumaya başladım.

"Circumdatio mea iustitia est, officium meum est ordo. Quodcumque acciderit, a me non recedam. Fiat luna inluminet viam meam." Az önce seslerle ve alkışlarla coşan salonda, hiçbir tepki yoktu. Yanlış mı okumuştum bilmiyordum. Tekrar Chris'e baktım. Nazikçe parmakları boynuma gitti ve boynumdaki totemi çıkardı. Elini uzattı. Uzattığı eline avcumu koydum. O da totemin sivri uçlarından birini yavaşça avcuma batırdı. Çıkan bir damla kanla birlikte avcumu ters çevirdi ve kanı parşömenin üzerine damlattı. Tıpkı az önce Aron'layken olduğu gibi, parşömen anında kanı emdi ve işte o zaman salondan bir alkış ve gürültü koptu. Chris gülümseyerek kolyemi boynuma tekrar taktı ve bir kez daha kulağıma fısıldadı.

"Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. Bu da benim sana yeminim."

***

Gözlerimi açtım ve odamdaki tavanın sadeliğinin tadını çıkardım. Sade şeylere gerçekten aç olduğum bir dönemdeydim. Geçen haftaki törenden ve ekibe katılışımdan sonra, hala ama hala dinlenmeye ihtiyacım vardı. Tabii bir de yalnız kalmaya ve yaptıklarımı gözden geçirmeye... Geçen günlerin, bu konuda henüz bir faydası olmamıştı.

Ekibe katılmıştım. Şaka gibi geliyordu kulağa ama, bir isyancıydım artık. Bu nasıl olmuştu, hiçbir fikrim yoktu. Hayatım bir süredir benim kontrolümde değil gibiydi. Bunu her düşündüğümde, mideme bir kramp giriyor, kalbim ağzıma geliyordu.

Ben, bir isyancıydım.

Chris beni öpmüştü.

Bu ise, isyancı olmaktan daha fazla kıvrandığım tek konuydu. Bunu aşamıyordum. Birlikte değildik, sevgili ya da adı her neyse, bundan değildik. Ama birbirimiz için her şeyi yapardık. Bu yeterliydi. Belki daha sonra sevgili olurduk... Kıyamet koptuktan sonra. Belki de hiç olmazdık. Ama yine de birbirimiz için çabalamaya devam ederdik. Yaşanan onca şeyden sonra, benim için güvenli tek alan ya da güven veren tek insan Chris'miş gibi geliyordu...

Şimdi ise, hiçbir şey olmamış gibi Düello kulübüne gitmek zorundaydık. Dikkat çekmemek zorundaydık. Dagora'nın suratına, arkandan iş çeviriyoruz diye bağırmak istemiyorsak, her şey normalmiş gibi davranmalıydık.

Eh, belki de ihtiyacımız olan da buydu aslında. Normal olmak.

Saatlerdir yatakta olmama rağmen kendimi yine de zorla yataktan kazıdım ve duş alıp kahvaltıya indim. Cam, Tara ve Chris çoktan inmişlerdi. William da öyle... Ama uzun zamandır yaptığı gibi, bizimle değil Ralph ile oturuyordu. Oda arkadaşıyla. Onunla göz göze gelmek, selam vermek istedim ama benim olduğum tarafa bakmadı. Yapabileceğim çok fazla bir şey yoktu.

"Günaydın. Erkencisiniz." Tara gülümsedi, Cam ise kolumdaki saati işaret etti.

"Biz erkenci değiliz, sen geç kaldın. Kolundaki, kırık olmasaydı bilirdin." Dil çıkardım Cam'e ve karşısına oturdum. Yanımda Tara vardı.

"Sen ona aldırma. Tokluk onun çenesine vuruyor." Dedi sevimli bir gülümsemeyle.

"Açlık da vuruyor. Çok bir şey fark ettiğini sanmıyorum." Cam kafama bir zeytin attı.

"Hey!" ben de ona salatalık atarak karşılık verdim. Chris kolunu ikimizin arasına uzatıp bizi azarlayana kadar da zeytin ve salatalık fırlatmaya devam ettik.

"Sen kesinlikle 18 yaşında değilsin. En az 70 diyorum. Arttıran?" dedi Cam sahte bir sinirle, Chris'i işaret ederek. Tara çekinerek elini kaldırdı.

"120?" Chris ona öldürücü bakışlar atmaya başlayınca, yavaşça elini geri indirdi. Chris'in hala Tara'ya yüzde yüz ısındığı söylenemezdi ama en azından daha az yabani davranıyordu. Tara'nın kendini bir miktar kötü hissettiğini gördüm ve masanın altından tekmeyi bacağına yapıştırdım.

"En az 180." diyerek ters bir bakış attım ona. Chris'in suratı anında acıyla buruştu ve sonra zorla Tara'ya gülümsedi. Tara da ona karşılık verdi.

"Düellocular sizi. Hani cumartesileri dinlenmek istiyordun?" Cam bu sabah Chris'ten belasını bulmaya yemin etmişti belli ki.

"Sıkıldım." Dedi Chris. Yemezler. Bir şey söylemek için ağzımı açtım gülerek ama, bu kez de öldürücü bakışların hedefi ben oldum. Bir şey diyemeden ağzımı kapattım ve önüme döndüm. Kahvaltımı etsem iyi olacaktı.

"Size kulüpte başarılar. Biz yürüyüşe çıkıyoruz. Hadi." Tara ve Cam yanımızdan ayrıldı. Ben de Tara'nın yerine, Chris'in karşısına geçtim.

"Demek sıkıldın. Sana eğlenmen için başka şeyler bulurduk. Düello kulübüne katılmana gerek yoktu." Chris yüzünden hiç silinmemiş olan o mendebur ve kızgın bakışlarla öylece oturmaya devam etti.

"Sabahları çok neşeli oluyorsun." Dedim ve bir salatalık da ona fırlattım. Ama yapmamla birlikte, deliler gibi pişman olmam bir olmuştu.

Boş bulunmuştum... Yemin ederim!

Tanrım nolur beni öldürmesin.

Chris gözlerini kapatıp, sabır dilediği çok belli olan bir biçimde bir süre öyle kaldı. Beni öldürecek.

Bana saatler gibi gelen birkaç saniye sonra gözlerini açtı ve kucağına düşen salatalığı dünyanın en yavaş hareketleriyle oradan alıp masanın üzerine koydu. Primuslara şükürler olsun beni öldürmemişti.

"Kolyeni çıkar. Sadece Ekibe geçerken yanına almalısın. Dikkat çekmemeli." Başımı sallayıp kolyemi çıkardım ve cüppemin cebine koydum.

"Hadi. Gidip şu saçma kulübe katılalım." Gözlerimi devirdim. Sanki zorla götürüyordum.

"Gelmek zorunda değilsin." Elini sırtıma koydu. Ben alev alayım, dikkatim dağılsın ve ona laf yetiştiremeyim istiyordu adım gibi emindim.

Benim kokum da onu böyle etkiliyor muydu?

"Sen bu sabah biraz fazla konuşuyorsun. Depresyondan çıkmışsın." Uyuz. Huysuz ve mendebur. ve sevimsiz.

Kulübe gidene kadar tekrar konuşmadım ve kendimce onu cezalandırdım. Tabii ödüllendirmiş de olabilirdim.

Kar yağmasına ve hava soğuk olmasına rağmen eğitimler açık alanda devam ediyordu. Düello kulübü hep böyle olacaktı sanırım. Bekçiler sebebiyle olmalıydı.

Geçmiş haftalarda, ilk haftanın aksine, eğitimler hep fiziki olmuştu. Diğer elementerlerin bekçilerini etkisiz hale getirmeye çalışmak, diğer elementerleri etkisiz hale getirmeye çalışmak, tehditleri algılamaya çalışmak, doğayı dinlemek... Bana ilk hafta Bayan Talose ile yaptığımız saha eğitimini hatırlatıyorlardı ve çok zevk alıyordum. Üstelik, Chris'in de zevk aldığına emindim. Özellikle tehdit algılama eğitiminde adeta yüzünden okunuyordu heyecanı! Onun derdi Derreck'leydi. Benim onunla arkadaş olmam, onu rahatsız ediyordu. Sebebinden biraz olsun bahsetmişti evet, ama anlattığı gibi hırslı biri olması ve Chris'le arasının çok iyi olmaması, onunla arkadaşlığımı kesmem için yeterli bir sebep değildi. Bana geçerli bir sebep verene kadar da, arkadaş olmaya devam edecektim.

Sahada henüz çok fazla elementer ve bekçi yoktu ve geçen hafta itibariyle dersleri artık Profesör Stan'la değil, Profesör Dredorn'la yapıyorduk. Kendisi Metallumların baş profesörüydü.

Pegasus'u gökyüzünde gördükten kısa bir süre sonra, Zeus da görüş alanımıza girdi.

"Pegasus, Zeus... Ruh ikizi miyiz yoksa?" Chris ciddi bir yüz ifadesi takınmaya çalışsa da, hafifçe gülümsediğini görmüştüm.

"Ekip sana yaramış. Gerçekten depresyondan çıkmışsın." Koluna vurdum hafifçe.

"Sessiz ol! Ayrıca, depresyonda değildim." Chris gözlerini devirdi.

"Son iki aydır ya depresyondaydın ya da kaçıyordun. Başka bir şey yapmadın." Bir kere daha vurdum koluna.

"Sense hep suratsızdın, hala suratsızsın. Ben en azından gelişme gösteriyorum." Çok geçmeden alan doldu ve uzak köşede Derreck'i gördüm. Beni görünce el salladı, ben de ona el salladım. Başını hafifçe eğerek Chris'e de selam verdi ama Chris karşılık vermedi. Yaptığından hoşlanmadım, ancak bir şey de söylemedim. Yaşananları bilmiyordum ve yorum yapma hakkım yoktu. Ona böyle davranmak için iyi bir sebebi olduğuna inanıyordum sadece.

Profesör Dredorn konuşmaya başladı ancak odak noktamı ona veremedim çünkü Derreck bize doğru yürüyordu ve bu pek iyiye işaret değildi. Elimi hafifçe Chris'in koluna koydum. Amacım onu durdurmak ya da uyarmak değildi. Sadece... İyi bir enerji vermek istemiştim.

"Hey... Bugünkü dersin konusunu duydun değil mi?" Hafifçe gülümseyen Derreck'e kafamı iki yana sallayarak karşılık verdim. Senin yüzünden duyamadım!

"Ne yazık ki." Omuz silkip konuşmaya devam etti.

"Bekçilerle olan iletişimimiz yoluyla bekçileri yönlendireceğiz ve onları labirentten çıkarmaya çalışacağız. Önce çıkaran kazanacak. İki süper bekçi sahibi olarak eşleşmek üzere anlaşmıştık. Bugün keyifli bir yarış izletmeye ne dersin?" kafamı istemsizce Chris'e doğru çevirdim. Ondan çekindiğimden ya da izin alacağımdan falan değil, ama kendini kötü hissetmesini istemiyordum.

Ancak o, hiç de rahatsız gibi değildi. Aksine bugün ilk kez, eğlendiğini ve gülümsediğini gördüm. Sonra ise aramızdaki birkaç adımı kapattı. Elini koluma koyup hafifçe okşadı ve gözlerim kendiliğinden kapandı. Kulağıma eğilip, bir kez daha bana büyü yaptı.

"Sana Derreck'i yenmen için meydan okuyorum."

KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.

KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR

Instagram: byk.literatur

Tiktok: buseninkurgulari

 

Merhabalar! Finale, kaç kala diyelim? 3 ya da maksimum 4 kala!

Çok yaklaştık, ilk kitabın sonuna gelmek üzereyiz. hala benimle olup okuyan herkese teşekkürler öncelikle.

Söylemek istediğim çok önemli bir şey var, o da daha yeni başlıyor olduğumuz. Çok yoğun bir serinin, çok başlarındayız daha. yaşanacak, okunması gereken çok şey var. Burada kalmaya ve okumaya devam edin lütfen. Beş kitabın tamamı kurgulandı, şu anda üçüncü kitabı yazıyorum. Serinin nasıl biteceği, en baştan belliydi. Bu hikayenin harcanmasını hiç ama hiç istemiyorum. Çok büyük bir dünya kurdum. Üstelik yıllarımı aldı inanın bana. O yüzden lütfen okumaya devam edin!

Bölüm sorularına geçelim...

Helena, "karşıtlara" resmi olarak katılmış bulunuyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İhanet beklediğiniz, şüphelendiğiniz şeyler var mı? Fikirlerinizi duymayı çok isterim!

 

Bölüm : 04.10.2025 15:19 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...