

Bu bölüm için oy sınırı 5.
5 oy gelmeden, yeni bölümü paylaşmayacağım...
🔮
Yüzyıllar geçmesi, teknolojinin hatta elementerliğin bile bir nebze evrilmesi, gelişmesi... Yeni yöntemler keşfedilmesi. Hastalıkların tedavi edilmesi, hatta insalık tarafından Ay'a ayak basılması...
Günümüzde birçok şeyin mümkün olması; ama; yalanın, ihanetin bir çözümünün hala bulunamamış olması beni hayrete düşürüyordu.
Bir şeyi duyduğumuzda bundan hala emin olamamamız, insanların bizi kolaylıkla parmağında oynatması ya da arkamızdan kolaylıkla iş çevirmesi... Bunların çözümü neydi? Ne zaman bulunacaktı?
Babam bana, annen seni doğururken öldü demişti. İnanmıştım.
Evet, ömrümü bunun suçluluğuyla harap etmeyecek kadar akıllı bir kızdım. Ama babamın beni bununla suçlayıp o yüzden beni hiç sevmemiş olabileceğini düşünecek kadar da aptaldım bir yandan. Bunu dert etmediğimi söylerdim hep. Yine de, geceleri birçok kez bu yüzden uyuyamayan bendim.
Ama öyle değildi. Annem beni doğururken ölmemişti...
Klaer ve Fernando bana, anneni baban öldürdü demişti. İnanmıştım. Kahrolmuş, göğsümde tonlarca kilo yükle nefessiz dolanmıştım günlerce, haftalarca...
Ama öyle de değildi. Annemi babam öldürmemişti...
Bana, babamın kendi isyancı arkadaşlarını gammazladığı için Captivum'a gitmekten kurtulduğunu söylemişlerdi. Buna da inanmıştım. Ona kızgınlığım bir yana, içimde bir nebze saygı kırıntısı varsa onu da yitirmiştim bunu öğrenmemle.
Öyle de değilmiş... Kendi elementerlerine ihanet etmemiş.
Şimdi, bana yine bir sürü şey söylüyorlardı ve ben yine hepsine inanıyordum.
Ne yapabilirdim ki? Kimseye inanmadan, güvenmeden, ne kadar ilerleyebilirdim hayatta? Ben hep, bu saf kız olarak hayatıma devam edecektim belki de. Ama en azından, sorgusuz sualsiz inanmamayı öğrenmiştim.
Artık, peşine düşmem gerektiğini biliyordum her bir bilgi kırıntısının. Tıpkı, babamın Captivum'a gitmemesiyle ilgili Aron'dan öğrendiklerimin peşine düşeceğim gibi.
Belki de, Tom Lincoln'ün karşısına çıkmanın zamanı gelmiştir artık...
Bildiğim tek bir şey vardı, o da duyduklarımı bir bir teyit etme peşine düşmeyeceğim sadece bir kişinin olduğuydu. O da Chris.
Diğerlerine güvenmediğimden değildi bu elbette , onlar da kandırılabileceğindendi.
Klaer ve Fernando'ya canımla bile güvenirdim ancak artık biliyordum ki, onlar da kandırılabiliyorlardı.
Chris ise... Nedense onun kandırılacağına inanmak uzak bir ihtimal gibi geliyordu bana. O yüzden, onun dediklerine inanabilirdim.
Şimdi dibimde, beni bir kere daha büyülerken ve bana meydan okurken, aklımdan geçen tek şey ona inandığım, ona güvendiğimdi.
Ama bu, benim de ona meydan okumayacağım ya da onu köşeye sıkıştırmayacağım anlamına gelmiyordu.
"Eğer onu yenersem, bana aranızdakileri anlatacak mısın?" diye fısıldadım ben de onun kulağına. Hala aynı pozisyonda duruyorduk. Neyse ki bir eli kolumdaydı ve ben bundan destek almayı başarabiliyordum.
Eli kolumda durmaya devam ederken, hafifçe geri çekildi.
"Aramızdakileri zaten anlattım." Gözlerimi kıstım.
"Bundan daha fazlası olduğunu anlayabilecek kadar zekiyim." Chris gülümsedi. Başını usul usul salladı ve bir kere daha yaklaştı kulağıma.
"Ama sana anlatacağımı sanacak kadar da aptalsın." İstemsizce elimi karnına geçirdim ve geri çekildim. Eh, ne kadar etkilenirsem etkileneyim, hala aklım başımdaydı. Chris sahte bir biçimde kıvranırken hala gülümsüyordu.
"Sensin aptal. Eh, madem sen anlatmıyorsun... Ben de çok sevgili en yakın arkadaşım beni çok seven sayın Derreck'e sorarım o zaman..." Sözlerimi bitirip arkamı dönmemle birlikte, Chris'in elinin bileğimi sıkıca kavraması bir oldu. Beni hızla kendine doğru çevirdi ve bir iki adım yaklaşmaya zorlayacak kadar da çekti hafifçe.
Gözlerini kapatıp bir iki saniye sakinleşmeyi bekledi. Derin bir nefes aldı ve sonra konuştu.
"Şansını zorluyorsun Jokey... Ama anlatacağım." Yüzüme bir gülümseme yayıldı ve çoktan kazanmışım gibi bir güven doldurdu içimi. Arka tarafta, diğer bekçilerin olduğu yerde duran Pegasus'a çevirdim gözlerimi. Hemen hemen hepsinin iki katı büyüklükte olan, her gördüğümde beni güzelliğiyle büyüleyen ancak aynı zamanda bu alemin belki de en tehlikeli varlığı olan Pegasus'a...
Onun aslında bir Primus'un bekçisi olduğunu öğrendiğimden beri, bağlandığımız ilk günlerde neden özlem çektiğini anlamıştım. Primus'u özlüyor olmalıydı. Hala içinde bir miktar özlem vardı, buna emindim ancak bir yandan da birbirimize çoktan alışmıştık. Primus'a geri döndüğünde, beni de özleyeceğine inanıyordum... Umarım... Çünkü ben onu çok özleyecektim.
İç çektim.
Hadi, yapalım şunu Pegasus...
Derreck'e yöneldim ve birlikte Profesör Dredorn'a doğru yürümeye başladık.
"Seni ezeceğim Helena." Dedi Derreck gülerek. Ne kadar komik olduğunu bir bilseydi keşke...
"Keşke bu mümkün olsaydı Derreck." Profesör Dredorn'un önünde durduk ve Derreck konuşmaya başladı.
"Profesör, izin verirseniz açılışı biz yapmak isteriz." Profesör gülümsedi. Onun da hoşuna gitmişti belli ki. Eh, kim bir özel, bir de efsanevi bekçinin kapışmasını izlemek istemezdi ki? Başımı arkamızda kalan Frada'ya çevirdim. Derreck'in laboremi. Eğer Pegasus'un bir Primusun bekçisi olduğunu bilmeseydim, belki Frada'dan bir miktar korkabilirdim... Ama, artık beni korkutacak şey sayısı çok azdı herhalde.
"Öyleyse sizi tutmayayım çocuklar. Hadi, biz hep birlikte seyir köprüsüne çıkalım," elementerlere eliyle uçurumun kenarını işaret ettikten sonra bize tekrar döndü.
"Siz de şuradaki platforma geçin. Labirenti kurmaya başlayacağım. Bekçilerinizi de lütfen sahanın ortasına yönlendirin." Seyir köprüsü diye bir şey göremediğimden, sağa sola bakınmaya başladım. O sırada Profesör Dredorn ellerini kaldırıp uçurumun kenarına doğru çevirdi.
"Facere Somnia!" ve saniyeler içerisinde şeffaf, camdan olduğunu varsaydığım bir yapı yükselmeye başladı uçurumun ucunda.
"Metallumların elementi cam mı?" Derreck'e döndüm. Başını iki yana salladı.
"Kimsenin tam olarak bildiğini sanmıyorum." Ah şu Metallumlar! Cam diye element mi olur?
İsim bir ipucu veriyordu elbette. Elementlerinin metal olabileceğini düşündürüyordu ama topraktan cam çıkarıp bunu şekillendirmek epey iddialıydı. O yüzden şimdilik onların bütün metallere ya da maddelere hükmedebileceği ihtimalini görmezden gelmek istiyordum.
Herkes birer birer köprüye yönelince gözlerimi Chris'e çevirdim. Arkasını dönmüş, o da köprüye ilerliyordu. Birkaç saniye geçmişti ki yavaşça bana doğru döndü. Gözlerime baktı kısacık bir süre ve sonra başını hafifçe eğdi güven verir bir biçimde. Bana meydan okumuştu, Derreck'i yenmemi gerçekten istiyor olmalıydı. Ben de ona aynı şekilde başımla karşılık verdim ve önüme döndüm. Uçurum ile kale arasında kalan yere bir labirent yapacak olmalıydı Profesör. Derreck ile beraber platforma yürümeye başladık. Platform, inşa ettiği seyir köprüsünün hemen önünde, onun yarısı yükseklikliğinde ve yine şeffaf bir malzemeden yapılmış geniş bir daireydi. Ancak yine de, platformun ucundaki merdiveni kullanarak çıkabilirdik üzerine. Yüksekti. Frada'nın çoktan sahanın ortasına ilerlediğini gördüm ve Pegasus'a döndüm. Onu da oraya doğru yönlendirecektim ki, o da çoktan zarif bir biçimde yürümeye başlamıştı. İç çektim. Başına buyruk bekçi!
Profesör, köprüden bize seslendi.
"Siz, labirente dair hiçbir şey görmeyeceksiniz! Olayları bekçinizin gözünden görmenizi, onunla muazzam bir iletişim içerisinde olmanızı bekliyorum çocuklar. Yoksa oradan çıkması mümkün değil. Uçan bekçiler için söylüyorum, uçmaları yasak! Eşit şartlarda olmaları gerekiyor. Aquasar bekçileri içinse, labirenti yeterli yükseklikte suyla dolduracağız, merak etmeyin. Öyleyse, labirenti kurma zamanı!" bir kere daha ellerini bekçilerimizin olduğu alana doğru çevirdi ve yine aynı sochru döküldü ağzından.
"Facere Somnia!" saniyeler içerisinde önümüzde şeffaf duvarlar yükselmeye başladı. O ana kadar içimde hiç yer etmemiş duygu ilk kez yüzeye çıktı. Korku.
Duvarlar şeffaftı ve bir ayna gibi davranıyordu. Labirent başlı başına bir zorlukken, her yeri ayna olan bir labirentten nasıl çıkılırdı ki? Başımı korkuyla Derreck'e çevirdim. Onun gerginliği de bütün vücudunu ele geçirmişti. Yutkundu ve sonra başıyla bana selam verdi. Ben de ona karşılık verdim ve arkamızdan, Bayan Talose'un ilk saha eğitimi dersinde olduğu gibi bir işaret fişeği yükseldi göğe. Bu, başladık demek olmalıydı. İç çektim.
Pegasus... Biliyorum ki doğrusu benim seni yönlendirmem. Ama ne yapacağımdan çok emin değilim! Kanadını bu şeffaf duvarlara sürterek ilerlemeye ne dersin? Böylece, neresi bir dönüş ve neresi sadece bir yansıma anlamış oluruz.
Pegasus hızla harekete geçti ve sağ kanadını kaldırdı. Kanadının ucu, labirentin üstünden görünüyordu. Bu, kural dışı mıydı? Arkamı dönüp Profesör'e baktım. Başını hafifçe eğdi. Sorun yok demek olduğunu umdum ve tekrar önüme döndüm. Frada ve Derreck ilerlemeye çoktan başlamıştı ancak sık sık çarpma sesleri geliyordu. Frada, yansıma sebebiyle geçit ya da dönüş olduğunu düşündüğü yerlere çarpıyor olmalıydı. Nefesimi tutup fısıldamaya başladım. Sesim çıkmadan da duyuyordu beni Pegasus elbette, ama işte sessiz kalabilen biri değildim, hele gerginken!
"Tamam, tamam tamam... Kanadının ucunu görebiliyorum. Müthiş. Labirentin içindeki dönüşler hakkında hiçbir fikrim olmasa da, doğru mu gidiyorsun yanlış mı en azından onu anlayabilirim bu şekilde. Çıkış, dümdüz gidiyor olsaydın tam önünde olacaktı Pegasus. Dönüşleri buna göre ayarlamamız gerekiyor..." Derreck, sesli bir şekilde homurdandı. Konuşmamdan rahatsız olmuş olabileceğini düşündüm. Sonuçta, konsantre olmaya çalışıyordu. Sesimi iyice alçalttım.
"Hadi, başla... İlerle." Pegasus kanadını sürterek ilerlemeye başladı. Kanadı bir yerde boşluğa düştü, bu bir dönüş olmalıydı.
"Sağa dönüş. Eğer bu dönüş bizi geriye götürürse, ilk nereye döndüğümüzü unutmamamız lazım! Hadi, dön bakalım Pegasus." Pegasus'un kanadı labirentin içinde sağa yönlendiğini belirtir şekilde hareket etti ve sürterek ilerlemeye devam etti. Bir iki dakika bu şekilde ilerledikten sonra kanadı bir kez daha boşa düştü. Bir sağa dönüş daha! Bu, U dönüşü yapmış olacağız demekti.
"Hayır hayır... 2 kere sağa dönemeyiz. Geri gitmiş oluruz. Geri dönmemiz gerek Pegasus. Döndüğümüz bu ilk sağ, hatalı olmalı." Derreck ve Frada neredeydi, ne kadar ilerlemişti hiçbir fikrim yoktu ancak biz belli ki çok da doğru yönde ilerlemiyorduk. Birkaç dakika sonunda Pegasus döndüğümüz ilk sağın oraya geri geldi.
"Tamam. Şimdi düz devam ediyoruz hadi." Bir süre düz ilerledik ve labirent bizi otomatik olarak sola yönlendirdi. Dönüşün devamında ise kanadı bir kere daha boşa düştü. Önce otomatik olarak sol yapmıştık ve şimdi sağ yaparak, doğru yöne ilerlemiş olacaktık.
"Evet, evet buradan!" öyle heyecanlanmıştım ki, sesim istediğimden yüksek çıkmıştı. Gözlerimi açıp istemsizce Derreck'e döndüm ve yüzünde daha önce karşılaşmadığım bir ifade ile karşılaştım. Öfke. Oldukça yüksek dozda hem de. Derin bir nefes alıp ağzını açtı ve gözlerime bakarak bir sochru yaptı.
"Creando Spinas!" bu ne sochrusuydu, ne yapmıştı bir fikrim yoktu ama birazdan öğrenirdim nasılsa. Derken, Pegasus'un içinde hissettiğim acı vücudumu ele geçirdi ve acının derecesine katlanmakta zorluk çekmeye başladım. Gözümden bir damla yaş düştü istemsizce. Ve, Pegasus'un kanadından da damla damla kanlar...
"Kanadını çek! Kanadını çek Pegasus!" Pegasus, bir saniye duraksadı. Beni dinlemek gibi bir niyeti yoktu. Bunu hissetmiştim. Kanadının yaralanmasını umursamadan o duvarlara sürtmeye devam etmeyi düşünüyordu!
Bunu yapamazsın! Aptal bir oyun uğruna kendini yaralayamazsın ve herkese iraden olduğunu gösteremezsin Pegasus! Lütfen! Beni dinle...
Pegasus kanadını usulca katladı ancak kanlar damlamaya ve benim içim acımaya devam ediyordu. Yaşlı gözlerle Derreck'e döndüm. Bunu nasıl yapabilirdi?
Ne Profesörden, ne de bir başkasından ses gelmediğine göre, yapması yasak değildi. Yine de, yaptığı şeyi sindirememiştim. Derin bir nefes alıp gözlerimi sildim. Pegasus'un acısını çekmeye çalıştım ancak o da benden geri çekiyordu!
Bana sürekli karşı gelmeye devam edersen seninle birbirimize gireceğiz haberin olsun! Bir kez olsun beni dinle olur mu?! Ver şu acıyı bana!
Pegasus, sanki ben hiç konuşmamışım gibi acıyı benden almaya ve kanayan kanadıyla ilerlemeye devam etti. En azından, artık kanadını o duvarlara sürtmüyordu...
Birkaç dakika daha ilerledi ve Frada ile karşılaştılar. Duvarlara artık her ne koyduysa Derreck, Frada'ya da zarar veriyor olmalıydı çünkü Pegasus'tan bana akan bilgiye göre, o da duvarlara dokunmadan ilerliyordu. O ara, aklıma bir fikir geldi. Hava akımıyla anlayabilirdik belki de, gerçek dönüşleri. Oldukça büyük bir labirentin içinde ve açık havadaydık. Dönüş bir yansıma mı yoksa gerçek bir dönüş mü, bunu Pegasus'un yelesinin hareketlerinden anlayabilirdik. Ve böylece onu yönlendirmeye devam edebilirdim.
Gözlerim sımsıkı kapalı, bütün odağım Pegasus'tayken rüzgarı hissetmeye çalışıyordum. Olayları onun gözünden göremiyordum, ancak onun bana tarif ettiği kadarını bilebiliyordum. Yine de çok iyi bir ikiliydik.
Biraz ilerledikten sonra, Pegasus'un yelesinin hafif sola savrulması, bir sağa dönüş olduğunu anlamama yetti. Peki düz gidiş bir seçenek miydi? Çıkış tam karşımızda olduğundan, ilk hedef hep düz gitmek olacaktı, sağa sola dönmek değil.
"Kendine çok dikkat ederek, düz gidip gidemediğini test edebilir misin Pegasus?" Pegasus, "kendine çok dikkat ederek" kısmını tamamen es geçip, ileriye doğru adımladı ve ön sol ayağı o lanet duvara gelene kadar yürüdü... Ön ayağında damlayan bir iki damla kan, yine canını çok acıtmıştı. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Bu oyuna devam etmek istemiyordum... Ancak ben bıraktığımda bırakmayacak bir bekçim vardı. Beni asla dinlemiyordu.
Geri dönelim... O sağa dönüşe gidelim olur mu?
Pegasus geri dönüp tekrar yelelerini hareketlendiren akıma geldiğinde döndü ve bu şekilde ilerlemeye başladı.
"İşte böyle... Kanadını hafifçe kaldırır mısın?" Kanadını kaldırmasıyla gözlerimi açıp nerede olduğuna baktım. Çıkışa oldukça yaklaşmıştı! Derin bir iç çektim. En az yara ile çıkabilmesi için bir an önce bu aptal oyunu bitirmemiz gerekiyordu. O sırada, Derreck'in de Pegasus'un kanadına baktığını gördüm. Onlar neredeydi, hiçbir fikrim yoktu ancak umurumda da değildi. Sadece Pegasus'u buradan çıkarmak istiyordum. Derreck gözlerini tekrar kapadı ve ben de dikkatimi Pegasus'a verdim.
"Çıkışa çok yakınız... Bir sola dönüş bulmamız gerekiyor tamam mı?" Pegasus yavaşça ilerlemeye devam ederken, bunalmaya, terlemeye başladığını hissettim.
Neler oluyor?
Isısı yükselmeye, alabildiği oksijen miktarı azalmaya başladı. Yangın mı çıkmıştı? Platformun üzerinde bir iki kere zıplayıp ne olduğunu anlamaya çalıştım. Şeffaf duvarlar toza bürünmüş, kahverengi renkli tozlar yavaş yavaş yükselmeye başlamıştı. Hışımla Profesöre döndüm. Bu adil değildi! Ancak Profesör başını sağa sola salladı. Bunu, o yapmıyordu.
Bunu Derreck yapıyordu.
O bir Territerdi ve bekçisi de topraktan (ya da kum fırtınasından her ne ise) etkilenmiyor olmalıydı. Pegasus'un nefesleri, alamadığı oksijen yüzünden sıklaştı. Bizi uçmaya, kural ihlali yapmaya zorluyordu.
Sinir bütün hücrelerimi bir bir parçalayıp boğazımdan yükselirken, Derreck'i öldürme isteğimi zorlukla bastırdım. Üstelik bu tamamen bendim, Pegasus değil. Ancak şu an Derreck'le kavga etmek yerine, Pegasus'u oradan bir an önce çıkarmam gerekiyordu.
Uç ve bu lanet oyun burada bitsin! Hemen yanıma gel Pegasus! Beni duydun mu?!
Bazen gerçekten ama gerçekten onun kendi kararlarını vermesinden nefret ediyordum! Pegasus hiçbir zaman dinlemediği gibi yine beni dinlemeyip ilerlemeye devam etti. Niye bu oyunu bu kadar kazanmak istiyordu? Bir şeyler yapmak zorundaydım. Nefes alamıyordu! Boğazındaki acıyı da, oksijensiz kalmış ciğerlerini de iliklerime kadar hissedebiliyordum. Bu şekilde asla ilerleyemezdi... Ölümsüz bir bekçi olduğuna mı güveniyordu? Ölümsüz olmak, aptal bir oyun için acı çekmeye asla değmezdi!
Aklıma gelen bir fikirle, hızla eyleme koyuldum. Kendi oksijenimi ona vermeye çalışacaktım. Ben bir Tempersitardım. Benim işim havaydı. Ve bu temel sochruları bilecek kadar da eğitim almıştım.
Tek bir sorun vardı, o da olmayan bir hava ile hava akımı oluşturamazdım. Labirentteki havayı Derreck adeta tozla, kumla boğuyordu. Ona, buradaki havayı göndermek zorundaydım. Kendi soluduğum havayı.
Kanadını kaldır Pegasus!
"Partum Tempestas!" saniyeler içerisinde önümdeki hava bir girdap halini aldı ve onu Pegasus'un olduğu yere doğru yönlendirmeye başladım. Ciğerlerim yavaş yavaş oksijensiz kalıyordu çünkü Pegasus'un oksijen ihtiyacı belki de benimkinin dört beş katıydı. Ancak Pegasus'un bu oksijene benden çok daha fazla ihtiyacı vardı ve ben açık havada bir şekilde beni hayatta tutmaya yetecek kadar oksijen alabilirdim. Koca sahada, sonsuz gökyüzünün altında nefessizlikten ölmeyecektim. Sadece, bir süre boğulacaktım o kadar...
Pegasus'un nefesleri saniyeler içerisinde normale dönerken ben istemsizce dizlerimin üzerine çöktüm platformda. Sochruyu bırakamazdım ancak sochru yapmaya alışkın ya da sochrularda yetenekli bir elementer değildim. Üstelik yeterli oksijen de alamıyordum. Bu beni tüketmeye başlamıştı.
Köprüden Chris'in sesini duydum.
"Bu yaptığı doğru değil. Adil yarışmıyor." Dedi, tahminen Profesör'e.
"Henüz bir kural ihlali olmadı..." Diye karşılık verdi Profesör de ona. Dizlerimin üzerinde, nefes almak gittikçe zorlaşırken elimi boğazıma götürdüm. Ciğerlerim yanmaya başlamıştı. Başımı Derreck'e doğru çevirdim ve bir an için göz göze geldik. Gözlerinde hala o sinir ve hırs vardı. Bana ya da Pegasus'a ne olduğu umurunda bile değildi. Sadece kazanmak istiyordu... Başımı iki yana salladım istemsizce. Nasıl böyle bir şey yapabilirdi aklım almıyordu. Bu aptal yarışı kazanmak uğruna, nasıl benim bekçime zarar verebilirdi?
Oksijensizlik beni iyice vurmaya başladığında Pegasus'un gönderdiğim hava akımını reddetmeye başladığını hissettim. Ben onu oksijensiz bırakmamak için boğulmayı göze alıyordum, o da beni... Gözlerim doldu.
Kabul etmek zorundasın, izleniyoruz. Unuttun mu?
Pegasus, bu kez itiraz etmedi ve hava akımını kabul etti. Bunun tek sebebi, izleniyor olmamızdı. Eğer iradesini açığa çıkarmasına izin verseydim, bu havayı asla kabul etmezdi. Bir miktar olsun hala beni dinliyordu... Ancak bir kere daha kanadından damlayan kanları hissetmeye başladım. Artık hem boğuluyor hem de acı çekiyordum.
Benim boğulduğumu bildiği için, labirentten hızlı çıkmaya çalışıyordu ve yaralanmayı göze alıyordu. Kanadını yine duvarlara sürtmeye başlamıştı... Henüz eski yaraları dururken, sürekli yerine yenileri açılıyordu. Onun kanadından damlayan kanın kokusunu iliklerime kadar alabiliyordum. Canım çok yanıyordu ve ciğerlerim iflas etmek üzereydi. Gözlerimden akan yaşları silmek için bile elimi boğazımdan çekemiyordum. Kendimden geçmek üzereydim, başım önüme doğru düştü. Ancak ona rağmen, işaret fişeğini görebildim ve Chris'in küfürlerini duyabildim.
İşaret fişeğini gördüm ama, kimin kazandığını göremeden bilincimi kaybettim.
***
Gözlerimi tekrar açtığımda hala platformdaydım. Çok uzun süre baygın kalmadığımı tahmin ettim. Başımdaki tarifsiz ağrı ya da boğazımdaki yanma umurumda değildi. Sadece Pegasus'u görmek istiyordum. Hızla ayağa kalkmaya çalıştım ancak dengemi kaybettim. Profesör elini sırtıma koyarak beni tutmaya çalıştı.
"Yavaş, Helena. Pegasus orada." Dedi ve başıyla solumda kalan, labirentin girişini işaret etti. Bir İnferiora, Pegasus ile ilgileniyordu. Tekrar gözlerim doldu. İçimdeki acı yerli yerine dönmüştü saniyeler içerisinde. Biliyordum ki o sochrulu bitkiler onu hızlıca iyileştirecekti. Ama canı yanmıştı bir kere...
"Tebrikler Helena." Dedi Profesör bir gülümseme ile. "Kazanan siz oldunuz." Elimde olmadan, ona ters ters baktım ve hiçbir şey söylemedim. Bu aptal labirentten kimin önce çıktığı umurumda değildi. Tek bildiğim, Pegasus'un kanadından düşen her bir damla kanın hesabını soracağımdı.
Derreck... Onu öldürecektim. Hışımla arkamı dönüp onu görmeyi denedim. Ancak ortalarda yoktu. Chris de öyle. Neden yanımda değildi?
Profesör beni sırtımdan hafifçe itekleyerek yönlendirmeye çalıştı.
"Biraz dinlen, olur mu Helena?" Dinlenmek falan istemiyordum. Derreck'i pataklamak ve Pegasus'un yanında olmak istiyordum. Kasılan çenemle, istemsizce dişlerimin arasından konuştum.
"Derreck nerede?" Profesör gülümsedi.
"Revirde." Demek revirde. Yalancı. sanki ona bir şey oldu! Onu geberteceğim. Onu lime lime edeceğim. Kısacık ömrümde dövdüğüm ilk canlı olacak.
Hızlı adımlarla platformdan inmek için yeltendim ve önce Pegasus'a yöneldim. Onunla ilgilenen İnferiora'yı tanımıyordum ancak emin ellerde olduğunu biliyordum. Sinirim bir anlığına yerini şefkate bıraktı ve gülümseyerek onlara yaklaştım. Elimi Pegasus'un yara almamış sol kanadına uzattım ve onu hafifçe okşadım. İnferiora'nın ona ulaşabilmesi için bacaklarını zarifçe büküp yere adeta oturmuştu. Ve buna rağmen kafasıyla aramda belki de bir metre vardı ama yine de o güzel gözlerini görebiliyordum.
Öyle üzgünüm ki... Çok özür dilerim Pegasus. Seni korumam gerekiyordu.
Pegasus'un gülümsediğini hissettim. Benim aksime, o mutluydu. Sol yelesini hafifçe açıp yere doğru serdi. Bunu genelde ona bineceğim zaman yapardı ama şu an ona binmem için bir sebep yoktu. Gözlerimi kısıp ne yapmamı istediğini anlamaya çalıştım. Ancak ben bir şey yapmadan, o yere serdiği kanadını hafifçe kaldırdı ve benim başıma sürtmeye başladı. Gözlerim kocaman açılmış, tüm organlarım sanki mikserden geçirilmiş gibi sıvılaşmıştı. Adeta, içim erimişti.
Beni okşuyordu.
Hatta belki, bana sarılıyordu.
Tekrar akmaya başladı göz yaşlarım. Gerçekten de, tam bir sulu göz olmuştum. Üstelik belki de hayatımda ilk kez mutluluk, sevgi karışımı bir duygu sebebiyle göz yaşı döküyordum. İster bir yabancı, ister bekçim olsun, birinin bana şefkat göstermesi her zaman canımı yakacaktı. Üzeri kabuk bağlamış yorgun kalbimin yaralarını tazeleyecekti ve bana hiç tatmadığım bir mutlulukla acıyı birlikte getirecekti. Pegasus'un bana sarılması, beni kahretmişti adeta. Bir ömür bana sarılsa, hayır demezdim...
Pegasus'un tedavisi bittiğinde onu bir süre okşayıp sonrasında dinlenmesi için Septi Ferarum'a gönderdim ve bütün dikkatimi Derreck'e verdim. Territer'lerin revirinde olmalıydı. Gerekirse günlerce yerleşkelerinin önünde bekleyecek ve ona ulaşmanın bir yolunu bulacaktım.
Chris neredeydi? Bunca şey olurken etrafta olmaması beni endişelendirmeye başlamıştı. Ya da belki kızdırmaya. Emin olamadım.
Elimi cübbemin cebine atıp ay taşıma ulaştım. Ay taşıma ulaşmıştım ancak... Başka bir sorun vardı. Totem yerinde yoktu.
Sabah kahvaltıda, Chris totemi sürekli takmamam gerektiğini söylemişti ve ben de çıkarıp cebime koymuştum! Bedenimi yüksek dozda bir panik kapladığında ne yapacağımı bilemedim. Platformda düşürmüş olmalıydım. Korku içinde arkamı dönüp tekrar sahaya yürümeye başladım. Pegasus kıpırdanmaya başladı. Oradan çıkıp bulmam için yardım etmek istiyordu.
Sorun yok, bir yere gitmiş olamaz. Onu hemen bulacağım. Sen dinlen.
Koşar adım platforma dönüp totemi aramaya başladım. Düşürdüğüme inanamıyordum! Bir yandan cübbemi çıkarıp deli gibi sallayarak onu da tekrar kontrol ettim ancak ne cübbede ne de platformda yoktu!
Platformdan inip etrafına bakmaya başladım. Dizlerimin üzerine çöküp toprağı sağa sola eşeleyerek aradım ama hiçbir şey bulamadım.
"Bunu mu arıyorsun?" dedi arkamdan Profesör Dredorn. Kalbim saniyeler içerisinde ağzıma geldi. Hangisi daha kötüydü? Totemi kaybetmek mi? Yoksa onu metallum Profesör'ümün bulması mı? Arkamı dönecek cesaretim yoktu. Ancak daha fazla dikkat çekmek istemedim.
Usulca dizlerimin üzerinden kalkıp üstümü başımı silkeledim ve yavaş hareketlerle arkamı döndüm. Profesör elinde, totemimi sallıyordu. Yüzünde ise oldukça eğlenir bir ifade vardı. Yutkundum.
"Ben-" konuşmama izin vermeden söze daldı Profesör.
"Dikkatli ol Helena. Bu kolyeyi kimsenin görmesini istemezsin." Ellerimi hafifçe yumruk yapıp ne diyeceğimi bulmaya çalıştım. Öylesine panik olmuştum ki...
"Kolyemin sizde ne işi var Profesör?" başım hızla soluma döndü. Chris, kızgın bir ifadeyle gözlerini Profesör Dredorn'a dikmişti.
"Kolyen mi?" dedi anlamaz bir biçimde. Ben de bir şeyler söylemek istedim ama ikisi arasındaki yüksek gerilim hattına değen hava bile çarpılıyor gibiydi.
"Kolyem." Dedi Chris bir kez daha. Profesör bir bana baktı bir de Chris'e. İnanmış mıydı, yoksa çoktan her şeyi anlamış mıydı bilmiyordum ama uzatmadı. Kolyeyi Chris'e doğru uzattı.
"Kolyene sahip çıksan iyi olur Chris. Hem kendi başını yakacaksın hem de zavallı Helena'nın." Dedi ve kolyeyi Chris'e doğru fırlattı. Chris sol eliyle kolyeyi havada yakaladı ve Profesör'e çatık kaşlarla bakmaya devam etti. Profesör ıslık çalarak Kale'ye doğru yürümeye başladı. Chris ise yanıma geldi.
"İyi olduğuna sevindim." Dedi durgun bir sesle. Başımı kaldırıp ona baktım. Kolyeyi yavaşça cebime koydu.
"Neredeydin?" dedim hesap sorar gibi ve anında pişman oldum. Nerede olduğunu merak ediyordum evet, ama hesap sorma hakkım yoktu. Alt dudağımı ısırdım hafifçe ve başımı çevirdim.
"Görülmesi gereken bir hesabım vardı." Dedi. Kendimi sakinleştirmeye çalıştıkça, bunu zorlaştırıyordu. Hesap görmenin sırası mıydı? Bana ve Pegasus'a olanlardan sonra? Bir şey söylemek istedim ancak konuşmadım. Ay taşımı aldım avcuma bir kere daha.
"Nereye böyle?" dedi Chris. O da en az benim kadar gergin ve sinirli gibi duruyordu.
"Görülmesi gereken bir hesabım var." Dedim ve anında kendimi Territer yerleşkesinin önünde buldum. Chris taşa dokunmak için elini kaldırmıştı ama zamanında yetişememişti. Tek başımaydım.
Geçidin önünde beklemeye başladım. Elbet biri gelecekti ve ben de ondan Derreck'i çağırmasını isteyecektim. Bugün Cumartesi olması, işlerimi kolaylaştırıyordu üstelik. Birkaç dakika sonra, geçide yürüyen bir kız ve bir erkek elementeri fark ettim.
"Neden buradasın Lincoln?" dedi tanımadığım kız. Ben kimseyi tanımasam da herkes beni tanıyordu. Muhteşem.
"Derreck ile görüşmek istiyorum. Çağırırsanız mutlu olurum." Kız gevşek bir biçimde güldü ve kendini geçide bıraktı. Yanındaki erkek de arkasından. Bu çağıracağım mı demekti yoksa çağırmayacağım mı? Sinirle ayağımı yere vurup beklemeye devam ettim ancak çok geçmeden Derreck geçitten çıktı.
Gözlerime inanamadım.
Revire neden gittiğini şimdi anlamıştım.
Kaşı ve dudağı patlamış, gözü mosmor olmuştu. Kaşının üstünde hala bir miktar kurumuş kan duruyordu. Yüzünde ise yarışma sırasındaki sinirden eser yoktu. Gerçekten, mahçup görünüyordu. İstemsizce bir miktar yumuşadım. Ah, kendimden nefret ediyorum...
"Üzgünüm." Dedi Derreck başka hiçbir şey demeden. Bir süre sadece ona öylece baktım.
"Sana ne oldu?" yarışma sırasında olmuş olamazdı.
"Chris... size yaptıklarımdan çok hoşlanmadı diyelim." Az önceki mahçubiyet yerini yine saf bir sinire bıraktı. Chris'in adının geçmesi onu kızdırmıştı belli ki. Başımı sağa sola salladım. Şu yaptığına bir bak Chris...
"Ben... bilmiyordum." Dedim. Bir yanım Chris'i onaylamasa da, diğer yanım tam olarak benim yapmak istediklerimi yaptığı için mutluydu. Kötü birine dönüşüyordum sanırım... Derreck'in yüzünü gördükten sonra yumuşamış olsam da tam olarak üzgün değildim. Buraya gelmekteki asıl amacım ona bunu yapmaktı çünkü. Suratına bir tane geçirmek ve derdinin ne olduğunu sormak. Daha önce kimseye vurmamıştım. Becerebilir miydim bilmiyordum bile ama deneyecektim! Eh, gerek kalmamıştı.
"Ben de bilmiyordum." Dedi Derreck yine dişlerinin arasından. "Sevgili olduğunuzu." Bir gülümseme çıktı dudaklarımdan.
"Sevgili değiliz, Derreck. Sen, bunu hak etmiştin. Hepsi bu." Hala sinirli olsa da, kendini kontrol etmeye çalışıyordu, görebiliyordum.
"Bunu neden yaptın? Nasıl yapabildin? Anlayamıyorum. Ben mi seni yanlış tanıdım?" Derreck güldü. Gerçek bir gülüştü bu.
"Beni 5-6 kez derslerde görüp, birkaç kere sohbet edince tanımış mı oluyorsun gerçekten?" gözlerimi kıstım. Evet, tam olarak tanıyamazdım onu bu kadar kısa sürede ancak arkadaş olduğumuzu sanmıştım.
"Ben kaybetmekten hoşlanmam Helena. Kişisel algılama." Dedi ve kendini bir anda geçide bıraktı. Daha konuşmayı bitirmemiştim!
Sinirle yumruklarımı sıktım. Chris keşke ona birkaç tane daha geçirseydi.
Muhtemelen geçirirdi de, çevredekilerin onları ayırmış olması kuvvetle muhtemeldi. İç çekip elimi başıma götürdüm. Hala sızlıyordu. Uzun bir gün olmuştu şimdiden. Üstelik daha da kötüsü, yarın Pazar'dı ve Bellalar vardı. Emile'in suratını görmem, William ile ne kadar korkunç bir çift olduklarını hazmetmem gerekiyordu. Keşke, William'ı o cadıdan kurtarmanın bir yolu olsaydı... Chris ve William'ın arkadaşlığının zarar görmüş olması gerçekten hiç hoşuma gitmiyordu.
İç çekerek ay taşını tekrar elime aldım ama sonra vazgeçtim. Belki de yürüsem iyi olacaktı.
***
Kış güneşi... Tarihin en büyük illüzyonlarından biri. Asla ısıtmayan, varlığı yokluğu bir olan ama hepimizi bir bir aldatan Kış Güneşi. Kasım'ı bitirip Aralık'a girmek üzereydik ve gökyüzünde koca bir Kış Güneşi vardı. Ben kulenin tepesinde; flammalarla donmaktan kurtulmaya çalışırken, o sanki bir işe yarıyormuşçasına bana gülümsüyor, beni kandırmaya çalışıyordu. Eh, ben de biraz salaktım o yüzden herkese, her şeye kanardım değil mi?
Chris, Derreck ile olan kavgası sebebiyle cezalıydı ve tam 2 hafta sonu boyunca ne kulüplere katılabilecek ne de Tempersitar yerleşkesinden ayrılabilecekti. Bense, onsuz Bellalar kulübüne gidemeyecek kadar güçsüz durumdaydım. Ne Emile'i çekebilirdim ne de birileri tarafından pataklanacak halim vardı. Hala dünkü Düello kulübünün etkisinden çıkamamıştım. Kısacası, bugün Bellalar'a katılmayacak ve kulübü ekecektim...
Neyse ki Pegasus iyileşmişti.
Aklıma gelen şeytani bir fikirle, yattığım zeminden doğruldum hızla. Chris'in cezalı olmasını kendi lehime çevirebilirdim...
Tiran'ı ziyaret edip, İsyan'ı bir kere daha görebilirdim. Evet, annemin ölümünü görmüştüm ancak yeni bir İsyan'ın pençesindeydik ve ben de başı çekiyordum. İsyan'ın neden başarısız olduğunu, o son sahnede annemi öldüren şeyin tam olarak ne olduğunu görürsem, bunlardan bir ders çıkarabilirdik.
Üstelik, annemi tekrar görmek için her şeyi yapardım...
Hızla bir plan yapmaya çalıştım. Stormak'ı bir kere görmüştüm, bu yüzden ay taşımla gidebilirdim. Ancak yalnız gidecek cesaretim var mıydı... Emin olamadım. Belki Fernando ya da Klaer'dan ya da her ikisinden birden benimle gelmelerini rica edebilirdim. Tabii bir görevde değillerse.
Beynimi çalıştırmaya, düşünmeye odaklandım. Yalnız gitseydim, ne olurdu ki?
Pegasus bedenime anlık yolladığı sinir dalgası ile bunu kabul etmeyeceğini açık bir biçimde bana bildirmiş oldu. Pekala, yalnız gitmeye iznim yoktu. Birini götürmek zorundaydım. Nyx'imi çıkarıp narin krizantemini okşadım. Benim güzel Nova'm!
"Süpernova..." yapraklar birer birer açıldı ve içinden dünyanın en huysuz ama tatlı canlısı çıktı. Üstelik bu kez belli ki uyuyordu ve çok masum görünüyordu... Uyumasını fırsat bilip parmağım kadar olan yüzündeki tek tük birkaç tel saçı okşadım. Gıdıklanırmış gibi kıkırdamaya başladı ve sonra gözlerini açtı hafifçe. Parmağımı küçücük ısırıp kıkırdamalarını kahkahaya çevirdi. Öyle tatlıydı ki ona asla kızamıyordum.
"Eğer müsaitsen yapmamız gereken bir şey var. Kuleye gelebilir misin? Klaer Johnson." Nova asker selamı verip krizanteme döndü ve yapraklar bir bir kapandı. Kendimi kulenin zeminine tekrar atıp beklemeye başladım.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum çünkü belli ki uyuyakalmıştım. Nova'nın vıcırtıları beni uyandırdığında elimi cebime götürdüm. O güzel parıltısı ve sinir bozucu vıcırtısı bir mesajım olduğunu söylüyordu. Parola ile onu bir kere daha açtım ve gülümsedim.
"Seni dinliyorum."
Klaer'in duru ve soğuk ses tonunu taklit ederek konuşmaya başladı Nova.
"En erken Çarşamba orada olabiliriz. Bekleyebilir misin?" iç çektim. Olabiliriz. Bu da demek oluyordu ki, Fernando da onunla birlikteydi. Yani ikisininden de bana hayır gelmeyecekti... Novayı cebime koyup düşünmeye devam ettim.
Cam ile gidebilir miydim? Cam bana sorun çıkarmazdı.
***
Stormak'ın ortasında, elimde ay taşım ve yanımda Cam ile dikiliyordum. Bu kasaba ne kadar güzel görünürse görünsün, her zaman tüylerimi diken diken edecekti. Ancak aynı zamanda da tarif edilemez bir heyecan vardı içimde. Annemi tekrar görecek olduğumu bilmek beni dört beş yaşlarıma döndürüyordu tekrar. İsyan ya da bu alemin iyiliği tabi ki umurumdaydı, ancak derinlerde bir yerde biliyordum ki bu tehlikeyi bir kez daha göğüslememin tek bir sebebi vardı o da annemi görmekti. İç çektim. Keşke onu görmenin başka bir yolu olsaydı...
"Bundan emin miyiz? Beni kandırmıyorsun değil mi Helena? Anlattıkların bana çok da güvenli gelmiyor." Göz devirdim.
"Sana bir şey olmayacak ki! Sen sadece, varlığınla bana güç vereceksin o kadar. Daha önce yaptım diyorum sana! Ve sorunsuzca da çıktım o görüden. Bir kere daha yapabilirim." Cam başını iki yana salladı.
"Söylediğin kadar kolay bir şey değil bu Helena... İlk seferinde çıkmış olman yine çıkabileceğin anlamına gelmiyor. Üstelik benim bu konuda bir tecrübem yok! Bir şey olursa seni oradan nasıl çıkaracağım?" ellerimi Cam'in kollarına koydum. Havadaki hafif kar taneleri tenimizi yalayıp geçiyordu birer birer. Kış güneşi de bizi kandırmayı bırakmış, geldiği yere geri dönmüştü.
"Elimi tutarsın, benimle konuşursun. Bilmiyorum beni buraya döndürmek için bir şeyler yaparsın işte. Annemi... Görmek zorundayım Cam." Gözümden bir damla yaş istemsizce düştü ve Cam'in içinde bir yerlere dokundu. Gözlerini sıkıca kapatıp derin bir nefes çekti içine. Elini elimin üzerine koydu ve başını salladı yavaş yavaş.
"Tamam. Elimden geleni yapacağım. Beni buna pişman etme Helena." Ben de başımı salladım ve bir iki dakika sonra Tiran'ın evinin bahçesine ulaştık.
"Baştan uyarayım, kendisi çok tatsız bir insan." Kapıyı tıklatıp beklemeye başladım. Cam evde olmadığını düşünüyordu belli ki ama ben onun ne kadar yavaş hareket ettiğini daha önce görmüştüm. Üstelik evden çıkacak biri değildi Tiran. Birkaç dakikalık gergin bekleyişin sonunda kapıdaki o küçük delikte yine sadece bembeyaz bir göz bebeği göründü. Cam kendini birkaç adım geri attı, bense nefesimi tuttum.
"Benim Tiran. Gehenna ile bir kere daha görüşmem gerekiyor." İçeriden bir gülme sesi geldi. Cam elini koluma koymuştu. Gitmek istediği çok belliydi. Yumuşak karların vücudumuzdaki hoş esintisi de kaybolmuş; soğuk, etimizi kesmeye başlamıştı hafiften. Buraya bir daha gelirsem, gece gelmeyecektim. Kış güneşine aldanacak ve gündüz kendimi daha güvende hissedecektim.
Kapı yavaş hareketlerle açıldı. Bu, beni de şaşırtmıştı. Bizi bu kadar hızlı kabul etmesini beklemiyordum. Hiçbir şey demeden kapıyı açıp içeri yöneldi. Cam hala kolumu tutuyordu.
"Diğeri nerede?" dedi. Cam, ne demek istediğini anlamamıştı.
"Başka bir işi vardı." Dedim düz bir sese. Cam kulağıma eğildi.
"Diğeri kim?"
"Chris... İlk seferinde onunla gelmiştim." Cam'in tek kaşı havalandı ancak bir şey demedi. İçeriye yürümeye devam ettik.
"Bu sefer ne istiyorsun?" dedi yine aynı ürpertici sesle.
"Anneme ve isyana dair ne kadar anı varsa, görmek istiyorum." Dedim. Kendimden daha emin konuşuyordum bu sefer ama aslında biliyordum ki hala aynı derecede korkuyordum. Tiran tekrar güldü.
"Kısaca, Arafta kalmak istiyorsun değil mi?" Cam kaşlarını çatıp kolumu sıktı. Elimi kolunun üzerine koyup sorun yok demek istedim. Montumu ve Cam'in montunu girişe bıraktım ve Tiran'ın sallanan koltuğuna ilerledim.
"Ne demek istiyorsun?" Tiran iç çekti. Benden bıkmıştı. Eh, ben de ona bayılmıyordum.
"Ne kadar uzun kalırsan, o kadar o tarafa çekilirsin." Dudaklarımı dişledim gerginlikle. Bilmediğim şeylere bulaşıyor, tehlikeli sularda yüzüyordum. Ama tıpkı uyuşturucu komasındaki bir bağımlı gibiydim. Annemi görmek öyle cezbedici geliyordu ki, sonuçlarını düşünemeyecek kadar aptalca davranıyordum.
"Cam beni burada tutacak." Dedim titreyen sesimle. Ama buna ben de inanmıyordum tamamıyla. Belki, çekilmeye başladığımı hissedersem direkt bitirirdim görüyü. Belki de Cam gerçekten beni burada tutabilirdi geçen sefer Chris'in yaptığı gibi. Gerçi, hiçbir şey yapamadığını söylemişti Chris...
Vazgeçmem gerekiyordu.
Çok riskliydi.
Ama yapamadım. Elimi uzattım Tiran'a. Yüzünde hala bir gülümseme varken elimi hızla kavradı ve beni bu evrenden ayırdı. Tonlarca görüntü girdap halinde zihnime doluştu.
İlk geldiğimde babamı ve isyanı düşünerek onu yönlendirmeye çalışmıştım. Şimdi ise, artık annemin görünüşünü biliyordum ve odaklanmak istediğim tek şey oydu. Üstelik, acele etmem gerektiğini de biliyordum.
Anneme odaklanarak Tiran'ı yönlendirmeye çalıştım. Tiran'ın Düello kulübünde anneme Profesörlük yaptığı birkaç anı ve sonrasında da birçok eğitim geçti zihnimdeki kargaşadan. Derken, tıpkı bizim Aron'la ve ekiple buluştuğumuz gibi bir mekan çekti dikkatimi ve anında ona odaklandım. Gördüklerimi sindirmek ve aynı zamanda yaşayanlar aleminden kopmamaya çalışmak beni zorlamaya başlamıştı. Annem, tıpkı benim gibi bir ekip üyesiydi. Tiran da o ekipteydi ve bir başka tanıdık yüz daha... Babam.
Hepsi, Ekip'ten birbirlerini tanıyor olmalıydılar. Eğitim yaptıkları, birlikte bir şeyler atıştırdıkları ve göreve çıktıkları birkaç görüntü hızlıca geçti önümden. Elimi kaldırıp anneme dokunmayı her şeyden çok istesem de yapamadım. Gördüklerimi ben kontrol edemiyordum. Bunların hepsi geçmiş birer anıydı...
Görüntü hızlıca değişti ve tekrar isyan gününe geldi. Annemin babamın kucağında öldüğü güne... Bunu ikinci görüşüm de olsa, ilk kez görüyormuş gibi sarsılmak dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Annemin ölümünü bin kere izleseydim, bin birincide yine ruhum bedenimden bıçakla yüzülüyormuş gibi hissederdim. Bir yandan hıçkırıklarımı bastırmaya çalışıyor, bir yandan da yeni bir şeyler görmeye çalışıyordum. Geçen sefer görmediğim bir şeyler. İlk dikkatimi çeken şey, şeffaf bir kubbeye benzeyen ve bizi çevreleyen bir dalga oldu. Bunun ne olduğunu bilmiyordum ama bir önceki gelişimde bunu fark etmemiştim. Daha sonra, babamın kucağında hareketsiz yatan anneme odaklandım. İçimden bir şeyler kopuyordu onu öyle gördükçe. Babam ise kendinden geçmiş bir şekilde çığlıklar atıyordu. Sakin kalmak için üstün bir çaba sarf etsem de ruhumda birer birer açılan deliklere bir çarem yoktu. Bu görüntüleri her gördüğümde onu tekrar kaybedecektim.
Odaklanmaya çalıştım. Ve o sırada annemin kolundaki saati gördüm. Camı kırılmıştı. İsyan zamanı kırılmış olabilir miydi? Peki, saat sonrasında nasıl bizim elimize geçmişti?
Geçen sefer olduğu gibi, isyancıların ellerinin etrafı bitkilerle sarılmaya başlandı ve sıra babama geldi. Bundan sonra Dagora'nın elementerlerinden birinin bir bir bekçileri öldüreceğini biliyordum ve bu anı Tiran'a tekrar yaşatmak istemiyordum o yüzden görüyü bitirip çıkmayı denedim.
Ancak, çıkamadım.
Başka bir görüntü zihnimde dönmeye başladı ve sonra başka bir görüntü. Onlarca görüntü zihnimde dönerken bir anda panik oldum. Görüden çıkamamıştım ve bir görüntüye odaklanıp onun içine de çekilememiştim. Ya görüde çok uzun kaldıysam ve yaşayanların dünyasıyla bağımı kaybettiysem?
Bedenimi hala hissediyor, titrediğimi fark edebiliyordum ancak bir türlü ona geri dönemiyordum. Panik ve korku benliğimi tamamen ele geçirip diğer bütün duyguları birer birer yuttu. Pegasus'un bu olumsuz duyguları çekmeye çalıştığını hissettim cılız bir biçimde. Ama her zaman olduğu kadar etkili değildi... Bağımız, zayıflamış mıydı?
Nefes alamıyordum.
Ne görüntülere odaklanabiliyordum ne de geri dönebiliyordum. Kalbim yerinden çıkmış ve bu sonsuz girdapta kaybolmuştu sanki. Artık öyle hızlı atıyordu ki ne zaman es verdiğini anlayamıyordum. Zihnimin dönen görüntülere katılmaya başladığını hissettim. Benim anılarım yavaş yavaş Tiran'ınkilere karışmaya başladı. Gözümün önünden Midvale'deki yaşamım, Aileen ve Marva, babam, çalıştığım o küçük market, Alderwild ve Chris birer birer geçmeye başladı...
En son kendimi Chris'le olan öpücüğümüzde buldum. Eh, bunu düşünerek yok olmak, acı dolu anılardan daha iyiydi. Bu şekilde yok olmayı kabullenebilirdim.
Bir anda deprem olmuş gibi hissettim ve ne olduğunu anlayamadım. Zihnimdeki girdaplar yüksekten düşmüşçesine sarsıldılar. Ben mi sarsılıyordum? Yoksa zihnim mi? Bir el beni sallıyor olabilir miydi?
Pegasus'la bağımızı bir kere daha hissettiğimde cılız bir umut doğdu içime. O umuda tutunup zihnimi de girdapları da durdurmaya çalıştım. Görüden çıkmak, o kokuşmuş eve dönmekten başka düşündüğüm hiçbir şey yoktu. Bir kere daha depremlerin en şiddetlisini yaşadım ve kendimi bir anda o eski ve pis evin içinde buldum. Chris karşımda, yara bere içerisindeydi ve ben yine, ağlamaktan bitap düşmüş, kendimi param parça etmiştim. Üstümdeki kot pantolon ve kazaktan eser kalmamıştı. Etrafıma bakındım usulca. Cam salonun diğer ucunda, yere çökmüş hızlı hızlı nefes alıyordu ve Tiran da o beyaz gözbebeklerini kapatmıştı. Hızlıca ayağa kalkıp nabzını kontrol ettim ancak eli ani bir refleksle bileğimi sardı. Yaşıyordu...
Bir şey diyecek gibi oldu ama sonra sustu. Bakışlarımı tekrar Chris'e çevirdim.
"Burada ne işin var?" demek istedim ancak sesim çok çatallı ve kısıktı. Ne dediğimi duyduğundan şüphe ettim. Boğazımı temizlemek istedim ama acı dayanılmaz oldu. Saniyeler içerisinde yere çöktüm tekrar. Öyle yorgundum ki ayakta geçirdiğim bir dakika beni tüketmişti. Ve her yerim kanıyordu, berbat görünüyordum.
Chris ise...
Bir aslanın saldırısına uğramış gibiydi... Kolları ve yüzü çizikler içerisindeydi. Kanlar ince çiziklerde donmuş kalmıştı. Üstündeki örgü kazağın ilmekleri birbirinden ayrılmış, yerini koca deliklere bırakmıştı. Kazağı, ruhuma benziyordu. Gülümsedim bu düşünceyle. Ancak gülümsemem Chris'i deliye döndürdü.
İki elini benim iki kolumun etrafına koyup beni sabitledi. Kendini tutmaya ve bana zarar vermemeye çalıştığı her halinden belliydi ama çok başarılı olamadı. Hafifçe sarsarak beni sallamaya başladı.
"Sana, bunu bir daha yapmamanı söylemiştim!" sesi sonlara doğru yükseldi ve dolu gözleri benim gözlerimden hiç ayrılmadı. Siniri fizikseldi adeta, kokusunu bile alabiliyordum. Bu kez vanilya değildi bana ulaşan. Acıydı. Cam odanın köşesinde çöktüğü yerden kalktı ve montlara yöneldi. Montlarımızı eline alıp yanımıza geldi. Chris'in kollarından birini yavaşça indirip cebinden ay taşını çıkardı.
"Revire... gitmemiz gerek." Dedi. Hiç iyi görünmüyordu. Onu kontrol ettim hızla ve birkaç çiziğin de onun kollarında olduğunu gördüm. Chris hala diğer kolumda olan elini elime indirdi ve hızla Cam'in ay taşına bastırdı. Kendimizi bir anda geçidin önünde bulduk. Chris beni geçide yönlendirdi ve ilk geçen ben oldum. Arkamdan sırayla geldiler.
"Ben, odaya geçiyorum. Dinlenmem gerek." Dedi Cam. Bakışlarımdaki hüznü engelleyemedim. Onu buna karıştırdığım için ve sarsılmasına sebep olduğum için çok pişman olmuştum. Elimi istemsizce kaldırıp dokunmak istedim ama bir adım geriye attı. Elimi indirdim usulca. İçim sızladı.
"Özür dilerim..." Dedim buruk bir sesle. Benden korkuyordu belki de. Cam gözlerini kapattı ve bir süre bir şey söylemedi.
"Hiçbir şey yapamadım." Dedi dişlerini sıkarak. Gözlerimi kıstım.
"Bana kızgın değil misin?" dedim inanamayarak. Bana kızdığı için değil de, bir şey yapamadığı için mi üzgündü?
"Revire git Helena, sonra konuşalım olur mu?" Cam merdivenlere yöneldi ve hızla gözden kayboldu. Chris, hiçbir şey demeden yanımda dikiliyordu.
"Ceza..." dedim yine kısık bir sesle. Cezalıydı. Neden gelmişti ki? Ya yakalansaydı?
"Seni revire götürelim." Yüzüme bakmıyordu. Yutkundum. Göz yaşlarım akmak için fırsat kolluyordu ama ağlamak istemedim. Her ne olacaksa hak etmiştim zaten. Öyle soğuk bir hava vardı ki ikimizin arasında, yerin altında değil de buzul denizinin en dibinde gibiydim. Ürperdim. Bana çok kızgındı. Bir şey söylemeden merdivenleri inmeye başladım bir bir. Şansımı daha fazla zorlamayacaktım. Arkamdan gelen yorgun adımları canımı yakıyordu. Bu kez fazla ileri gitmiştim... Neredeyse, Arafta kalıyordum ve en yakın arkadaşım ile Chris'i de buna şahit ediyordum...
Daha da kötüsü ise... onlara yaptıklarım değil ama, kendime yaptıklarıma değmişti. Annemi görmüştüm. Onun bir ekip üyesi olduğunu, muhtemelen babamla böyle tanıştıklarını görmüştüm. Babamla görüşmek için olan onlarca sebebe bir yenisi daha eklenmişti. Onunla konuşmak zorundaydım.
Revirin girişindeki merdivenlere başını çeviren Bayan Mirita, gürültülü bir şekilde iç çekti ve elleriyle yüzünü kapattı.
"Buna ne zaman son vereceksin güzel kızım? Kendinle derdin ne?" bu kez, bir bahane bile üretemedim. Kedi yaptı demeye dilim varmadı. Tuttuğum göz yaşlarının sessizce süzülmesine izin verdim ve revirdeki boş yataklardan birine yerleştim. Chris benden uzak bir köşede, ilk yardım dolaplarından birine yaslanmış, yere bakıyordu. Bana bakamıyordu bile. Gözyaşlarım hızlanmaya başladı.
Bayan Mirita elinde dumanı tüten bir kap su ile ve birkaç temiz sargı bezi ile geldi. Önce üzerimdeki kazağı ve pantolonu makasla kesti. Sonra da ıslattığı ılık bezle yaralarımı hafif hafif sildi. Canımın acısına odaklanamayacak kadar üzgündüm.
Bir miktar merhemi yavaşça yaralarıma sürdü ve sonra ilk sefer yaptığı gibi onları sardı. Ciddi anlamda mumyaya dönmüştüm. Kollarımın ve bacaklarımın neredeyse her yeri sarılmıştı. Yüzümde de çokça yara bandı vardı. Bayan Mirita eliyle hafifçe elimi okşadı ve sonra işi olduğuna ve yataktan kesinlikle kalkmamam gerektiğine dair bir şeyler geveleyip merdivenlerden yukarı çıktı. Bakışlarımı korkarak Chris'e çevirdim. Tek kelime etmemişti ve hala da etmeyecek gibiydi. Bir şeyler söylemek, bu saçma sessizliği dağıtmak istiyordum ama ne söyleyeceğimi de bilmiyordum. Kendimi ciddi anlamda çaresiz ve yalnız hissetmeye başlamıştım. Tüylerim ürperdi. Onun bana soğuk olması, beni bu kadar dağıtabiliyordu demek ki...
"Ben-" cümlelerim bir kere daha Chris tarafından boğazıma dizildi.
"Bir ceza daha almadan odama çıksam iyi olacak." Dedi sert bir biçimde ve merdivenlere yöneldi. Onu durdurmak ve konuşabilmek için hızla yataktan kalktım ama acı bir inlemenin dudaklarımın arasından kaçmasına engel olamadım. Yatağa tekrar çökerken Chris aramızdaki metreleri saniyeler içerisinde kapattı. İki elini nazikçe omuzlarıma koyup koyu kahverengilerini bana dikti.
"Bayan Mirita sana kalkmamanı söyledi! Tek yapman gereken, bir kere olsun söz dinlemek Helena! Bir kere!" Bana çok kızmıştı... Ama bana Helena demişti aynı zamanda. İstemsizce gülümsedim. Chris'in ateş fışkıran gözleri de usulca kapandı. Suratındaki katı ifade yavaş yavaş yok oldu.
"İnanılmaz birisin. Gerçekten, söyleyecek söz bulamıyorum. Sana Helena dedim diye gülüyorsun. Bana kafayı yedirteceksin. Anladın mı? Beni yakında delirteceksin..." Chris omuzlarımdaki kollarını güçsüzce iki yana düşürdü ve önümde dizlerinin üzerine çöktü. Ciddi anlamda, tükenmiş görünüyordu. Benim fiziki acılarımın aynılarını ruhunda taşıyor gibiydi. Gülümsemem yavaşça kayboldu ve tuzlu gözyaşlarım geri geldi. Kendime hiç olmadığı kadar çok kızmıştım bugün... Kendimi mahvettiğim yetmemiş, Cam ve Chris'i de kendimle birlikte tüketmiştim. İçimde bir şeyler birer birer yüksek raflardan düşüp tuzla buz olmaya devam etti.
Elimi istemsizce saçlarına götürdüm. Hafifçe saçlarına dokundum ve oradan da yüzüne...
"Gitme... Düzgünce özür dilememe izin ver." Canı çekilmiş gibi duran elini yavaşça kaldırıp yanağında duran elimin üstüne koydu. Gözlerini kapatmış, derin nefesler almaya başlamıştı. Belki de gitseydi ve onu daha fazla böyle görmeseydim, ikimiz için de daha iyi olurdu ama yine de gitmesini istemiyordum. Bencil ve kötü birine dönüşüyordum.
"Benden ne kadar özür dilersen dile... Seni affetmeyeceğim Helena. Affetmeyeceğim ki unutmayayım. Beni bugün ne kadar korkuttuğunu unutmayayım ve bir daha asla dibinden ayrılmadığımdan, böyle saçmalıklar yapmadığından emin olayım." Bir kere daha göz yaşlarım anlamsız bir gülümsemeye dönüştü. Beni bir ağlatıyor, bir gülümsetiyordu. O benim yüzümden değil de, ben onun yüzünden kafayı yiyordum asıl...
"Beni affetmemenin hoşuma gideceğini hiç düşünmezdim." Dedim istemsizce. Doğruluk iksiri içmiş gibi konuşmaya bir son vermem ve ağzıma hakim olmam gerekiyordu. Neyse ki, gözleri hala kapalıydı. Ancak o da hafifçe gülümsemeye başlamıştı. Biraz öyle durduk ve sonra ayağa kalkıp beni yatağa yatırdı. Bayan Mirita'nın oturduğu sandalyeye oturup bana bakmaya başladı. Gözlerimi kıstım.
"Burada böyle... Duracak mısın?" tek kaşını kaldırıp baktı bana.
"Biri gitme demişti. Yanlış duymuşum herhalde..." deyip ayaklanmaya çalıştı ama yine ani bir hareketle koluna yapıştım ve acılı bir inlemeyi engelleyemedim. Chris tekrar iç çekip sabır dilendi.
"Dursam bir dert gitsem bir dert!" dedi sinirle. Haklıydı. Hiçbir şey diyemeden yatağa gömdüm yüzümü. Ben bu gece burada uyuyordum yine ve belli ki o da orada oturacaktı.
"Bir sürü boş yatak var... Birine uzan. Orada o şekilde oturma. Sırtın ağrıyacak." Yüzüne bakmadan konuştum ama yine de yüzündeki ifadeyi milimi milimine kağıda dökebilirdim. Şu an yine kaşlarını çatıyor olmalıydı. Ama, tıslama benzeri bir gülme döküldü dudaklarından.
"Uyu, Jokey." Tekrar Jokey olmuştum... Bu, siniri geçti demek miydi?
"Özür dilerim... Bu kez, sondu..." Uykuya direnerek bir iki kelime çıkardım ağzımdan zorla. Ancak onca olayı yaşamış yorgun zihnimin ve bedeninin ciddi anlamda dinlenmeye ihtiyacı vardı.
***
Pişmanlığın kalbin üzerindeki esareti, yalan ile kapışırdı. Bir yalanın ortaya çıkma ihtimalinin kalbinize ettikleri ile, yoğun bir pişmanlığınki hemen hemen aynıydı... Acı içerisinde kıvranır, başka bir şey düşünemezdiniz.
Günlerdir, Cam de Chris de bana hiçbir şey olmamış gibi davransa da, ben yaşananların onlarda yol açtığı zararı biliyor ve pişmanlıktan kıvranıyordum. Daha da acısı ise, bu benim saçma planlar yapmama engel olmuyordu hala. En azından, bu Chris'in kızacağı bir şey değildi. Sadece, okuldan atılırdım herhalde o kadar. Eh, okuldan atılmam aslında Chris'in kızacağı bir şeydi. O zaman dolaylı yoldan her türlü yine onu kızdırıyor oluyordum. Primuslar tez zamanda bana akıl ve fikir verirdi umarım!
Peki, bu riskleri ne için mi alıyordum?
Bu gece, babamı görmeye gidecektim.
Tom Lincoln'ün evine gidip onunla yüzleşecektim.
Bildiklerimi ona anlatıp, onun bildiklerini dinleyecektim ve kendime bir yol haritası çizecektim.
Savaş kapıdaydı, bunu iliklerime kadar hissedebiliyordum. Her gün doğru bildiklerimin yanlış çıkmasını bekleyemezdim oturup. Artık bir şeyleri netleştirmem gerekiyordu. Ve bunu da, bana Tom Lincoln borçluydu.
Son ders olan Bekçi Bakımı'nı başarıyla bitirmiş, Ivan'la aptal bir kandırmaca seansını tamamlamış ve akşam yemeğini ağzımdan hiçbir şey kaçırmadan atlatmıştım. Ortak alanda, şöminenin karşısında Aralık ayının tadını çıkarıyor ve sohbet ediyorduk. Ben bir yandan da istemsizce dudaklarımı kemiriyordum.
Bu gece, tıpkı Ekip buluşmalarına giderken olduğu gibi yatağa bir illüzyonumu bırakacak ve Tulpar ile birlikte Midvale'e gidecektim.
"Hey! Araf'a mı gittin yine?!" Cam kafama bir yastık fırlattı ve kendimi tekrar ortak alanın içerisinde buldum. Dalıp gitmiştim. Üstelik Cam de Araf şakaları yapabilecek kadar atlatmıştı başımıza gelenleri, şükürler olsun.
"Uykum geldi herhalde. Ne diyordunuz? Ayrıca, şu Araf esprilerine bir son mu versen acaba Cam?" Cam yüzünü buruşturup kolunu Tara'nın omzuna attı. Tara da hafifçe onun koluna vurdu.
"Bir daha öyle bir şey yapacak olursan beni çağır Helena. En azından çenem sıkıdır!" Tara'ya gülümsedim ancak yanımda oturan Chris'in öldürücü bakışlarını daha ona bakmadan hissetmiştim. Bu kez de ben Chris'in koluna vurdum. Tara'yı rahat bırak seni mendebur!
"Diyorduk ki, dönem sınavlarından kimler çakacak sence?" Dönem sınavları... Ah! Ben?
"Ben çakmamayım da, kim ne yapıyorsa yapsın." Bir yastık daha yedim kafama. Bu kez Tara'ydı.
"Çok sıkıcısın!" sonra bir anda, beni şok eden bir şey oldu. Chris, yanındaki yastığı Tara'nın kafasına fırlattı. Tara dahil hepimiz, gözlerimiz yuvalarından çıkacakmış ve ağzımız ikiye ayrılmış gibi öylece kalakaldık. Yavaşça Chris'e döndüm. Gülümsemeye başlamıştı.
"Bu, iyi hissettirdi." Dedi. Ve ben bir anda kahkaha atmaya başladım. Beni Cam takip etti. Tara hala, kocaman gözleri ve açık ağzıyla duruyordu. Şoka girmiş olmalıydı. Daha da çok gülmeye başladım.
Öyle çok güldüm ki, gözlerimden yaşlar gelmeye başladı. Nefessiz kalmıştım. Kendimi zorlukla durdurdum ve yanımdaki yastığı Chris'in kafasına geçiriverdim. Bu kez kahkaha atan Tara'ydı. Ben hala kahkaha atıyordum ve Cam de elinde bir yastıkla bize doğru geliyordu. Chris çattığı kaşları ve alev saçan gözleriyle Cam'e döndü.
"Ölmek mi istiyorsun?!" dedi sertçe ama Cam onu dinlemedi. Chris koltuktan hızla kalkıp koltuğun arkasına geçti ve ortak alanda dönerek Cam'den kaçmaya başladı. Cam de elinde yastıkla onu kovalıyordu. Ben ve Tara ise nefes almayı unutmuştuk.
Uzunca bir süreden sonra, sadece bir iki yastıkla böylesine eğlenebilmek, bize çok iyi gelmişti... Yasak saatlere giriş yapmamıza yakın koltuklarımızdan kalkıp yatakhanelere yöneldik. Ben de dikkat çekmemek adına yavaşça odama girdim ve Irina ile Dianne uyuyana kadar bekledim. Sonra illüzyonumu yatağa bırakıp soluğu Septi Ferarum'da aldım.
Eğer yakalanırsam, bu kez sadece Chris değil, Bayan Dagora da dahil olmak üzere bütün elementer alemi beni parçalardı. İsyanın öncüsü Tom Lincoln'ü görmek için gecenin bir yarısı Alderwild'den kaçıyordum. Ne açıklama yaparsam yapayım, kimse bana inanmazdı... Ama gözümü karartmıştım bir kere.
Haydi Pegasus, eve gidelim...
Dakikalar içerisinde, Klaer'ın Hüma'sının üzerinde burayı terk ettiğim açıklığa ulaşmıştık. Bir anda, bir özlem sardı dört bir yanımı. Buraya ayak basana kadar, burayı ne kadar özlediğimin farkında bile değildim... Bütün ömrüm burada geçmişti. Tek ailem dediğim en yakın arkadaşlarımı burada tanımıştım. Burada ağlamış burada gülmüştüm... Üstelik, Ailen ve Marva'yı da çok özlemiştim!
Dikkat çekmemek adına Pegasus'u Septi Ferarum'a geri gönderdim. Her şey, yerli yerinde gibiydi. Gülümseyerek gecenin ayazının beni titretmesine izin verdim ve önümdeki yolu adımlamaya başladım. Tek dileğim, benimle konuşamayacak kadar sarhoş olmamasıydı...
Keşke onu ayıltacak bir sochru öğrenseydim.
Belki ona kahve yapardım ya da bir duşa girmeye zorlardım. Bir şekilde, bu gece ondan bazı cevaplar alacaktım.
Yolu adımlamayı bitirip kendimi küçük evimizin önünde buldum. İlginç bir şekilde, içeride ışık yanıyordu. Demek ki uyumuyordu. İçiyor olma ihtimali çok yüksekti. Derin bir iç çektim.
Bahçe kapısını usulca açıp bahçeye adım attım. Bahçe zemininin üstü karla örtülmüş, bahçedeki birkaç sandalye, armut puf ve masa da beyaz örtüye teslim olmuştu. Hiç renk yoktu. Kapının solundaki, saksı çiçeği hariç.
Çiçek, canlıydı...
Kafam karışmış bir biçimde saksıya ilerledim. Bu saksıdaki çiçek hep ölürdü ve ben onu hep değiştirirdim ancak sonra yine ölürdü... Evde çok az zaman geçiren ben ve evde zaman geçirdiğinin farkında bile olmayan babam için fazlaydı bu çiçek. Oysa şimdi... Canlıydı.
Babam taşınmış olabilir miydi?
Belki de, evde başkaları yaşıyordu.
Saksıya yönelip altına bıraktığım anahtarı yokladım. Hala buradaydı. Anahtarı korkarak kapının deliğine götürdüm ve kendimi her türlü karşılaşmaya hazırladım. Bir hırsıza bile. Her şeyi bekliyordum ama...
Bunu beklemiyordum.
Babamın önünde, oldukça kalın bir kitap vardı. Koridorun devamındaki yemek masasının sandalyelerinden birine oturmuş, bu kalın kitabı kurcalıyordu belli ki. Kafası usulca kitaptan kalktı ve kapıya doğru döndü. Elim ayağıma dolanmıştı. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilememiştim. Hatta öyle ki, sanki buraya kendi ayaklarımla değil de zorla gelmiştim. Yutkundum. Ne diyecektim, selam mı?
"Helena... Kapıda dikilme öyle, içeri geç. Hava soğuk." Dedi, duymayı unuttuğum ses. İlk kez onun ağzından, oldukça net kelimeler duymuştum. Sesi de yorgun ya da çatallı değildi. Normal bir insan sesiydi... Hatta belki, şefkatli.
Gerçekten, afallamıştım. Kapıyı usulca itekledim ve beceriksizce adımladım içeri. Montum hala üstümdeydi ve askı arkamda kalmıştı. Arkamı dönüp askıya döndüm tekrar ama sonra sanki burası benim evimmiş gibi rahatça askıya bir şeyler asmak istemediğimi fark edip geri salona döndüm. Ciddi anlamda, saçmalıyordum. Montu çıkarıp salondaki koltuğa bıraktım eve hızlıca bir göz gezdirdim. Salon da mutfak da topluydu, ev tozlu bile değil gibiydi. Evde hafif bir kahve kokusu vardı. Sağa sola baktım ve yemek masasının üzerindeki fincana ilişti gözlerim. Çürümüş meyve kokusu, gitmiş miydi?
"Beklediğimden uzun sürdü gelmen." Bakışlarımı evden çekip babama odakladım. Boğazımı temizledim bir şeyler söylemek için ama uzaylı gibi davranıyordum adeta.
"Ben... Sormam gereken şeyler var." Başını yavaş yavaş salladı ve karşısındaki sandalyeyi gösterdi.
"Sana kahve koyayım." Duyduklarıma da, gördüklerime de inanamadan sandalyeye oturdum. Olacak iş değildi. Tom Lincoln, konuşuyordu. Kahve içiyordu. Bana kahve koyuyordu.
Bir an için bütün bedenimi korkunç bir öfke esir aldı. Her yeri yakıp yıkmak, bu evi ona mezar etmek istedim. Madem böyle olabiliyordun, ben yanındayken neden olmadın diye ondan hesap sormak istedim ancak çığlıklarım da öfkem de boncuk boncuk ter olup alnıma yapıştı sanki. Hiçbir şey söyleyemedim. Sadece, kendime kendime kudurdum.
Kısa bir süre sonra elinde en sevdiğim kupayla döndü içeri. Aileen ve Marva'nın doğum günüm için hazırladığı koca bir hediye kutusunun içerisi onlarca düşünülmüş hediyeyle doldurulmuştu üç sene önce. Bu kupa da onlardan biriydi. Kemik rengi sade bir kupaydı ve tam ağız kısmında altın rengi bir şerit dolanıyordu. Dümdüz bir kupa neden favorimdi, çünkü başka bana ait bir kupam yoktu... Evde başka kupalar vardı tabii. Ama bu bana alınmıştı. Benim içindi. Ve, çok seviyordum... Gözlerim yanmaya başlamıştı ama günlerdir gözyaşı kotamı doldurmuştum. Hele de onun önünde asla ağlamayacaktım. En sevdiğim kupayı bildiği için değil, tesadüfen getirmiş olmalıydı. Ayrıca, Aileen ve Marva için ağlamayacak, gidip onları da görecektim ve bu özlemi çözecektim.
Kahveyi önüme koyup sandalyeye yerleşti. Derin bir nefes aldım. Bu evde kalmak bana acı veriyordu. Hızlıca konuşup dönmek istiyordum.
"Annem..." dedim ancak devam edemedim. Kendimden nefret etmeye başlamıştım artık. Tırnaklarımı avcuma geçirdim. Kendimi toparlamam gerekiyordu. Neden bu kadar şaşırmıştım ki? Demek ki sorun bendim. Ben gitmiştim ve hayatına çeki düzen vermişti bu kadar basit. Bu beni, bu kadar üzmemeliydi.
Öyleyse neden nefes alamıyordum?
"Bu saatte burada olman yasak. Yakalanmadan geri dönmen gerekiyor. Burada yakalanman iyi olmaz... O yüzden hızlı olacağım." Dedi. Minnet duyardım. En kısa sürede defolup gitmek istiyordum. Hayatım ne zaman kaldırabileceğim bir noktaya gelecekti?
"Annenin seni doğururken ölmediğini öğrenmiş olmalısın... Bir elementer olduğunu öğrenmeden yaşayıp gideceğini umacak kadar aptallık ettim. Dagora'nın senin peşine düşeceğini bilmem gerekiyordu. Biliyordum da. Kendimi öyle kaybetmiştim ki. Engellemek için bir şey bile yapmadan sadece bekledim. Seni alıp uzaklara götürmem gerekirdi. Kimsenin bulamayacağı bir yere." Bir tıslama yükseldi boğazımdan. Engel olamadım.
"Beni kimin bulup kimin bulamadığı umurundaymış gibi konuşma benimle!" avucuma geçirdiğim tırnaklarımı daha da bastırdım. Aslında buraya onunla kavga etmeye gelmemiştim. Ancak gördüklerim benim akıl sağlığımı koruyan duvarlarımı bir bir yıkmıştı. Kendime gerçekten de hakim olamıyordum. Sessizce başını sallamakla yetindi.
"Annen, İsyan sırasında öldü. Öldürüldü." Sonunda, gerçeklere dair bir iki kırıntı dökülecekti dudaklarından demek ki. Tavana bakarak derin bir nefes aldı ve konuşmaya devam etti. "Bizzat, Dagora tarafından." Boğazımdaki yanmayı kontrol altına almak adına elimi boğazıma götürdüm. Gözlerimin kararması için doğru zaman değildi, duymam gerekenler vardı. Elimden süzülen bir damla kan halıyla buluşurken tırnaklarımı avcumdan çektim. Bir zamanlar yaşadığım ev benim için dipsiz bir kuyuya dönmüştü. Beni yutuyor, tırmanıp kurtulmama izin vermiyordu.
"Eğer bu da yalansa sana yemin ederi-"
"Koca İsyan boyunca tek bir kişinin kanına buladı ellerini, tek bir kişiyi bizzat öldürdü. O da annendi. Ondan ölesiye korkuyordu Dagora..." Pegasus'un da yardımıyla bir miktar sakinleşmiştim ancak öfkem sınırlarımın çok ötesindeydi. Her bir hücremin zarı genişliyor, patlamak için uğraşıyordu. Damarlarımdaki hücreler oksijen değil zehir taşıyordu, aldığım nefesler beni yok ediyordu. Dagora, annemin katili, bunca zaman gözümün önündeydi. Benimle konuşmuş, bana öğüt vermiş, benim akademiye geldiğimden emin olmuştu! Kendine öyle güveniyordu ki, bizzat öldürdüğü elementerin kızını burnunun dibine kadar sokmuştu. Benim ona hiçbir şey yapamayacağımdan işte bu kadar emin olmalıydı.
Ama çok yanılıyordu.
Onu yok edecektim. Onu yok ettiğimden emin olmadan derin bir nefes almayacaktım.
"Annenin çok fazla seveni, saygı duyanı vardı. Çok güçlüydü, özeldi. Sıradan bir elementer değildi. Bütün Ekipler, aslında beni değil onu dinlerdi. İsyanın öncüsü ben değildim, oydu Helena. Ben sadece, bir isimdim. Bir sembol. Yemdim. Bizim beynimiz, bizim yol gösterenimiz oydu... Ve benim hayat arkadaşımdı." Yüzünden acı dolu bir ifade geçti. Onun göğsü de en az benimki kadar sıkışıyordu, görebiliyordum. Neden Dagora'yı öldürüp intikamını almamıştı ki? Nasıl onun yaşamasına izin verebiliyordu?
"Onu kaybedince... Bir daha eskisi gibi olamadım. Nasıl yaşanacağını, nasıl nefes alınacağını unuttum. Ne baba olabildim, ne elementer, ne insan." Bir kere daha acı dolu bir nefes aldı. Bu söyledikleri içimde bir yerlere dokunsa da, bana baba olamadığı kısımlara değil, annemi kaybettiğine üzülüyordum. Bana söylediği hiçbir şey benim 18 yıl boyunca çektiğim yalnızlığa çare olmazdı. Ben karşımdaki adama babam olarak değil, eşi öldürülmüş bir koca olarak üzülüyordum. Annemin ölümünde attığı çığlığı duyamasam da, kalbimi paramparça edecek kadar işlemişti içime. Kabuslarımda o çığlığı öyle net duyuyordum ki, gerçeğinden farkı yoktu eminim.
Birçok yalan duymuştum ama, bir şeyden emindim.
Babam, anneme çok aşıktı. Hala.
"Ta ki, sen Akademi'ye gidene kadar. Mektubun..." mektubum. Ona yazdığım aptal veda. Ona onu sevdiğimi söylemiştim. Şimdi olsa, ona bir çöp bile bırakmazdım. O mektubun bir anlamı olmadığını söylemek istedim ama yapmadım. Dinlemeye devam ettim.
"Her şeye rağmen beni sevdiğini söylemen... Orada tehlikede olacağını biliyordum. Bu yüzden, kendimi toparladım. Sen gittiğinden beri içmiyorum ve..." Ve kendimi daha fazla tutamayıp kahkaha attım. Bir süre güldüm ve sonra yavaş ama gür bir sesle alkışlamaya başladım onu.
"Tebrik ederim Tom Lincoln. Kızınla geçirdiğin 18 yıl boyunca içip, kızın gider gitmez içmeyi bıraktığın için. Hayatımda hiç bu kadar saçma bir şey duymamıştım herhalde. Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" Babam gözleri kocaman olmuş bir biçimde bakmaya başladı bana. Onunla ilk kez böyle konuşuyordum. Üstelik, ona en son onu sevdiğimi söyleyen bir not bıraktığım düşünülürse, şok olması normaldi. Ama üzgünüm, ben de en az onun kadar şok olmuştum. Gördüklerimi kaldıramıyordum. Resmen içmeyi bıraktığı için üzgündüm çünkü bunu ben gittikten sonra yapmıştı! Gerçekten kasabayı ateşe vermek istiyordum!
"Buna sevinirsin sanmıştım..." dedi kısık bir sesle. Bir süre daha güldüm ve en son resmen gülmekten yorgun düştüm. Başımı iki yana salladım.
"Ben okula başlarken, okuldaki çocuklar benimle dalga geçerken, günlerimi yapayalnız odamda çürüyerek geçirirken, okulu bırakırken neredeydin? O zamanlar tehlikede değil miydim?! Tehlikeyi sadece fiziksel mi sanıyorsun sen? Ben 18 yaşımda, 50 yaşımda gibi hissederken, benim ruhum parçalanırken sen neredeydin?" Gözlerini sımsıkı kapattı ve hiçbir şey söylemeden sadece yere baktı. Bir süre, anlaşmış gibi ikimiz de konuşmadık ve birbirimize toparlanmak için biraz süre verdik. Kendimi daha iyi hissettiğimde, tekrar odaklandım. Buraya ona 18 yılın hesabını sormaya gelmemiştim.
Henüz.
"Annemin öldüğü gün, etrafınızda şeffaf bir kalkan gördüm. Ya da öyle bir şey. Neydi o?" Kapalı gözleri açıldı ve kaşları çatıldı. Bunu nereden bildiğimi anlamaya çalışıyor olmalıydı.
"Tuzak." Dedi sadece. Bir süre öylece baktı bana. Hala kaşları çatıktı. Sonra tekrar konuştu.
"Bir tuzağa çekildik. O kalkanın içerisinde sochrularımız duyulmaz oldu. Bizi, Primuslardan izole ettiler." Bu kez de ben kaşlarımı çattım. Böyle bir şey mümkün müydü? Dagora bir igniserdi, annem de öyle. Nasıl kendi sochruları duyulurken, anneminkinin duyulmamasını sağlamış olabilirdi ki? Kalkan nasıl tek taraflı çalışmıştı? Ben sorularımı soramadan tekrar konuştu.
"Birkaç teorimiz vardı. Nasıl yaptıklarıyla alakalı. Bağlarımızı zayıflatacak bir sochru yapmış olmalılar öncesinde. Başka türlü sadece bizim etkilenmemizin bir açıklamasını bulamıyoruz. Ancak bunu her nasıl başardılarsa, bu her isyanı durduracaktır. Bunun önüne geçilmeden, kimse Dagora'ya karşı başarılı olamaz." Eh, ben olacaktım. Benim Tulpar'ım vardı.
Babamın gözleri, koluma ilişti. Uzun uzun kolumdaki saate baktı ve derin bir iç çekti.
"Saatin ne olduğunu anladın mı?" kaşlarımı çattım. Ne demek istiyordu? Yüzümdeki ifadeden, bilmediğimi anlamış olacak ki hafifçe gülümsedi. Sevinçten çok uzak, acı dolu bir gülümsemeydi.
"Ölürken," dedi ve yutkundu. Hala annemin ölümü hakkında konuşmakta çok zorlanıyordu belli ki. Eh, artık en azından konuşuyordu. Önceden, annemin adını bile anamazdım bu evde... Tek bir resmi dahi yoktu.
"Bir Miras'a dönüştü..." dedi usulca. Kalbim ağzıma geldi bir an için. Annemden bir, miras kalmıştı öyle mi? Günlerdir acıyla çırpınan gönlüme ilk kez bir neşe tohumu serpildi. Onu yüzünü bile hatırlayamayacak kadar erken kaybetmiştim ama son nefesiyle bana bir Miras bırakmıştı... saati okşadım usulca. Aynı anda bu kadar canımın acıması ve böylesine huzur dolmam nasıl mümkün olabilirdi ki?
"Kaç gün..." dedim ancak devam edemedim. Usul usul hücum eden sessiz hıçkırıkları daha fazla tutamadım. Bir süre sessizce ağlayıp kendimi toparladıktan sonra tekrar başladım konuşmaya.
"Kaç gün geçirdim onunla?" babam gözlerini kapattı. Kendini gerçekten sıktığını ve zor tuttuğunu görebiliyordum. Yüzü kızarmıştı. Ve bu kez içkiden değildi.
"Neredeyse iki ay... 24 Mart'ta doğdun ve onu 15 Mayıs'ta kaybettik." İki ay... hayatımın en güzel iki ayına dair, tek bir duygu bile barındırmamak belki de yaşadığım en acımasız şeydi. Neden insanlar, 4-5 yaşlarından öncesini hatırlamazdı ki? Başımı tavana çevirip göz yaşlarımın bir süre daha akmasına izin verdim. Zaten kontrol edemiyordum onları... Bu hiç adil değildi. 18 yılımı, hiç düşünmeden o iki ay için takas ederdim.
"Seni, öyle çok seviyordu ki. Her gece-"
"Ekip'e katıldım." Babamın gözleri bir kere daha sonuna kadar açıldı.
Annemin beni ne kadar sevdiğini, bana her gece nasıl masallar okuduğunu, beni nasıl öpüp kokladığını duymak istemiyordum... Kalbim çoktan delik deşik olmuştu bile, artık acıyı alacak bir yerim kalmamıştı vücudumda. Konuyu değiştirmem gerekiyordu.
"Ne yaptın ne yaptın?!" sesi yükseldi ve suratı kızarmaya başladı. Oldukça sinirlenmiş olmalıydı. Umurumda bile değildi.
"Duydun." Dedim. Başını iki yana salladı. Derdi neydi? İsyancıların öncüsü Tom Lincoln, ekibe katılmamdan rahatsız olmuştu. Dünyanın en komik şakası.
"Aklını mı kaçırdın? Annene olanlardan hiç ders almadın mı?" beni bir kere daha güldürmüştü dedikleri ama kısa sürdü. Aklımı kaçırmışımcasına önce gülüp sonra elimi sertçe masaya vurdum ve ayağa kalktım.
Değişmiştim.
"Anneme olanlardan haberim bile yoktu! Önce annemi ben öldürdüm sandım! Hem de bütün hayatım boyunca! Sonra ne oldu? Akademiye gittim ve bana onu senin öldürdüğünü söylediler! Aylarım buna ağlamakla, kahrolmakla geçti! Kötü bir baba olmanı kabullenmiştim, ama annemi öldürmüş olabileceğini kabullenemedim! Günlerce nefes alamadım, uyuyamadım, her gece ağladım! Eğer bu işin peşine düşmeseydim, onu hala sen öldürdün sanacaktım! Bana kalkıp da, annenin ölümünden ders almadın mı deme!" babam başını önüne eğip gözlerini kapattı. Gözünden bir damla yaş düştü ve yanağında usul usul süzülmeye başlardı. Onu ömrümde sadece, Gehenna'nın sayesinde annem için ağlarken görmüştüm... derin bir nefes alıp kalktığım sandalyeye tekrar oturdum. Sinirim biraz olsun geçerken, avcuma açtığım yaraların acısını da unutmuştum.
"Senin üzerinde hiçbir hakkım olmadığını biliyorum... Ama sana yalvarıyorum, İsyandan uzak dur. Bu, sana sadece ölüm getirecek. Biz bütün alemi kurtarmayı denedik ve bedelini annen ödedi. Üstelik hiçbir şey başaramadık." Sesindeki acı, pişmanlık... Onu tanımasaydım, ona çok üzülürdüm. Ancak belki de ilk kez bencil davranacaktım. Bencil davranacak, kendi acıma tutunacaktım.
"Sen annemden vazgeçtin diye, ben de vazgeçmeyeceğim. Gerekirse ben de öleceğim ama Dagora'nın sonunun geldiğinden emin olacağım." Derin bir nefes alıp dilimi dudaklarımda gezdirdim. "Artık olmaz." dedim annemin öldürmüş olduğunu ima ederek. "Artık, hiç olmaz. Onun bu alemi daha fazla yönetmesine izin vermeyeceğim. O, Captivum'da olmayı hak ediyor." Gözümden istemsizce düşen yaşı hızla sildim. Üzüntüden değil, sinirden ağlıyordum bu kez. Bunca kötülüğe rağmen hiçbir şey olmamış gibi o kalede oturması adil değildi. Onun sonunu getirecektim.
"Kalistolardan, hastalanan bitkilerden, ağaçlardan, Dagora'nın muhafızlara yaptırdığı bir sürü saçmalıktan haberim var! Bunları bilerek öylece duramam! Hele annemi öldürdüğünü bilerek... Bir katil, asla bir okulun müdürü olamaz. Cezasını çekmek zorunda." Babam elini alnına koyup sıvazlamaya başladı. Söyleyeceği kelimeleri seçmeye çalıştığı belliydi. Sinirlenmemeye, tane tane konuşmaya çalışıyordu ama kendine zor hakim oluyordu.
"Dagora, herkesi, her şeyi ele geçirmiş. Onu yenmek, imkansız... Tulpar'la bile." Yanlış duyduğumu düşünerek öne eğildim. Kafam karışmıştı.
"Tulpar'ı... Nereden biliyorsun?" dedim çekinerek. Derin bir nefes alıp tam gözlerimin içine baktı. Yüzü kızarmaya, eli boğazına gitmeye başladı. Gözlerimin önüne Fernando geldi. Bana Primus'unun ismini söylemeye çalıştığında aynen bu şekilde, boğulur gibi olmuştu. Bana ne söylemeye çalışıyor olabilirdi ki?
"Bekçim..." dedi. Zar zor. Elleri boğazının etrafını sıkıca sardı. Öyle zorlanıyordu ki, artık kırmızı değil de mordu adeta yüzündeki dalgalanma. Mutfağa koşup bir bardak su aldım. Bir faydası olmayacağını bilsem de aklıma gelen tek şey buydu.
Bekçim derken, ne demeye çalışıyordu? Metallumların bekçileri yoktu.
Yoktu, değil mi?
Panik, bir anda bütün vücudumu sardığında nefeslerim sıklaşmaya başladı.
"Bekçim ne demek? Metallumların, bekçileri yok?" dedim tane tane. Hala kıvranıyor, adeta hırlıyordu. Nefesleri sıklaştı ve hırlamaya devam etti.
"Deus..." Sesi çok kısık çıkıyordu. Duyabilmek adına ona iyice yaklaşıp eğildim ancak öyle çok kıvranıyordu ki sandalyeden yere düştü. Elleri boğazında, kıvranmaya devam etti.
"Söylemeye çalışma! Kendini öldüreceksin!" ellerini boğazından çekmeye çalıştım ancak kıvranmaya devam etti. Neyi bilmem gerekiyordu ki ısrarla kendini öldürmek pahasına bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu?
"Bekçim, Deus." Dedi ve duraksadı. Bir süre hırıldadı ve ben ona doğru bir hamle yapınca elini kaldırıp beni durdurdu. Çok acı çekiyor gibi görünüyordu.
"Seni izliyor. Akademide." Diye tısladı dişlerinin arasından. Olup biten hiçbir şeyi anlayamıyordum. Kafam öyle karışmıştı ki... başımı iki yana salladım.
"Daha önce hiçbir Metallum'un bekçisi olduğunu görmedim. Metallumların bekçisi yok! Senin neden bir bekçin var? Ve bunu neden söyleyemiyorsun? Bu kadar gizli olan ne?" bir yandan daha fazla konuşmasını istemiyordum ama bir yandan da duramayacak kadar merak etmiştim. Beni akademide nasıl izliyor olabilirdi? Dagora anında fark ederdi ve kapı dışarı ederdi. Septi Ferarum'da kalıyor olamazdı. Öyleyse nerede kalıyordu?
Ve sonra, babam hemen hemen bütün sorularımın cevabını verdi zorlukla.
"Metallum, bekçileri, görünmez." Dedi ve beni dehşete düşmüş bir biçimde bıraktı.
Metallumların, görünmez bekçileri vardı. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu, iliklerime kadar idrak edebilecek durumdaydım. Çok ama çok büyük bir tehlikeydi bu.
Bunca zaman, bunu hiç kimse öğrenmeden yaşamışlardı... Bu inanılmaz bir şeydi.
Kendimi toparlamaya çalıştım ve bakışlarımı yerde kıvranan babama çevirdim tekrar. Gözleri kaymaya başlamıştı. Bayılmak üzere olmalıydı. Ya da daha da kötüsü, ölmek üzere. Susmak bilmeden ısrarla konuşuyor olmasını, sonucun ölüm olmadığına bağlamak istiyordum. Ölecek olsaydı, konuşmaya devam etmezdi. Sadece, acı çekecek olmalıydı. Ayrıca, Primus'lar tarafından yapılan bir sochruya bu kadar karşı gelmesi ve bunları söylemesi bile mucizeydi. Gerçekten güçlü olmalıydı, Tom Lincoln.
"Daha fazla zorlama kendini. Ben, araştırırım. Metallumların bekçilerini araştırırım ve bir şeyler öğrenirim kendim, tamam mı? Konuşma daha fazla." Bedeni yavaşça titremeye başladı ve adeta bir nöbet geçirir gibi kendini oradan oraya atmaya başladı. Neden hala bitmemişti?
"Neden geçmiyor hala?! Ne kadar daha böyle olacaksın? Ne yapmam gerekiyor?!" çaresiz bir biçimde yerde yatan babama baktım. Yüzü ve elleri mosmordu, hala boğazını tutuyordu. Şiddetle sarsılıyor ve vücudunu sertçe yere çarpıp duruyordu. Yavaşça yanına, yere çöktüm ve ellerimi omuzlarına koyup vücudunu sabitlemeye çalıştım. Gücümün çok ötesinde bir güçle sarsılıyordu ve asla faydalı olamamıştım. Bir kere daha açtı ağzını. Hala söyleyecek bir şeyi vardı demek ki. Kulağımı dudaklarına doğru yaklaştırıp söylediklerini duymaya çalıştım. Ve iki kelime fısıldadı kulağıma...
"Ölüm perileri."
KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.
KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR
Instagram: byk.literatur
Tiktok: buseninkurgulari
Evvetttt nasıldı ama bölüm? Ben yazarken çok heyecanlıydım, söyleyeyim.
Teorilerinizi duymak istiyorum!! Kim daha çok yaklaşacak merak ediyorum, o yüzden buraya ölüm perileri ve metallumlarla alakalı teorilerinizi bırakabilirsiniz.
Helena, yaşadıkları karşısında büyümek zorunda kaldı... kızımla gurur duyuyorum🥹 siz Helena ve diğer karakterler hakkında ne düşünüyorsunuz? En çok kime ısındınız??
Cevaplarınızı ve oylarınızı bekliyorum! Diğer bölümde görüşürüz!!
Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...
Instagram : aykusagi.serisi
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.06k Okunma |
164 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |