

🔮
Bir şeylerin anlamını idrak etmek için belki de en önemli şey, doğru yaşta olmaktı.
Paranın önemi mesela, aşkın önemi ya da ailenin önemi...
Ailenin önemini idrak edecek kadar olgun, ihaneti kabullenemeyecek kadar çocuktum, bunu daha yeni fark etmiştim.
Babam, en basit anlatımıyla bir teröristti aslında. Bir haindi. Kendi ırkına, kendi düzenine karşı baş kaldırmış ve belli ki hem kendi hayatını hem de onunla birlikte bu eyleme katılan insanların hayatını mahvetmişti. Bu, yaptığı eylemin karşılığıydı.
Etkiye tepki.
Peki ya, sivil zayiat?
Ben ve benim gibi bu olayla hiçbir ilgisi olmayan insanlar ne olacaktı peki?
Ne bu alemden, ne de bu olaylardan haberdarken, topun ağzına sürülecektim insanlar soy adımı duyar duymaz. Ki öyle de olmuştu.
Ne demişti Klaer? "Elbette onun komplocu bir düzenbaz olduğunu düşünüyor"
Ben insanların gözünde bu olacaktım ve bunu değiştirmek için ne kadar çabaladığımın da hiçbir önemi olmayacaktı. Tam da bir yere ait olduğumu düşünürken, daha adım atamadığım topraklardan sürülmüştüm belli ki.
Üstelik herkes beni kabullense dahi, ben bu yükün altında ezilmeden yoluma nasıl devam edecektim belki de bunun cevabını bulmaya odaklanmalıydım.
Bütün gece gözüme uyku girmemesine rağmen, oldukça dinç bir şekilde yataktan kalktım. Yeni hayatımın ilk gününe bağlanan geceyi, kendimi yiyip bitirerek geçirmiştim. Kendimi hiçbir suçum olmadığına ikna etmek için saatler harcamış, hiçbir suçumun olmamasının bir halta yaramadığını idrak ederek de sabahı etmiştim.
Bugün inanılmaz heyecanlı ama bir o kadar da buruktum.
Öyle bir alemin içerisindeydim ki, bu kalede nefes almak bile heyecanlanmama yetiyordu. Ancak öyle bir durumun içerisindeydim ki aynı zamanda, ağzımdan çıkacak tek bir kelimeyle daha kimse gerçek Helena'yı göremeden yalnız kalacaktım belli ki.
Yine de, derin bir nefes alıp kendimi toparladım. Eğer yenilgiyi en başından kabul edersem kimse benim için çaba göstermez, emek harcamazdı. Ben kendi değerimi bilecektim ki, insanlara gösterecek gücüm olacaktı.
Üstümü değiştirmek üzere küçük sırt çantamı açtım. Yanıma getirdiğim iki parça kıyafeti, yıkayıp yıkayıp sürekli giyiyordum. Bana burada kimse kıyafet ya da herhangi bir şey vermemişti. Sadece bir adet yatağım vardı, o da emanetti zaten.
Saat sekizde Seçilme Töreni başlayacaktı. Bugün burada yüzlerce öğrenci olacağını tahmin ediyordum. Kafamı perdesiz, küçük cama doğru uzatıp dışarıya baktım. Kalenin bu tarafı ne yazık ki sadece boş araziye bakıyordu. O yüzden kimseyi göremedim ancak dışarıdan gelen seslerle yanılmadığımı anlamıştım. Burası bugün aşırı kalabalık olacaktı.
Çekinerek odadan dışarı attım kendimi. Merdivenler öğrenci velisi olduğunu tahmin ettiğim, yaşça bizden büyük insanlarla doluydu. Hangileri elementer, hangileri insan merak ediyordum. Varlığımızdan haberdar olan tek insanlar, elementerlerle evli veya elementer çocuğu olanlardı. Kalabalığın arasında kaybolmamaya özen göstererek aşağı indim. Günlerce hiçbir sesin gelmediği kale, bugün cıvıl cıvıldı. Ortak alan ağzına kadar dolmuştu. Tören başlamak üzere olduğundan, telaşla tanıdık bir yüz aradım.
"Bayan Delatter!" içimi kaplayan rahatlıkla birlikte, ortak alanda bir grup inferiora ile sohbet eden Bayan Delatter'a doğru koşmaya başladım.
"Tören alanı neresi Bayan Delatter? Oraya nasıl gideceğim?" gülümseyerek sorumu cevapladı.
"Kalenin arka çıkışını kullanmalısın. Kalabalığı takip et. Herkes oraya gidiyor. Hah! Bak işte şu grup da oraya gidiyor. Peşlerine takıl çabuk!" hızlıca kafamı sallayıp oradan ayrıldım. Klaer ve Fernando törene katılacaklar mıydı merak ediyordum. Bir ay boyunca onları bir iki kere mektup yollamak için rahatsız ettiğim anlar dışında görmemiştim. Baya meşgul olduklarını düşünmüştüm.
Birbiri ardına sakin sakin ilerleyen kalabalığa katıldım ve merdivenlerin arkasında, oldukça görünmez bir biçimde duran kapıya ilerlediklerini fark ettim. İlk geldiğim gün dışında ortak alana hiç inmemiştim ve ilk geldiğim gün de bu kapıyı fark edememiştim.
Heyecandan bütün vücudum terlemişti. Eylül ayına yeni basmış olmamıza rağmen hava öldüresiye sıcaktı. Kuzey Amerika'nın neresinde olduğumuzu gerçekten çok merak ediyordum. Oldukça güneyinde olmalıydık.
Kapıdan çıkar çıkmaz önüme havada asılıymış gibi duran, üstü camla kapatılmış eski bir köprü çıktı. Bu köprünün bunca insanı taşıması imkânsız gibi görünüyordu. Korkuyla, ilerleyen kalabalığı seyrettim. Biraz sonra köprü yıkılacak, hepsi ölecek gibiydi. Arkamdakiler huysuzlanmaya başladığında kenara çekildim. Kendimde köprüden geçecek cesareti bulmakta epey zorlanıyordum.
"Bu köprü asla yıkılmıyor. Bir çeşit sochru. Tempersitarlar tarafından yapılmış. Annem bir Tempersitar. O da yapımına katkıda bulunmuş." Yanımda, annesi olduğunu tahmin ettiğim bir kadınla birlikte benim yaşlarımda bir oğlan duruyordu. Gözleri açık bir yeşildi. Açık kahve saçları dağınıktı ve omuzlarına doğru iniyordu. Boyu benden en az yirmi santimetre uzundu ki ben hiç kısa değildim. Annesi ise, oldukça güzel ve bakımlı bir kadındı. Çok genç duruyordu. Belki de ablasıydı. Emin olamamıştım.
Sözleri bir nebze içimi rahatlatmıştı. Başımı sallayarak gülümsedim ve daha fazla soruna yol açmamak adına adımımı köprüye attım. Belki de köprü yıkılırdı ve ben burada tarihin en şanssız elementeri olarak ölür giderdim. Köprüdeki hafif sallantı midemi ağzıma getirse de birden fazla kişi tarafından çağırılmış bir sochrunun oldukça etkili olacağına güveniyordum. Güvenmek zorundaydım.
İlerledikçe köprü ikiye ayrıldı ve bana yardımcı olan çocuğun yanındaki kadın bizden farklı olarak sola yöneldi. Anlaşılan sınava girmeyecek olanlar bizi başka bir yerde bekleyecekti. Yavaş adımlarla uzun köprüyü adımlayıp stadyum benzeri alana ayak bastım. Devasa bir stadyum. Üstelik, üç yanı sularla kaplı bir stadyum. Dört farklı geçidi olduğunu görüyordum. Biri biz öğrenciler içindi, biri soldan giden misafirler için olmalıydı diğer ikisi hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Sınavın ilk aşaması burada mı olacaktı? Bu nasıl bir sınavdı böyle? Hayatımda girdiğim en son sınav sekizinci sınıfın son matematik sınavıydı ve bu tür bir sınavla alakası yoktu. Kendimi çok yeni içerisinde bulduğum bu dünyada, herkesten gerideydim. Hiçbir şey bilmiyordum ve soracak birini de bulamıyordum. Bulduklarım da anlatmıyordu zaten. Herkes yürümeye devam ederken ben stadyumun ortasında çakılı kalmıştım.
"Bu sefer sorun ne? Burası oldukça sağlam." Aynı çocuk, bu sefer tek başına yanımda dikiliyordu.
"Sınav burada mı olacak? Bu nasıl bir sınav böyle..." Gözlerimdeki hayranlıkla karışık korku onu gülümsetti.
"Burası ikinci aşama için, birinci aşama için ilerlemeye devam etmemiz gerekiyor. Hadi." Yönlendirmesiyle birlikte silkinip yürümeye devam ettim. İkinci aşama bir futbol maçı mıydı? Ya da belki de koşu yarışıydı. İyi ama, bunun elementerlikle ne ilgisi vardı ki? Ve bir kez daha söylemeliydim ki, sporlarda berbattım ve hepsinden nefret ederdim.
Stadyumun içerisinde yer yer akarsu misali kanallar vardı. Hem etrafı sularla çevrili olan, hem de stadyumun içerisine kadar taşınmış bu sular ne içindi, merak ediyordum.
"İlk sınav nasıl olacak biliyor musun?"
"Abimden duymuştum. Bizi bireysel olarak bir bölmeye alacaklar. Orada ne yapacaklarını bilmiyorum tabii. O kadarını söylemiyor." Neden iki aşamaya ihtiyaç vardı ki? Üstelik bir bölmede bize ne soracaklardı? Ve sorulara yanlış cevap verirsem ne olacaktı? O zaman akademiden atılacaktım belki de. Hiç bu ihtimali düşünmemiştim. Sanki artık buranın bir parçası oluşum kesinmiş gibi düşünmüştüm hep. Ya akademiden atılırsam? O zaman babamın yanına nasıl geri dönecektim? Beni artık kabul eder miydi ki? Gerçi, ben artık onun yanında kalabilir miydim? Her ne kadar varlığı yokluğu bir olsa da, geçmişte olanlar hiç yaşanmamış gibi onun kızı olmaya öylece dönemezdim.
Ne için olduğunu bilmediğim geçitlerin birinin, ilk sınava gireceğimiz toplanma alanına çıktığını öğrenmiştim. Burası kapalı bir alandı. Büyük bir hol gibiydi. Yerler tamamen kırmızı halıyla kaplıydı ve duvarlar da krem rengiydi. İçerisi sınavı bekleyen öğrencilerle dolup taşıyordu ve ilerisi birçok bölmeye ayrılmıştı.
"Sıraya geçmemiz gerekiyor. Bir liste olacakmış." Usulca başımı sallayıp herkesin yaptığı gibi çarşaf çarşaf asılmış parşömenlerin birinde adımı buldum ve sırama geçtim. Bugün bana birçok kez yardım eden çocuk benimkinden başka bir bölmenin önünde sıradaydı. Yirmiye yakın bölme vardı ve her bir bölmenin önünde de en az on beş ya da yirmi kişi vardı. Bu da yaklaşık üç yüz elli yeni öğrenci demekti. Ben de bunlardan biriydim. Tabii eğer elenmezsem.
Önümdeki sıra hızla aktı gitti ve ben dakikalar içerisinde bölmenin önünde beklemeye başladım. İçerden çıt çıkmıyordu. Belki önümüzde bir kağıt vardı ve tek soruluk bir sınav olacaktık. Bir mantık sorusu olabilirdi ya da belki de bir tarih sorusu. Tanrım... Hangi topluluğa ait olduğumuzu nasıl bilebileceklerdi ki? Ya da burada eğitim almayı hak edip etmediğime kolay vermek için iki sınav yetecek miydi? Ya çok hak ediyorsam ama heyecanlanıyorsam? Göz göre göre elenecek miydim o zaman?
Heyecanım kendini iyice belli etmeye başlamıştı. Dizlerimin beni zar zor taşıdığını hissedebiliyordum. Akademiden elenme korkusu beni yiyip bitiriyordu.
Bölmeye giren kimse dışarı çıkmamıştı. Çıkış başka bir yerden olmalıydı. Gözlerimi gerginlikle sağa sola bakan çocuğa çevirdim. Onun önünde de birkaç kişi kalmıştı. Gözlerimiz buluştuğunda bana gülümseyip göz kırptı. Cesaret vermek istediğini düşündüm. Ne kadar acınası bir halde olduğumu fark etmiş olmalıydı. Terden saçlarım kafama yapışmıştı ve her an yere yığılacakmış gibi dizlerim hafif bükük vaziyette zar zor ayakta duruyordum. Terlemekten nefret ediyordum! Huysuz ve gergindim ancak ben de ona gülümsedim. Derken bölmenin perdesi hafif hafif yana doğru aralandı. Bunun içeri geçmem için bir işaret olduğunu düşünüp paravana benzer karanlık bölmeden içeri adımımı attım ve adım atmamla birlikte korkum tavan yaptı. İçeride sadece bir adet, bitki adam vardı. Bitki adam diyordum; çünkü gözleri, ağzı ve burnu olan bir ağaçtı bu! Daha doğrusu bir bitki. Ya da her neyse. Kulakları yok gibiydi. Yaprağa benzer yeşil uzantıları vardı dallarında ancak yaprak gibi de değildi. Birkaç tanesiyle beni kendine doğru çağırdı. Oldukça yorgun gibiydi. Belki de yaşlıydı. Ağzı vardı ancak konuşmuyordu. Çağrısına cevap verip ona doğru ilerledim. Uzuvlarını iki yana açtı. Ona sarılmalı mıydım yoksa bu başka bir anlama mı geliyordu karar verememiştim.
"Ne yapmam gerekiyor?" diyebildim fısıltı gibi çıkan sesimle. Öylesine cılız çıkmıştı ki sesim, boğazımı temizlemek zorunda kaldım. Tam karşısında dikiliyordum ancak ona doğru bakamıyordum. Beni oldukça ürkütmüştü. Aslında büyüleyici bir canlıydı, bir erkek olduğunu tahmin ediyordum nedense. Belki bir cinsiyeti yoktu, belki de kadındı.
Sağ ve solunda, kol görevi yapan iki dalını vücudumun çevresinde birkaç tur dolandırdı. Oldukça esnek olan dalları karşısında hayrete düştüm. Gözlerini kapattı ve beklemeye başladı. Onu iyice inceleme fırsatı bulmuştum.
Vücudu kahve yeşil renklerden oluşan bir ağaç gövdesi gibiydi. Herhangi bir kıvrımı yoktu. Bir kafası da yoktu. Vücudunun en üst kısmında bir çift göz, ağız ve burun vardı. Göz rengini bilmiyordum çünkü gözlerine saliselerden uzun bakamamıştım. Ferah ve erkeksi bir koku yayıyordu etrafına. Başını usul usul salladığını görmüştüm. Test neydi peki? Bana sarılmasına izin verip vermemek miydi? Belki de gözlerine bakabilmekti ve ben bunda başarısız olmuştum.
Belki de onu konuşturmam gerekiyordu. Ancak soru sorduğumda bana cevap vermemişti. Test her ne ise, geçemediğimden emindim.
Beni saran dallarını yavaşça gevşetti ve sol dalı ile bana kendi solunda kalan çıkışı gösterdi. Gözlerim dolu dolu olmuş bir biçimde gösterilen çıkışa ilerledim. Testi tamamlamış diğer bütün öğrenciler bu alana doluşmuştu. Benim gibi gözleri dolan başka kimse yok gibiydi. Bir tek ben geçememiştim anlaşılan. Şaşırmamıştım.
"Gözlerini gördün mü? Rengi mordu. Mor gözler!" konuşan kıza baktım. Üç kişiydiler. Kız iki erkekle birlikte sohbet ediyordu. Arkası dönük olduğundan yüzünü seçemedim. Oldukça ufak tefek bir kızdı. Erkeklerin yüzü ise bana dönüktü. Biri diğerine göre daha uzundu. İkisi de oldukça çelimsizdi. Gözlerini bu mesafeden seçemesem de uzun olanın esmer, daha kısa olanın ise sarışın olduğunu görebilmiştim. Onlara bir şeyler sorup sormamakta kararsız kalıyordum. Elendiysem bile, bunu onlardan duymak istediğime pek emin değildim. Ancak merak ağır basıyordu işte.
"Pardon?" Şu lanet olasıca sesime bir çare bulmam gerekiyordu. Kedi miyavlaması gibi çıkan sesime sövüp onlara tekrar seslendim.
"Pardon!" bu sefer de fazla yüksek çıkmış olacak, irkilmişlerdi. Gözlerini seçme şansım vardı şimdi. Esmer olanın tıpkı saçları gibi siyah gözleri vardı. Sarışın olanın ise koyu mavi renk gözleri vardı. Kız ise sarı saçlı, ela gözlü ve güzel yüzlü bir kızdı. Onların yanında oldukça küçük kalıyordu.
"Şey... Test neydi acaba?" Birbirlerine bakan iki genç, bir süre gülüp gülmemekte kararsız kaldılar. Öylesine gergindim ki, gülmemeleri gerektiğini biliyor gibiydiler ama kendilerini de tutamıyorlardı. Kız ise kahkahayı çoktan basmıştı. Gözlerimi devirip cevaplarını beklemeye devam ettim. Oldukça basit bir soru sorduğumu düşünüyordum.
"Test... Aslında test diye bir şey yokmuş. Ona neden test diyorlar ki? Buraya gelene kadar testin nasıl bir şey olduğunu kimse bilmez. İçeri girince fark ettik. Test bir Lignea'ymış." Bir Lignea... Lignea, bu canlının adı mıydı? Karışan kafamı görmüş olacaklar ki, sarışın çocuk açıklamalarına devam etti.
"Lignealar Primusların elçileridir. Konuşmazlar. Belki de biz onları anlayamıyoruz. Bilmiyorum. Hangi toplulukta olacağımıza onlar karar verecek." Kafa karışıklığım azaldıkça, korku tekrar baş gösterdi. Kız hala, oldukça eğleniyordu.
"Peki elenenler? Onlara ne oluyor? Seneye tekrar katılma şansları var mı?" Sarışın çocuk ve ufak tefek kız bu kez kahkahalarını gizlemek için bir çaba sarf etmediler. Esmer olan ise sağa sola bakarak hafif hafif gülümsüyordu. Gözlerim sarışın olanın iki yanağındaki gamzelere ilişti. Köşeli bir çenesi ve uzun bembeyaz dişleri vardı. Diğer ikisini bana güldükleri için öldüresim varken, onun gülümsemesi beni de gülümsetmişti. En azından alay ediyor gibi değil de gerçekten eğleniyor gibiydi.
"Elenme diye bir şey yok. Hepimiz bu okulun bir öğrencisiyiz artık. Endişelenme." Gülümsemem büyüdü ve kalbimdeki korku yerini koca bir rahatlamaya bıraktı. Cevabı duyana kadar, nefesimi tuttuğumu fark etmemiştim bile. Bütün vücudumu esir alan gerginlik ayak parmaklarımdan zemindeki kırmızı halıya karışırken, içerisinde bulunduğum bu ruhsuz oda daha güzel geliyordu artık gözüme. Elenme diye bir şey yoktu, ben artık buranın bir parçasıydım. Ben, buraya aittim!
O sırada arkadan gelen tanıdık sese döndüm.
"Hey kızıl! Hey!" onlarca kişinin arasından beni seçebilen çocuğa döndüm. Heyecanla bana el sallıyordu. Bu üç gence teşekkür edip yanlarından ayrıldım ve onun yanına ilerlemeye başladım.
"Test bir Lignea'ymış! İnanamıyorum. Bu müthiş bir fikir! Daha önce aklıma gelmemesine gerçekten inanamıyorum." Bu dünya hakkında her şeyi bilen insanlar olduğunu gördükçe gerilsem de bana yardımcı olacakları umuduna sıkı sıkıya tutunup kendimi avutuyordum. Ben, yardımcı olurdum. O yüzden onların da bana yardım edebileceğini düşünmek çok uçuk değildi.
"Öyleymiş. Bende yeni öğrendim. Sana da ürkütücü bir biçimde sarıldı mı?" suratımdaki ifadeye kahkaha ile karşılık verdi.
"Benim Lignea'm bir erkekti. Bu yüzden benim için çok daha ürkünç olduğunu kabul etmelisin." Demek hayatımda bir kez olsun hislerim beni yanıltmamıştı.
"Benimki de bir erkekti, yani öyle olduğunu tahmin ettim. Ferahlatıcı kokusunda bir erkeksilik vardı. Şimdi ne olacak?"
"Şimdi ikinci aşamaya geçeceğiz. İşte orada öğreneceğiz kimin neye seçildiğini. Herkesin gözünün önünde. Hey, benim için bir tahminde bulun. Sence ne olacağım?" heyecanla düşünmeye başladım. Tarih kitaplarındaki araştırmamdan öğrendiğim kadarıyla, ailedeki elementer topluluklarının çocuklar üzerinde bir etkisi yoktu. Ailedekilerden çok farklı bir topluluğa girebilirdi. Bu yüzden annesinin Tempersitar olmasını bir kenara bırakarak düşünmeye başladım.
"Senden iyi bir Aquasar olabilir." Gülümseyerek bana baktı. Yeşil gözleri oldukça cana yakındı.
"Metallum dışında hepsine kabulüm diyebilirim. Aslında, Metallum bile oldukça çekici değil mi sence de? Sence ne yapıyorlar? Ben bir ordu eğitip diğer bütün topluluklara savaş açacaklarına inanıyorum." Gülerek onu dinlemeye devam ettim. Açıkçası, hiçbir fikrim yoktu Metallumlar hakkında. Onlar hakkında daha fazla şey öğrenmeyi ben de istiyordum ama topluluklar arası gizlilik olayları buna engel oluyordu. Yine de, bu gizlilik kuralları tarih kitaplarına o kadar da işlemiyordu. Daha çok tarih kitabı kurcalamalıydım.
"Ne kadar gizemli olurlarsa olsunlar, sanırım bir Metallum olmak istemezdim. Onların bekçileri olmuyor." Bir şeyler bildiğime şaşırmış olsa gerek, hafifçe gözleri büyüdü ve gülümsedi.
Bekçilerin, elementerlere koruyuculuk eden hayvanlar olduğunu öğrenmiştim. Tıpkı Kumay ve Audax gibi. Metallumların bir bekçisi olmuyordu. Bunun sebebini de kimse bilmiyordu. Primuslarıyla alakalıydı belki de.
"Haklısın. Bütün bekçiler çok havalı. Hele ki özel bekçileri olanlar. Havalarından yanlarına yaklaşılmıyor dört yıl boyunca!" özel bekçiler konusu hakkında ise bilgi sahibi değildim. Bir yandan beni çekiştirmeye başlayan bu kumral çocukla ilerlerken bir yandan ona aklımdakileri sordum.
"Özel bekçiler mi? Onlar ne oluyor?" cevap vermeden beni çekiştirmeye devam etti.
"Birazdan göreceksin. Hadi. Yerimize geçelim." Kafamı sallayıp onu takip ettim. Geldiğimiz stadyuma geri dönüp bekleme salonu tarzı bir yere geçtik. Burada herhangi bir liste göremedim. Rastgele çağırılacaktık belki de. Bu beni daha da gererken boş bir yere oturup yanıma kumralın oturmasını bekledim.
"Sana kızıl diye seslenmek beni rahatsız etmiyor ama ismini öğrenmeyi tercih ederim." Ben de ona kumral diyordum kendi içimden. Bu benim gülümsetti.
"Helena. Sen?"
"Cam Kasany. Bir soy isminiz var mı sayın Helena?" gerginliğimi gizlemek adına gülümsedim. Soy adımı duyar duymaz, diğer herkes gibi benden şüpheleneceğini ve muhtemelen uzak duracağını biliyordum. Öyle sıradan, öyle düz bir soy adıydı ki aslında. Bir gün bir yerlerde soy adımı söylemenin beni bu denli korkutacağını hiç düşünmemiştim.
Ona ne cevap vereceğimi düşünürken, oldukça güçlü ve yüksek bir kadın sesi tüm stadyumu doldurdu. Giyiminden ve kendine olan güveninden, bu kişinin Bayan Dagora olduğunu tahmin ettim. Stadyumun ortalarında ve aşağıda, büyük bir locanın ortasında oturuyordu. Yanındakiler profesörler olmalıydı. Üzerinde upuzun, oldukça eski moda, işlemeli mürdüm rengi bir elbise vardı. Sarı saçları yapılıydı ve yüzü çok güzeldi. Hayranlıkla onu süzmeye devam ettim.
"Bayan Dagora'nın 120 yaşında olduğunu biliyor muydun?" şaşkınlıkla büyüyen gözlerim ve yanan yüzüm onu hayli eğlendirdi.
"120 mi? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir ki?"
"Akademi ya da elementerler hakkında bildiğin bir şey var mı senin? Uzayda falan mı büyüdün?" başımı hayır anlamında iki yana salladım ve sonra durup bu kez de yukarı aşağı sallamaya başladım. Cam kahkaha attı. Bir yandan açılış konuşması yapan Bayan Dagora'yı dinlerken, bir yandan da bana açıklamaya yapmaya başlayan Cam'i dinliyordum.
"Elementerler normal insanlardan çok daha uzun yaşarlar. Elementlerin bize bir hediyesi bu. Ya da Ay'ın. Ya da Primusların. Her neyse artık." Tarih kitaplarından öğrenilemeyecek şeyler de vardı işte. Kim bilir bilmediğim kaç kitap dolusu şey vardı bu dünya hakkında. Başımı usul usul sallayıp tüm dikkatimi Bayan Dagora'ya yönelttim.
İlk ismin yükselişiyle birlikte, stadyumdan kuvvetli bir alkış koptu. Uzun boylu iri bir kız, sol tarafımdan kalkıp stadyumun ortasına kadar geldi. Avuç içlerini yukarı doğru kaldırıp beklemeye başladı. O sırada gözler Bayan Dagora'ya çevrildi. Bayan Dagora hafifçe gülümsüyor gibi görünüyordu.
"Lütfen, buyurun bayan Lever." Soy adını nereden biliyor acaba diye düşünürken, bütün vücudumu anlık bir dalga kaplamıştı. Ben de çağırılacaktım ve bütün stadyum kim olduğumu öğrenecekti. O zaman ne yapacaktım peki? Belki huzurlu geçireceğim son bir dakikamın içerisindeydim. Ateşimin çıktığını hissederken elimi alnıma götürüp ovalamaya başladım. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum.
Bakışlarımın Bayan Dagora'da takılı kaldığını fark etmiş olacak ki, Cam hafifçe kolumu dürtüp dikkatimi tekrar stadyumun ortasına vermemi sağladı.
Yutkundum.
Yutkununca soy adım da yemek borumdan kayıp gidecekmiş gibi yutkundum ancak ne soy adım bir yere gitti ne de boğazımdaki yumru.
Gözlerimi zar zor stadyumun ortasına yerleşmiş kıza çevirdim. Yukarı kaldırdığı avuç içlerini birkaç kez sıkıp bıraktı ve nihayet kendini hazır hissettiğinde tüm gücüyle bağırdı.
"Nam ut elementa custodibus!" Bir süre kimseden çıt çıkmazken, herkes gergin gözlerle etrafı süzüyordu. Ben hem ilk kez böyle bir şeye şahit olmanın gerginliğini, hem de kendi ritüelim sırasında başıma gelecekleri düşündükçe su içinde kalıyordum.
Çağırılan sochrunun ne olduğunu sormaya bile cesaret edememiştim. Sesim buharlaşmış, koca stadyumun sıcak havasına karışmıştı.
Birazdan ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu ancak anın heyecanına kapılıp herkesle birlikte bu sessizlikte sürükleniyordum. Bir süre sonra yer, tıpkı Audax koşuyormuşçasına titremeye başladı. Öylesine güçlü bir titremeydi ki bu, birazdan yer yarılacak ve biz içine düşecek gibiydik. Boğazımı bir kez daha temizleyip yutkundum. Belki biriyle huzurla iletişim kurabileceğim son birkaç dakikamdı ve tadını çıkarmak istiyordum.
"Ne sochrusuydu bu?" Yerdeki titremenin, havadaki sağır edici sessizliği yırtmasıyla ben de soru soracak cesareti bulabilmiştim. Heyecanla stadyumu tarayan Cam bana döndü.
"Bekçi çağırmak için. Ona hangi elementin bekçisi gelirse, Lignealar o topluluğa karar verdi demektir. İkinci aşama bir seçilme aşamasından çok, topluluğa ilk adım gibi aslında." İçerisine girdiğim korkunç ruh halinden bir an önce sıyrılmam gerekiyordu.
Heyecanlanmam, mutlu olmam gerekiyordu.
Nerede, ne yaptığımın farkına varmam gerekiyordu.
Ben bu büyülü dünyanın bir parçasıydım, Tom Lincoln'ün kızı bile olsam.
Herkes heyecanla gelecek bekçiyi beklerken ben de avuç içlerimi tırnaklayıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Bir yandan da gelecek bekçinin heyecanı belki de herkesten çok benim üzerimdeydi. İlk kez böyle bir şeye şahit oluyordum. Kafamı dağıtmak için düşünmeye başladım.
Belli ki, Lignealar bize sarılarak hangi topluluğa seçilmemiz gerektiğine karar veriyordu ve bu kararı da doğaya, evrene ya da artık her nereye bildiriyorlarsa oraya bildiriyorlardı. Bu bildiriye göre de, seçildiğimiz topluluğa uygun bir bekçiyle bağlanıyorduk. Peki bekçiler, neye göre bize geliyorlardı ki? Ya da Lignealar bizim hangi toplulukta olacağımıza nasıl karar veriyordu?
Saniyeler geçtikçe, kafamı dağıtmakta başarılı olmuş ve soy adımı unutarak elementer alemine odaklanabilmeyi başarmıştım.
"Bir Unicornis gelecek bence." Tahminim karşısında Cam oldukça şaşırdı.
"Akademi hakkında bir şey bilmene şaşırdım doğrusu." Ona ters ters bakıp başımı tekrar stadyuma çevirdim. Heyecanla beklediğimiz dakikaları kendi yararıma kullanmaya çalışıyordum. En azından akıl sağlığımı korumaya çalışıyordum.
"Lignealar bizim hangi toplulukta olduğumuza neye göre karar veriyorlar?" Cam birkaç saniye düşündü. Onun da bu sorunun cevabından pek emin olmadığını tahmin etmiştim. Ancak verdiği cevap tam aksini gösteriyordu.
"Dünyanın sorunlarına ve bu sorunların çözümlerine göre Primuslar tarafından sürekli planlar yapılıyor. Bu planlara göre hangi elementerden ne kadar olması gerektiği gibi bazı sonuçlar elde ediliyor. Biliyorsun, elementer sayısı yüzyıllar geçtikçe sürekli azalmış. İnsanlar katlanarak artarken, bitkiler, hayvanlar ve elementerler sürekli yok olmuş. Primuslar, dünyanın geleceği için en iyisini belirlemeye çalışıyor ve bu planlara göre de bizlerin kaderleri belli oluyor. Elementerlerin yaydığı enerjilere ve dünya için yaptıkları planlara göre, hangi toplulukta olmaları gerektiğini belirliyorlar ve elçilerine, Lignealara bildiriyorlar. Kaderimiz, sanırım daha biz doğmadan belirleniyor. Kim bilir?" Usul usul başımı sallarken aklım okuduklarıma gitmişti.
Kara Çağ.
Hakkında çok daha fazla şey öğrenmem gereken, ilgimi son derece çekmiş bir başlıktı. Elementer tarihinde kara çağ olarak adlandırılan bir dönem vardı ve bu dönemde elementerlerin sayıları oldukça azalmıştı. O zamandan beri de tam anlamıyla toparlanabildiği söylenemezdi.
Tahmin ettiğim gibi oldu ve stadyumun geriye kalan son geçidinin ucunda, bembeyaz bir Unicornis göründü. Unicornis hızlı adımlarla stadyumun ortasına ilerledi ve tüm heybetiyle adeta hepimizin gözünü doldurdu.
Kıza birkaç metre mesafede durdu. Kız ne yapacağını biliyor muydu merak ettim. Unicornisler oldukça mesafeli ve gururlu hayvanlardı. Yanlış bir hareket yaparsa, kıza zarar verir miydi bilmiyordum. Derken, Bayan Dagora'nın sağında oturan bir adam ayağa kalktı. Belli ki konuşma sırası ondaydı.
"Oldukça yavaş bir biçimde eğilin Bayan Lever, oldukça yavaş." Kız adamı dinleyerek yavaş yavaş eğildi. Onunla birlikte Unicornis de eğildi. Bu da tıpkı Audax gibi göz kamaştırıcı bir yaratıktı. Kimse gözlerini ondan alamıyordu. Tüylerinin beyazlığı adeta gözlerimizi acıtıyordu. Oldukça masum, ancak ölümcüldü. Boynuzu belki Audax'tan bile uzundu.
"Ona doğru yavaş adımlar atın ve onun da atmasını bekleyin." Kız bir adım atıp beklemeye başladı. Unicornis'in adım atıp ona gelmesi epey zaman alsa da, Unicornis de bir adım attı. Bu şekilde, birkaç dakika içerisinde aralarındaki bir iki metreyi kapattılar.
"Yavaşça boynuzuna dokunun lütfen." Adamın yönlendirmesiyle, kız elini çekinerek kaldırdı ve Unicornis'in boynuzuna dokundu. Sanırım artık bağlanmışlardı. Salondan korkunç bir alkış koptu. Bu iri yarı kızın gözleri dolmuştu. Gerçekten çok gerilmiş olmalıydı. Herkes bir ağızdan sevinçle bağırırken, Bayan Dagora tekrar konuştu.
"Ona bir isim verin ve bekçinizi mühürleyin Bayan Lever." Kız usul usul başını sallayıp bir süre düşündü. Orada, bir anda ona nasıl bir isim verebilirdi ki? Üstelik, bunu önceden düşünme şansımız da yoktu. Ne geleceğini kimse bilmiyordu. Lignea'lar dışında.
"İsmi Thor olsun." Birçok yüz anlamsızca buruşurken, insanlarla geçirdiğim onca vakit sağ olsun, ben Thor'un kim olduğunu biliyordum. Bir çizgi roman karakteriydi. Güzel bir isim koymuştu aslında. Thor tekrar eğildi ve geldiği gibi yeri göğü titreterek aynı geçitten stadyumdan çıktı. Mezun olmuş elementerlerin bekçilerinden birinin yerine, Septi Ferarum'a yerleşeceğini tahmin ettim. Akademideki elementerlerin bekçileri Septi Ferarum'da yaşıyorlardı. Bildiğim kadarıyla bekçiler, dünyada var olan hayvanlar arasından geliyorlardı. Bir yere ait değildiler. Yeni bir soru sormaya çekinsem de, cevabını ölesiye merak ettiğim tonlarca şey vardı ve hey, sora sora Bağdat bulunurdu!
"Bekçiler... Kime, neye göre gidiyorlar?" Cam bana doğru dönüp gülümsedi. Benden bıktığı çok belliydi ama bir yandan da yüzünde nazik bir ifade vardı. Hem beni geri çevirmek istemiyordu hem de artık onu sıkmaya başlamıştım. Ancak, bir türlü duramıyordum işte.
"Özür dilerim, hayatının geri kalanını belirleyecek muhteşem bir anın içerisindesin ve ben sana bir türlü huzur vermiyorum. Sadece... Gerçekten hiçbir şey bilmiyorum ve bu beni çok korkutuyor." Bu kez yüzünden geçip giden şey bariz bir biçimde mahcubiyetti. Beni üzdüğünü düşünmüştü ve şimdi de buna üzülüyordu.
"Asıl ben özür dilerim. Ne istiyorsan, sorabilirsin. Bekçilere dönecek olursak... Bu olayın temeli de yine enerjiye dayanıyor. Primusların geçmişini biliyor musun? Daha doğrusu, evrenin geçmişini? Nasıl var olduğumuzu? İnsanların, hayvanların, elementerlerin nasıl oluştuğunu?" Gururla hızlı hızlı kafamı olumlu anlamında salladım. İlk kez bir şeyi biliyordum ve bunun tadını çıkarmalıydım. Üstelik, bu alemdeki en önemli şeylerden biriydi bu hikaye.
"Biliyorum! Ay'dan geliyoruz." Cam'in kahkahası birkaç gözü üzerimizde toplarken ben de heyecanımı bastırmak adına yerimde kıpırdandım.
"Evet, Ay. Muazzam bir şey, değil mi? İnsan okullarında anlatılan onca tarih, onca bilgi... Hepsinin bir miktar doğruluk payı olsa da, hepsi eksik. Dünyadaki tüm yaşamın temeli, aslında Ay'a dayanıyor. Çünkü biz olmasaydık, dünya yaşanılabilir bir yer olmayacaktı. Bizim var oluş amacımız, düzeni korumak. Bekçiler de bunun bir parçası. Primusların zamanında enerji aktardığı ancak hiçbir cevap alamadıklarını sandıkları bitki ve hayvanlar, bekçilere ve bizim dünyamızın büyüleyici bitkilerine dönüşüyorlar. Hepsinin temeli yine Primuslardan aldıkları Ay enerjisine dayanıyor. Böylelikle, bizle onlar arasında ortak bir temel kurulmuş oluyor. Bizim enerji düzeyimize göre de, bizi duyan bekçiler oluyor. Frekans gibi düşünebilirsin. Öyle bir frekansta konuşuyorsun ki, seni yalnızca bekçin duyuyor. Sanki, ruh eşiymişsiniz gibi... Büyüleyici, değil mi?" Gözlerim kocaman açılmış, nefes bile almadan Cam'i dinliyordum. Fernando benim odamda bana tarih dersi verirken, Primusların enerji aktarıp başarısız olduklarını düşündükleri bitki ve hayvanlardan bahsetmişti. Demek onlar, bekçilere ve bu dünyanın bitkilerine dönüşmüşlerdi. Bu, inanılmaz bir şeydi gerçekten de. Tüylerim diken diken olmuş, günler önce odamda yaşadığım duygu seline tekrar kapılmıştım. Öyle bir düzenin içerisindeydim ki, her şey düşünülmüş her şey hesaplanmıştı.
Benim enerji düzeyim hangi bekçiyle eşleşirse ben onunla ruh ikizi olacaktım demek! Bu, muazzam bir şeydi!
Hala eksik birkaç parça vardı kafamda. Mesela, bekçiler bizi duydukları halde bizle eşleşmeyi reddedebiliyorlar mıydı yoksa karşı koyamadıkları bir dürtü müydü bu? Bizi sadece tek bir bekçi mi duyuyordu yoksa birkaç tane duyabilir miydi? Bu alemde bazı şeyler oldukça gizemliydi. Ancak muhteşem bir öğrenci olup hepsini öğrenecektim!
Thor'un gitmesi ile birlikte kız eğilip herkese bir selam verdi ve tekrar sol tarafımızdaki yerine oturdu. Herkes heyecanla bir sonraki ismi bekliyordu. Bayan Dagora bir kere daha göz doldurdu ve kuvvetli sesiyle bir öğrenciyi daha çağırdı. Bu kez arka taraflardan biri sahneye çıkmıştı. Çıkan kişiyi tanıyordum. Sorduğum sorulara kahkahalarla gülen ikili ve yanlarındaki göreceli olarak daha somurtuk olan çocuğun grubundaki sarışın çocuktu. Şu gamzeli ve mükemmel dişli olan.
Tıpkı bir önceki kız gibi sahnenin ortasına gelip durdu. Şimdi herkesin gözü tekrar Bayan Dagora'daydı.
"Bay Gippons, hazır olduğunuzda." İlk izlediğimiz kızın aksine, bu çocuk sanki stadyumun ortasına doğup büyümüşçesine rahattı. Gülümseyerek başını salladı ve kuvvetle yükselen sesiyle aynı sochruyu çağırdı. Kendinden oldukça emin bir biçimde tek bir noktaya bakıyordu. Hepimiz sağı solu hızla tararken, o hafif gülümsemesiyle kıpırdamadan dikiliyordu.
Herkes susmuş, heyecanla gelecek bekçiyi beklerken diğer ihtimali gözden geçirmeye başlamıştım. Belki de bir bekçi gelmeyecekti ve bu çocuk Metalluma yerleşecekti.
Sessiz bekleyiş beni onlarca düşüncenin içinde boğarken bir başka ayrıntıyı fark ettim. Stadyumdaki kanalların ne için olduğunu artık anlayabiliyordum. Aquasar bekçilerinin gelebilmeleri içindi.
Uzun ve sessiz bir bekleyişin ardından, bu çocuğa bir Unicornis gelmeyeceğini düşündüm. Şimdiye çoktan yerin inlemiş olması gerekirdi. Bu yüzden herkes kendi arasında fısıldaşmaya başladı. Sağ tarafımdan edepsiz tahminler yükselirken sessiz kalmayı seçtim.
"Bence bir Anka kuşu gelecek. Baksana, İgniser olduğu çok açık. Buradaki tüm kızları ateşe verebilir." Göz devirip kendi tahminlerimi düşündüm. Belki de gerçekten bir İgniserdi. Ona çok yakışır gibi görünüyordu. Ben nedense hala Metallum konusunda kuvvetli hislere sahiptim.
Heyecanlı bekleyiş devam ederken, hislerimde tabii ki bir kez daha yanılmıştım.
Gökyüzünden rengarenk bir Hüma kuşu süzüldü ve zaten sessiz olan kalabalıktaki hafif nefes esintisinin sesini bile yuttu. Öylesine büyüktü ki, Kumay'ın belki de iki katıydı. Herkesin en az benim kadar şaşkın olduğunu görebiliyordum. Bu gerçekten, çok büyük bir kuş olmalıydı. Gülümseyen gözlerle kuşun inmesini bekleyen çocuk, iner inmez onu güzelce okşadı. Belli ki onların ne kadar cana yakın olduğunu çoktan biliyordu. Tüylerinin güzelliği ve renkleri ile göz kamaştıran kuş, sarışın çocuğa oldukça ısınmış gibiydi. Renkli tüylerini bir bir ellemesine izin verdi.
Hüma kuşunun gelişiyle birlikte, sözü Bayan Dagora'nın hemen arkasında oturan bir kadın aldı. Bu da Tempersitarların eğitmenlerinden biri olmalıydı.
"Oldukça iyi anlaştınız gibi, Bay Gippons. Lütfen ona bir isim verin." Elleriyle kuşu okşamaya devam eden çocuk, hiç düşünmeden cevap verdi.
"Pulchram." Salondan kopan alkışla birlikte kuşunu son bir kez okşadı ve göklerde süzülmesini izledi. Heyecanla parlayan gözleriyle birlikte oturduğumuz yere geri döndü.
Sonraki birkaç öğrenci, yine Territer ve Tempersitara seçilen öğrencilerdi. Her birine birer Unicornis ve Hüma Kuşu bağlanırken tanıdık birini stadyumda görmenin etkisiyle tekrar dikkat kesildim.
O üçlüdeki ufak tefek kızdı bu. Herkes gibi bende heyecanla bekçiyi beklemeye başladım. Yerin titremesi ile birlikte herkes bir Unicornis beklerken, stadyumun girişini devasa, büyüleyici bir yaratık doldurdu. En az iki metre boyu olan korkunç bir hayvandı bu. Derisi kırmızıya yakın, değişik bir kahverengiydi. Gözleri alev alev yanıyordu ve sürünerek hareket ediyordu. Bir ejderha gibiydi ancak kanatları yoktu. Gördüğüm en güzel ancak en tehlikeli yaratıklardan biriydi. Bu dünyadaki tüm hayvanlar, özenle yaratılmış gibiydi. Ay'ın dokunduğu her şey nasıl böylesine güzel böylesine özel olmuştu aklım almıyordu. Herkes şaşkınlıkla sus pus oldu. Yanımda Cam'in huzursuzca kımıldandığını gördüm.
"Her topluluktan en fazla bir tane özel bekçi çıkar. Bazen çıkmıyor bile. İgniserler için bu, orada gördüğün Bukra olmalı." Bukra, bu ejderhamsı bekçilere verilen isimdi belli ki. Bu kıza özel bir bekçinin gelmiş olması ne demekti bilmiyordum ancak onu kıskandığımı hissettim. Diğer toplulukların özel bekçilerinin ne olduğunu bilmiyordum ama en az Bukralar kadar güzel ve tehlikeli olduğunu tahmin ediyordum. Ve eğer bir İgnisersem, belli ki özel bir bekçim olmayacaktı çünkü bu kontenjan çoktan dolmuştu. Kıskançlığım daha da artarken bencilliği bir kenara bırakıp önümdeki muhteşem manzaraya odaklanmaya çalıştım.
Herkes korku ile beklerken, Bukranın süzülerek kıza yaklaşmasını izledik. O sırada sözü Bayan Dagora'nın solunda oturan adam aldı.
"Profesörler genellikle özel bekçileri olanlar arasından seçilir. Bayan Dagora'nın ve Bay Barnore'un da birer Bukra'sı var." Bay Barnore'un, kızı yönlendirmek üzere konuşmaya başlayan adam olduğunu varsaydım. Bu mesafeden, fiziksel özelliklerini seçemiyordum ancak mesafeden bağımsız bir boyu vardı. Oldukça uzundu.
"Bayan Gomery, lütfen dizlerinizin üzerine çökün." Şaşkınlıkla bekleyen kız, profesörün dediğini yaptı ve dizlerinin üzerine çöktü. Aramızdaki onca mesafeye rağmen kızın korkusunu içimde hissedebiliyordum. Yanlış bir hareketle burada, hepimizin gözü önünde paramparça olabilirdi. O kadar yavaş hareket ediyordu ki bağlanmaları asırlar sürecek gibiydi. İrice stadyumu dolduran Bukra kızın çevresinde birkaç tur attı. Onu kokluyor gibi görünüyordu. Heyecandan ve korkudan titreyen kız, ne yapacağını bilemeden oturmaya devam etti.
"Ona binmeniz gerekecek Bayan Gomery. Bunu yapabilir misiniz? Yavaşça üzerine binmeniz gerek. Ondan korkmayın." Söylemesi kolay diye düşündüm içimden. Ondan korkmamak mümkün değildi ki! Kız hızlı hızlı başını sallayıp ayağa kalktı. Hafif hafif titrediğini seçebiliyordum. Tek ayağını kaldırıp doğru anı bekledi. Dönmeyi bırakan Bukra durduğu an kız kaldırdığı ayağını üzerine attı. Bukra bir anda koca ağzını açıp stadyumun içini alevle doldurdu. Tırnaklarımı istemsizce yanımda oturan Cam'in koluna geçirdim. Korkuyla yerlerinden kalkan insanlar birkaç saniye duraksadıktan sonra tekrar oturdular. Biz de donmuş bir vaziyette olan biteni izliyorduk. Cam usul usul kolunu ovuşturdu. Kız nefes almaya dahi korkuyormuş gibi, nefesini tutmuştu. Stadyumdaki herkes de onunla birlikte nefessizdi eminim ki.
"İsim vererek mührü tamamlamanız gerekiyor." Profesörün uyarısıyla, gözleri dolu dolu olmuş kız düşünmeye başladı. Konuştuğunda sesi zar zor ve çatallı çıkıyordu.
"Magna olsun." Salondan her zamankinden iki kat daha yüksek bir alkış koptu. Kız Magna'dan yavaşça indi ve derin bir nefesle ciğerlerini doldurdu. Herkes Magna'nın görkemli gidişini seyretti. Büyülenmiş bir biçimde kendi arasında fısıldayan kalabalığı Bayan Dagora'nın sesi durdurdu. Birkaç öğrenci daha topluluklarına seçildikten sonra ilginç bir seçilme daha izledik. Bu seferki öğrenci bir Aquasardı. Kanallardan bir tanesi, gelen yaratığın etkisiyle etrafa su taşırırken, içerisinden bir deniz kızı atladı ve kanala geri daldı. Birkaç saniye sonra, kanalın kıyısına gelen deniz kızı şefkatli gözlerle seçilen çocuğu süzüyordu. Deniz kızının derisi masmaviydi ve suda onu ayırt etmek çok zordu. Gözleri de derisi gibi maviydi. Saçları gibi görünen, ilginç şeyler vardı kafasında. Yüzü bir insan yüzüne benziyordu ancak korkutucu bir yanı vardı. Tehlikeli bir yaratık olduğunu anlamamak için salak olmak gerekirdi. Güzelliği karşısında dili tutulan çocuk bir süre konuşamadı. Bayan Dagora'nın ön sırasından kalkan bir erkek eğitmen tarafından yönlendiriliyordu.
"Şimdi lütfen elinizi onun saçlarına koyup ona bir isim verin." Girdiği transtan çıkan çocuk bir süre ona bir isim düşündü.
"Angelus." Ona "melek" ismini vermişti. Doğrusu hiç şaşırmamıştım. Gözlerini deniz kızından alamıyordu. Alkışlar eşliğinde deniz kızı stadyumdan ayrıldı ve çocuk da yerine döndü.
"Helena Lincoln!" Adımın bağırılması ile birlikte damarlarımdaki bütün kan bir anda beynime hücum etti. Vücudumdan bütün güç çekilmiş gibiydi. Hayatımda hiç bu kadar heyecanlanmamış ve aynı zamanda korkmamıştım. Titremeyle karışık oturduğum yerden ayağa kalktım.
Korkuyordum, çünkü yabancı bir dünyada, tehlikeli bir canlıyla karşılaşmak üzereydim.
Korkuyordum, çünkü herkes bir Lincoln olduğumu biliyordu.
Korkuyordum, çünkü daha bu aleme adımımı atar atmaz önüme bariyerler konmuş, çevreme duvarlar örülmüştü.
En kalabalık olmak istediğim zamanda, yine ve bir kez daha yalnız kalmaya zorlanacaktım. Gözlerimi sıkı sıkı kapatıp içimde bir yerlerde bir cesaret kırıntısı aramaya çalıştım.
Ufacık bir kırıntı.
"Lincoln mü? Senin soyadın Lincoln mü?" bana soran gözlerle bakan Cam'i ve arkamda fısıldaşmaya başlayan insanları duymamaya çalıştım. On binlerce kişinin olduğu bu koca stadyumdaki herkes, bir Lincoln olduğumu biliyordu artık ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Zaten şimdi öğrenmeseler bile, bir kişi dahi duysa herkese yayılacaktı.
Veba gibiydi işte, kötülük asla olduğu yerde kalmıyordu.
Kaos da öyle.
Bacaklarım titreye titreye ilerlemeye başladım. Tıpkı az önce yaptığım gibi, duygularımı başka bir yöne çekmeye, kafamı başka şeylere yormaya ihtiyacım vardı. Nefesim kesilmiş ve kanım çekilmiş bir biçimde orada dikilmek istemiyordum.
Toplulukları düşündüm.
Şimdiye kadar hiç Metallum seçilmemişti. Belki de ben ilk olacaktım. Korku içerisinde ilerlemeye devam ettim. Bir Metallum olmak istemiyordum. Bu bekçilerden herhangi birine sahip olmak için her şeyden vazgeçebilirdim! Hepsi birbirinden büyüleyiciydi.
Lütfen Metallum olmasın!
Bekçisiz olmak, çok büyük bir cezaydı bana göre. Belki de enerjileri yetmiyordu. Ya da belki de, enerjileri öyle bir frekanstaydı ki onu hissedebilen bir bekçi türü yoktu.
Stadyum oldukça büyüktü ama yol daha da büyüyordu gözümde. Aldığım nefes boğazımı yakarken terleyen ellerimi üzerime sildim. Başım dönüyordu. Hayatımın geri kalanı, bugünün etrafında şekillenecekti.
Yıllar sonra gibi gelen birkaç dakikanın ardından herkesin durduğu yere gelip durdum. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki tuvaletim gelmişti. Bayan Dagora'nın yüksek bir sesle bana seslendiğini duyuyordum ancak kulaklarım uğulduyordu.
"Lütfen bayılmayayım, lütfen..." Kendimi telkin etmeye çalışırken bir yandan da evrene usul usul yakarışlarımı gönderiyordum. Şuanda, yüzlerce kişinin ortasında, bekçimle tanışmak üzereyken bayılamazdım. Ya da altıma da yapamazdım. Kendimi toparlamak zorundaydım.
"Bayan Lincoln, lütfen, şaşırtın bizi." Bu da ne demekti böyle diye düşünemeyecek kadar gerginken, tırnaklarımı avuç içime batırarak odağımı geri kazanmaya çalıştım.
Bayan Dagora az önce bana herkesin içinde meydan okumuş, beni yeterince kaosta değilmişim gibi bu çukurun en dibine çekmişti.
Tırnaklarımı derime daha sert batırıp sıcak sıvıyla buluşturduğumda, bacaklarımdaki titremenin bir nebze olsun toparlandığını hissetmiştim. Canımın acısıyla yeniden odaklanıyordum şimdi.
Yapabilirdim ve yapacaktım da.
"Nam ut elementa custodibus!" Kalan son gücümle bütün stadyuma haykırırken, gözlerimi açık tutmak için kendimi zorlamaya başlamıştım. Bayılmam an meselesiydi. Herkes kendi arasında fısıldaşırken odaklanmak çok daha zordu.
Kalbimdeki tarifsiz heyecan, görüşümü de bulanıklaştırıyordu. Hayatımın geri kalanının şekillenmesine birkaç saniye kalmıştı. Avuç içimden birkaç damla kan toprakla buluşurken, büyük bir endişe ile beklemeye devam ettim.
Çıt çıkmayan stadyumda nefessizce bekliyorduk ancak ne topraktan ne sudan ne de göklerden hiçbir şey duyamamıştım. Herkes öylesine meraklı, öylesine odaklıydı ki, kilometrelerce öteden bir bekçi çıkagelse hepimiz duyabilirmişiz gibi hissediyordum.
Ya sağır olmuştum ya da gerçekten bir bekçim olmayacaktı. Bir Metallum olacaktım.
Umutla beklemeye devam ettim ancak herkes benim bir Metallum olduğumdan emin olmuş gibiydi. Kimse benim gibi göklere ya da suya bakmıyordu artık. Herkes kendi halinde fısıldamaya devam ediyordu. Neden bu kadar eminlerdi? Neden bu kadar çabuk karar vermişlerdi benim hakkımda?
Şaşırt bizi demişti Bayan Dagora ve belli ki şaşırtamamıştım.
Bayan Dagora'ya çevirdim gözlerimi. Gözlerindeki kibir acı bir gülümseme kondurdu yüzüme. Elbette benim bir Metallum olacağımdan emindi.
O gülümsemeden öylesine rahatsız oldum ki, yanaklarıma hücum eden kanın sıcaklığı vücut ısımı birkaç derece artırmıştı belki de. Bayan Dagora'nın arkasından, Metallum profesörlerinden olduğunu düşündüğüm bir kadın ayağa kalktı. Konuşmaya başlamıştı ancak onu zar zor duyacak kadar üzgündüm. Bir Metallum olmak istemiyordum. Hiç istememiştim...
"Bir isim haykırmanı istiyorum senden." Benden neden böyle bir şey istediğini düşündüm. Metallum öğrencileri üzülmesin diye, bir bekçileri var gibi mi davranıyorlardı? Saçma sapan birkaç isim geçti kafamdan. Birine karar vermeye çalışıyordum.
Derken, bir şey oldu.
Güneş bir an için gölgede kaldı. Sanki önüne ay geçmişti de güneş tutulmuştu. Bütün fısıldamalar bir anda kesilirken herkes yüzünü kapanan güneşe döndü. Ben de kafamı kaldırdım ve gökyüzüne bakmaya başladım.
Gördüğüm şey karşısında aklım uçtu gitti.
Kendimi tokatlamayı düşündüm. Bu gördüğüm şeyin gerçek olmasına imkân yoktu. Kocaman olan gözlerimi birkaç kez kırpıp tekrar baktım. Hala bana doğru süzülüyordu.
Böylesine sıra dışı bir dünya için bile, oldukça sıra dışıydı. Gözlerimin yanmaya başladığını hissettim. Çok garip bir duyguydu bu. Sanki gökyüzünden bana doğru gelen şey, kanatlanmış kalbimdi. İçimdeki boşluğun bir anda dolduğunu hissettim. Koca bir sevgiyle dolmuştu hem de.
Saniyeler içerisinde, yere kanatlı bir at kondu. Benden metrelerce uzakta olmasına rağmen, yüzünü net gördüğüm kadar büyük, gri renkli, beyaz kıvırcık yeleli bir at. Kanatları kan kırmızısı bir renkten sarıya doğru açılıyordu.
Hem cennet hem cehennem gibiydi.
Bu bekçinin hangi element olduğunu bilmiyordum. Hiç böyle bir yaratık görmemiştim ya da okumamıştım. Dilim de bakışlarım da tutulmuştu. Gözlerine bakabilmek adına parmak uçlarımdaydım ve başımı olabildiğince kaldırmıştım. O da benim gibi gözlerime bakmayı deniyordu. Zarif başı eğilmişti. O güzel beyaz yeleleri soluna dökülüyordu. Bir süre bakıştık ancak ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Onunla nasıl bağlanacaktım? Nasıl mühürleyecektim? Ne yapacağımı bilemez bir halde profesörlerden birinin konuşmasını bekledim. Dakikalar birer birer geçiyordu ve içime tarifsiz bir sabırsızlık doluyordu. Kafamı profesörlerin oturduğu locaya çevirip bir ses duymayı umdum ancak hiçbir şey yoktu. Kimse ayağa kalkmıyordu.
"Ne yapmam gerekiyor? Neden kimse bana yardımcı olmuyor!" Endişeyle yükselen sesim, birkaç kişiyi kendine getirmiş olacak ki Bayan Dagora'nın arkasında olan Tempersitar öğretmenlerinden biri ayağa kalktı.
"Bu olamaz..." Ney olamaz? Olamayan da neydi? Olmuştu işte! Karşımda kanatlı bir at vardı ve ben ne yapacağımı hiç mi hiç bilmiyordum. Tekrar yaratığa döndüğümde, gözlerindeki şefkatin yavaş yavaş yok olmaya başladığını gördüm. Aslında, dönmeme bile gerek yoktu. Onun hisleri resmen benim içimi dolduruyordu. Elle tutulur bir biçimde hissettim içindeki sabırsızlığı. Siniri her geçen saniye artıyordu.
Kimin siniri?
Benim mi onun mu?
"Sinirlenmeye başlıyor. Neden kimse ne yapmam gerektiğini söylemiyor? Biri bana yardım etsin!" hiç kimse lanet olasıca ağzını açıp bir şey söylemezken, yaratığın daha fazla sabrının kalmadığını fark ettim. Tekrar ona döndüğümde, ön bacaklarından birini kaldırmıştı. Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan, toynağını omzuma indirdi. Keskin bir ağrıyla birlikte sızlanmaya başladım. Bir anda bütün profesörlerin eli bu yaratığa döndü.
"Sakın! Beni incitmek için yapmadı! Sabırsızlanıyor. Bir şey yapmamı istiyor ama hiçbiriniz bana ne olduğunu söylemiyorsunuz!" kalkan eller yavaş yavaş inerken Tempersitar eğitmeni kadın tekrar konuştu.
"Çünkü kimse, bir Tulpar'la bağlanmadı daha önce. Hatta kimse bir Tulpar görmedi. Hepimiz onların birer efsane olduğuna inanıyorduk. Sana kimse yardım edemez Helena. Ona bağlanmanın bir yolunu bulmak zorundasın." Stadyumdaki insanların şoku, benimkinin yanına dahi yaklaşamazdı. Ne demek daha önce hiç Tulpar görmemişlerdi? Tulpar da neydi? Nasıl bağlanacaktım onunla? Ona bağlanmanın bir yolunu nereden bulacaktım ben? Daha üç ay önce, markette yerleri silip çikolata yiyordum!
Korku içerisinde birkaç adım attım ona doğru ancak bu iki ön bacağını da havaya kaldırıp kişnemesine sebep oldu. Sesi bir at sesi gibi gelmiyordu kulağa. Daha çok, bir radyo spikeri gibiydi. Karizmatik ama sinirli. Onu sadece ben mi duyuyordum yoksa? Vücudumdaki bütün tüyler ayaktaydı, en ufak hücrem dahi terliyor ve canlı olduğunu kendine hatırlatmaya çalışıyordu.
Stadyumdan korku dolu nidalar yükselirken, çaresizce etrafıma bakınmaya çalıştım. Gerçekten de on binden fazla kişinin olduğu bu stadyumda, kimse daha önce bu yaratığı görmemiş olabilir miydi? Bu nasıl bir şanstı böyle? Daha ilk günümden burada ölüp gidecektim. Yaratığın içerisindeki sabırsızlık, göğsümü zorluyordu. En az onun kadar sabırsız hissettim bir anda. Bir an önce bir şeyler yapmamı istiyordu ancak ben bunu anlayamıyordum ki!
"Lütfen, lütfen sakin ol. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Beni yönlendir, olur mu? Bana ne yapmam gerektiğini anlat." Koyu bir kırmızıdan başlayıp, sarıya kadar açılan kanatlarını usulca kapattı. Simsiyah zeytin gibi gözlerini gözlerime dikti tekrar. Bir Unicornis gibi ise eğer, ona selam vermem gerekirdi. Ne yapacağını görmek için bir süre bekledim. Eğilip eğilmeyeceğini görmek istiyordum. Belki önce o selam verecekti. Belki de ben henüz selam vermediğim için bu kadar sinirlenmişti. Ben kendi kendimi hırpalarken, Unicornisler gibi bacaklarını zarifçe büktü Tulpar denilen bu bekçi. Sanırım ona binmemi istiyordu.
"Binebilir miyim?" gözlerimi bir saniye ayırmadan gözlerine bakmaya devam ettim. Başını usulca yerlere kadar eğdi. Ondan aldığım cesaretle yanına iyice yaklaştım ve yelesine dokundum. İrkildiğini görebiliyordum. Bacaklarını bükmüş olmasına rağmen oldukça yüksekti hala. Ona nasıl bineceğimi kara kara düşünmeye başladığım sırada kanadının tekini açıp önüme serdi. Kanadına tırmanmamı istiyordu.
"Canın yanacak mı?" hiçbir tepki vermeden beklemeye devam etti. Bir elimle omzumu tutarken, usul usul kanadına tırmanmaya başladım. Kanatlarının tüyleri çok yumuşakken, altında kalan iskelet bir kayadan daha sertti. Rengarenk tüylerini birer birer okşayarak ilerledim. Güzelliği nefesimi kesiyordu. Bir erkek miydi bir dişi miydi anlayamamıştım. Kısa bir tırmanış sonunda üzerine oturabildim. Oldukça sağlıklı ve besili bir attı bu. Gri tüyleri her gün taranmış gibiydi. Öyle genişti ki, bacaklarım küçücük kalmıştı.
"Sana bir isim vermem gerekiyor." Gülümseyerek aklıma ilk gelen ismi verdim ona.
"Pegasus olsun ismin." Ona ismini vermemle birlikte, beni havalandırması bir oldu. Saniyeler içerisinde kendimi stadyumun üzerinde süzülürken buldum. Kan kırmızısından sarıya dönen kanatları sonuna kadar açılmıştı ve ben can havliyle boynuna sarılmıştım. Onun hissettiği güven, içimdeki korkuyu çekip aldı. Bana verdiği güven içimi doldururken, uçmanın tadını çıkardım. Ağzım kurumuştu ve heyecandan ellerimin titrediğini hissediyordum. Bir kanatlı atın üzerindeydim ve uçuyordum!
Üstelik, biz artık birbirimizin bir parçasıydık!
İlk kez kalenin ne kadar büyük olduğunu görme fırsatım olmuştu. Altımda uçsuz bucaksız, karşımda ise metrelerce uzayan arazi vardı. Üstelik bu kez en tepesindeki amblemi de seçebiliyordum. Hilale benzer bir şekil içerisinde, beş adet üçgen ve farklı yerlerinde birer çizgi vardı. Çizgiler her bir üçgenin başka bir yerinde konumlanmıştı. Üstünde, altında, ortasında, sağında ve solunda... Amblemin beş topluluğu temsil ettiğini anlayabilmiştim ve hilal de Ay'ı temsil ediyordu. Üçgenlerdeki çizgilerin konumuna göre de topluluğun simgesi ortaya çıkıyor olmalıydı. Ancak üçgenlerin neyi temsil ettiği hakkında bir fikrim yoktu. Bunu da Cam'e sormak üzere aklıma not etmiştim ki, Cam'i bir daha göremeyebileceğim aklıma geldi. Farklı topluluklara seçilirsek görüşme ihtimalimiz çok düşüktü. Hoş, aynı toplulukta olsak da benimle artık konuşmazdı zaten.
Birkaç dakika sonra alçaldık ve birlikte stadyumun ortasına iniş yaptık. Ben kanadından kayarak yere inerken, hiç kimseden hala çıt çıkmıyordu. Beni indirdikten sonra, beni başıyla selamladı ve görkemli kanatlarını çırparak gözden kayboldu Pegasus. İçimdeki güvenin yerini endişeye bıraktığını hissettim. Sorun şu ki, ben mi onun için endişeliydim yoksa o mu benim için endişeliydi bunu ayırt edemiyordum. Hislerimiz bir olmuş gibiydi.
Donmuş halde beni izleyen onca kişiye baktım. Yerime geçmek üzere arkamı döndüğümde kulağıma gelen tek bir alkış beni tekrar durdurdu. Bayan Dagora ayağa kalkıp, alkış yağmurunu başlatmıştı. Dakikalardır çıt çıkarmayan stadyum bir anda yıkılırcasına gürültüyle doldu. Herkes var gücüyle alkışlıyordu. Bu akımı başlatanın Bayan Dagora olması beni şaşırttı. Böylesine ender bir olayın benim başıma gelmesi, onu neden mutlu etmişti merak ediyordum doğrusu. Benden nefret ettiğini tahmin ediyordum.
Gülümseyerek oturduğumuz yere döndüm. Cam yerinde değildi. Bunu içten içe bekliyordum zaten ancak yine de içimde bir şeyler kırılmıştı.
Yerime oturup az önce benim hakkımda fısıldayan samimiyetsiz yüzlerin beni tebrik etmesini izledim. Hepsine soğuk bir gülümsemeyle cevap verip oturmaya devam ediyordum.
Cam'i merak ediyordum ama görünürde yoktu. Onun ismi henüz okunmamıştı. Buralarda olması gerekiyordu.
Ayağa kalkıp oturulan alanı taramaya başladım. Bu sırada bir kişi daha stadyuma çağırılmıştı. Herkes heyecanla olan biteni seyrederken görüşünü engellediğim birkaç öğrenciden sinirli homurdanmalar yükseldi. Daha da arkalara geçip Cam'i aramaya devam ettim.
Birkaç dakika içerisinde Cam görüş alanıma girmişti. Oturma alanının en sonunda, arka köşede yere çökmüştü. Yanına gidip gitmemekte kararsız kalmıştım. Üstelik dakikalardır onu arayan ben değildim sanki. İçim endişeyle dolmuştu. Bir Tulparla bile başa çıkabilmiştim ama soyadımla başa çıkamıyordum. Halim gerçekten içler acısıydı.
Korkunun faydası yok! Belki de hiçbir şey olmamış gibi davranmalıyım dedim kendi kendime.
"Hey. Ne yapıyorsun burada?" oldukça sinirli görünüyordu. Sorumu cevapsız bırakınca bende yanına oturdum. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak işe yaramayacaktı belli ki ama, şansımı zorlamakta üstüme yoktu.
"Neden bu kadar sinirlisin?" bir süre cevap vermekle vermemek arasında kalan Cam, ağzını sonunda açtı.
"Demek bir Lincoln'sün." Sorunun bu olduğuna adım gibi emin de olsam duyduklarıma yine de inanamamıştım bir an. Evet, ben bile kendimi yerden yere vuruyordum ama onun yapması ağırıma gitmişti işte.
Hak etmiyordum çünkü.
Bu davranışlara hak edecek hiçbir şey yapmamıştım.
"Evet, bir Lincoln'üm. Sorun ne Cam?" kafasını iki yana sallayıp ayağa kalktı.
"Sorun çevremde olman. Etrafımda olmadığın sürece, ortada bir sorun olmayacak. Birazdan ben de topluluğuma seçildiğimde, bir daha hiç görüşmeyeceğiz ve sorun kökten çözülecek."
Evet, bir isyancının kızı olmamın sorun olacağını çok net tahmin etmiştim, benim için bile büyük bir sorundu ancak bu kadar sert bir tepki de beklemiyordum doğrusu.
Ona hiçbir şey yapmamıştım ki! Az önce gülerek sohbet ettiği kızdım, ne değişmişti?
Ben, ona aynısını yapar mıydım? Bu soruya net bir biçimde "Hayır" diyememek içimde birkaç yeri daha kırdı.
Ben de ona böyle davranırdım belki de. Suçlu olduğunu bilecek kadar tanımamış olurdum belki ama suçsuz olduğunu bilecek kadar da tanımamış olacaktım.
Hışımla yanımdan ayrılıp önlere doğru yürüdü. Bense arkasından bakakaldım. Orada öylece dikiliyor, ne yapacağımı bilemiyordum. Dakikalar birbirini kovalarken ben kendimle savaşmaya devam ediyordum ve merak ediyordum.
Hiç kazanabilecek miydim ki bu savaşı?
Biraz sonra, Cam'in ismi okundu. Dikkatle onun seçilme törenini izledim ve gelen bekçinin bir Hüma olduğunu görmemle birlikte, Cam'in sorununun asla çözülmeyeceğini fark ettim. Dört yıl boyunca, benimle aynı topluluktaydı artık.
Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...
İnstagram : aykusagi.serisi
İnstagram : byk.literatur
Tiktok: buseninkurgulari
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.06k Okunma |
164 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |