8. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 7.BÖLÜM - YENİ BAŞLANGIÇ, YENİ ZORLUKLAR

7.BÖLÜM - YENİ BAŞLANGIÇ, YENİ ZORLUKLAR

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

🔮

Paylaşmayı öğrendiğimde yedi yaşımdaydım.

Yeni başlayacaktım okula. Hayatımın en büyük "yeni başlangıcı"...

İlk kez derse girecek, öğretmenlerimle tanışacak ve arkadaş edinecektim. Her şeyim tamam olacaktı, ama her şeyim eksikti.

Ne kıyafetlerim alınmıştı, ne saçım örülüyordu ne de kitabım, defterim vardı.

Sabaha kadar uyuyamamış, küçücük kalbime hem korkuyu hem de heyecanı sığdırmayı başaramamıştım bir türlü. En son korku, heyecanı elinin tersiyle itip yüreğimi ele geçirmişti.

Okula giden öğrencilerin hep aynı şeyi giydiğini bilecek kadar akıllı, ne giyeceğimi hiç bilmeyecek kadar çocuktum.

En sevdiğim kıyafetlerimi giymiştim o sabah. Çiçek desenli açık renk bir pantolon ve üzerinde kalpler olan beyaz bir uzun kollu bluz.

Çantam olması gerektiğini bilecek kadar akıllı, çanta alacak kimsem olmayacak kadar yalnızdım.

Ancak acıkacağımı dahi akıl edebilmiştim ki bu beni hala gururlandırıyordu. Yanıma küçük bir sandviç bile hazırlamıştım.

İyi gününde olduğu bir gün, "Okula başlama zamanın geldi... Artık kocaman bir kız oldun." demiş, beni okula yazdırmıştı ve sonrası malumdu işte. Belki beni okula yazdırdığını bile unutmuştu. Ne bir çantam, ne üstüm başım ne de kendime en ufak güvenim vardı. Ama yine de o okula gidecek, o kapıdan girip o sıralara oturacaktım.

Okul eve oldukça yakındı. Sabah erkenden uyanmış, olabildiğince hazırlanmış ve koşarak gidip kapısının önünde beklemeye başlamıştım. Elimde poşetim, çocuklarını okula bırakan ebeveynleri izliyordum ve bu noktadan sonra ne yapmam gerektiğini anlamaya çalışıyordum.

Ama beklediğim gariplik, düşündüğümden daha çok canımı yakmaya başlamıştı.

Hep aynı şeyi giyiyor, süslü kocaman çantalar takıyorlardı. Benim poşetim kimsede yoktu. Benim gibi kalpli bluzları da yoktu.

O noktadan sonra kendimi kandırmam ve ikna etmem gerektiğinin de farkına varmıştım.

Bu iyi bir şey, diye düşünmüştüm. Ben en sevdiğim bluzumu giyip geldim, oysa emindim ki onların hiçbiri bu gri renkli ve herkeste aynı olan hırka ve pantolonu giymek istemiyor.

İçerisindeki beyaz üst de çok sıkıcı hem. Kalpleri de yok.

Poşet için aynı şeyi söyleyemeyecektim ama. O süslü çantalar, bu şeffaf poşetten çok daha güzeldi. Bu kalpli bluzları giymeye devam edip, o süslü çantalardan taksaydım olmaz mıydı?

Üstelik, komşularımız ve tek arkadaşlarım olan Aileen ve Marva da aynı onlar gibi giyinmişti. İkisi de anneleriyle erkenden vedalaşmış, yanıma yalnız gelmişlerdi.

Şimdi düşünüyordum da, benim yanımda anneleriyle durmak istemeyecek kadar nahifler miydi acaba?

"Senin kıyafetlerin nerede?" bana ilk kez cırlayışı değildi Marva'nın. İşi gücü kıyafetti, o zaman bile. Daha nasıl olduğumu sormadan üzerimi incelemiş, bendeki garipliğin hemen farkına varmıştı.

Ama, Aileen'ın neredeyse ilk cırlayışıydı.

"Defterin nerede asıl? Neye yazacaksın harfleri?"

Hangi harfler? Hangi defter? Hangi kıyafetler?...

Suratım, muhtemelen her şeyi anlatıyor, şüpheye hiç yer bırakmıyordu. Yedi yaşında iki akıllı kızın olayları şıp diye çözebileceği kadar barizdi bazı şeyler. Benim hiçbir şeyim yoktu, bana bunları alacak biri de yoktu.

Marva, hiç düşünmeden hırkasını çıkardı.

"Bunu giy, yarın da yedek pantolonumu getiririm sana." O sırada Aileen çantasından bir defter bir de kalem çıkarıyordu. Onları bana uzatacağını sandım ve ne yapacağımı bilemedim. Onları alacak mıydım? Alabilir miydim ki? Almak ayıp mıydı, yoksa almamak mı ayıptı?

Annesi ve babası olmayan çocuklar, ayıbı nereden öğrenirdi?

Ancak, yanılmıştım.

Defteri ve kalemi kendisine alıp, çantayı bana uzattı.

"Ben kaybettim derim. Hemen yenisini alırlar." Gözlerim kocaman olmuş, hırka ve çantada takılı kalmıştı. Gri hırkayı giyeceğim için içimde filizlenen mutluluk akıl alır gibi değildi.

Daha az önce rengarenk olacağım için mutlu değil miydim? Ne diye bu gri hırkayı istiyordum ki şimdi?

Hele o çanta! Diğer kızların çantalarından bile güzeldi!

Işıklıydı bir kere. Metrelerce öteden görürdü herkes beni. Hem diğerleri gibi pembe değil, sarıydı. Sarıyı severdim.

Üstelik, aynı bluzumdaki gibi kalpler de vardı üstünde.

Önce mutluluktan havaya uçtum, sonra ise bir şeylerin yanlış olduğunu düşündüm. Yanlış mıydı, bunları almam? Yoksa doğrusu almak mıydı? Yanlışı, doğruyu, bana kim öğretecekti?

Bildiğim tek bir yanlış vardı, o da içki içmekti.

İçki içmek kötüydü, çok kötü.

"Bunları alamam ki. Anneniz sonra size kızar." Birbirlerine bir bakış attılar. Belli ki azar işitmek istemiyorlardı ama oldukça kararlılardı da. Marva hırkasını kollarımdan geçirip üzerime giydirdi. Hemen peşine Aileen çantayı açıp elimdeki poşeti içine koydu ve omzuma taktı. Bir koluma Aileen, bir koluma Marva girdi ve okula doğru yürümeye başladık.

Paylaşmayı, sevmeyi, sevilmeyi, düşmeyi, kalkmayı...

Hatta doğruyu yanlışı.

Kısaca, hayatı öğrendiğimde yedi yaşımdaydım.

Ve, içki içmek kötüydü, hem de çok kötü.

Şimdi kendimi yine okulun ilk günündeki o küçük Helena gibi hissediyordum. Bir yanım her şeyi baştan yaşayacağı için adeta kıvranırken diğer yanım onunla çetin bir kavgaya tutuşuyordu sürekli. Artık 7 yaşımda değildim ve artık yalnız değildim. Endişelenmeme gerek yoktu.

Kale topraklarında daireler çizerek saatler süren uzun bir yürüyüş yapmış, bitap düşmüştüm. Heyecanımın önüne geçmeye çalışan endişeyi de kendim gibi yorgun düşürüp yok etmeye çalışıyordum belki de. Topluluğa geri döndüğümde kalabalık büyük ölçüde dağılmıştı. Herkesin yatakhanelerine yerleştiğini varsayıyordum. Yarından itibaren herkes gerekli eşyaları toplamak için alışverişe gidecek, ailesi ile son günlerini geçirip vedalaşacak ve akademiye geri dönecekti.

Benim bu süre içerisinde yapmayı planladıklarım da çok farklı değildi. Eşyalarımı tamamlayacak ve ailemi görecektim.

Yani, arkadaşlarımı. Başka ailem yoktu nasılsa.

Buna iznim olduğunu varsayıyordum. Sonuçta onlara bir şey anlatmadığım sürece belli ki kimse kiminle ne konuştuğumu, kiminle görüştüğümü umursamayacaktı. Geçen sefer yaptığım gibi onlara Akademi hakkında her şeyi anlatırsam başım ne tür bir belaya girerdi bilmiyordum ama risk almak istemiyordum. İlk kez bir yere aittim. Daha doğrusu ait olmak için çırpınıyordum.

Uzun koridoru ararken soru sorabileceğim birini bulmayı umut ediyordum. Klaer'i görmek ve tıpkı onun gibi bir Tempersitar olduğumu söylemek istiyordum. Koridorda ilerledikçe gözüme boyu bir metreye yakın, cılız bedenler ilişti. Koridorun sonu karanlık olduğundan ne olduklarını seçemedim. Çocuk olamayacakları aşikardı. Benim yaşım zar zor yetiyordu buraya!

"Hey! Hey bakar mısınız!" Seslenmemle birlikte 4-5 canlı olduğu yerde durdu ve tahminimce yaklaşmamı bekledi. Hızlı adımlarla yanlarına gittikçe yüzleri seçilebilir bir hal almıştı. Kafaları bedenlerine göre geniş ve yusyuvarlaktı. Büyük yuvarlak gözleri, küçük ağız ve burunları vardı. Kafaları ve vücutları kıllıydı. İki bacaklı ayı yavruları gibiydiler.

"Sizler insan mısınız? Beni anlayabiliyor musunuz?" Kütüphanede olduğum süre boyunca yaratıklarla alakalı kitapları hiç kurcalamamanın eksilerini görüyor olmalıydım.

"Onlar konuşamaz, Jokey" Nereden çıktığını anlamadığım silüete çevirdim bakışlarımı. Konuşan Chris olmalıydı. Bana jokey demesine sinirlendiğimi göstererek homurdandım. Ama sonra, yine merak ağır bastı tabii.

"Çok garip. Onlar hakkında hiçbir şey duymadım daha önce. Üstelik beni anlamış gibi dur dediğimde durmuşlardı." Gülümsediğini hisseder gibi oldum. Şu karanlıktan biraz çıkıp çiçeklerin altına gelseydi de görseydim gülümsüyor mu gülümsemiyor mu! Gizemli gizemli hareketlere ne gerek vardı?

"Anlayamazlar demedim, konuşamazlar dedim. Kalistolar, kalenin hizmetkarları. İnferioraların altında hizmet ediyorlar." Demek Dorota ve Dorota gibilere yardım ediyorlardı. Buna üzülmeli miydim sevinmeli miydim bilmiyordum. Neden bize hizmet ediyorlardı ki? Dışarıda koca bir dünya, akıl almaz büyüklükte ormanlar vardı. İnsanlar onları göremiyordu, tüm dünya resmen bu canlıların ayaklarının altına serilmişti. Neden orada kendi gönüllerince yaşamak yerine burada İnferioralara yardım ediyorlardı?

"Neden bunu yapıyorlar ki? Neden ormanda yaşamıyorlar? Ya da her nerede yaşamak istiyorlarsa." İç sesimi duymuş gibi karanlığın içinden çıkıp tepemizdeki ışıklı çiçeklerin altına doğru geldi. Şimdi yüzünü net bir biçimde görebiliyordum. Biraz gergin gibiydi. Gerçi, sürekli gergin gibiydi o zaten.

"Neden hiçbir şey bilmiyorsun? Annen de, baban da bir elementer. Üstelik babanın kim olduğu da malum, hepimiz biliyoruz. Nasıl bu kadar bilgisiz olabilirsin?" Ona mağdur edebiyatı yapacak havamda değildim. Annemi hiç tanımamıştım, babamı ise hiç ayık görmemiştim. Ancak bunları onun ya da bir başkasının bilmesine gerek yoktu. Üstelik bir miktar sinirlenmiştim de. Benimle hiç konuşmayıp, ilk konuştuğunda beni azarlıyordu.

Densiz.

Umursamaz bir biçimde omuz silkip yürümeye başladım, ancak sonra aklıma Klaer geldi. Kolumdaki saate baktım, etrafta gezmenin yasak olmasına yaklaşık kırk dakika vardı. Onu görmem için yeterli olacağını düşündüm.

"Revir nerede biliyor musun?" Beni baştan aşağı süzdü. Bir yerimin yaralandığını düşünmüştü sanırım. Ancak ilgilenmiyor olacak ki hiçbir şey sormadı.

"Bir alt katta, koridorun sonundan aşağı inersen direkt revire ineceksin." Bir şey söylememi beklemeden yürümeye başladı. Sorularımdan sıkılmış olmalıydı. Bir yandan yürüyüp bir yandan kalistoları düşündüm. Bu tarz şeyleri öğrenebileceğim genel bir ders olmasını umuyordum. Bilgisizliğim git gide modumu düşürüyordu.

Koridorun sonundaki taş merdivenleri döne döne indim ve gerçekten de direkt sağlı sollu yatakların bulunduğu hastane ya da revir artık ne denirse, oranın içerisinde buldum kendimi. Basık tavanlı, taş duvarlardan oluşan, oldukça soluk renklere bezenmiş bir ortamdı. İnsanların hastanesini andırıyordu gerçekten de. Gelmek istemeyeceğiniz türden bir yerdi. Hayal gücümün sınırlarını zorlayan bir Akademide bile reviri böyle iç karartıcı yapmayı nasıl başarmışlardı?

Boş yatakları bir bir geçerek Klaer'i aramaya başladım. Bir yandan da gözüm kolumdaki saatteydi. İlk günden kuralları çiğnemek gibi bir niyetim yoktu, kuralları hiçbir zaman çiğnemek gibi bir niyetim yoktu.

"Klaer!" Heyecanla bağırdığımın farkına vararak sessizce homurdandım kendi kendime. Burası bir hastaneydi neticede.

Ve, neyse ki sadece Klaer yatıyordu.

Yatağında huzurla dinlenen Klaer gözünü korkuyla açtı bir anda.

"Üzgünüm." Mahcup mahcup eline uzandım. Elleri biraz soğuk gibiydi. Vücudunu hızlıca bir taradım. Herhangi bir yara bere göremeyince tuttuğumu fark etmediğim nefesimi bıraktım usulca. Belki sadece hastaydı.

Belki de ben artık kendimi böylesine kandırmayı acilen bırakmalıydım.

Acilen.

"Demek Tulpar ha? Belliydi senin başının altından bir şeylerin çıkacağı." Gülümsedim. Hayatımı kolaylaştıracak bir şey beklemek benim aptallığım olurdu zaten. Böyle düşünür düşünmez içime dolan hüznün kaynağının Pegasus olduğunu düşündüm.

Özür dilerim Pegasus, öyle demek istemedim, biliyorsun.

Hüzün yerini yavaşça tepkisizliğe bırakırken Klaer'in yanına oturdum. Az önce göremediğim yaraları ve morlukları şimdi kollarında görebiliyordum rahatlıkla. Örtüyü üstünden hafifçe sıyırdım, nereye kadar bu yaraların devam ettiğini görmek istemiştim ancak istemsizce üstünü tekrar örttü. Bunu yaparken suratını buruşturmuştu.

Belli ki acı içerisindeydi.

"Gelişmelerden konuşmak için bolca vaktimiz olacak. Tulpar'dan, ya da diğer her şeyden. Bu gidişle edinebildiğim tek arkadaşlarım sen ve Fernando olacaksınız. O yüzden emin ol başının etini daha çok yiyeceğim. Ama öncelikle, sana gelelim. Sana ne oldu böyle?" Bu soruya cevap verme ihtimali yok gibi bir şeydi ama ben yine de soracaktım. Hem onu merak ettiğimi bilmesini istiyordum, hem de bir umut öğrenmek istiyordum.

Umut elementerin ekmeğidir.

"Üzgünüm Helena... İnan bana tüm bu kurallardan nefret ediyorum ama gerçekten söyleyemem. Ama bir şeyim yok, çok kısa bir süre sonra görevime geri döneceğim. Kumay çok hızlı çalışıyor." Kumay?

"O da mı yaralandı?" başını olumsuz anlamda salladı.

"Beni iyileştirmeye çalışıyor. Neyse ki o yaralanmadı. Ben yalnızdım." Daha fazlasını söyleyemeyeceğini düşünerek onu daha fazla zorlamadım. En azından iyileşmesi için çabalayan bir bekçisi vardı.

Bekçilerin bir elementerin hayatındaki yerini henüz anlamaya başlamıştım ama belli ki daha yolun çok başındaydım.

O sırada aklıma yeni bir soru gelmişti. Ah bu bilgisizliğim!

"Yanlış anlamazsan... bir şey soracaktım. Ona bir şey olursa ne olur? Yani bekçine."

"Bir daha başka bir bekçi ile bağlanabileceğimi sanmıyorum. Böyle bir çok elementer var. Bekçisini kaybetmiş olan. Bekçinin senin için ne demek olduğunu derslerinde ilerledikçe daha iyi kavrayacaksın. Ve onu kaybetmemek için de elinden geleni yapacaksın." Derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti. "Bekçisini kaybettikten sonra yenisi ile bağlanan elementerleri kesinlikle yadırgamıyorum. Ama ben, bunu yapamazmışım gibi geliyor. Bir Kelpie olmasını ister miyim onu da bilmiyorum." Omuz silkip yüzünü buruşturdu. "Bekçi elementer ilişkisi tam olarak eşit bir biçimde çalışmıyor. Eğer bana bir şey olursa, bekçim de benimle beraber ölür." Bu bilgi içimi sızlatmıştı. Zavallı bekçiler! Omuzlarındaki yük belli ki çok fazlaydı. Pegasus'a sarılma isteğiyle dolup taşmıştım bir anda. Mesafeli bir ilişkimiz vardı – çünkü ondan korkuyordum!- ama yine de o benim bekçimdi işte.

"Geri dönmen gerek. Kurallar oldukça katıdır, disiplin cezası almak istemezsin." Başımı hızla yukarı aşağı sallayıp yataktan kalktım.

"Ne kadar daha burada olacaksın? Ona göre tekrar geleceğim." Klaer gülümsedi, doğrulduğu yatakta biraz aşağı doğru kaymıştı şimdi. Belli ki uyumak, dinlenmek istiyordu.

"Yarın sabah çıkıyorum. Fazla bile kaldım inan bana." Klaer, bende hayranlık uyandırıyordu. Onun kadar görev odaklı ve başarılı bir elementer olmayı çok isterdim. Başımı sallayıp arkamı döndüm.

Ancak kısa sürdü, çünkü nerede uyuyacağım hakkında da en ufak bir fikrim yoktu.

Şaşırtıcı, değil mi?

"Şey... Son olarak bir de nerede uyumam gerektiğini söylersen söz uzunca bir süre susacağım!" Bir kahkaha attı ve başını yavaşça yana eğip sahte bir sinirle baktı yüzüme.

Gideyim de kendimi kalenin tepesinden aşağı atayım en iyisi.

"3.katta. Merdivenlerden çıkınca sol taraf kızların, sağ taraf ise erkeklerin. Yatakhaneye gittikten sonra da bir şekilde odanı bulursun artık."

Odam... bu iyi hissettirmişti. Odada yalnız mı olacaktım yoksa birileriyle mi kalacaktım bilmiyordum ama en azından bir odam olacaktı!

Ona teşekkür edip hızla merdivenleri tırmandım ve sola döndüm. Taş merdivenlerin bitiminde kalede gördüğüm heybetli kapıların yanında oldukça sönük ve küçük kalan bir kapı vardı. Zaten yerin altında olduğumuzdan bu zamana kadar gördüğüm katlar yeterince alçak ve basıktı, henüz yüksek tavanlı bir kat görmemiştim. Neden yerin altında olduğumuz ise başka bir soruydu tabii!

Kara Çağ.

Bunu unutmamıştım. Mutlaka okuyacaktım.

Bütün aydınlatma koridorlar ve odalardaki ışıklı bitkilerle sağlanıyordu. Ancak burası oldukça loştu. Saat on'a doğru bütün ışıklı bitkiler sönüyordu belki de. Ya da artık her neyse. Bilmediğim bir ayrıntı daha.

Kapıyı bir sarmaşık gibi saran ışıklı bitki kapıyı aralamak için dokunmamla birlikte hafif hafif ışık saçmaya başladı. Normal dünyadaki sensörlü lambaların yerini dolduruyorlardı anlaşılan. Kapıyı iterek içeri girdim ve karanlık koridorda ilerlemeye başladım. Sağlı sollu bir sürü kapı vardı. Her biri bir odanın kapısı diye düşünerek kapıların üzerlerinde veya yanlarında isimler aramaya başladım. Bir şekilde odamı bulmalıydım. Kapıların üstlerindeki ışıklı bitkilere hafifçe dokunarak ışıldamalarını sağladım ve isimleri görmeye çalıştım. Her bir kapıda üçer isim vardı. İki taraftaki kapılara da teker teker bakarak bir süre ilerledim ve soldaki onuncu kapıda kendi ismimi gördüm.

Diğer iki isim ise İrina Waldorf ve Dianne Derrick'di. Bu isimleri seçilme töreninde duymamıştım. Gerçi birçok kişinin seçilmesini izleyememiştim. Kapıyı usulca, onları rahatsız etmemeye çalışarak açmak için yavaşça kulpu kavramamla birlikte kapıdaki ışıklı çiçekler çığlık atmaya başladı.

"Hey! Ne yapıyorsunuz sessiz olsanıza! Size dokunmadım bile!" Ancak çabalarım sonuç vermedi ve çiçekler sanki her birini paramparça ediyormuşumcasına çığlık atmaya devam ettiler. Koridordaki kapılar birer birer açılmaya, içerlerinden de birer birer sinirli yüzler çıkmaya başladı. Hepsinden özür diliyor, bir yandan da çiçekleri nasıl susturacağımı soruyordum.

Panik oldukça daha da saçmalıyor, saçmaladıkça panik oluyordum.

"Parola aptal!" Girmeye çalıştığım odanın kapısının ardından sinirli bir ses yükseldi ve sonra bir şeyler mırıldandı. Kapıdaki aptal çiçekler sustu ve kapı ardına kadar açıldı.

"Çok özür dilerim! Bir daha olmayacak, üzgünüm!" Birçok küfür eşliğinde kapılar bir bir kapandı, ben de kafamı kendi kapıma doğru çevirdim. İçeride iki çift sinirli göz beni bekliyordu.

"Hiçbir şey yapmadım, bir anda çığlık atmaya başladılar!" diye savundum kendimi ama ifadelerinde değişen bir şey olmadı.

"Kapıyı bu şekilde açamazsın. Parolayı söylemen gerek. Kimsenin bir başkasının odasına girmediğinden emin olmak için profesörler tarafından yapılan bir çeşit sochru." Usul usul başımı salladım. Parolayı da bilmiyordum zaten.

Sochruyu da bilmiyordum. Bu bitkilerin çığlık atacağını da bilmiyordum.

Lanet bitkiler. Ne yaptım size? Hiçbir şey!

Hala kapıda dikildiğimi fark eden uzun boylu kız boğazını hafifçe temizledi.

"Cingöz, parola cingöz."

"Cingöz mü? Kim koymuş bu saçma parolayı?" Siniri yatışmış gözlerin tekrar alev almasından, bu ikilinin ortak kararı olduğu söylenebilirdi.

Yer yarılsın da içine gireyim.

"Biz bulduk. Fikrini almak için seni de bekledik aslında ama... Ortalarda görünmüyordun. Bu yüzden bizim koyduğumuz 'saçma' parolaya uymak zorundasın, üzgünüm." Başımı usul usul salladım. Haklılardı, itiraz edemezdim. Üstelik utançtan kızarmış, sağı solu inceleyip kaçacak delik aramaya başlamıştım bile.

"Bayan Dagora'nın yanındaydım, parola konacağını bilmiyordum. Üzgünüm." Nihayet odaya doğru adımladığımda dikkatimi odaya vermek için büyük bir heyecan kaplamıştı içimi ama gözleri üzerimde, kaşları ise çatıktı. İçeri ilerlerken göz ucuyla onları süzmeyi bırakamadım bu yüzden. Birbirlerine bakıyorlardı.

Acaba odada mı tanışmışlardı yoksa önceden mi tanışıyorlardı?

Helena Lincoln ile aynı odada kalmak hakkında ne düşünüyorlardı? Beni uykumda boğmaya çalışacaklar mıydı? Yoksa isyanı destekliyorlar mıydı?

Sus artık sus!

"Bayan Dagora'nın yanında mıydın? Nasıl gittin ki oraya? Bu mümkün değil." Bir Lincoln olmayı dene ve gör bakalım oraya gitmek mümkün mü yoksa değil mi, demek isteyen gergin Helena'yı dizginlemek için derin bir nefes aldım. Yeterince huzursuzluğa yol açmıştım. Daha iki saniye önce kaçacak delik arıyordum. Bir anda üste çıkacak değildim.

"Beni kendi çağırdı. O yüzden gidebildim herhalde." Gülümsemeye çalıştım ancak emindim ki suratımda ürkütücü ve aptal bir ifade vardı. Gerçekten gerginsem, asla gülümseyemez, asla rol yapamazdım.

Bir eksi puan daha.

Akademiye gelip elementerlik öğrenmeden önce rol nasıl yapılır, yalan nasıl söylenir gibi şeyler öğrenseydim böyle olmazdı.

Gözlerindeki merak iyice artan bu ikili sırayla bana sorular soruyorlardı. Doğru düzgün inceleme fırsatı bulamadığım oda arkadaşlarım belli ki oldukça meraklı insanlardı. Başka bir şey sormalarına fırsat vermeden siyah saçlı kahve gözlü ve kısa boylu olana döndüm. İlk kez düzgünce onları süzme fırsatı bulmuştum nihayet.

"Hanginiz İrina ve hanginiz Dianne? Tanışma fırsatı bulamadık. Ben Helena." Kısa boylu olan homurdanarak cevapladı beni.

"Biliyoruz. Lincoln olan. Herkes biliyor. Ben İrina ve bu da Dianne." Daha uzun boylu ve ela gözlü olanı göstererek sorumu yanıtladı. Dianne de İrina da siyah saçlara ve sevimli yüzlere sahiplerdi. Ancak şu "Lincoln" meselesi burada da canımı sıkacak gibiydi.

Zaten ne bekliyordum ki?

"Bu sizler için bir sorun mu? Lincoln olmam." Beklediğim cevap, kesinlikle aldığım cevap değildi.

"Elbette sorun. Lincoln diyoruz. Geçtiğimiz yüzyılda isyan yapmaya cesaret eden tek adamın kızısın!" İrina'dan aldığım tepki sonucu gözlerimi devirip boş bırakılan yatağa doğru ilerlemeye başladım. Diğer iki yatağın üzerindeki örtü çoktan bozulmuştu.

Kendi soyadımdan nefret ederken, kimseye karşı savunacak gücüm ya da istediğim yoktu.

Ne diyecektim ki? Tom Lincoln'ün kızıyım ama onun kim olduğunu bilmiyorum, onu hiç tanımıyorum mu?

Birilerinin bana güvenmesi için içimi açmam tek yoldu ve ben, kimseye içimi açmak istemiyordum. Buraya normal bir genç gibi eğitim almaya, arkadaş edinmeye gelmiştim. Kendimi kanıtlamakya, aile meselelerimi masaya yatırmaya ya da ağlayıp sızlanmaya değil. Biriyle böyle bir noktaya gelmem belki de asırlar alırdı. Herkese çok kolay güvenir, ama kimseye gerçek anlamda açılmazdım.

Böyle cins bir insandım işte.

Ben Aileen ve Marva'ya bile doğru düzgün açılmamıştım ki. Sadece, onlar kendimi bildim bileli hayatımdalardı ve her şeye şahit oluyorlardı zaten. Ben anlattığımdan değildi.

"Sen ona bakma. Bunu zaman gösterecek Helena. Senin için nötrüm, bir problemim yok." Dianne'in düşünceleri bir miktar içimdeki kasveti süpürürken onlara döndüm tekrar. Zar zor gülümsemeye çalıştım. Yorgunluğum iki kilometre öteden anlaşılıyordu, bundan emindim. Üzerimde yaşlı bir insanın huysuzluğu ve yorgunluğu vardı.

Gülümsememi biraz daha büyütmeyi denedim. Daha ilk dakikadan itici davranmamak için kendimi oldukça zorluyordum aslında.

Odaya göz gezdirme fırsatı bulduğumda gözüm her iki yatak arasında bulunan pencereye ilişti.

"Pencere ne için? Burada neden pencere olur ki, yerin altında?" İkisi de kıkırdadı ama soruma cevap veren Dianne oldu.

"O kirlilerimiz için. En alt katta çamaşırhane var. Öğrenmen gereken çok şey var! Parolalar, kat düzeni ve şey TULPAR!" Üzerine basa basa, heceleyerek tulpar deyişi, yeterince korkmuyormuşum gibi daha da ürkmeme sebep oldu. Ben bütün bilgisizliğimle bile nasıl bir kargaşanın içerisine düştüğümü az çok algılayabilmiştim, ama bilen biri için durum çok daha korkutucu olmalıydı.

Tulparı duyan herkes, bana hayatım bitmiş gibi davranıyordu. Ben ne mi yapıyordum?

Pencereye doğru ilerleyip aşağıya, çamaşırhaneye bakıyordum. Ne yapacaktım, çözümü hakkında hiçbir fikrimin olmadığı bir sorun için kendimi daha ne kadar hırpalayacaktım?

Çamaşırhaneye bakacak, parolaları öğrenecek ve ders çalışacaktım.

Tahmin ettiğim gibi, pencereden bakıldığında hiçbir şey görünmüyordu. Kapkaranlıktı. Dediklerine inanıp çamaşırlarımı oradan bırakmaktan başka seçeneğim yoktu. Zaten var olan bir iki parça eşyamı kalenin misafirhanesindeki sırt çantamda bırakmıştım. Yarın ilk iş onu almam gerekiyordu.

Odayı incelemeye devam ettim.

Duvarları ve tavanı saran ışıklı bitkiler ilk dikkatimi çekenlerdi. Ve belli ki aynı zamanda çığlık da atabilen salak bitkiler!

Oda genişti, daha doğrusu açık renk, bej tonlarındaki duvar boyası onu olduğundan geniş gösteriyordu. Aralıklarla üç yatak duvara yaslanmıştı. Her iki yatak arasında bir pencere vardı. Odanın duvarları da zemini de taş gibi görünüyordu. Oldukça serindi. Kışın donmamayı umdum.

Yatakların ayak uçlarına doğru birer masa ve sandalye vardı. Bir de kapıya yakın sol duvarda yan yana sıralanmış üç adet iki kapaklı dolap. Odada başka eşya bulunmuyordu. Kapının sağ tarafında bir kapı daha vardı. Tuvalet ya da banyoya açıldığını umuyordum.

"Duş?" Beni yine Dianne cevapladı. İrina ile en yakın arkadaşlar olamayacağımız yavaştan belli oluyordu sanki.

"Duşlar ortak. Koridorun sonunda. Orası tuvalet." Usulca başımı sallayıp boş yatağa oturdum. Oda arkadaşı nedir, onlarla nasıl anlaşılır henüz bilmiyordum. Teknik olarak, 18 yıldır yalnız yaşıyorum denebilirdi.

"Kurallarınız var mı? Yapılmasından hoşlanmadığınız şeyler?" Dianne ve İrina da kendi yataklarına oturdular ve düşünmeye başladılar. Ben en soldaydım ve bir yanımda Dianne vardı. En sağda da İrina'nın yatağı vardı.

"Ben yüksek sesten pek hoşlanmam." İrina ilk konuşan olmuştu. Dianne ve ben de başımızla onu onayladık. Kimse hoşlanmazdı.

"Benim aklıma gelen bir şey yok." Dianne daha sessiz biri gibiydi. Onu da başımla onayladım ve yatağıma uzandım. Beynim saatlerdir bu anı bekliyormuş gibi kaosun kucağına düşmeye hazırdı ama İrina'nın sesi beni ortama geri döndürdü.

"Tulparların gerçekten var olduğuna kimse inanmıyordu, bugüne kadar. Nasıl bir duygu?" soruyu bir süre düşündüm. Tam olarak neyi sorduğundan emin olamamıştım ama yine de dürüst olup içimi döktüm. Belki bana da iyi gelirdi.

"Açıkçası... Korkunç. Korkuyorum. Hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Ne yapacağımı da bilmiyorum. Niye bana geldi, onu da bilmiyorum." Pegasustan yayılan üzüntü beni de üzdü.

Sen de her şeye kırılıyorsun ama! Yalan mı? Pişmanlık gibi bir şey değil bu. Korku! Sen kendini hiç gördün mü? Aynada falan? Senden korkmayacak tek bir canlı olduğunu sanmıyorum dünyada...

Hislerimi bir yandan Pegasus'a döküyor, bir yandan da kendime döküyordum aslında. Seçilme töreninden beri dürüstçe kendime hiç itiraf etmediğim bir şeydi bu.

Korku.

Pegasus'tan deli gibi korkuyordum aslında.

Bana zarar verecek diye değil, onu koruyamayacağım diye.

Onu benden alacaklar diye.

Ona layık olamayacağım diye.

Onu yarı yolda bırakacağım diye.

Onu, bana geldiğine pişman edeceğim diye...

Belki de onunla daha sık konuşmalıydım. İçime dolan sıcacık hissin başka kaynağı olamazdı çünkü. Ben korkularımı bir bir ortaya döktükçe, O sıcacık bir çikolata misali damarlarımda akıyordu.

"Yalnızlık çekiyor, değil mi?" Dianne yatağında kıpırdanırken konuşmuştu. Bu düşünce karşısında ise afallayıp kalmıştım. Böyle bir şeyi hiç düşünmemiştim daha önce. Hoş, bekçilerin dili nedir, diğer bekçilerle sohbet edebiliyor mu gibi şeyleri düşünmüştüm ama... Devamını akıl edememiştim işte.

Eğer tüm bekçiler aynı dili konuşmuyorsa, Pegasus bu koca dünyada yalnızdı. Yapayalnız.

İşte şimdi geçmiş korkularımın tümü gölgede kalmıştı. Çok daha büyük bir korkum vardı artık. Yatakta doğrulup oturdum.

"Bilmiyorum..." dedim endişe dolu bir sesle.

Yalnız mısın Pegasus?

"Bence çekiyordur. Bekçiler kendi aralarında konuşabilir. Ancak Septi Ferarum'da başka bir Tulpar yok. Hatta herhangi bir yerde başka bir Tulpar olduğunu sanmam. O kimle konuşacak ki?" İçimi dolduran hüzün bana aitti. Pegasus için çok üzülmüştüm. Onun böyle bir durum içerisinde olduğunu bilmeyen bir elementeri olduğu için daha da çok üzülmüştüm. Ben gerçekten de onu hak etmiyordum belli ki. Ve ne yazık ki benden başka konuşabileceği, hislerini aktarabileceği kimse yoktu.

Ben buradayım Pegasus... Her zaman.

Pegasus'un rahatlayıp uyku moduna geçtiğini hissettim ve sohbeti daha fazla uzatmak istemedim. Öğrendiklerim hoşuma gitmiyordu belli ki.

Rahat rahat uyusun istiyordum. Çünkü ben rahat edemeyecektim buna emindim. Sabaha kadar, hatta belki günlerce kendimi yiyip bitirecektim. Pegasus'u daha fazla düşünmeye başlamam gerekiyordu.

O hep içimdeydi, onu her saniye hissediyordum ve ne o ne de ben asla yalnız olmayacaktık bundan sonra, bir an için bile. Ama insan bazen kalabalıkta da yalnız olurdu. Onun asla böyle hissetmediğinden emin olmam gerekiyordu.

Dianne'in son cümlelerini cevapsız bırakıp kendimi yatağa iyice gömdüm. Uyumak için üstün bir çaba sarf edip bir şekilde uyuyakalmak zorundaydım.

Yarın alışveriş için akademiden ayrılacaktım. Uzun bir gün olacaktı.

***

Akademinin yer üstü topraklarına benzeyen uçsuz bucaksız bir araziydi burası. Yakınlarda ağaç yoktu, güneş ise tam tepedeydi. Kurak bir arazide, önümde hiçbir hedef olmadan ilerliyordum. Yerdeki koyu kahverengi toprağa ve kısa biçimli çimenlere benek benek kırmızılık karışmaya başlamıştı. Başımı gökyüzüne çevirip kırmızı damlaların nerden geldiğini görmeye çalıştım. Gökyüzünden gelen hiçbir şey yoktu. Gözüm kollarıma ve ellerime ilişti. Ellerim, kollarım kan içerisindeydi. Dehşet içerisinde kanın kaynağını aradım ancak hiçbir yerim acımıyordu, bir başkasının kanı olmalıydı. Etrafa hızlıca bakıp yardıma ihtiyacı olan birini aradım, benden başka kimse yoktu bu arazide. Her şey git gide daha da saçma bir hal alırken ellerimdeki ve kollarımdaki kan, küçük güller oluşturdu. Ovarak güllerden kurtulmaya çalıştıkça bir dövme gibi derimin altına daha da işlendi. Çıkarmaya çalıştıkça canım daha çok acıdı ve ben de çabalamayı bıraktım.

Gözlerimi açtığımda yeni odamda, yeni yatağımda, güvendeydim. Derin derin nefesler alıp gördüğüm saçma rüyaya lanet ettim. Ben rüyalarımda hep fantastik ve eğlenceli şeyler görürdüm. Son dönemde yaşadığım stres beni etkilemiş olmalıydı. Bilinçaltım hala kötü takipçimin etkisinden kurtulamamıştı belli ki. Güllerden tiksinecek noktaya gelmiştim artık.

Yavaşça yatağımdan kalkıp kolumdaki saate baktım. Oldukça erkendi ancak geri uyuyamayacağıma da emindim. Birkaç saate tüm öğrenciler uyanacak, herkes yemek salonunda birlikte kahvaltı yapacak ve akademiden ayrı son bir haftasını geçirmek üzere buradan ayrılacaktı. Bu birkaç saat içerisinde kale misafirhanesinde unuttuğum sırt çantamı almalı, duş almalı ve arkadaşlarımla birlikte buradan ayrılmalıydım.

Odadan çıkarken de parolayı söylemeli miydim? Kahretsin. Yine aynı şeyi yaşamak istemiyordum.

Aptal kapının önüne gelip durdum. Sessizce fısıldıyordum.

"Cingöz." Kapı dışarı doğru ardına kadar açıldı ve ben verdiğim doğru karara şükrettim. Sabahın 5 inde bu salak kapı dün gece olduğu gibi çığlıklar atsaydı, bu kez kesinlikle Tempersitar kızları tarafından parçalanırdım.

Merdivenlere yöneldiğim sırada tanıdık bir yüz gördüm. Erkeklerin olduğu taraftan da Chris merdivenlere yönelmişti. Belli ki o da erkenciydi. Başını kaldırarak bana doğru baktı ama herhangi bir şey söylemedi. İçimde bir konuşma isteği vardı. Bir şeyler söyleyip sohbet etmeye çalışıyordum. Evet normal hayatımda da yalnız biriydim ancak burada yaşadığım yalnızlıktan öte, stresti aynı zamanda. Bir yere tamamen yabancı olmanın stresi.

Diğer öğrenciler de akademiye daha önce gelmemişlerdi ama en azından bunun içerisinde büyümüşlerdi ve birçok temel şeyi biliyorlardı. Durum benim için farklıydı. Ben bundan birkaç ay öncesine kadar markette çalışan bir kızdım. Ne böyle bir dünyadan haberim vardı ne de buraya ait herhangi bir şeyden.

Ben merdivenleri birer birer inerken o da arkamdan iniyordu.

"Nereye gidiyorsun?" Bir an sorduğum soruya lanet ettim. Bu soruyu Cam ya da William'a kolaylıkla sorabilirdim ancak Chris öyle değildi. Ondan çok hoşlanmıyordum, o da benden hoşlanmıyordu.

"Bir sorun mu var?" bir yandan merdivenleri inmeye devam ediyorduk, bir yandan da ben utancımdan içine girecek bir delik arıyordum.

Keşke bir köstebek olsaydım da deliklerde yaşasaydım. O zaman her şey daha kolay olurdu.

"Hayır. Öylesine sordum." Yüzünü, arkamda kaldığı için göremiyordum. O da benimkini göremiyordu neyse ki.

"Yürüyüşe gidiyorum. Uyuyamadım. Saçma bir rüya gördüm." Hızla kafamı arkaya çevirdim ve saniyeler içerisinde buna pişman oldum. Dünyada saçma rüyalar gören milyarlarca insan vardı. Üstelik, beni azarlamadan benimle üç kelimeyi aşan bir cümle kurmasına da daha sonra şaşıracaktım.

"Ben de öyle. Herhalde bana rüyanı anlatmazsın?" belirli belirsiz gülümsediğine emindim.

Ah keşke hep saçma sapan bir ışık açısında kalmasaydı da yüzünü görüp suratı ne şekle giriyor anlayabilseydim!

"Anlatmam." Başımı usul usul salladım ve merdivenleri inmeye devam ettik. Üç kat merdiven inişi sonunda giriş kata ulaşabilmiştik. Geçidin altına gelip borunun ağzına geçtim ve saniyeler içerisinde yukarıya fırladım. Chris ise çoktan oradaydı.

"Bu nasıl oldu? Nasıl benden önce çıkabildin?" bu kez gülümsemesi gözle görülebiliyordu.

"Elementerlerin sürekli bu borudan fırlayarak seyahat ettiğini düşünmüyorsun herhalde? Bayan Talose'u düşünsene? O gri, uçuş uçuş elbisesiyle buradan fırlarken?" Bir anda kahkaha attım. Haklıydı. Başka bir yolu olduğunu ben de düşünmüştüm elbette ama bunu daha sonra öğreneceğimizi varsaymıştım! Oysa ki Chris çoktan biliyordu. Bayan Talose'un buradan fırladığı düşüncesi onu da gülümsetmişti.

"Herhalde bana öğretmezsin?" dedim bu kez de. Gülümsemesi genişlerken başını yana eğdi.

"Belki kendi kendine karar vermek yerine bana sorarsan, daha kolay iletişim kurabiliriz." Chris'le daha kolay iletişim kurmak mı? Eh, bir deneyebilirdim.

"Bana öğretir misin?" gülümseme tüm yüzüne yayılırken söylediği kelimeler, ortadan kaybolmasıyla havaya karıştı.

"Hayır." yine yapmıştı. Üstelik bir sochru bile kullanmadan... Ya da belki kullanıyordu ama ben anlayamayacak kadar cahildim henüz. Nasıl ortadan kaybolduğunu bir şekilde öğrenmem gerekiyordu. Belki William'a sorardım. Ya da Cam'e.

"Sinir bozucu şey. Kendi kendime karar vermeyip ona sorarsam belki söylermişmiş. Söylemezsen söyleme. Elbet bir gün öğrenirim. Herkes bir şekilde öğrenmiş. Bir ben kalacak değilim! Ben de öğrenirim bir şekilde!" Söylene söylene o yolu kaleye kadar yürüdüm ve misafirhaneden sırt çantamı almak üzere merdivenleri tırmanmaya başladım.

Bir anda ordu gibi onlarca Kalisto koşarak önümden geçti. Nereye gittiklerini merak etmiştim. Bu küçük sevimli canlılara üzülüyordum. Para diye bir şeyin olmadığı bu dünyada, ne karşılığı çalışıyor olabilirlerdi? Yiyecek? Onu doğadan da bulurlardı. Kıyafet? Üstlerindeki paçavralara kıyafet demeye bin şahit isterdi. Üstelik kıyafete para bile ödemedikleri halde! Düşündükçe işin içinden çıkamadım ve merdivenleri tırmanmaya devam ettim.

Sırt çantamı oradan alıp topluluğuma geri dönmem bir asır sürmüştü. Yatakhane koridorunun sonundaki kapının duşlara açıldığı, içeriden gelen hafif buhar ve güzel kokulardan belliydi. Ancak kapıdaki çiçekler beni korkutmuştu. Ya buranın da bir parolası varsa?

Kapı aniden yüzüme doğru açıldı.

"Ne yapıyorsun burada? Dün gece ortalığı ayağa kaldıran da sendin değil mi? Kapılarla derdin ne?" bir yandan ona sinir olmuştum, bir yandan da sorun çıkarmak istemiyordum. Duş kapısının önünde garip bir şekilde dikiliyor olmasaydım ona çemkirirdim belki ama şu an yeri ve zamanı değildi... Belli ki benden büyüktü üstelik ve haksız da sayılmazdı.

"Akademiye yabancıyım. Açılmayan kapılar, çığlık atan çiçekler... Buranın da bir parolası varsa ve çiçekler yine çığlık atarsa diye, durumu anlamaya çalışıyordum." Kaşlarını çatarak yüzüme baktı.

"Dün dağıtılan kağıdı da mı incelemedin? Duş parolası orada yazıyor. Bu parola biz okula gelmeden önce profesörler tarafından belirlenir ve bize dağıtılan kağıtlara yazılır." Hışımla bornozunu çekiştirip yanımdan geçip gitmişti ki ayak sesleri kesildi. Sonra koridordan bana seslendiğini duydum. Ona doğru döndüğümde yüzündeki ve ela gözlerindeki sert ifade yumuşamıştı.

"Bak akademiye yabancı büyüyen sadece sen değilsin. Tek yapman gereken, diğerlerinden daha çok çabalamak. Daha çok okumak. Gözünü açmak ve bir şeylerin farkına erken varmaya çalışmak. Üzerindeki bu uyuşukluğu at ve işe koyul. Bir ömürde okuyamayacağın kadar çok kitap var kütüphanede!" haklıydı. Yine. Bu şekilde mızmızlanarak ancak kendimi sürekli küçük düşürürdüm. Buraya yabancı büyümem, hiçbir şeyden haberimin olmaması elbette geçerli bir sebepti ama bir bahane olamazdı. Ağzımda boğuk bir teşekkür mırıldanıp başımı salladım ve açık kapıdan içeri girdim. Ah... Parolayı bana söylememişti ki!

Hızla girdiğim kapıdan kapanmasına fırsat vermeden çıktım ve odaya döndüm. O lanet kağıdı bulup banyonun parolasına baktım ve kağıdı da yanıma almayı ihmal etmedim. Hollypad'de yapacağım alışveriş için de bu kağıda ihtiyacım vardı.

Ortak kullanım alanı olan banyonun giriş parolası "girilir, girilmez"di.

Ne kadar da yaratıcı parolalar değil mi? Evet, ben de bayılmıştım.

Sıcak bir duş alıp kaslarımı (olmayan kaslarımı) rahatlattım ve önümde beni bekleyen hayat için kafamı toparlayıp birkaç plan yaptım.

Göze batmayacaktım, aklımı başıma toplayıp mızmızlanmayı kesecektim ve derslerime herkesten çok çalışacaktım! Ha bir de, Pegasusla baş etmenin bir yolunu bulacaktım.

 

KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.

KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR

Instagram: byk.literatur

Tiktok: buseninkurgulari

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

İnstagram : aykusagi.serisi

Bölüm : 17.08.2025 21:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...