

🔮
Heyecan...
Benim için oldukça yabancı bir duyguydu.
İçimde onlarca duygu barınmıştı bu zamana kadar, üst üste. Ancak heyecana yer yoktu. Duygu kotam öyle sıkışık, öyle dardı ki, biraz korku biraz keder birkaç mutlu anı dolduruyordu bütün kumbaramı.
Şimdi heyecanı bir yerlere sıkıştırmak için, ya kumbarayı biraz boşaltmalıydım ya da daha büyük bir kumbara almalıydım. Ben de her zamanki gibi kolay olanı seçtim ve hüzünlerimi bir bir harcayıp, heyecana yer açtım. Yeni yeni tatmaya başladığım bu duygu için, daha çok yerim vardı artık.
Annemin acısı, babamın ihaneti, evimden uzak kalmanın verdiği özlem, kimsesizlik... bütün bunlar gece yatağıma yattığımda tavanda beni bekliyordu zaten. Ben bunları ne kadar harcasam da, dönüp dolaşıp yine cüzdanımda buluyordum onları. O yüzden, korkusuzca harcayacak noktaya gelmiştim artık. Geri geleceğini bildiğim bir şeyi kafamdan atmakta o kadar da zorlanmıyordum. En azından bir süreliğine...
Annemin babam tarafından öldürülmesi, babamın bir hain oluşu ya da benim doğduğumdan beri tek başıma mücadele etmeye çalışmış olmam canımı eskisi kadar yakmıyordu. Gece üzülürdüm nasılsa, gece ağlardım.
Şimdi, biraz heyecanlanma vaktiydi.
Septi Ferarumda bir karmaşa hakimdi. Koca alan öğrenci kaynıyordu. Üstelik bu, kargaşanın önlenmesi için gruplanmış halimizdi! Önce birinci sınıflar bekçilerini alacaktı, daha sonra sırayla ikiler, üçler ve dörtler.
Etrafta birkaç tanıdık yüz vardı, seçilme töreninden hatırladığım bazı yüzler. Emile ise tam dibimizde, William ve Chris ile sohbet ediyordu. Üstelik, Cam ile de tanıştırmışlardı ve sohbete dahil olmayan tek kişi bendim. Septi Ferarumun ortalarında, üzerimde ince beyaz bir sıfır kollu crop ve bol paça kotumla dikiliyordum. Ne hakkında konuştuklarını duyabilmek için birkaç adım geri gidip onlara biraz daha yaklaştım.
"Malzemelerimiz hakkında konuşmamız yasak, kapa çeneni salak!" Emile elini Cam'in ağzına kapatıp gülerek onu susturdu. Neydi bu yakınlık böyle? Daha üç dakika önce tanışmışlardı! Cam de gülümsüyordu ancak göz ucuyla dönüp bana baktığını gördüm. Acaba bu, kurtar beni mi demekti? Ya da benim de sohbete dahil olmamı mı istiyordu?
"Bu dünyada telefon var mı? Ya da benzeri bir şey. Hollypad'e gittiğimizde nasıl haberleşeceğiz?" Emile'in gözlerini devirdiğine yemin edebilirdim ama kimse görmemişti. Sanki çok saçma bir şey sormuştum.
Neden bu şeytani karakterlerin yaptıklarını sadece başroller görürdü ve diğer herkesi inandırabilmek için kırk takla atardı?
Başrol bendim bu arada, tabii ki. Üstelik, sanki ona soruyordum.
William yine şefkat dolu bir sesle yanıtladı sorumu.
"Telefon tarzı elektronik bir şey yok. Topluluklar kendi arasında Nyxler ile haberleşiyor. Topluluk dışında ise süzülme ile haberleşiriz. Ancak kötü haber şu ki, Hollypad dışında bir yerden Nyx edinemezsin ve okulda süzülemezsin. Yani, oraya gittiğimizde birbirimizi şans eseri bulacağız."
Nyxler... nasıl bir şeylerdi acaba? Süzülme peki?
Yüzümdeki ifadeden kafamda onlarca soru olduğu belli olacak ki Chris sıkıntıyla nefesini verdi.
"Zamanla öğrenirsin, Jokey." Sana daha fazla açıklama yapılmayacak demenin bir başka yoluydu herhalde bu. Üstelik, jokey demesine de artık ister istemez alışmıştım sanırım. Sesimi çıkarmadan usulca başımı salladım. Emile bir köşede Chris'e kıkırdıyordu. Chris ise oldukça gergin görünüyordu. Kaşları çatıktı ve kollarını göğsünde bağlamıştı. Emile'in Chris'in ilgisizliği karşısında beline kadar inen sarı saçlarını arada bir kulağının arasına atması bana kur yaptığını düşündürmüştü ama tabii bir alışkanlık da olabilirdi.
Ama ben kur yaptığını düşünecektim çünkü böylesi daha kötüydü.
Ve ben ondan nefret etmek istiyordum, o yüzden kendimi zorla ondan nefret ettirmeliydim.
Sinsi yılan.
Nihayet sohbete ucundan kıyısından dahil olabildiğimde, Cam hakkında daha fazla şey öğrenme fırsatı bulmuştum. Öğrendiklerim, neden bu kadar neşeli ve heyecanlı olduğunu da açıklıyordu. Cam'in ailesinin Hollypad'de bir yeri vardı ancak ne üzerine olduğunu tam olarak duyamamıştım. Gittiğimizde öğrenecektim belli ki.
Ben nasıl kendi kasabamı ve en yakın arkadaşlarımı içten içe özlüyorsam, o da annesini çok özlüyor gibi görünüyordu.
Açıkçası, ben de Hollypad'i görmek için can atıyordum. Hayatım market ve ev arası mekik dokumakla geçmişti, yeni yeni bir yerleri keşfediyordum. Akademi dışında gezip görebileceğim bir yer olması beni heyecanlandırmıştı.
Üstelik, elementerler aleminde para olmadığı için hiç para ödemeden bir dünya alışveriş yapacaktık. Böyle bir şeyi daha önce ne duymuş ne de görmüştüm.
Burada nasıl dükkanlar vardı, neler vardı, Nyx neydi merak ediyordum.
Yanlarından geçip Pegasus'un yanına giderken saçlarını savuran Emile'in sırtını görme fırsatım oldu. Dövmesini açıkta bırakan derin dekolteli, kalın askılı, siyah bir bluz giymişti. Onun dövmesinde çizgi, üçgeni dikey bir biçimde kesiyordu ve üçgenin sağına doğruydu.
Bizim amblemimiz daha güzeldi.
Pegasus, huysuzluğumu hissetmiş olacak ki yerinde duramıyordu. Orada sıkıldığı belliydi. Çıkmak, uçmak istiyordu. Acaba bekçiler neden sadece kendi türleri arası iletişim kuruyordu? Kendilerine ait bir çeşit dil mi vardı? Bunu Pegasus'a da öğretip onu da bekçilerin bazılarının arasına dahil edemez miydim?
O kadar çok sorum vardı ki!
Her yeni saniye, yeni bir soruyla karşılaşmaktan tükenmiştim artık. Beynimi söküp yerine toprak doldurmak istiyordum.
Pegasusun yanına gelip kapısının önünde durdum. Şeffaf, yüksek bir kapıydı bu. Arkasından güzeller güzeli Tulpar'ımı görebiliyordum. Kapının en üstünde ise yine o ışıklı çiçek vardı! Buranın da mı bir parolası vardı?
Ah tanrım... Parolayı kim, ne koymuştu?
Nasıl çıkaracaktım şimdi ben Pegasusu?
Bıktım bıktım bıktım!
Derin bir iç çekip tepinmeyi bıraktım.
Parolayı bilmiyorum Pegasus...
İçimi dolduran hayal kırıklığı canımı acıtmıştı. Bir kanatlı atı bile hayal kırıklığına uğratabiliyordum!
"Parolanı mı unuttun?" Cam'in bana doğru ilerlediğini görünce şükürler olsun dememek için kendimi tuttum.
"Nasıl parola koyulur bilmiyorum ki! Bir parola koymadım henüz kapıya. Daha önce Pegasus'u hiç Septi Ferarum'dan çıkarmamıştım." Sıkıntıyla nefesini verdi. Cam de benden sıkılmıştı işte!
"Bir sochru çağırman gerekiyor. Bu bitkilerin adı 'Kurupira'. Parola koymak için de parola sochrusunu, ardından bitkinin adını, ardından da koymak istediğin parolayı söylemen gerek. Kimsenin duymadığından emin ol ve bir dene bakalım. Ha bir de, Pegasus'u Septi Ferarum'dan daha sık çıkar!" Daha sonra kulağıma parola koyma sochrusunu fısıldadı ve yanımdan ayrıldı. Primuslar aşkına, lütfen başarılı olayım!
"Victum album Kurupira, çiçek bahçesi." Aklıma ilk gelen şey buydu! Daha fazla düşünmek istemediğimden, ilk aklıma geleni parola olarak seçmiştim. Belki parola değiştirmenin de bir sochrusu vardır.
Cam'in söylediği şey ister istemez aklımın bir köşesinde sis tanecikleri gibi asılı kalmıştı.
Pegasus'u Septi Ferarum'dan daha sık çıkar!
Hem onun yalnız olduğundan şikayet edip, hem de onunla sadece içsel iletişimimi sürdürüyordum. Bir türlü Septi Ferarum'a gelip, onunla görüşememiştim.
Bir yanım fırsat olmadı diye kendini savunmaya çalışsa da, diğer yanım sebebini bal gibi biliyordu.
Ben, Pegasus'tan korkuyordum.
Pegasusla bağlandığımızdan beri, herkesten öylesine uçuk tepkiler alıyordum ki, aklımı kaybedecek gibi hissediyordum bazen.
Bu aleme bu kadar yabancı olan bir isyancının kızına, yüz yıllardır görülmemiş eşsiz bir bekçi gelmişti.
Hem Pegasus için, hem kendim için, hem de elementer alemi için korkuyordum.
Çok ironikti değil mi?
Bu alemin en güçlü bekçilerinden biri benimdi. Benim istediklerimi daha ağzımdan dökülmeden bir emir bilip yapacaktı. Ve ben, elementer aleminin en büyük isyanlarından birini çıkaran Tom Lincoln'ün kızıydım.
Korkuyordum elbette. Ona benzemiş olmaktan, onun gibi kaostan beslenmekten korkuyordum.
Güçten korkuyordum.
Pegasus'un uçsuz bucaksız kudretinden, eşsizliğinden, güzelliğinden...
Olabileceklerden korkuyordum.
Derinde bir yerlerde ise biliyordum, ya Pegasus benim sonum olacaktı ya da biz elementer aleminin sonu olacaktık.
"Çiçek bahçesi." Sessizce Kurupiralara fısıldadım ve kapı gerçekten de ardına kadar açıldı.
Pegasusun içini kaplayan sevinç benim içimi de doldurdu ve koşarak yanına gittim. Bu derin bir bölmeydi ve buna minnettardım. Pegasus, Audax da dahil diğer tüm bekçilerden büyüktü. Küçük bir bölmede sıkışıp kalmasını istemiyordum. Aramızda hala bir miktar gerginlik, soğukluk vardı ancak bu anlaşılabilir bir şeydi. Bir hüma gibi cana yakın değildi belki de, ben de çok sıcakkanlı biri sayılmazdım. Ya da, ondan korktuğumu ve kaçtığımı çoktan hissetmiş, benden ümidini kesmişti. Bilmiyordum.
Ancak zaman içerisinde birbirimize çok daha fazla ısınacağımıza da emindim. Çünkü, birbirimize mecburduk.
Muhtaçtık.
Ben ne kadar kalabalık olsam da, yalnızdım.
O ise zaten yalnızdı.
Biz birlikte bir bütün olmak zorundaydık.
Öyleydik zaten...
"Güzel Pegasus! Hollypad'e gidip alışveriş yapma zamanı. Ah keşke kız mı erkek mi olduğunu bilebilseydim, belki sana da bir şeyler alırdık!" Pegasus'ta hissettiğim kıpırdanma, benim heyecanımı paylaştığını düşündürmüştü.
Tabii heyecanlı olur, günlerdir onu buradan hiç çıkarmadın ki...
Seçilme töreninde yaptığı gibi eğilip o güzel kırmızı-sarı kanatlarını önüme serdi. Canının acımadığını bilsem de kanadına usulca tırmandım ve üzerine oturdum. Yavaş yavaş kapıya ilerledik ve içerden çıktık.
Kapıdan çıkmamızla birlikte tüm gözlerin Pegasusa çevrilmesi bir oldu. Onları anlıyordum. Pegasus, muhteşem bir yaratıktı. Büyük, ürkütücü ama nefes kesici bir güzelliğe sahip... Emile de dahil birçok büyülenmiş bakışın arasından usulca Septi Ferarum'un ortasına, Chris ve William'ın yanına geldik. Onlar da kendi bekçilerinin -hümalarının- üzerindeydiler.
"Hala inanamıyorum bir Tulpar gördüğüme. Sence tahmini ne zaman alışırız?" William, Chris'in kolunu dürterek sormuştu bu soruyu. Chris umursamazca omuz silkti. Hiçbir şeyi umursamayan Chris benim kanatlı atımı da umursamıyordu tabii ki.
Mendebur.
"Ne yapman gerektiğini biliyor musun?" William beni şaşırtmadı ve o sıcak gülümsemesi ile kibarca yardım teklif etti. Ancak bu kez ne yapmam gerektiğini biliyordum.
"Bayan Dagora söylemişti, ilk kez ne yapmam gerektiğini biliyorum." Bayan Dagora dememle birlikte gözlerinin kocaman açılması bir oldu. Mendebur Chris bile ilgilenmeye başlamıştı sohbetimiz ile. Bayan Dagora deyince akan sular duruyordu belli ki bu akademide. Bir de Tulpar deyince tabii.
"Bayan Dagora mı söyledi? Biz hepimiz çaylak değil miyiz bu okulda yoksa ben mi yanlış biliyorum? Geri döndüğümüzde ne konuştuğunuzu anlatacaksın!" Başımı gülümseyerek salladım ve ellerimi Pegasusun beyaz, kıvırcık yelelerinde gezdirdim.
Bizi Hollypad'e götür Pegasus...
Saniyeler içerisinde Pegasus havalandı ve ben yelelerine sımsıkı tutundum. Hayatımda hiç böyle, özgürce uçmak kadar güzel bir his tatmamıştım. Uçağa hiç binmememe rağmen, uçak içerisinde uçmaktan kat kat daha güzel olduğuna da emindim. Bulutların üzerinde, beyaza yakın bir maviliğin içerisinde, ışınlanırmışcasına hızlı hareket ediyorduk ve ben hiçbir zarar görmüyordum.
Bütün acılarımı, korkularımı, kuruntularımı düşündüm birer birer. Hepsini şimdi bu yükseklikten aşağı bırakmak, un ufak oluşlarını izlemek istiyordum. Tarifi olmayan bir hissi, tarif edilemez bir bekçiyle yaşıyordum.
Sanki Pegasus ve ben, her şeyi başarabilirdik.
Bunu hisseden ben miydim, yoksa o muydu bilmiyordum ama bir önemi de yoktu zaten.
İlişkimizin temeli, belli ki birlikte vakit geçirmeye dayanıyordu. Pegasus'la ne kadar çok vakit geçirirsem, onunla o kadar çok bütün olabilirdim...
Birkaç dakika sonra inişe geçmemizden, Hollypad'in oldukça yakınlarda bir yerlerde olduğunu tahmin etmiştim. Ya da Pegasus muazzam hızda hareket eden bir canlıydı.
Umarım Hollypad yakındır ve Pegasus ışık hızında hareket etmiyordur. Umarım ölüp eşekler cennetine gitmemişimdir ve hala yaşıyorumdur.
Geniş bir açıklığa iniş yaptı Pegasus. Ben de üzerinden yavaşça indim. Etrafa bakındım, Septi Ferarum gibi konaklayabilecekleri bir yer olmadığından, muhtemelen akademiye geri dönecekti ve ben de işim bittiğinde onu geri çağıracaktım. Klaer ve Fernando daha önce kendi bekçilerini çağırırken onları izlemiştim, az çok nasıl yapacağım hakkında bir fikrim vardı. Pegasusu usulca okşayıp yükselmesini izledim. Etrafımda henüz hiç elementer yoktu.
Pegasus gerçekten hızlı olmalıydı.
Caddenin yukarısına mı aşağısına mı yürüyeceğimi anlamak adına etrafıma bakındım. Aşağıda hiçbir şey yok gibiydi, yukarısı ise çok daha canlı görünüyordu. Yukarı doğru yavaşça yürürken cebimden Dorota'nın verdiği kağıdı çıkardım. Alınması gereken ne çok şey vardı!
Cadde sonu görünmeyecek şekilde yukarı doğru uzanıyordu. Yol irili ufaklı taşlarla döşenmişti, taşların turuncuya çalan cırtlak bir rengi vardı. Yolun iki tarafı tek katlı veya iki katlı dükkanlarla doluydu.
Kimi kitap, kimi cüppe, kimi Nyx, kimi ise ne olduğunu bilmediğim şeyler satıyordu. İlgimi ilk çeken bir Nyx dükkanı oldu. Dükkan iki katlıydı ve dışı koyu bir kahverengiydi. İlginç bir şekilde vitrini yoktu. Kapısının üzerinde eğik bir biçimde, sarı renkle Nyx-Pyx yazan bir tabelası vardı sadece. Kapısı altın sarısı, kubbeli, yüksek bir kapıydı. Üzerinde çığlık atan o Kurupiralardan yoktu, şükürler olsun! Dükkan, başka türlü korunuyor olmalıydı.
Gerçi, paranın olmadığı bir alemde dükkanlarını korumalarına gerek var mıydı onu da bilmiyordum.
"İçeri gelebilir miyim?" usulca kapıyı itekleyip içeri girdim. İçeride üzerinde mavi önlük olan, uzun boylu kalıplı bir kadın vardı. Başına bir bandana takmıştı, bandananın altından griye çalan kısa saçları görünüyordu. 45-50'li yaşlarında olmalıydı, tabii insan yaşıyla.
Buraya girmek kesinlikle doğru bir seçimdi! Dükkan rengarenk, ışıl ışıl küçük ve gürültülü canlılarla doluydu! Ne dedikleri hiç anlaşılmayan ve raflara dizilmiş bu canlılar, gül ile lale arasında bir çiçeğin üzerinde oturuyordu. Bu canlıların her iki yanında da biri uzun biri kısa iki kanadı vardı. İnsan gibiydiler ancak küçücüklerdi. Öyle sevimliydiler ki, kendimi kaybetmek üzereydim. Bana periyi andırmıştı bu Nyxler. Rengi mor bir tanesine yaklaşıp baktım. Beyaz bir çiçeğin üzerinde oturuyordu. Uzun, elfe benzer kulakları vardı ve kafasının üzerinde tüyü andıran birkaç tel saçı vardı, en azından ben saç olduğunu tahmin ediyordum.
"Bunlar... Nyx mi oluyor?" Bir inferiora olduğunu tahmin ettiğim görevli kadın gülümsedi. Bilgisizliğimle onu bunaltacak kadar uzun vakit geçirmediğimiz için birkaç soru sorma hakkım vardı diye umuyordum!
"Evet. Nyxler topluluklar arası haberleşme için kullanılır. Gördüğün o mor Nyx bir Territer Nyx'i." Territer Nyx'i demek... Her bir topluluğun başka renk bir Nyx'i vardı anladığım kadarıyla.
"Tempersitar için olanlar hangileri?" Beni eliyle açık mavi Nyxlerin olduğu bir rafa doğru yönlendirdi. Bunlar koyu mavi bir çiçek üzerinde oturuyorlardı. Kendi aralarında vıcır vıcır konuştuklarını tahmin ettiğim bu küçük canlıların ne dediğini hiç anlamıyordum! Nasıl haberleşecektik ki bunlarla?
"Ben bu dili bilmiyorum ki." Kadın bir kahkaha attı. Utana sıkıla ben de gülümsedim. E bilmiyordum işte!
"Her topluluğa ait Nyxlerin kendi dili var. Daha doğrusu, tam olarak dil denemez... Diğer toplulukların Nyxleri ile anlaşamazlar. Bu sayede, her topluluk sadece kendi içinde haberleşebilir. Onlar, sizi anlamıyor, siz de onları. Sizin söylediklerinizi taklit ederek haberleşmeyi sağlıyorlar ancak kendi aralarında sadece kendi dillerinde konuşabiliyorlar. Bu yüzden onun dilini bilmene gerek yok. Onun da senin dilini bilmesine gerek yok." İçim rahatladı. Fotografik hafızaya sahip biriydim ve gördüklerimi unutmadığımdan, bir dili teoride kolaylıkla öğrenebilirdim. Ancak asla Lengüistik biri değildim, bu yüzden muhtemelen konuşamazdım ve sadece onları anlamakla yetinirdim.
Kadım gözlerini raflardaki çiçeklerin üzerinde oturan Nyxlerde gezdirdi.
"Onlara dokunmayı dene, Nyx de sana ısınabilirse, çok daha rahat anlaşırsınız. Nyx kazalarının önüne geçmen daha kolay olur." Nyx kazaları...
Sorularımı bu yardımsever elementere sormalı mıydım yoksa William'a saklayıp onun mu başını şişirmeliyim?
Nyxlerin nasıl var olduğunu, nasıl haberleşmek için kullanılır hale geldiklerini merak etmiştim. Kendileri mi istemişti yoksa bir sochru etkisindeler miydi? Onlara bir ödeme yapılıyor muydu? Yoksa var olma amaçları sadece elementerlerin haberleşmesi miydi? Bunları derslerde öğreneceğimi ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Daha fazla sorunun içerisinde boğulmamak adına ellerimi bu küçük canlılara doğru uzattım ve birer birer Nyxlere dokundum. Yaklaşık 40 tane Tempersitar Nyx'i vardı. Aralarından en ufak tefek olanı, bana göre en sevimli Nyx'di. O da benden hoşlanırsa, onu almaya karar vermiştim. Elimi usulca boynuna doğru götürdüm. Kafası, işaret parmağımın bir boğumu kadardı ve ona rağmen göremeyeceğim kadar küçük dişleriyle parmağımı ısırmıştı!
"Hey! Hiçbir şey yapmadım ki!" Kadın yine kahkahalarla gülüyordu. O sırada dükkanın kapısı aralandı ve içeriye Akademiden bir avuç tanıdık yüz girdi. Aralarında benim arkadaşlarım yoktu ancak yine de az önce bir Nyx tarafından ısırılırken yanımızda kimse olmadığı için minnettardım. Nyx'i gövdesinden kavrayarak avcuma aldım ve gözlerinin içine baktım.
"İstesen de istemesen de seni alıyorum!" Diğer müşterileri ile ilgilenen İnferioraya döndüm.
"Şey... Onu Akademiye nasıl götüreceğim? Ya kaçarsa? Veya düşürürsem?" Gülümseyerek tekrar yanıma geldi ve az önce Nyx'in oturduğu mavi çiçeği alıp bana verdi.
"Nyx bunun içerisinde dinlenir ve burada uyur. Bu bir Krizantem. Onlar hakkında çok daha fazla şeyi Bitki derslerinde öğreneceksin, şimdilik bilmen gereken, ona bir parola koyman ve Nyx'ini onun içerisinde taşıman. Herhalde bu bitkiye sahip çıkabilirsin değil mi?" mahcup bir biçimde başımı salladım. Sahip çıkabileceğime dair pek güven vermemiştim belli ki. Zaten şu parolalardan artık gına gelmişti. Eminim ekşittiğim suratımla hiç de sevimli görünmüyordum. Krizanteme de Kurupiralar gibi parola konabiliyordu demek ki. Belki de her bitkiye konuyordu.
İnsanların her şeye şifre koymasıyla aynı şeydi belli ki. Elementerler, bir avuç ergen gibi her şeylerini birbirlerinden saklıyorlardı. Eh, gerçi topluluklar iletişim kurunca neler olduğunu görmüştük.
Tom Lincoln isyanı olmuştu.
"Peki parola koymayı biliyor musun?" Gururla cevap verdim bu kez. Nihayet bir şeyi biliyorum.
Yalnızca on dakika önce öğrenmiştim ama bunun önemi yoktu.
"Evet koyabilirim." Heyecanım karşısında dükkandaki gözler bana çevrilirken bakışlarımı kaçırıp Krizantemi kadının elinden aldım ve avucumdaki Nyx'e baktım.
"Nyx'e bir isim verebilir miyim peki?" Kadın bir süre düşündü.
"Daha önce Nyx'e isim veren birini duymadım. Ama istiyorsan, neden olmasın?" Bu bilgi beni şaşırtmıştı. Bir kediye, köpeğe isim vermek gibiydi işte. Avcumdaki aşırı sevimli canlının kanatlarına değdirdim parmaklarımı.
"Senin adın Nova olsun sevimli şey." Kanatlarını okşayan baş parmağım bir kez daha Nova tarafından ısırıldı.
"Şaşırmamak lazım sizi evcil hayvan gibi görüp de isim koymamalarına. Senin neren evcil?" sinirle Nova'ya baktım. Kıkırdıyordu. Küçük bir kız çocuğu gibiydi. Kanım ona öyle ısınmıştı ki, umarım Pegasus Novayı kıskanmazdı!
Bir anda içime dolan sinirle çok yanlış düşündüğümü fark ettim.
Pegasus, Novayı kıskanacaktı...
Ah, Nova'nın 38654878bin katı olan Pegasus, onu iliklerine kadar kıskanmıştı hem de.
Biri dünyanın en küçük ama en sevimli şeyiydi, diğeri ise dünyanın en görkemli, asil ve güzel şeyiydi.
Üstelik, Pegasus'la aramdaki bağ bambaşkaydı.
Senin yerin ayrı, Pegasus.
Sinir yerini yavaşça uyku isteğine bıraktığında, Septi Ferarumda konakladığını düşünerek tekrar elimdekilere odaklandım. Krizanteme bir parola koymalıydım.
"Victum album Krizantem, Süpernova." Daha sonra krizantemi açtım ve Novayı içerisine bıraktım. Krizantemin koyu mavi yapraklarının bir bir kapanmasını izledikten sonra Nyx'imi cebime koydum. Küçük yaramaz Nyx cebimde belirli belirsiz ışıldarken güvendeydi.
Bu bana, tempersitar yerleşkesine ilk indiğimde Bayan Talose'nin cebinde dikkatimi çeken parıltıyı anımsatmıştı. Demek onun cebinde parlayan şey kendi Nyx'iydi. Bir telefon yerine bir Nyx taşımaya alışabilirdim sanırım.
Üstelik canım sıkıldıkça onu çıkarır ve kendimi ısırtırdım.
Muhteşem, değil mi?
Para ödemeyeceğimi bildiğimden, dükkanda daha fazla kalabalık etmemek adına dışarı çıktım. Sokaktaki bağırış çağırıştan Emile'in nerede olduğunu görebilmiştim. Heyecanlı heyecanlı ve bağırarak birkaç kişiyle sohbet ediyordu ancak yanında Chris, Cam ya da William yoktu.
Anladık, oradasın Emile. Evet, herkes seni görüyor ve herkes sana bakıyor. Rahatladın mı?
Sinsi yılan.
"Beni mi arıyordun?" Cam göz kırparak bana seslendi. Caddenin aşağısından bana doğru yürüyordu. Ben de öldürücü bakışlarımı Emile'in üzerinden çekip ona döndüm.
"Çok yavaşsınız. Ben Nyx'imi aldım bile." Cam gülümsedi. Bir Tulparla yarışabilecek kadar hızlı hangi hayvanlar vardı merak ediyordum. Belli ki, Hümalar yarışamazdı. Bu da Kumay'ı kolaylıkla yenebilirim demekti!
Bekle beni Klaer!
Gelsin garanti iddialar ve sonsuz dilek hakkı.
"Ben de bir Nyx alayım ve kitapları almak için devam edelim." Kafamı salladım ve Cam'in Nyx seçerken milyon kez ısırılmasını kahkahalarla izledim. Demek ki hepsi böyleydi bunların! En sonunda küfürler savurarak birini eline aldı.
"Hepsi aynı derecede huysuz bunların zaten! Seçmenin bir anlamı yok! Ne diye vakit kaybediyorum ki? Babamınki hep saçlarımı çekerdi." hışımla altındaki mavi krizantemi de aldı ve bir parola koyup Nyx'i içerisine kapattı.
Artık ders kitaplarımızı almak üzere yola çıkabilirdik.
Babası hakkındaki küçük bilgi kırıntısı hem benim, hem onun boğazına bir yumru olarak oturmuştu. Bir yudum su, yumruyu oradan söküp götürseydi keşke ama okyanusları da içsem bazı şeylerin çözümü yoktu işte.
Aramızda saniyelik oluşan gerginliği fark eden Cam, dükkandan çıkmadan önce hafifçe kolumu sıkıp gülümsedi. Hiçbir şey söylemedi ama birçok şey anlattı.
Hollypad, duygusallaşmanın hiç de yeri değildi.
Ceplerimizde Nyx, elimizde koca bir liste vardı.
Gülmek, eğlenmek zorundaydık.
Anın kıymetini bilmek zorundaydık.
Ben de ona gülümseyip, o gelmeden önce Nyx'in bana yaptıklarını anlattım ve aramızdaki gerginlik tamamen buharlaşıp kayboldu.
Caddede yürürken bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da sağa sola bakınarak William ve Chris'i arıyorduk.
Bir kısmını ilk, bir kısmını ikinci dönem olmak üzere tam on beş adet ders görecektik birinci sınıfta. Hepsinin ayrı bir ders kitabı vardı.
Ders kitaplarımızı alıp, aldığımız dükkanda bırakmıştık, onların Akademiye başka türlü taşındığını öğrenmiştim. O kitapları Pegasus'a yüklemeyeceğimi öğrenmek beni hayli rahatlatmıştı.
Pegasus'a Dünya'yı yüklesem, Satürn'ü de koy diyecek heybeti vardı ama işte...
Ben, kanatlı atıma kıyamıyordum.
"Bu kitapları geri taşıyan biz değiliz, para da ödemiyoruz. Neden okulda dağıtmıyorlar ki?" Cam bir süre durakladı. Belli ki kendisi bunu hiç düşünmemişti.
"Çocukluğumdan beri en sevdiğim anlarım, Hollypad'de geçirdiğim anlar olabilir. Ve eminim bu birçok insan için böyledir. Muhtemelen, kaynaşalım diye falandır. Memnun değil misin burada alışveriş yapmaktan?"
"Deli misin? Bu hayatımın en güzel günlerinden biri. Bu dünya, tahmin dahi edemeyeceğim şeylerle dolu. Bunlara öyle yabancıyım ki..." Cam gülümseyerek beni dinliyordu. Heyecanım onu da heyecanlandırıyordu.
"İnsanların da benzer bir sistemi yok mu? Akademi, alışveriş falan yani."
"Şey, evet. Okul diyelim biz ona. Ama ben uzunca bir süredir bunların bir parçası değilim." Cümlelerime devam etmememden, konuşmaya pek hevesli olmadığımı anlamış olacak ki soru sormadı. Ben de buna minnettar oldum.
Bu dünyada bir yabancıydım evet, ama bilmiyorlardı ki ben öbür dünyada da bir yabancıydım. Okul alışverişleri, okul kıyafetleri, okul kitapları ya da arkadaşlıklar hakkında çok bir şey bildiğim söylenemezdi.
Tempersitarlara ait gri renkli, altın renginde yaka işlemeli bir cübbe, Bellalar topluluğu için bir kitap ve bir savaşçı kıyafeti ve olur da Düello kulübüne katılmak istersem diye de kendime ve Pegasusa bir takım koruyucu kıyafetler almıştım.
Dükkandaki inferiorayı bir Tulpara sahip olduğuma bir türlü inandıramadığım için, bana bir Unicornise uyacak koruyucu kıyafetler vermişti. Üstelik Cam'in onca dil dökmesi bile hiçbir şey ifade etmemişti. Dedikodu bu dünyada çok da hızlı yayılmıyordu belli ki.
İnsan dünyasında şimdiye Somali bile benim bir Tulpar'ım olduğunu bilirdi. Ama zaten elinde Tulparlar için malzemeler bulundurmasını da beklemiyordum.
Beni gerçekten zor günlerin beklediğini bir kez daha anlamıştım. Bir Tulparım olduğuna inanmıyorlardı bile.
Ama bu bir yandan da beni sevindirmişti. Eğer dedikodu bu kadar hızlı yayılmıyorsa, belki bir Lincoln olduğum akademi sınırlarında kalırdı. Belki Hollypad'de sadece Helena olabilirdim.
Lincoln olmayanından, sadece Helena.
Girdiğimiz dükkanlarda ikram edilen çeşitli şeker ve çikolatalardan yiyor, bir yandan da bu yeni dünya hakkında sohbet ediyorduk. Cam bir nevi benim neler bildiğimi test ederken, yeni şeyler öğrenmeme yardımcı oluyordu. Ona dün o lanet ışıklı bitkilere çığlık attırdığımı ve azar işittiğimi anlattığımda kıyafet dükkanını kahkahalara boğdu.
"Biraz sessiz güler misin?! Senin yüzünden kovulacağız şimdi!" Cam kahkahalarının arasından zar zor konuşabildi.
"Merak etme, buralarda meşhurumdur. Kimse bizi kovamaz." Bana göz kırptı ve içerideki inferioraya iyi günler dileyip mağazadan ayrıldık.
Cam'in girdiğimiz her dükkanda inferioralar ile sohbet etmesinden anlamıştım zaten, buralarda meşhur olduğunu. Her seferinde önce beni sadece "Helena" olarak tanıtıyor, sonra da bu aleme ne kadar yabancı olduğumdan bahsediyordu.
Kiminin şefkati, kiminin ters bakışları eşliğinde keyifli bir alışveriş geçirmiştik. Hatta öylesine keyifliydi ki, ciddi anlamda hiçbir şey canımı sıkamıyordu adeta. Bir inferioranın bana "pespaye" demesine kahkaha atmıştım.
Onu parça pinçik etmek yerine, karnım ağrıyana kadar gülmüştüm.
Pespaye.
Bunu baya sevmiştim üstelik.
Belki Emile'e sinsi yılan yerine pespaye derdim.
Cam de ihtiyacı olanları aldığında okul alışverişini tamamlamıştık.
Sonra, aklıma bir sırt çantasına sığan iki parça eşyam olduğu geldi.
"Burada normal kıyafet alabileceğimiz bir yer var mı? Yoksa sadece okul ihtiyaçlarımızı mı karşılayabiliyoruz?" Cam bir düşündü.
"Hollypad'in ilerisinde bir cadde daha vardı. Sanırım oradan alabilirsin. Biz alışverişlerimizi insan mağazalarından yaptığımız için buralarda nerelerden kıyafet alınır pek bilmiyorum." Bir miktar utanmıştım. Ben ücret ödemeyeceğim için alışveriş yapmaya çok hevesliydim. Onlarsa ücret ödeyip insan mağazalarından alışveriş yapıyorlardı. Çekincemi anlamış olacak ki ben hiçbir şey söylemediğim halde açıklamaya devam etti.
"Ama şimdi gidip insan dünyasından alışveriş yapacak değilsin tabii. Buraya kadar gelmişken buralardan almak daha mantıklı. İstersen seni oraya götürebilirim. Sen alışveriş yaparken ben de annemin yanına bir uğrarım. Zaten yanına gidecektim... Biraz ilerde bir bitki dükkanımız var." Başımı sallayıp Cam ile birlikte caddeden yukarı doğru yürümeye başladım.
Benim kıyafet bakmamın, aslında Cam için ne kadar büyük bir fırsat olduğunu yeni fark etmiştim.
Benimle birlikte annesinin yanına gitmeyi elbette istemiyordu. Benim kıyafet bakacak olmam ise beni kırmadan yanımdan ayrılmak için mükemmel bir fırsattı.
Burukça gülümsedim.
Hayatım adeta dünyanın en güzel manzarasının içerisinden geçip giden yıkık dökük bir tren gibiydi. Camdan dışarı baktığımda büyüleniyordum ancak trenin sorunları asla bitmiyordu. Yolculuk asla, olması gerektiği kadar kusursuz değildi.
Kafamı tekrar dağıtmam gerek yoksa boğulup gideceğim bu trende.
Acilen hem de.
"Parayı nereden buluyorsunuz ki? İnsan parasını yani." Cam bir kez daha kahkaha attı.
"Senin bu dünyaya alışman asırlar sürecek. Umarım ömrün uzun olur sevgili Helena Lincoln, yoksa yolun yarısında ölüp gideceksin!" Sinirle koluna bir tane geçirdim.
"Şu soy ismini ağzına alıp durma. Hem, bugün ne oldu sana böyle? Dün benimle bu kadar dalga geçmiyordun! Sana soru sormayı bırakmama çok az kaldı. Görürsün o zaman "sevgili Helena Lincoln"ü." Ellerini teslim olur gibi yukarı kaldırıp gülümsemesini bastırdı.
"Sadece takılıyorum. Bana istediğini sorabilirsin. Soruna gelecek olursak, bizler elementeriz. Para ya da bu tarz şeyler bizler için sorun değil. Kurul bu tarz şeyleri çözmek için var. Bizlere istediğimiz miktarda insan parası veriyorlar. Sadece ne için istediğini falan söylüyorsun işte. Paralar sochrulanıp veriliyor ve talep ettiğin amaç dışında bir amaç için kullanamıyorsun. Parayı ne için talep ettiğine göre kabul ediliyor ya da reddediliyor.
Amaç; insanlarla elementerlerin, elementerler kendilerini açık etmeden kaynaşmalarını sağlamak. Çünkü biliyorsun ki, elementer ırkının devamlılığı çok önemli. Ve bir insanla bir elementer ilişkisinden de elementer çocuk doğma ihtimali var. Üstelik... Korumakla görevli olduğumuz insan ırkını tanımamız gerekiyor." Başımı sallayıp yolu adımlamaya devam ettim. Her şey bir düzene oturtulmuştu ve belli ki tıkır tıkır işliyordu.
Elementerlere bir miktar para verip, aşık olsunlar diye insanların arasına salıyorlardı kısaca.
Kahkaha attım. Kendi düşüncem beni oldukça eğlendirmişti.
Ne kadar da ayıptı , değil mi? Resmen çoğalmak için insanları kullanıyorlardı!
Bahsi geçen caddeye yaklaşmış gibiydik. Cam'in annesinin dükkanına beni götürmek istemeyeceğini bildiğimden, kıyafet alabileceğim dükkanlara bakınmaya devam ettim.
Annesine kim olduğumu söylediğinde Cam'in ilk verdiği tepkiyi verecekti muhtemelen.
Söylemezse, yalan söylemiş gibi olacaktı.
En iyisi, benim acınası dolabıma üç beş kıyafet seçmem onun ise annesini tek başına ziyaret etmesiydi.
Sessizce yürürken sağımızda kalan dükkanlardan birinden çıkan William ile Chris'i gördüm.
"Hey! Çoktan bitirdiniz mi?" Ellerimizdeki çantaları işaret ederek konuşuyordu William. Kitapları değil ama, kıyafetleri yanımızda götürecektik.
"Siz hala bitiremediniz mi?" Will bir onların bir de bizim ellerimizdeki çantalara baktı.
"Bitiremedik gibi görünüyor." Yanımıza geldiklerinde aklıma ilk gelen Chris'in Nyx seçerken ne yaptığı olmuştu.
"Nyxlerinizi aldınız mı?"
Lütfen hayır deyin.
Lütfen hayır deyin.
Lütfen hayır deyin.
"Henüz değil." Heyecanla havaya zıplamama anlam veremeyen bu üç oğlana baktım. Chris'in bir Nyx tarafından ısırılmasını zevkle izleyecektim!
"Hadi gidip size Nyx alalım! Hadi hızlı!" koşar adım gördüğüm ilk Nyx dükkanına girdim ve bu üç oğlanı da peşimden sürükledim.
Diğer Nyx dükkanının aksine, burası oldukça sadeydi. Her şey siyah beyaz renklerdeydi ve kapısı normal bir kafe kapısını andırıyordu. Bir insan dükkanından farksızdı, hiç yabancılık çekmemiştim.
Benim gibi tecrübesiz olmayan Will ve Chris, içeri girdikten sonra direkt açık mavi Nyxlerin olduğu rafa yönelip bakınmaya başladı. Ben de onlarla birlikte Nyxlere bakıp en yaramazlarını bulmaya çalışıyordum. Olduğu yerde duramayan, kıpır kıpır bir Nyxe ilişti gözüm. Üstelik hiç susmuyordu da.
"Hey, Chris. Bu nasıl sence? Bence tam sana göre bir Nyx bu. Sana benziyor." Kaşları şüpheyle çatıldı. Bu hiç susmayan gürültücü Nyx'i nasıl kendisine benzettiğimi anlayamamıştı muhtemelen.
Anlayamazdı tabii.
Chris suysa, bu Nyx ateşti. Öylesine zıtlardı. Ama, biraz ironiden de kimseye zarar gelmezdi.
Aşırıya kaçan heyecanıma lanet ettim. Muhtemelen kendimi çok açık etmiştim ve Chris anlayacak, onu asla almayacaktı.
Bari sana zıt duruyor, birbirinizi tamamlarsınız falan deseydim... Ah, yalan dolan kursu için çok mu geç kalmıştım?
Ben kendime kızmakla meşgulken, Chris beni şaşırtarak gösterdiğim Nyxe doğru ilerledi ve parmağını uzattı. Uzatır uzatmaz bu yaramaz Nyxin Chris'i sayısızca kez ısırması bir oldu. O sakin ve havalı çocuğun, küçücük bir Nyxin ısırıklarıyla küfürler savurmasını kahkahalarla izledim. Öylesine eğlenmiştim ki, yeri yumruklayarak gülmeme çok az kalmıştı. Beni şaşkın bakışlarla izleyen Will ve Cam bile kendini tutamamışlar gibi görünüyordu. Chris önce onlara, sonra da bana öldürücü bir bakış attı. Karnımı tutan elimi serbest bırakıp gözlerimden akan yaşları sildim. Ne gülmüştüm ama!
"Bu olsun." Üç kafa da ışık hızında Chris'e döndü. Benim ona tuzak kurduğum o yaramaz Nyxten bahsediyordu! Altından çiçeğini de alıp ona sessizce bir parola koydu ve sonra cebine koydu. Herkes anlamsızca etrafına bakınmaya başladığında ortamdaki gerginliği dağıtmak adına Will öne atıldı ve birkaç Nyx ile oynadı. Sonra da sakin birini seçip cebine koydu.
Chris, neden o Nyx'i almıştı ki? Nyx adeta Chris'ten tiksinmişti. Belki yüz kere ısırmıştı saniyeler içerisinde onu.
Nyx kazaları denilen şey her neyse, Chris'in başından eksik olmayacağına emindim.
Belki de bana, benim küçük tuzaklarımı gördüğünü ancak umursamadığını göstermek istemişti, bilmiyordum.
"Sanırım artık ailelerimizin yanına dönebiliriz. Alacak başka bir şey kalmadı." Herkes başını sallarken gözüm Cam'e ilişti.
Hani alışveriş yapacaktım?!
"Şey, Helena'nın ufak bir işi daha vardı. Ve ben de bir annemin yanına uğrayacaktım." Will tek kaşını kaldırıp bir bana bir de Cam'e baktı.
"Tamam, hadi gidelim o zaman!" Onların da benimle geleceğini ima etmeleri gerilmeme sebep oldu. Sonuçta, ideal alışveriş ekibiyle alakaları yoklardı.
Kıyafet denerken beni izlemelerini istemiyordum! Çok güzel bir tarzım olduğu söylenemezdi. Dümdüz giyinirdim işte.
Siyah beyaz, gri...
Benimle gelme ihtimallerine karşın, savunmaya geçmem gerekiyordu.
"Siz hiç zahmet etmeyin. Benim işim çok gereksiz bir şey zaten. Siz Cam'le gidin, hem bitkiler falan insana huzur verir. Çakralarınızı açar, Chris'in süzgece dönen parmağını iyileştirirsiniz. Sonra buluşalım biz." Onları başımdan atmaya çalışırken, ortamdaki gizemi daha da artırmamla birlikte, Will anında itiraz etti.
Yine bir panik anında, bir çuval inciri uçurumdan okyanusa dökmüştüm.
Chris çok mutlu olmasa da, homurdana homurdana Will'in peşine takıldı.
Ah, iki erkekle alışverişe gidiyordum.
İKİ ERKEKLE!
Erkeklerle iyi anlaşmanın laneti de buydu işte. Erkek arkadaşlar kız arkadaşlar gibi değildi, onlarla her şeyi konuşup her aktiviteyi yapamazdım! Bir kız arkadaşa ihtiyacım vardı...
Biraz ilerde Cam yanımızdan ayrılıp, sol taraftaki dükkana girdi. Dükkan adeta insanın içini açıyordu. Giriş kapısı ve duvarları sayısız mor çiçekle süslenmişti. Dükkanın adı Kırık Krokustu. Keşke sorunsuz bir genç olsaydım da Cam ile o dükkana girebilseydim!
Soyuma bir kez daha lanet edip yürümeye devam ettim. Önümdeki görev daha da zorluydu. Belki onları dışarıda beklemeye ikna edebilirdim.
Biraz daha yürüdükten sonra kitap, çiçek, Nyx dükkanları yerini kıyafet dükkanlarına bıraktı. Vitrinlerden gördüğüm kadarıyla biraz uçuk kaçık kıyafetlerdi bunlar. Normal birkaç parça bir şey bulup almalıydım. Soldaki ilk dükkana girdik, daha önce görmediğim bir bitki bütün kapıyı sarmıştı ve dükkan çok sevimli görünüyordu. Will'in kapıyı ittirmesi ile kapıdaki bitkinin onu sokması bir oldu. Will bir küfür savurarak elini hızla geri çekti.
"Bu lanet olasıca canlılardan nefret ediyorum. Gerçekten." Herkes güldüğüne göre, bu zehirli bir bitki değildi. Ben de güldüm ve kapıdan içeri geçtik. İçeride dükkanı düzenleyen bir inferiora ve yanında da iki Kalisto vardı. İlk kez bir dükkanda çalışan Kalistolar görmüştüm. Belki de burası normalde oldukça yoğundu ve tek bir inferiora yeterli olmuyordu.
"Merhaba, ben birkaç kıyafet bakacaktım." Dükkandaki erkek inferiora beni şöyle baştan aşağı bir süzdü ve daha sonra Kalistolara bir şeyler söyledi. Kalistolar bir anda etrafta koşuşturup askılardan kıyafetleri ellerine toplamaya başladı. Uzanamadıklarını zıplayarak alıyorlardı. Onları ilk kez zıplarken görüyordum.
Bir ayı yavrusunun iki üç metreye zıpladığını düşünün.
Komik, değil mi?
Birkaç dakika sonra ikisi de elleri kıyafetlerle dolu bir biçimde önümüzde dikildi. Kıyafetleri bana verip kolumdan çekiştirerek beni kabine yönlendirdiler. Kabine kıyafetleri asıp şöyle bir baktım, hepsi öylesine uçuk kaçıktı ki, deli bir cadı olduğumu sanacaktı herkes. Sırayla kıyafetleri deniyordum ki dışarıdan William'ın sesi yükseldi.
"Biz buraya boşuna mı geldik?! Giy de çık o kıyafetleri! Biz de görelim!" utana sıkıla üzerimdeki rengarenk elbiseyle kabinden çıktım. Bir deli kıyafeti gibiydi! Zaten, belli ki erkekler de böyle düşünüyordu. William kahkaha atarken, Chris başını cama doğru çevirmiş gülümsüyordu. Sinirle kabine geri girip birkaç saçma kıyafeti kabinin üstünden fırlattım.
Onları denemeyecektim!
Geriye kalan akıllı uslu birkaç şort, pantolon ve tişörtü deneyip çıktım. Bir tık daha olumlu yorumlar aldığımı görünce birkaç tanesini seçip sonra tekrar kendi kıyafetlerimi giydim.
"O renkli elbiseyi de al, güldüğümüze bakma. Ben beğenmiştim." Gözlerimi devirip önüne geçtim.
"Daha çok dalga geçebilmen için mi? Alıyorum!"
Will yolda rastladığı biri ile hararetli bir biçimde sohbet ederken Chris adımlarını yavaşlatıp ona yetişmemi bekledi.
"O elbiseyi neden aldın? Rengarenk olanı. Beğenmedin sanmıştım." Gözlerimi birkaç kez kırpıp, gergin yüzüne baktım.
"Will yakıştığını söyledi. O beğenmiş." Kaşları çatıldı.
"O beğendi diye aldın yani, öyle mi?" Hafifçe gülümsedim.
"Eğlenmişe benziyordu. Giyeceğimi sanmıyorum." Kaşlarındaki çatıklık yerli yerinde dururken dilini dudaklarında gezdirdi.
"Ben de siyah bir elbiseyi beğenmiştim, onu almadın." Şaşkınlıkla suratına baktım. Üzerimde bir elbiseyi beğenmişti demek?
Bakıyor muydu ki?
Oysa ben, bakmadığına neredeyse emindim.
Neredeyse.
"E söyleseydin. Ben nereden bileyim?" bir şey söylemeden adımlarını hızlandırdı ve beni orada şaşkınlığımla yalnız bıraktı.
Demek, benim, üzerimde, siyah, bir, elbiseyi beğenmişti.
Hatta, demek, benim, giydiklerime, gerçekten, bakmıştı.
William yanımıza döndükten sonra, caddenin aşağısından bize doğru yürüyen Cam'i gördük.
O sırada William ve Chris, Bellalar arasındaki rekabetten bahsediyordu. Cam yanımıza katılır katılmaz sohbete dahil oldu ve ben de bir şeyler öğrenme umuduyla onları dinlemeye başladım.
Kendimi daha önce hiç böyle mutlu, böyle canlı hissetmemiştim.
Yeni kıyafetler, okul kitapları, bir Nyx ve üç yeni arkadaş... Ya da iki buçuk işte.
Kalbim kıpır kıpırdı. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum.
Aileen ve Marva'nın da benimle burada, bu akademide olmasını öyle çok isterdim ki. O zaman her şey tamam olurdu.
Yine de, benim nerede ne yaptığımı bilmeseler de, mutlu olduğumu hissettiklerine emindim.
Hep birlikte bekçilerin bizi bıraktığı geniş alana geri döndük. Artık herkes ailelerinin yanına dönecekti ve son kez hasret giderecekti. Sonrasında uzun bir dönem bizi bekliyordu.
"Factum Avem!" Hızlıca vedalaşıp bekçilerimize yöneldik. Ben de bekçimin üzerinde, Midvale'e dönüyordum.
En yakın arkadaşlarımı görmeye...
Midvale'de, Klaer ve Fernando'yla yola çıktığımız yerde Pegasusla duruyorduk şimdi. Alderwild'de olduğum süre boyunca, normal dünyayla telefonla iletişim kurma şansım olmamıştı. Bizi koruyan sochrulardan mıydı, yoksa dağın başında sinyal olmayacağından mıydı bilmiyordum ancak eğer Fernando ile gönderdiğim mektupları almadılarsa Aileen ve Marva'nın deliye döndüğünü tahmin edebiliyordum.
Belki de çoktan yeni eyaletlerine yerleşmişlerdi ve yeni hayatlarına başlamışlardı.
Bu onları göremeyeceğim anlamına gelirdi.
Gittikleri eyalette Pegasus'la nereye inecektim ki? Şehrin ortasına, insanların göremediği bir Tulpar ile inemezdim.
Eh, en azından ailelerine bir mesaj bırakırdım...
Lütfen mektupları almış olsunlar, lütfen!
En son istediğim şey, onları unuttuğumu düşünmeleri olurdu.
Pegasus Akademiye geri döndü ve ben de usul usul eski sokaklarımda yürümeye başladım.
Babamı görmeye cesaretim yoktu, yüzünü görmeyi istemediğim gibi, sakin kalabileceğimi de sanmıyordum.
Ben onunla yüzleşmek isteyecektim, o ise iki kelimeyi bir araya getirip de derdini anlatamayacaktı bana.
Gerçi, anlatsa da bir önemi olmazdı ama, bu halleri beni daha da delirtecekti buna emindim.
Birçok kez bu anı düşünmüştüm aslında geceleri, onunla ilk karşılaşmamı yani...
Tahmin edilebileceği gibi, hepsi iğrenç bir biçimde sonlanıyordu.
Yine de, merak ediyordum işte.
Bunu neden yaptığını, nasıl yapabildiğini öğrenmek istiyordum.
Ama ona soramazdım. Ne isyanı, ne de annemi...
Bana hiçbir şey açıklayamayacak kadar sarhoş bir halde, koltuklardan birine yığılıp kalacaktı.
Bense sinirden köpürdüğümle kalacaktım. Bu yüzden ne ona bir şey sormak istiyordum ne de yüzünü görmek. Öğrendiklerim benim için yeterliydi. Sevdiği kadını öldüren bir katildi sonuçta. Hatta belki hiç sevmemişti de.
Kafamı bu depresif düşüncelerden sıyırıp arkadaşlarımla doldurdum. Korku içerisinde Aileen'lara doğru yürüyordum.
Beni parça pinçik edeceklerdi!
Evlerinin önüne geldiğimde kendi evim diğer sokaktan görülüyordu. İç geçireceğimi hiç düşünmezdim ama, bu eski püskü evi bir miktar özlemiştim.
İçerisindekini değil ama, evi işte.
"Seni lanet olasıca!" büyük bir hışımla kucağıma atlayan Aileen bana öyle sert çarptı ki dengemi kaybettim.
Kendimizi saniyeler içerisinde sert zeminde bulduk.
"Senin için ne kadar endişelendiğimizden haberin var mı?! Seni pislik! Nasıl hiçbir şey söylemeden ortadan kaybolursun?" sesimi hiç çıkarmadan başımı öne eğdim. Haklıydı. Ne diyeceğimi bilemiyordum.
Belli ki mektupları almamışlardı.
Ah Fernando ah...
"İçeri geç. Marva'yı arıyorum. Sakın gözümün önünden kaybolma." Salondaki koltuğa oturup Aileen'ı beklemeye başladım. Onlara verecek bir hesabım vardı ve hiçbir şey söylemeye de hakkım yoktu.
"Marva gelene kadar seni haşlamayacağım. Bunu birlikte yapacağız." Usul usul başımı salladım. Söyleyecekleri her şeyi hak ediyordum! Sessizce Marva'nın gelmesini bekledik, çok uzun sürmemişti zaten.
"Nerede o?!"
Primuslar yardımcım olsun...
Pegasus?
Bir hırsla odaya Marva girdi ve oturduğum koltuğa adeta uçtu. Sımsıkı sarıldık bir süre. Aileen de bize katılmıştı. Gözlerimden akan yaşları tutamadım. Onları öyle özlemiştim ki... Keşke Akademiye onlar da gelebilseydi!
"Nereye kayboldun? Baban hiçbir şey söylemiyor! Onu doğru düzgün hiç görmedik bile! Hakkında bir şey bilen yok, telefonun kapalı. Bir aydan fazla bir süredir yoksun Helena. Sana, bir şey oldu sandık... Günlerdir harap haldeyiz. Polisleri ayağa kaldırdık. Bir yandan umutla her yerde seni ararken, bir yandan yasını tuttuk!" Sesi usul usul kayboldu ve elinin tersiyle gözünden akan yaşları sildi Marva.
Onu böyle göreceğimi hiç tahmin etmezdim.
O Aileen'a göre daha sert, daha duygusuz görünürdü hep. Ne diyeceğimi bilemez haldeydim.
Bu sorumsuzluğumun böylesine olaylara yol açabileceğini hiç düşünmemiştim.
Onlara mektuplar gönderip, ulaştığını varsayarak kendimi avutmuştum.
Yine, bir sorunla nasıl başa çıkamadığımı, sorundan nasıl kaçtığımı göstermiştim kendime.
Ne zaman büyüyecektim?
Bir ailem olmadığı için, sorunlarımla başa çıkmayı öğrenemediğimi varsaymıştım hep ancak ne kadar acı olursa olsun, bunu bir noktada sindirmiş ve kendi kendimi yetiştirmiş olmalıydım.
18 yaşımdaydım artık, bunun arkasına sığınamazdım.
Öğrenmek zorundaydım.
Polisi bile işin içine karıştırmışlardı. Özür dilemek istiyordum ama hiçbir anlamı olmadığını da biliyordum.
"Ben, ne diyeceğimi bilemiyorum. Size haber vermem gerekirdi. Aslında mektuplar gönderdim ama... Belli ki size ulaşmamış. Bir okula kaydoldum. Ne yazık ki ne telefon ne başka bir şey kullanamıyorum. Çok ani oldu, sizi üzmek, isteyeceğim son şey bile değil! Ziyaret günü gelene kadar da gelip göremedim sizi..." gözleri koca koca açılan iki arkadaşım, bir süre yorum yapamadı. Hak veriyordum, okula kaydolmak ve ben!
Üstelik, gerçekten bana bir şey olduğunu düşünmüş ve kendilerini mahvetmişlerdi belli ki.
İkisi de çökmüş görünüyordu. Yüzlerinde sabit bir gülümseme ve şaşkınlık vardı. Hala iyi olduğuma şükrediyor olmalılardı.
Canım deli gibi, Fernando'yu haşlamak istiyordu ama tüm suçu onun üzerine yıkamazdım.
Eminim ki mektupların ulaşmamasının bir sebebi vardı ve ben onlara ulaşmanın başka yollarını bulabilirdim...
"Üniversiteye mi?!" gözlerimi devirdim.
"Komik olma Marva! Liseyi bitirmedim ki ben! Lise gibi bir şey işte." Bu kadar ayrıntıyla ellerinden kurtulmam mümkün olmadığından, kafamda bir şeyler kurmaya çalıştım. Belki başvurduğumu ve onlara sürpriz olsun diye söylemediğimi falan söyleyebilirdim.
Ah! Acilen bir şeyler uydurmalıydım!
Neden buraya gelmeden önce yapmamıştım ki bu uydurma işini?
Aileen ayağa kalkıp mutfağa yöneldi.
"Bahçeye geçin, kahveleri alıp geliyorum. Ve tabii bir de, polislere seni bulduğumuzu bildirmem gerek. Bize her şeyi anlatacaksın yoksa geri gidemezsin Helena!" Marva ile bahçeye çıkıp rahat koltuklara kurulduk. Bir şeyler uydurup meraklarını gidermeye çalıştım. Benim gibi sorunlu çocuklara yardım eden, ücretsiz bir yer olduğunu ve onlara sürpriz yapmak istediğimi söyledim. Akademiyi, anlatabileceğim ölçüde onlara anlattım ve heyecanıma ortak olmalarını dolu dolu gözlerle izledim.
Bekçilerden insan gibi bahsetmem, sochru ve elementleri tamamen atlamam ve babamın bir hain olduğunu gizlemem sayılmazsa, yalansız atlattım denebilirdi.
Benim için çok sevinmişlerdi. Ancak hala oldukça öfkeli ve sertlerdi.
"Ee, sizler ne zaman gidiyorsunuz okullarınıza?"
"Ben iki hafta sonra başlıyorum, Marva da bir ay sonra." Demek onların okulları da başlıyordu sonunda. Artık hepimiz bir yere dağılacaktık. Peki ben onlarla iletişimi nasıl sürdürecektim?
"Bana nerelere yerleşeceğinizi söylemeniz gerek. Sizi telefonsuz bulabilmeliyim. Birkaç ayda bir ziyarete gelmeye çalışacağım söz!" uzun uzun sohbet edip hasret giderdikten sonra kahkahalarımız geceye karışmaya başlamıştı. Onlara Emile'den, Cam'den William'dan ve Chris'ten de bahsetmiştim üstelik! Tam tahmin edebileceğim gibi, Marva benim Cam ile birlikte olmam için tepinirken, Aileen da William ile olmam için tepiniyordu!
"Ben oraya bunun için mi gittim! Kesin şunu!" Etrafımızda adeta bir heyecan çemberi vardı. Onlarla sohbet etmeyi öyle özlemiştim ki. Onlara birkaç saat daha William, Cam ve Chris hakkındaki düşüncelerimi anlattım. İyiden iyiye Marva da Team Will olduğunda saat iyice geç olmuştu. Akılları başka bir şeye çalışmıyormuş gibi odaklandıkları tek şey bana bir sevgili bulmaktı!
Babama görünmeden eve uğramak ve sonra Akademiye geri dönmek istiyordum. Herkes önümüzdeki beş günü ailesi ile geçirecekti, ben ise Akademinin kütüphanesinde geçirecektim. Eksiğim çok fazlaydı ve temel birkaç şey daha öğrenmem gerekiyordu. Yanında kalmak istediğim bir ailem yoktu, en azından geleceğime yatırım yapabilirdim.
Marva ve Aileen'ın nerede kalacaklarını öğrenip onlara veda ettim. Bir sonraki görüşmemizde onları ziyarete gidecektim. Marva orada uyuyacaktı, bu yüzden onları orada bırakıp sokaktan kendi evime doğru yürümeye başladım.
Sokağın ilerisinde tam seçemediğim bir silüet vardı. Hareket etmiyordu. Bir süre ilerleyip onun olduğu yere gelmeden sağa, kendi sokağıma doğru döndüm. Siluet hareket etmeye başladı, arkamda kaldığı halde dönüp dönüp silueti izliyordum. Elinde bir şey taşıyor gibiydi. İçimde bir huzursuzluk vardı, bir türlü kendi yoluma gidemiyordum. Bir süre daha ilerledikten sonra siluetin Aileen'ın evinin önünde durduğunu gördüm ve ben de anında durdum. Olduğum açıdan elindekini daha net seçebiliyordum. Bir gül!
Bu, beni takip eden adam olmalıydı! Ya da onunla aynı amaca sahip başka biri! Var gücümle Aileen'ın evine doğru koşmaya başladığımda o da Aileen'ın evine doğru koşmaya başladı. Korkudan dizlerimin bağı çözülmek üzereydi, kalbim alev alevdi. Onlara bir şey yaparsa kafayı yerdim.
Klaer! Fernando! Bana yardım etmek zorundasınız! Bana yardım edin! Buraya gelin lanet olasıcalar!
Var gücümle bir yandan Klaer ve Fernando'ya ulaşmaya çalışırken, bir yandan da eve koşuyordum. Geçen sefer, onları bu şekilde istemsizce çağırmayı başarmıştım. Bu kez de işe yaramak zorundaydı!
Pegasus, yanımda olmanın tam zamanı... Biliyorum buraya gelemezsin ama bana destek olman gerek.
Kapının girişinde adam gözden kayboldu. İçeride, onlara zarar veriyor olmalıydı! Kapıyı tekmeleyerek açıp içeri girdim.
Bunu nasıl başardığım hakkında hiçbir fikrim yoktu ama adeta adrenalin patlaması yaşıyordum.
Kan, beynime sıçramıştı ve bütün bedenimden yavaş yavaş çekiliyor gibiydi. Nefesim kesilmiş, görüşüm bulanıklaşmıştı.
Korku, ne illet bir şeydi.
Kapıdan çıkan gürültünün etkisiyle Aileen bir koltuktan, Marva diğerinden zıpladı. Oda oda gezmeye başladım. Onu bulup bu evden kovmalıydım. Nasıl yapacağımı bilmiyordum ama bir şey yapmak zorundaydım.
"Nerede o? Çık ortaya! Seni paramparça edeceğim duydun mu beni!" Dehşete düşmüş vaziyette beni izleyen arkadaşlarımın önünden geçip üst kata çıktım. Hiçbir yerde yoktu. Nereye gitmişti bu?
"Eve giren birini gördünüz mü? Birinin eve girmeye çalıştığını gördüm!" Marva da Aileen da telaşa kapılmıştı. Belli ki hiçbir şeyden haberleri yoktu. Ben korku içerisinde onlara sarılırken kapıdan içeriye Fernando girdi.
"Sorun yok Helena, hadi gidelim." Tüm gözler kapıya döndü.
"Bu kim? Will? Cam? Chris?" avuç içimi bıkkınlıkla alnıma vurdum. Ben burada onlara zarar gelecek diye delirirken onların derdi hala beni birine yamamaktı!
"Bu Fernando. Bir arkadaşım." Fernando sorun yok dediğine göre, ev temiz olmalıydı.
"Bizi tanıtmayacak mısın? Arkadaşına." Marva'nın flörtöz havası keçileri kaçırmama sebep olacaktı birazdan. Ben endişeden ruhumu teslim etmek üzereydim, onların aklı neredeydi!
"Bunlar da benim yarım akıllı arkadaşlarım, Fernando." Aileen sert bir biçimde koluma vurunca onlara ters ters bakmaya başladım. Marva ve Aileen'dan özür dileyip, yanlış gördüm herhalde diyerek Fernando ile birlikte oradan ayrıldım. Onları buna ikna etmek çok da zor olmamıştı. Midvale oldukça güvenli bir yerdi, bu tarz olaylar yaşanmazdı.
Onlara doğru düzgün bir açıklama yapamayacak kadar çok yalan söylemek zorundaydım, o yüzden uzatmamak en doğrusuydu. Onlar da sorgulama niyetinde değillerdi zaten.
Ancak ben, hala düzgün nefes alamıyordum. Kalbim göğüs kafesimi kırmak ve dışarı çıkmak için tepiniyordu. Korku adeta genzimi yakmıştı.
"O adam buradaydı. Evin önünde gördüm! Arkadaşlarıma bir zarar verirse..." Fernando sıkıntıyla nefesini verdi.
"Seni korkutmak istemiş olmalı. Bir elementer, bir insana zarar vermez Helena. Emin ol, sonuçları çok ağır olur. Kimse bu riski almaz." Bu güzeldi elbette ancak yeterli değildi.
"Onları korumak için bir şey yapamaz mıyız?"
"Kurul ile konuşacağım. Onlara bir muhafız görevlendirilmesini sağlarım. Endişelenme. Emin ol, tek istediği seni huzursuz etmek." İçim, ne yazık ki yeterince rahatlamamıştı. Tuttuğum nefesimi bıraktım ve gökyüzüne bakarak evime yürümeye başladım.
Belki yıldızları saymak bana iyi gelirdi.
Ya da Ay...
Teşekkür ederim Pegasus... Bana on kaplan gücü verip o kapıyı tekmeleyerek kırmamı sağladığın için.
"Babama da bir muhafız gerekir mi? Bir Elementer olduğunu biliyorum ancak kendini koruyacak kadar ayık gezeceğine asla inanmıyorum. Gerçi ona bir şey olsa da, üzülür müydüm bilmem." Bir an için düşünmeden konuştuğuma pişman olmuştum. İçgüdüsel olarak babamı düşünmüş olmalıydım. Aslında gerçekten de iyi olup olmadığını umursamıyordum. Fernando, umursadığımı düşünsün de istemiyordum.
Karışık yüz ifadem, bu sorunu kendi içimde çözemediğimi net bir biçimde yansıttığından olsa gerek Fernando beni cevapsız bıraktı.
Evin önüne geldiğimizde anahtarı sakladığım yerden çıkardım. Tahmin ettiğim gibi, el değmemişti.
İçeride hiçbir değişiklik yok gibiydi, babamdan bir iz de yoktu. Onunla karşılaşsam, ne yapardım biliyordum...
Muhtemelen hiçbir şey sormaz, hiçbir şey söylemez ve yanından geçer giderdim. Zaten, umurunda da olmazdı.
"Evde değil gibi. Birkaç parça şey alacağım, sen keyfine bak." Onu aşağıda bırakıp odama çıktım. İçeriye hiç el değmemişti. Hiçbir değişiklik yoktu. Muhtemelen odama hiç girmemişti.
Beni akademiye göndermemek için o kadar direnen babam, ben gider gitmez hayatına geri dönmüş olmalıydı. Ne bekliyordum ki? Belki bir kızı olduğunu çoktan unutmuştu bile.
Unutsundu zaten. Yoktu artık bir kızı. Hiç olmamıştı, olmayacaktı.
Aileen ve Marva ile olan bir fotoğrafımı, kazandığım ilk param ile aldığım pelüş kedi yavrumu ve birkaç parça kıyafetimi alıp Fernando'nun yanına döndüm. Artık akademiye dönmeye ve bu eve veda etmeye hazırdım. Benim evim burası değildi, bu adamın yanı değildi.
"Gidebiliriz. İhtiyacım olan bir şey kalmadı." Birden aklımda bir ampul yandı. Şu anki duygusallığım, Fernando'nun bana acıyıp birkaç sorumu cevaplaması için mükemmel bir zaman olabilirdi.
Bir de Emile'e şeytan diyordum, değil mi?
"Bilmem gereken bir şey var Fernando. Söz, daha fazlasını sormayacağım." Fernando adımlarını yavaşlatıp durdu ve bana döndü. Gözlerime endişeyle bakıyordu. Sorabileceğim şeylerin onu endişelendirdiğini çok net görebilmiştim şimdi. Belli ki, çok fazla şey biliyordu ve bunların birçoğunu benimle paylaşamazdı.
"Babam... Captivum'a gitmekten nasıl kurtuldu?" Fernando sıkıntılı bir nefes verip bir süre düşündü. Gözleri ılık esen rüzgarın dalgalandırdığı ağaçlara çevrilmişti.
Düşündü, düşündü, düşündü... İtiraz edip beni geçiştireceğini düşündüğüm an, araya girip onu engelledim.
"Beni karanlıkta bırakamazsın. Lütfen... Ben 18 yıldır karanlıktayım zaten. Hiçbir şey bilmeden, konuşacak kimsem olmadan 18 koca yıl geçirdim. Artık kendi "ailem" hakkında bir şeyleri bilmeyi hak ediyorum." Söylediklerim, Fernando'ya nihayet ulaşmış gibiydi. Bakışlarını ağaçlardan çekip Ay'a çevirdi önce. Sonra tekrar gözlerime baktı.
"İsyancıların önde gelenlerinin kendilerine verdikleri bir isim vardı. Rebelrosa. Bir çeşit Kurul gibi işte. Kaç üyeden oluştuğunu net olarak bilmiyorum ancak kalabalıklardı. İsyan zamanı her türlü plan ve kaynak bu gruptan çıkmıştı. Baban Rebelrosa'dakilerin isimlerini Kurul'a vererek Captivum'a gitmekten kurtuldu. Verdiği isimlerin tamamı, Muhafızlar tarafından ölü ya da diri bir şekilde ele geçirilmek üzere arandı. Bazıları öldü, bazıları Captivum'a kapatıldı ve oradan asla çıkamayacaklar. Çoğu insan, ölü ele geçirilenlerin, Captivum'dakilerden daha şanslı olduğunu söylüyor. İnan bana, orayı hayal etmek dahi istemezsin Helena... O yüzden babanın destekleyeni ve seveni olduğu kadar, düşmanı da var. Akademi'de tek düşünmen gereken derslerin ya da kurallara uymak değil, geçmiş defterlerin sana zarar vermemesi için de tetikte olman gerekiyor. Dikkatli ol Helena. Klaer ve ben, senin için elimizden geleni yapacağız. Tamam mı?" başımı usul usul sallayıp öğrendiklerimi sindirmeye çalıştım.
Rebelrosa.
Rosa.
Gül...
Kabuslarım, bununla bağlantılı olmalıydı. Bir anda kafayı güllerle bozmamın, elinde gül olan biri tarafından takip edilmemin ya da Fernando'nun bana "onu götürmek için gelmiş olmalılar" demesinin başka bir açıklaması olamazdı.
Beni takip edenler, isyancılar olmalıydı.
Bunca zaman, beni elementer alemi için bir tehdit olarak gördüklerini düşünmüştüm.
Oysa, elementer alemi de benim için büyük bir tehditti aslında.
İsyandan yana olmayanlar, isyanda yakınlarını kaybedenler, yakınları Captivum'a kapatılanlar, isyancılar...
Kısacası, Tom Lincoln'dan nefret eden herkes.
Hepsi için açık hedeftim. Hepsi, ona zarar vermenin tek yolunun ben olduğuma inanıyor olabilirdi.
Ben gerçekten de, Akademide tehlikedeydim aslında.
Akademide değilken de tehlikedeydim...
Babam, bir katil ve aynı zamanda bir gammazcıydı. Annem böyle birini nasıl sevmişti, nasıl evlenmişti aklım almıyordu gerçekten. Hiç tanımadığım annemin, asla böyle bir insana aşık olamayacağını düşünüyordum ama kim bilir, belki annem de böyle biriydi... Hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Akademiye döndüğümde yapacağım şeylerden biri de bu olacaktı. Annemi araştıracaktım.
Düşüncelerde bir kez daha boğulduğumu, bu dipsiz kuyudan çıkamadığımı gören Fernando kolunu omzuma hafifçe vurdu. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı ve belli ki bana güven vermek istiyordu.
Beni korumak için ellerinden geleni yapacaklarına gerçekten de hiç şüphem yoktu, ancak sadece onların çabaları asla yeterli olmazdı.
Ben, kendim için çabalamaya başlamalıydım bir an önce.
"Yarışa ne dersin?" şaka mı yapıyorsun der gibi baktım ona. Klaer'in Kumay'ını bile yenememişti! Pegasus'u yenme ihtimali sıfırdı.
Bakışlarımdaki alayı net bir biçimde yakalayan Fernando sinsice gülümsedi.
"Kendine bu kadar güveniyorsan benimle yarışırsın." Bir kez daha aynı alayla baktım ona.
Özgüven iyiydi tabii, ama fazlası sizi palyaçoya çevirirdi ve ben Fernando'nun burnuna kırmızı süngeri takmak üzereydim.
"Seni Septi Ferarum'a gömeceğim Fernando." Kahkaha attı.
"Ben alışkınım. Hadi, üç deyince!"
KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.
KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR
Instagram: byk.literatur
Tiktok: buseninkurgulari
Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...
İnstagram : aykusagi.serisi
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.06k Okunma |
164 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |