9. Bölüm

Kader müdahalesi

buyalnizcasitemm

Sigaralarımız bitmişti, sessizce öylece balkondan şehrin ışıklarını izliyorduk. Ne o konuşuyordu ne de ben. Onunlayken sessizliğin dahi can sıkmaması şaşılacak şeydi. Şehrin manzarasıyla yarışacak kadar güzel bir yüze sahipti… Farkında mıydı? Derin bir nefes alıp ceketinin cebine attığı sigara paketinden iki dal sigara çıkartıp birini bana uzattı. Uzanıp aldım, sigaralarımızı tutuşturduktan hemen sonra uzun kirpiklerinin altından bana baktı.

 

“Katarina konusunda hala bir şeyler bulabilmiş değilim. Bu konu gittikçe kapanıyor gibi hissediyorum. Omuzlarımda bin tonluk bir yük var sanki,”

 

dedi, sigarasından bir duman çekerek.

Açtığı konu, gerilmeme sebep olurken elimi hırkamın cebime yerleştirip bakışlarımı kaçırdım.

 

“Bu konu kapansa üzülür müsün?”

 

dedim, düşünceli bir vaziyette. Bakışları kine ve hırsa büründü.

 

“Çok fazla… Annem öldüğünde 12 yaşındaydım. Onu gömerken söz verdim Eleni, onu benden alana bunu ödeteceğime yemin ettim. Ben anneme verdiğim tüm sözleri tuttum. Bunu tutmazsam nasıl bir evlat olurum?”

 

Başını ellerinin arasına alıp sıkıntıyla iç çekti.

Bulunduğu durum, kor gibi içimi yakarken aslında aradığı şeyin hemen yanında olduğunu bilseydi diye düşündüm. Aradığı kanıtı ellerimde tutuyor ama en çok ondan esirgiyor olmak canımı acıttı. Boğazımı temizleyip bakışlarımı şehrin parlak ışıklarına çevirdim.

 

“Kendine bu kadar yüklenmemelisin Armağan. Her şey her zaman planladığımız gibi gitmez. Hem sen hep bu kadar karamsar mısın ?”

 

Başını ellerinin arasından kurtarıp bana baktı. Gözlerinde hak verdiğim bir keder vardı.

 

“Benim yaptığım hiçbir plan olması gerektiği gibi gitmedi zaten Eleni. İrem konusunu biliyorsun. Babam olacak şerefsiz zaten başlı başına bir sorun. En azından annem için planladıklarım yolunda gitmek zorunda. Bunun için ölmem gerekse bile anneme verdiğim sözü tutacağım.”

 

Ölümden bahsetmesi ürpermeme sebep oldu. Ya öleceğim ya da öldüreceğim mi demek istiyordu? Daha önce de annemi öldürmek istediğini söylemişti. Gerçekten yapar mıydı? Bunları annem söyleseydi, yapacağından bir an bile şüphe duymazdım çünkü annem birini öldürüp ardından beş çayı düzenleyecek kadar rahat ve cani bir kadındı. Ama Armağan ona bunları o kadar konduramıyordum ki. İçim burkuldu, zorlukla gülümseyip elimi elinin üzerine yerleştirdim.

 

“Hep kötü ihtimallerden söz ediyorsun. Kötü düşünürsen kötü olur. Rumi der ki; ‘Dünyada olabilecek her bir olay için misal aleminde sayısız ihtimal uyur. Siz ağzınızdan çıkardığınız sözlerle o ihtimalleri uyandırırsınız. Güzel kelimeler söyleyin ki güzel ihtimaller uyansın. İnsanın kaderine müdahalesi buradadır.’”

 

Söylediklerimi dikkatle dinlerken yüzüme kırık bir gülümsemeyle baktı.

 

“Belki de haklısındır, teşekkür ederim Eleni, gerçekten.”

 

Omuz silktim, yüzüne içten bir gülümsemeyle bakıyordum. Telefonumun bildirim sesiyle elimi cebime attım. Gelen bildirime bakarken kaşlarım hayretle havalandı.

 

“Tunç benim fotoğrafımı paylaşmış.”

 

Duyduklarıyla hızla telefonumu ellerimden çekip ekrandaki fotoğrafa baktı. Yemek masasında kucağımda çiçekle çektiği fotoğraftı. Bu, Armağan’ın çenesi seğirirken sert bakışları bana döndü.

 

“Onu buraya çağırarak ne iyi yapmışsın, değil mi? Aramızdaki buzlar eridi sayende.”

 

Kaşları mümkünmüş gibi daha da çok çatıldı.

 

“Ben şimdi Tunç’u buraya getirdim diye böyle samimi olmak zorunda mısınız?”

 

Yan gözle ona bakıp sandalyeye oturdum. Zaten küçük balkona zar zor sığıyorduk, bir de bu masa sandalye alanımızı daha da daraltıyordu. Ani bir hareketle arkasını dönüp bir elini masaya, bir elini oturduğum sandalyenin dayanma kısmına yerleştirip hafiften üzerime eğildiğinde kalakaldım. Gözlerimi kırpıştırıp bakışlarımı bakışlarına hizaladım. Bal rengi gözlerinin içinde zehirden ırmaklar akıyordu sanki. Bal öfkeyle karışmış, dokunduğunu sonsuz bir uykuya davet ediyordu .

 

“Uzak dur ondan. Rica ediyorum, bak dediğimi yap. Sana göre biri bile değilken onunla ne işin olur senin?”

 

Ses tonu rica etmekten epey uzak, kelimeleri rica ediyormuşa çok yakınken bu sert sevimli tavrı istemeden gözüme sevimli göründü. Kendimin bilincindeydim ben , biliyordum Armağan’a çekildiğimi, yanlıştı. Kalbim yanılıyordu zaten başkasına atan bir kalbe doğru anlamsız bir arzuyla çekilmek akıllı işi değildi. Yine de hakimiyetini ilan etmiş kalbim, aklımın sessiz çığlıklarını çoktan alt etmiş, üstünlüğünü kurmuştu. Bakışlarımdaki ışıkların her biri Armağan diye parlarken gözlerinin en içine bakmayı sürdürdüm.

 

“Onu yanıma sen getirdin ve şimdi uzak durmamı talep ediyorsun. Neden uzak durmalıyım Armağan?”

 

Çenesi kasıldı, yüzü gergin bir ifadeye büründü. Gözlerini kaçırmak istedi lakin yapamıyor gibi bakışları yine bakışlarımı buldu.

 

“Öyle istiyorum çünkü ! Senin için bunu yapmak çok mu zor? Yoksa hislerin değişti mi Eleni? Kalbinde Tunç için bir yer mi ayırdın kısa zamanda?”

 

Kaşlarım istemsiz çatılırken ona birkaç milim daha yaklaştığımdan bir haberdim.

 

“Kalbimde Tunç’a verebileceğim ufacık bir yer bile kalmadı Armağan , çoktan her yer işgal edilmiş durumda.”

 

Cümlemin başında kararlı çıkan sesim, sonlara doğru hayal kırıklığının keskin parçalarından nasibini almış gibi duyulmuştu. Bal gözlerindeki zehir gözlerimdeki nehre aktı, aktı ve aktı. İmkanı olsaydı, beni bakışlarıyla boğardı. Öfkeli yüz hatları seğirdi, biraz daha bana doğru eğildi.

 

“Çoktan işgal edilmiş durumda, öyle mi? Kim o kalbin fatihi Eleni? Nasıl birden kalbinin her milimini sahiplenip işgal etti?”

 

Dudaklarından çıkanlar bir ok gibi zihnime saplandı. İşleri daha da berbat etmiştim, değil mi? Artık sayemde , kalbimde başka biri var sanıyordu. Bahsettiği fethi gerçekleştiren fatihin kendisi olduğunu söyleyememek içimi yaktı. Gözlerimi hayal kırıklığı ve kendime olan öfkemle yumduğumda aklıma İrem’in ona sarılmış görüntüsü doldu. Gözlerimi hiddetle açıp başımı kaldırdığımda, öfke kalbime yenildi. ‘ Yenilmesem ona sana ne diyecektim seni neden ilgilendiriyor ? ‘ ama mümkün olmadı. Burunlarımız birbirine değiyor, saçlarım rüzgarla yüzünü okşuyordu. Şimdi o, bu kadar yakındayken söylenecek ne varsa sükunetle kenara çekilmiş, kalbimin Munzur sesi beynimi bir şeytanmışçasına ele geçirmişti. Öp, diyordu binlerce kez . Öp ve her şey açıklığa kavuşsun. Gözlerimi kırpmadan gözlerine bakıyordum, o da benim gözlerime bakıyorken şimdi tüm şehir susmuş, birbirimizi öpmemizi bekliyordu sanki.

 

Sesli bir şekilde yutkunuşunu işittim. Göz bebekleri titreşiyor, gözlerim ve dudaklarım arasında kararsız bir git-gelle boğuşuyordu. Konuşmak için dudaklarını hareket ettirdiğinde zaten aramızda mesafe kalmamış olan dudakları dudağıma çarptı. Bir elektrik dalgası vücudumu ele geçirmişçesine titredim, mideme kramplar girdi.

 

“Ondan uzak dur… Lütfen.”

 

Dudaklarından fısıltıyla dökülen bu dört kelimenin her birinde dudakları dudaklarıma çarptı, bedenimde zelzeleler nüksetti, kalbim patlayacak gibi attı ama tek kelime edemedim.

Titreşen kirpiklerimin ardından güzel yüzünün her milimine baktım. Loş ışığın eser miktarda aydınlattığı bu küçük balkonda, o bana bu derece yakınken mantıklı düşünmek hayli zordu. Birinin gelmesi ve bu vaziyette görülme ihtimalimiz , aklım başımda olsaydı eğer ödümü patlatırdı. Yüzünde dolanan bakışlarım, göğsünün üzerine tam kalbine yerleştirdiği elini bulduğunda kaşlarımı çattım, gözleri kızarmıştı, nefes alışı düzensiz seyrediyordu. Kalbinin üzerine bastırdığı eli yumruk olmuş, üzerindeki kazağı parçalamak ister gibi sarmıştı. Panikle uzaklaşıp ayağa kalktım, kalbi onu zora sokuyordu, değil mi? Bana bu kadar yaklaşmak, kalbini zorlamıştı.

Onu kalktığım sandalyeye oturturken saçlarımı geriye atıp önünde diz çöktüm.

 

“Derin nefes almaya çalış. İlacın falan var mı? Seni sakinleştirebilecek herhangi bir şey… Armağan, yüzüme bak.”

 

Bal rengi gözlerini yere sabitlemiş, eli göğsünde sık, kısa nefesler alıp veriyordu. Bu hali beni daha da paniğe sürükledi.

 

“Ambulansı arayacağım, sakın ayağa kalkma, duyuyor musun?”

 

Ayağa kalkıp içeriye adımlayacakken, büyük elleri elimi sardı.

 

“Hayır, ambulans yok. Biraz zaman ver, birazdan düzelir, burada kal.”

 

Ona kararsızlıkla bakıp ifadesini kontrol etmeye çalıştım. Sanki biraz daha iyi görünüyordu. Gözlerim hala bırakmadığı elime iliştiğinde içimden ılık bir rüzgar esti. Hasta kalbinde zaten birini taşıyan bir adama hissettiklerim, bir urgan gibi boğazıma sarılırken yutkunmakta zorlandım. O zaten birine aitti. Birkaç dakika ona zaman verip toparlanmasını bekledim. Nihayetinde daha kendinde göründüğünde, elinin içindeki elimi istemeye istemeye çekip, bana çevirdiği bakışlarına baktım.

 

“Sevgilin varken bana bu kadar yaklaşarak ne yapmayı amaçlıyordun? İlişkin varsa öyle davran , aksi takdirde herkes incinir.”

 

İfadesiz tutmak için özen gösterdiğim sesim kulaklarına ulaştığında, kaşlarını çatıp alayla gülümsedi.

 

“İrem olmasaydı, öpebilirdim yani seni?”

 

Yüzümün her milimi utançla kızarırken, bakışlarımı kaçırdım.

 

“Ben öyle bir şey söylemedim, çarpıtıyorsun.”

 

Dudakları erkeksi bir kıkırtıyı serbest bıraktığında, şu an bile gülüşünün güzelliğine takıldığım için saçlarımı yolmak istedim.

 

“Eleni, eğer seni öpmemi istemeseydin, bunu anlardım. Aramızda milimler kalmışken, ifaden öpmemi bekler gibiydi.”

 

Dişlerimi sinirle sıkarken, kendimi düşürdüğüm bu rezil durumdan nefret ettim.

 

“Bir anlık yakınlaşmayı gözünde bu kadar büyüteceğin aklımın ucundan bile geçmezdi.”

 

Dedim geçiştirir bir edayla . Keyifli yüz ifadesi öfkeyle harmanlanırken, bir adım atıp bana biraz yaklaştı.

 

“Alışıksın sanırım bir anlık yalınlaşmalara.”

 

İması içimi hayal kırıklığının keskin parçalarıyla doldurdu. Başı yana dönene ve avcumun içindeki yakıcı karıncalanmaya dek ona tokat attığımın farkında bile değildim. Şaşkınlık ve pişmanlıkla ; bir hala bana çevirmediği yüzüne , bir elime baktım.

 

“Beni sevgilinle karıştırma, Armağan. Ben onun gibi sevgilime aşk nutukları çekip ertesi gün onun bunun altına yatmıyorum, haddini bil.”

 

Onu olduğu yerde bırakıp, kapıyı açıp salona girdikten sonra, kapıyı arkamdan sertçe kapatıp mutfağa doğru yürümeye başladım.

 

“Abla, bu ne hiddet, bu ne celal, bir şey mi oldu?”

 

Sinirle harmanlanmış bakışlarımı kısa süreliğine Merte çevirdim, tekrar önüme döndüm.

 

“Akılsız bir abin var Mert ! Boktan herifin teki.”

 

Mutfakta beni bekleyen bulaşıkları makineye yerleştirdikten bir süre sonra istemeye istemeye salona döndüm. Armağan, İrem’in yanına değil, tekli koltuğa oturmuştu. Baktığımdan değil, girerken görüş açımda olduğundan görmüştüm. Doğruca ilerleyip Mert’in yanına yerleştikten sonra, ifadesiz bakışlarımı Tunç’a çevirdim.

 

“Fotoğrafımı Instagram’da paylaşmana anlam veremedim, üstelik biz seninle ekli bile değiliz. Nasıl etiketleyebildin?”

 

Tunç televizyondaki bakışlarını bana çevirip yerinde dikleşirken, kaşlarını kaldırdı.

 

“Akşam üzeri takip isteğimi onaylamıştın, unuttun mu? Fotoğrafı çok sevdim, anı kalsın istediğim için paylaşmıştım ama hoşlanmadıysan kaldırabilirim ”

 

Kaşlarımı çatıp hırkamın cebindeki telefonumu elime aldım. Onun takip isteğini sildiğimden emindim. Keza hesabımı açtığımda gördüklerim, düşündüklerimin tam tersiydi. Silmek yerine yanlışlıkla onaylamış olmalıydım. Telefondaki bakışlarımı kaldırdığımda, Armağan’la bakışlarımız kesişti. Bakışları Tunç’la aramızda gidip geliyordu. Bana bakarken, sert ifadesi mahçubiyete benzettiğim bir ifadeye evrilse de onu kolay kolay affetmeyeceğimden son derece emindim.

Yarım saat daha öylece oturup, İrem’in “Ben sıkıldım!” nidalarının ardından kalkmaya karar verdiler . Mert’le birlikte onları kapıya kadar geçirmek için arkasından ayaklandık. İlk önce İrem evden çıkarken, Tunç’u da kolundan tutup yanında götürmeyi ihmal etmemişti. Tunç’un bende kalan bakışlarını görmezden gelmek en doğrusu olduğundan, öyle yaptım.

 

Armağan ayakkabılarını giyerken, olması gerektiğinden fazla oyalandığı için bu gece beni kırmasının da etkisiyle göz devirmeden edemedim. Botlarına üç düğüm atması bence şart değildi. Bakışlarını sık sık kaldırıp bana baktığını hissetsem de, pas vermemekte inat etmeye devam ediyordum. Sonunda ayaklanıp montunu düzeltti ve konuşmaya başladı:

 

“Yemekler için teşekkür ederiz, eline sağlık, abicim.”

 

Mert gururlu bir ifade takınıp abisine sarılıp vedalaşırken, ben kapıdaki eskimiş yılbaşı süsünü inceliyordum.

 

“Eleni, balkonda olanlar için üzgünüm. Söylediklerim içinde niyetim bu değildi.”

 

Cevap vermedim ya da yüzüne bakmadım. Arkamı dönüp odama doğru adımladım. Kapanan kapı sesini işittiğimde çoktan yatağa yerleşmiş, kulaklıklarımı takmak üzereydim. Mert’in ayak seslerini duyduğumda kulaklıklarımı takmayı biraz daha erteleyip bekledim. Bir iki saniye sonra odamdaydı.

 

“Ben üniversiteden çocuklarla dışarı çıkacağım, abla. Çok geç kalmam ama.”

 

Kaşlarım istemsiz çatıldı. Bu saatte giderse dönmesi gece iki ya da üçü bulurdu. Gülümseyen yüzüne kıyamadım.

 

“Saat çok geç ama çık bakalım. Arabanla gideceksen yavaş kullanıyorsun ve bana haber vermeyi ihmal etmiyorsun. Aradığımda ulaşamazsam fena olur.”

 

Başını sallayıp uzaktan bir öpücük gönderdikten sonra önce odamdan, kısa süre sonra da evden çıktı. Kulaklıklarımı takmış müzik dinlerken telefonu kaldırıp saate baktım. Yarın iş vardı. Saat gece yarısını çoktan geçmişti.

 

İçime feci bir sıkıntı yerleştiğinde Mert’i aramaya karar verdim. Belli ki gelmeden uyuyamayacaktım. Telefon çaldı, çaldı fakat açılmadı. Bant kaydına düşen hattı kapatıp tekrar aradım. Ve tekrar, belki de on kez. Açılmadı. İçimdeki sıkıntı büyüdükçe büyüdü. Başka bir çare bulamayınca Armağan’ı aramaya mecbur kaldım.

 

Telefon, geç saate rağmen ilk çalışta açıldığında ne diyeceğimi bilemedim. Bir dakika kadar ne o ne de ben konuşmadık. Nefes sesleri kulağımda tatlı bir esinti bıraktı sanki.

 

“Ben bu saatte rahatsız ettim, kusura bakma.”

 

Birkaç hışırtı duyuldu.

 

“Önemli değil. Ben uyumamıştım zaten.”

 

Görecekmiş gibi başımı salladım.

 

“Mert, arkadaşlarıyla dışarı çıktı siz gittikten sonra. Henüz dönmedi. Aramalarıma cevap vermediği için endişelendim. Sana yazdı mı hiç ya da aradı mı?”

 

Duyduğum seslerden ayağa kalktığını tahmin ettim.

 

“Hayır, bana hiçbir şey söylemedi. Senden öğreniyorum. Arabaya alırken bir takip sistemi yerleştirmiştim. Nerede olduğuna hemen bakabilirim.”

 

Onaylayan mırıltılar çıkarıp Mert’in yerine bakmasını bekledim. Ama ne kadar geçerse geçsin konuşmadı.

 

“Armağan, baktın mı? Neredeymiş?”

 

Armağan boğazını temizledi.

 

“Eleni, ben baktım. Birazdan seni almaya geliyorum. Hazırlan, olur mu? Beraber gidip Mert’i görürüz.”

 

Onaylayıp hızla ayaklandım. Üzerimi değiştirip montumu ve çantamı aldıktan sonra aşağıya inip beklemeye başladım. Yirmi dakika sonra Armağan siyah arabasıyla önümdeydi. Arabaya bindikten kısa süre sonra, tahmin ettiğim gibi bir mekânın önünde değil, otobanın ortasında durduk.

 

Anlamayarak başımı çevirip Armağan’a baktığımda, bana değil, dümdüz karşıya bakıyordu. Parmak boğumları direksiyonu sıkmaktan bembeyaz kesilmişti.

 

“Neden durduk?”

 

Dedim, anlamayan bir ifadeyle etrafa bakıp karanlık olduğu için yoldan başka bir şey görünmüyordu.

 

“Eleni, beni aradın ya sen…”

 

Başımı sallayıp devam etmesini bekledim.

 

“Sen aradıktan sonra Mert’in yerine bakmak için ekranı açtığımda, Mert’ten bir mesaj bildirimi gördüm.”

 

Rahatlayarak arkama yaslandım.

 

“Neredeymiş bu eşek? Telefonlarımı açmadığı için başı fena belaya girecek. Bana değil, sana mı yazmış bir de—”

 

Armağan sözümü kesip, konuşurken hareket ettirdiğim ellerimi bileklerimden yakaladı.

 

“Eleni, Mert değildi yazan. Telefonu kaza bildirimi göndermiş. Beni acil durum kişilerine eklediği için.”

 

Ne demişti? Kaza bildirimi… Başım dönmeye, midem bulanmaya başlarken gözlerime dolan yaşlar görüşümü bulanıklaştırdı. Dudaklarımdan bir hıçkırık firar ederken gözlerimi sımsıkı kapattım. Rüya görüyordum. Rüya olmalıydı.

 

Armağan hızla beni kendine çekip sarıp sarmaladığında tepki veremedim. Sert bir hareketle onu itip, ıslanan yanaklarıma yapışmış halde olan saçlarımı geriye attım.

 

“Sür! Ne duruyorsun? Çalıştırsana şu arabayı! Kardeşime gitmem gerek!”

 

Onun suçu yoktu. Ona bağırmamın bir manası da yoktu ama bunları düşünebilecek kadar sağlıklı durumda değildim. Kardeşim… Ona bir şey olma ihtimali nefesimi kesti. Onsuz yapamazdım. Yaşamaya devam etmem söz konusu bile değildi. İçim yanıyordu. Tüm benliğim alevlerin arasında bir çare gibi hissediyordum. Armağan, anahtarı çevirmek için harekete geçtiğinde motorun güçlü uğultusu karanlık geceye karıştı.

 

“Tamam… Gidiyoruz,”

 

dedi, sesi alışılmadık bir sakinlikteydi.

Ama bu sakinlik, benim içimdeki yangını dindirmeye yetmiyordu. Ellerim titremeye başlamıştı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gözlerimden süzülen yaşları silmeye çalışırken, sözcüklerim düzensiz nefes alışverişlerimin arasında kayboldu.

 

“Armağan, eğer… Eğer Mert’e bir şey olduysa… Yaşa—”

 

Cümlemi tamamlayamadım. Dilim varmadı. Söylemek bile istemiyordum. İçimde büyüyen korkunun adını koymaktan bile çekiniyordum.

Armağan, gözlerini yoldan ayırmadan elini bir anlığına benimkilerin üzerine koydu. Parmaklarının sıcaklığı, titreyen ellerimi bir nebze olsun yatıştırdı.

 

“Bir şey olmayacak,”

 

dedi, sesindeki kararlılık bu kez daha güçlüydü.

 

“Onu kaybetmeyeceksin, kaybetmeyeceğiz, tamam mı? Sana söz veriyorum.”

 

Ama o söz, içimdeki korkuyu silemedi. Arabada geçirdiğimiz her saniye bir ömür gibi geliyordu. Gözlerimi bir noktaya sabitleyip zihnimin en karanlık senaryolarıyla savaşmaya çalıştım.

 

Yolun sonunda, uzaklarda bir mavi-kırmızı ışık huzmesi belirdiğinde nefesim kesildi. O an her şey, zaman, yer ve düşünceler durdu. Yaklaştıkça biraz daha kalbim sıkıştı. Yolun kenarında birkaç polis aracı ve ambulans duruyordu. O an zihnimdeki korku en karanlık köşeye çekildi ve yerini umutsuz bir panik aldı.

Armağan arabayı kenara çekip durdurduğunda, beklemeden kapıyı açıp kendimi dışarı attım. Güçsüz adımlarım yerini koşmaya bıraktı. O sırada bir polis memuru önümde belirdi, beni durdurmak için kolumu tuttu.

 

“Hanımefendi, sakin olun! Buradan geçemezsiniz.”

 

Onu dinleyecek halde değildim.

 

“Kardeşim! Kardeşim burada mı? Nerede o? Lütfen söyleyin!”

 

dedim, sesim titrek ve çaresizdi. Armağan hemen yanıma gelip beni sakinleştirmeye çalıştı.

 

“Eleni, bir saniye dur,”

 

dedi, sonra polise dönerek daha otoriter bir

tonda konuştu.

 

“Ben kaza yapan kişinin abisiyim, o da ablası. Mert Sönmez nerede?”

 

Polis memuru bir an duraksadı, ardından daha yumuşak bir ifadeyle başını salladı.

 

“Araç yüksek hız yüzünden kontrolden çıkmış ve bariyerlere çarpmış. Sürücünün yanında bir kız vardı, durumu iyi. Ambulansla hastaneye kaldırıldılar. Mert Sönmez’in durumu ağır ama hayatta.”

 

Hayatta.

 

O iki kelime bir anlığına içimdeki karanlığı dağıttı. Ama ardından gelen “durumu ağır” cümlesi, korkuyu yeniden damarlarıma pompaladı. Bir an ayakta durmakta zorlandım, gözümün önü karardı neyse ki Armağan belimden tutup beni destekledi, yoksa düşmem kaçınılmazdı .

 

“Eleni, toparlan… Lütfen. Biliyorum çok zor ama Mert’in bize ihtiyacı var,”

 

dedi, yumuşak tutmaya çalıştığı sesiyle.

 

Başımı sallayıp derin bir nefes aldım. Hızlıca arabaya geri döndük. Armağan, yolu tarif eden polis memurundan aldığı bilgilere göre hareket etti. Yol bitmek bilmedi sanki. İlerlediğimiz her santimde omuzlarıma tonlarca ağırlık yüklendi.

Hastaneye vardığımızda, acil servisin kapısının önüne ulaştığımızda adımlarım bıçak gibi kesildi , içimden dua ediyordum. Kardeşimi sağlıklı bir şekilde görebilmek için canımı bile verirdim. Armağan’ın eli elimi sardığında bakışlarımı ona çevirdim. Bakışları benim üzerimde gezindi. Sert adımlarla ilerleyip beni ardından sürükledi. Yapmasaydı, bir adım dahi atıp ilerleyemezdim. Mert’i ne halde göreceğimi bilmemek beni için için yerken buna cesaretim yoktu.

 

Birlikte acil servisin kapısından içeri adım attık.

 

Bölüm : 24.12.2024 23:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...