8. Bölüm

Origami

buyalnizcasitemm

 

Bazı anlarda insan, tüm kötülüklerin kendi başına geldiğine inanır. Oysa bu, Tanrı’nın biz insanları eğitme şeklidir. Çünkü insan türü, darbe almadıkça eğilmeyecek kadar kibir sahibi yaratıklardır. Her insan nasıl bir birinden benzersizse, sınandıkları da öyledir.

Bazılarınız ailesinden sınanırken, bazılarımız kimsesizlikle sınava tabi tutulur. Kimimiz açlık, kimimiz hastalıkla… Bu dünyadaki en korkunç sınav, bence birini kaybetmektir. Bu, herkes olabilir; kardeş, anne, baba, eş, belki de evlat.

Birini sonsuz koşulda kaybettiğinizde, koşulsuzlukla sınanırsınız. Nedenler ve sonuçlar anlamını kaybeder. Göğsünüzün tam ortasında kara bir delik açılır ve size ait ne varsa yutar.

 

Benim sınavım annemdi, Mert’in de öyle. Armağan ise İrem’le sınanıyordu. Zannımca İrem’i kaybetmek, onun göğsündeki kara delikti. Mert şarkıyı susturmuş, ben de kıvılcımlar saçan İrem’e odaklanmıştım. Mert’in muzip jesti sanırım çok da hoşuna gitmemişti.

 

“İrem, geleceğini söylememiştin.”

 

Armağan’ın sesi tedirgindi. İrem, öfkesini bastırmaya çabalayarak Armağan’ın yanına doğru yürüdü.

 

“Sevgilimin evine gelirken haber vermem gerektiğini bilmiyordum.”

 

Dedi İrem, kinayeli bir ses tonuyla.

 

“Tabii ki haber vermene gerek yok, sadece beklemiyordum.”

 

İrem, geçiştirir bir tavırla başını sallayıp yüzündeki iğrenir ifadeyle önce Mert’e, sonra bana baktı.

 

“Bu ucuz eğlencenizden haberim olsaydı katiyen gelmezdim. Şımarık kardeşinin beni alay konusu etmesine izin vermeni hiç beklemezdim.”

 

Dedikten sonra hışımla eve doğru ilerledi.

Armağan’la bakışlarımız kesişti. Burada kalmakla İrem’in arkasından gitmek arasında karar vermeye çalışır gibiydi. Samimiyetten uzak bir gülümseme aldı dudaklarım.

 

“Hadi gitsene, epey kızgın görünüyor.”

 

Dedim, karar vermesini kolaylaştırarak.

Bakışlarını çekip İrem’in arkasından eve girdiğimde, ben de kadrajımı balkon demirlerine yaslanmış bizi izleyen Mert’e çevirdim. Bana tuhaf tuhaf bakıyordu.

 

“İn oradan, da eve gidelim.”

 

Dedim, öfkemi bastıramayarak. Sırıtarak omzundaki hoparlörü yere bıraktı.

 

“Bu duruma çok uygun bir şarkı biliyorum. Açardım da İrem bu kez beni balkondan atar.”

 

Dedikten sonra dayandığı korkuluktan hafif aşağı sarktı.

 

“Bu kadar şarkı yetti, arttı Mert. Sayende araları bozuldu.”

 

Dedikten sonra kollarımı göğsümde bağladım.

Mert gözlerini kıstı, yüzünden şımarık bir ifade belirdi.

 

“Abla, sen ve abimle ilgili bir şeyler hissediyorum. Bir yanım yanılmak istiyorken bir yanım doğru olmasını arzuluyor.”

 

Kaşlarımı çatıp bakışlarımı kaçırdım. Neyden bahsettiği hakkında bir fikrim yoktu.

 

“Sanırım yanılmıyorum. Ablacım, eğer abime karşı hislerin varsa orada öylece İrem’in gitmesini izleyerek amacına ulaşamazsın. Üzerine İrem’in yanına, onu kendin gönderiyorsun. Çok salak bir kız oldun, ablamgül.”

 

Söyledikleri paniklememe sebep olurken, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemeyerek kıpırdandım.

 

“Ne alakası var, Mert? Densiz densiz konuşma. Armağan’a karşı hislerim yok. Olamaz. Ölümün kıyılarında dolanan bir adama aşık olacak kadar kafayı yemedim.”

 

Söylediklerim, kaşlarını kaldırmasına sebep oldu.

 

“Kendini mi kandırmaya çalışıyorsun, yoksa beni mi? Bilmiyorum ama bir an önce bir karar vermelisin. Yoksa bu kara yılan abime dişlerini geçirecek.”

 

Alayla bana bakıp konuşmaya devam etti.

 

“Her şey için çok geç olmadan düşün derim.”

 

Öfkem Mert’e miydi, kendime mi bilmiyordum ama kendimi o kadar dolmuş hissediyordum ki, hırsla bahçe kapısından çıkıp evin etrafını dolandıktan sonra arabama ulaşabildim. Evin içine girip İrem’i görmektense yolumu uzatıp evin etrafını tavaf etmem gerekiyorsa, öyle olması tercihimdi. Arabayı çalıştırmış, dalgın dalgın Mert’in gelmesini beklerken, Mert kapıyı açıp yanıma yerleşti. Kucağında zorlukla taşıdığı montum ve çantamı, kendi ders kitaplarını arka koltuğa gelişi güzel attıktan sonra bana baktı.

 

“Hadisene abla, gitmiyor muyuz? Ha, vazgeçtim, Armağan’ı İrem’den kurtarma operasyonu yapacağız diyorsan ben okeyim.”

 

Dedikten sonra kapıyı açacakmış gibi kulpu tuttu. Gözlerimi devirip arabayı sürmeye başladığımda güldüğünü işittim.

 

“Biraz büyü, Mert. Herkes seçtiği ihtimallerde mutlu olsun. Bizi ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokma.”

 

Deyip arkama yaslandım. Mert iç çekti.

 

“Ya seçtikleri onu öldürürse?”

 

Söyledikleri içimde bir yerleri acıtsa da yüz ifademi sabit tuttum.

 

“Seçimler ve sonuçları, Mert.”

 

Yol boyunca bir daha hiç konuşmadık.

 

 

Yazarın anlatımından ;

 

“Ne alakası var, Mert? Densiz densiz konuşma. Armağan’a karşı hislerim yok, olamaz. Ölümün kıyılarında dolanan bir adama aşık olacak kadar kafayı yemedim.”

 

Armağan, duydukları yüzünden sarsılmış hissediyordu. “Ölümün kıyılarında dolanan bir adama aşık olacak kadar kafayı yemedim.” Eleni’nin sesi tekrar tekrar kafasının içinde yankılanıyor, içinde bir yerlerin kırılmasına sebep oluyordu. İrem’in peşinden koşmaktan sıkıldığından fikrini değiştirip , Eleni ve Mert’in yanına dönmeye karar verdiğinde, bunları duyacağını bilseydi asla bahçeye dönmezdi. Küvette, Eleni’ye o kadar yakından bakmıştı ki, Armağan farklı hissediyordu. İrem’le bir miktar da olsa ileriye gidebiliyor, onu öpüp daha fazlasını yapabiliyordu. Kalbinin onu yarı yolda bıraktığı kısmı, birliktelik kısmıydı. Ama küvette, Eleni üzerine düştüğünde, sadece dudaklarına baktığında kalbi teklemiş, bir el tarafından sıkılıyor gibi hissediyordu. Nefesi kesilmişti. Bir ara kalp krizi geçirdiğini dahi düşünmüştü. Neden bu kadar etkilenmişti, anlam verememişti. Bu hisler onu deli gibi korkutuyordu ama yine de Eleni’nin yanında olmaktan vazgeçemiyordu. Farklı bir enerjisi vardı bu kızın; güldüğünde Armağan, sanki tüm sorunlarını bir tarafa bırakıyor, hafifliyordu.

Tunç meselesini duyduğu ilk an onu içten içe deli etmişti ama bunu kendine itiraf edememiş, bunun yerine saçma davranışlarla Eleni’yi Tunç’tan vazgeçirmeye çalışmıştı. Eleni’yi hayatında nereye koyacağını kestiremiyordu. Bu durumdayken, az önce duydukları sersemlemesine ve hatta öfkelenmesine sebep olmuştu.

 

“Doğru,” dedi Armağan kendi kendine,

“Zaten ölecek bir adama aşık olup ne yapacak?”Armağan kabul etmemekte kararlıydı ama içinde Eleni diye parlayan bir kıvılcım çakmıştı. O küçük kıvılcımın zamanla harlanacağından, zayıf kalbinde kocaman bir yangına sebep olacağından henüz haberi yoktu.

 

Eleni’nin anlatımından;

 

İşten çıkmış, yoğun İstanbul trafiğinde eve ulaşmaya çalışıyordum. Önümdeki milim ilerlemeyen arabalara göz atıp, yan koltuktaki telefonumu elime aldım. Sosyal hesaplarımı kontrol ederken, arkadaşlık istekleri kısmında Tunç’un ismini görünce, sıkıntıyla burnumdan bir nefes verdim. Bu adam gerçekten yüzsüzdü. İsteği silerken gelen mesaj bildirimine tıkladım; Mert yazmıştı:

 

“Makarna ve çorba yapacağım, abimleri yemeğe çağırdım, gelirken içecek bir şeyler al, kadın!”

 

Telefonun ekranından saate baktım. Abimler derken, İrem ve Armağan’dan bahsediyordu sanırım. Zaten yeterince yorucu bir iş günü geçirmişken, bir de başıma bunları çıkartmıştı.

Kırk dakikamı trafiğe kurban edip, sonunda evin bulunduğu mahalleye girebildiğimde, bakkalın yanında durdum. Birkaç içecek ve atıştırmalık aldıktan sonra yoluma devam ettim. Eve geldiğimde işittiğim gürültülerden sebep, misafirlerin çoktan geldiğini fark ettim. Sıkıntıyla iç çektim, kabanımı portmantoya astıktan sonra elimdeki poşeti mutfağa bırakıp salona ilerledim. Yan yana oturan İrem ve Armağan kadrajıma girince, bakışlarımı kaçırıp salonun kalan kısmında göz gezdirdim. Tunç da buradaydı ve gelişimle ayaklanmış öylece beni bekliyordu. Ona küçük bir baş selamı verip tekli koltuğa oturdum. İstemeye istemeye konuşmaya hazırlandım.

 

“Hoş geldiniz,”

 

Dedikten sonra kısaca hepsine göz gezdirdim. Tunç suratını asmış, yerine oturmuştu. Sanırım sarılacağız falan sanmıştı. Bu adamın yüzsüz, hayalperest halleri canımı epey sıkıyordu. İrem cevap vermemiş, Armağan küçük bir baş selamıyla yetinmişti. Armağan konuştuğunda bakışlarımı ona çevirdim.

 

“Tunç’u ben davet ettim. Özleşmişsinizdir diye düşündüm,”

 

dedikten sonra sert bakışlarını yüzümden çekti.Neyini özleyecektim, Tunç’un? Üstelik daha dün Armağan, beni Tunç’tan uzak tutmaya çalışmıyor muydu? Neydi bu davranışları şimdi, dengesiz herif?

 

“Çok iyi yapmışsın. Tunç, nasılsın?”

 

Cümlemin ilk yarısında Armağan’a buz gibi bir ifadeyle bakarken, ikinci yarısında Tunç’a dönüp samimi olması için üstün çabalar sarfettiğim bir gülümsemeyle konuşmuştum.

Ne kadar şu an Tunç’a baktığımdan görmesem de, kısa zamanda Armağan’ı biraz tanıdıysam, şu an öfkeyle kavrulduğunu tahmin ediyordum. Tunç, ışıldayan gözleriyle bana bakıp yerinde doğruldu.

 

“İyiyim, Eleni, çok iyiyim. Sen nasılsın?”

 

Hevesli hali daha da canımı sıktı. Ben adamı uzaklaştırıyordum, evren getirip burnumun ucuna yerleştiriyordu.

 

“Ben de iyiyim,”

 

Dedikten sonra arkama yaslandım. Mert elindeki tencereyle kapıda göründüğünde, gülmeden edemedim. Senede bir kez yemek yapardı, denk gelmemek için kurban bile kesebilirdim.

 

“E haydi, yemekler soğuyacak, kalkın da yiyelim. Ablamgül , gelde bana yardım et!”

 

Başımı iki yana sallayıp ayaklandım. Tam mutfağa ilerliyordum ki, elimi kavrayan bir elle olduğum yerde donup kaldım. Bakışlarım önce yarın yokmuş gibi tutulan elime, ardından elin sahibi olan Tunç’a döndü. İçimden sabır çekerek sakinleşmeye çalıştım. Kaşlarımı kaldırmış, “Ne yapıyorsun?” edasıyla Tunç’un yüzüne bakıyordum. Tunç, utangaç bir tavırla gülümseyip önden mutfağa ilerlerken, beni de arkasında sürüklüyordu. Konuştuğunda bakışlarımı ellerimizden, mutlulukla parlayan yüzüne çevirdim.

 

“Yardım etmek istiyorum. Tüm gün işteydin, sen oturursun, bize ne yapmamız gerektiğini söylersin. Mert’le ikimiz hızlıca hallederiz,”

 

Dedikten sonra, o önden, ben arkadan mutfağa ilerledik. Bir anlık gafletle arkama baktığımda, Armağan’ın koltuğun kol kısmını sıkıca avuçlayan elini gördüm. İlk önce, sonra bakışlarını takip ettim. Koparmak istiyorcasına baktığı yer, Tunç’un sıkı sıkı tuttuğu elimdi.

Yüzündeki ifade ürpermeme sebep olsa da, Tunç’un elimi bırakması için bir hamle yapmadım. Kendi istemişti bunu, sonuçta. Madem Tunç’u buraya getirmişti, sonuçlarına da katlanması gereken oydu. Hayır, arada olan da bana oluyordu. Armağan’ın oynadığı “Ben senin abin sayılırım” zımbırtısı, iyiden iyiye canımı sıkıyordu. Ben mutfaktaki masaya geçtiğimde, Tunç hala alık alık sırıtıp bırakmadığı elime bakıyordu. Mert, üzerine geçirdiği “Evin Hanımı” yazılı çiçekli mutfak önlüğüyle bize döndüğünde, Tunç’a olan öfkemi unutup sırıttım. Ellerini beline yerleştirip, Tunç’un belini çimdikleyince gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

 

“Sen ne geldin be!”

 

Dedikten sonra, bakışları bana döndü. Benden önce birleşen ellerimizi görünce gözleri sonuna dek açılıp bana komik bir bakış attığında, ciddiyetimi korumakta zorlandım. Elini Tunç’un yüzüne yerleştirip ittirdikten sonra, bileğimi kavrayıp Tunç’un elindeki elimi kendine çekti.

 

“Ne yapışmışsın zamk gibi, ablama. Seni mutfak önlüğüyle boğarım, Tunçiski!”

 

Tunç’a taktığı lakap, gülmeme sebep olurken, Tunç’un düşmüş yüzüne bakıp, ben de yüzümü sabit tutmaya çalıştım.

 

“Tunç, ben ekmek almayı unuttum, aşağıdaki bakkalda alabilir misin?”

 

Dedikten sonra mutfak alışverişi için buz dolabının üzerindeki magnetin altına sıkıştırdığım paralardan birazını çekip avucuna bıraktım. Tunç gülümseyip, Mert’i takmadan önce mutfaktan sonra evden çıkınca, gülerek Mert’e dönmüştüm ki, belimdeki acıyla küçük bir nida çıktı dudaklarımdan.Beni çimdiklemişti.

Ellerini beline yerleştirip, kızgınlıkla bana bakıyordu.

 

“Salak mısın Mert, napıyorsun?”

 

Dedim belimi ovuştururken. Mert bana arkasını dönüp çekmeceleri karıştırmaya başladı. Yemek yaparken bandana niyetine kullandığım eşarbı başına sıkı sıkı bağlayıp mutfak masasına yerleşti.

 

“Bu günleri mi görecektim? Bu gün elini tutturuyorsun, yarın kim bilir nereni tutturursun! Başıma gelenler , yazık emeklerime.Bak tansiyonum düştü! bana bir şeyler oluyor,”

 

Dedikten sonra başını tutup olduğu yerde sallanmaya başladı. Kafasına bir tane geçirip bu kez ben ellerimi belime yerleştirdim.

 

“Mert, salak salak yapma, kendini nolursun. Ya sence ben tutar mıyım onun elini?”

 

Kaşlarını çatıp bana baktı.

 

“Kız, zorla ayırdım ya sizi. Çocuk, elinle bütünleşmiş, gözümde mi inanmayayım?”

 

Gözlerimi devirdim.

 

“Birden tuttu, mutfağa gelirken. Ben de anlamadım. Armağan’ın sinir olduğunu görünce bozmadım, ben de.”

 

Dedikten sonra kollarımı göğsümde bağlayıp ağırlığımı sağ ayağıma verdim. Mert’in gözleri hinlikle parladığında kendime kızdım. En yanlış insanın ağzına laf vermek deyince de ben…

 

“Abim kıskandı mı seni?”

 

Bilmiyorum dercesine dudağımı büktüm.

 

“Sanmıyorum, niye kıskansın beni? Sözde benim de abim sayılırmış ya, ondan Tunç’u uzak tutmaya çalışıyor benden.”

 

Mert alayla bana bakıp ayaklandı. Yaptığı garip yemeği karıştırıp altını kapattıktan sonra bana doğru döndü.

 

“O nereden senin abin olacakmış? Anan mı, bir baban mı? Külahıma anlatsın benim , sana nasıl baktığını gördüm dün.”

 

Söyledikleri merak duygumu uyandırırken, merakla bir adım ona yaklaştım.

 

“Nasıl bakıyordu ki?”

 

Dedim, ilgisiz görünmeye çalışarak. Mert’in yemediği yüzündeki sinsi gülümsemeden belli oluyordu. Omzuma vurduğunda düşmemek için tezgaha tutundum.

 

“Kız, Allah seni… Hey Allahım! Bir de bir şey hissetmiyorum demez misin? Ben anlarım, başka bakıyordu sana. Yeter bu kadar , sofrayı kur, kadın! Şahane yemekler yaptım, Tunçiski gelmeden yiyelim, aç kalsın inşallah.”

 

Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım.

 

“Tunçiski ne Mert? Onu nerenden çıkardın yine?”

 

Mert gururlu bir ifade takınıp sırıttı.

 

“Arka arkaya söylersen Tunç siki oluyor, üstün zekamı kullanarak o dingil anlamadan ona sövüyorum.”

 

Göz devirip masayı kurmaya başladım. Mert’in saçmalıklarıyla daha fazla uğraşacak enerjim kalmamıştı. Kısa süre sonra İrem’le Armağan da mutfağa teşrif etmiş, beraberce oturup yemeğe başlamak için Tunç’un gelmesini bekliyorduk. Mert aceleyle yaptığı yeşil renkteki çorbayı kaselere servis ederken, yüzümü buruşturdum. Sonra hemen yüzümü düzeltip Mert’in görüp görmediğini kontrol ettim. Neyse ki bakışları doldurduğu kaselerdeydi. Eğer görseydi, kepçeyi kafama geçirirdi. Mert yemek konusunda berbattı ama asla kabul etmiyordu, inatla beni ve üniversite arkadaşlarımı öldürmeyi amaçlarcasına yemek yapmaya devam ediyordu. Geçen yıl ne kadar vazgeçirmek için dil döksekte, MasterChef’e katılmıştı. Anlatmama gerek yok, kabus gibiydi. Yaptığı yemek öyle garip bir şeydi ki, şefler dünya dışı bir varlıkmış gibi bakmış, tadım yaparken Mehmet Şef’in fenalaşmasına sebep olmuştu. Dünyanın en trajikomik günü olabilirdi. Danilo Şef, zar zor öğrendiği Türkçeyi unutmuş, İtalyanca merte anlayamadığımız bir şeyler söylemişti. Küfür ettiğine eminim çünkü sonra bize de tattırmıştı ve hayatımda bir benzerini daha yemediğim ve yemek istemeyeceğim berbat bir şeydi.

 

Mert masaya oturduğunda hepimiz birbirimize bakıyorduk. İrem kaseyi burnuna götürüp öğürünce, ağzımdan bir gülüş çıktı. Mert bana öldürecek gibi baktığında, yüzümü anında ciddiyetle bürüyüp kaşıkla çorbayı karıştırdım.

 

“Hepinize afiyet olsun, hadi başlayın.”

 

Dedikten sonra heyecanla bizi izlemeye başladı. Aklıma gelenle sinsice güldüm.

 

“Daha Tunç gelmedi, gelsin başlarız.”

 

Bu ilginç şeyi yemeyi ne kadar geciktirirsem, o kadar sağlıklı kalmaya devam ederdim. İki dakika, iki dakikadır. Armağan dahi tedirginlikle çorbayı kaşıkla inceliyor, içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

“Tunçiski yemesede olur, biz başlayalım.”

 

Gerginlikle elimdeki kaşığı kaseye bıraktım. Fazla gürültü çıkarmış olmalıyım ki, Mert’in kısık bakışları bana döndü.

 

“Olur mu öyle şey? Asıl Tunç yemeli, kesin bekleyelim.”

 

Dedim, abartı bir gülümsemeyle. Tunç bunu kesin yemeliydi , belki ölürdü de kurtulurdum.

Kapı sesi gelince yerimde doğruldum. Kapıyı nasıl açmıştı bu adam ? Tunç mutfak kapısında görününce önce elindeki haddinden fazla aldığı ekmek poşetine, sonra elindeki büyük çiçek buketine baktım. Elindeki anahtarı havaya kaldırıp salladı .

 

“Çıkarken anahtarı almıştım, yemeğe oturursunuz diye.”

 

Bir açıklama yapıp elindeki ekmek poşetini mutfak kapısının kulpuna astıktan sonra bana doğru ilerleyip geçecek yer aradı ama küçük mutfağımız buna izin vermiyordu. Yol üzerinde sandalyesine oturmuş bir adet Mert bulunuyordu ve Tunç’un aşamayacağı tek engel belki de Mert’ti Her anlamda. Tunç, Mert’e sinir olmuş bir ifadeyle bakıp, bakışlarını bana çevirdi. Buketi bana uzattığında istemeye istemeye alıp kucakladım. Gerçekten normaline göre büyük bir buketti. Lilyumların kokusu, Mert’in yaptığı berbat yemeklerin kokusunu bastırıp mutfağa yayılınca istemsiz gülümsedim. İfadesiz bakışlarımı Tunç’a çevirdim.

 

“Teşekkür ederim ama böyle bir şeye gerek var mıydı?”

 

Dedim, çiçeği hâlâ inceleyip orasını burasını kokluyordum. Tunç samimiyetle gülümsedi, elini cebine atıp telefonunu çıkardığında ne yaptığını anlamadım. Kafamı kaldırdığımda telefonunu bana doğrultmuş, fotoğrafımı çeken Tunç’a şaşkınlıkla baktım.

 

“Bahsettiğin bakkalı bulamayınca arabayla bir tur atıp fırın aradım, o sırada çiçekçinin önünden geçince aklıma sen geldin. Yani evet, gerek vardı.”

 

Dedikten sonra Mert ve İrem’in ortasında kalan masanın başına yerleşti. Çiçekleri çok seviyordum, ciddi anlamda en sevdiğim şakayıklar, ama hepsini ayrı ayrı çok severdim. Tunç aldığı için değil, çiçeklerin güzelliği yüzünden mutlulukla gülümseyip çiçeklere baktıktan sonra, Tunç’un poşetin içinden çıkarıp masaya bıraktığı küçük ekmeklerden birini koparıp ağzıma attım.

 

“Şu çiçeği bıraksana, nasıl yemek yiyeceksin böyle?”

 

Dedikten sonra Armağan, çiçekleri ambalajının bir ucundan tutup içeriye doğru gelişi güzel savurdu. Ona kaşlarımı çatıp bakarken, Tunç’a kayan bakışlarımla tek olmadığımı fark ettim. Armağan ise memnuniyetle ağzına bir parça ekmek atmakla meşguldü.

 

“Niye fırlatıyorsun? Çiçekler nazik varlıklar, sarsıldıkları için yaprakları dökülecek senin yüzünden.”

 

Dedikten sonra öfkeyle ona baktım. Tunç, sert hareketlerle yerinden kalkıp mutfağın girişine fırlatılan çiçekleri aldıktan sonra tezgahın üzerine bıraktı. Armağanın sesiyle bakışlarım tekrar ona döndü .

 

“ Hiçte güzel değiller hepsi de solmuş zaten boşver çiçeği yemeğini ye “

 

Dedikten sonra öfkeli tavrıyla arkasına yaslandı. Herkes sus pus oturmuş, önündeki kaselere bakarken Mert sabırsızca hepimize sırayla bakıyordu.

 

“Ekmek yemeye mi geldiniz? Çorba için ! ”

 

Mert’in sert sesiyle daha fazla oyalanamayacağımı anlayınca elimdeki ekmeği masaya bıraktım. Armağan da ekmek yiyor olmalı ki o da aynı anda ekmeği masaya bırakmıştı. Zorlukla kaşığımı çorbaya daldırdım. Çorba kaşığına gelen parçaya bakınca midem şiddetle bulanmaya başladı. Küçük bir balık kafası, kaşığımın içinden bana bakıyordu. Şöyle kötü bir huyum vardı ki gözü olan şeyleri yiyemezdim; ağzı ya da burnu olanları yapamıyordum. Kırmızı et, tavuk, balık… Hepsi benim için çok zordu. Tavuk ve balığı kendim yapmadığım sürece arada yiyebilirdim, lakin bu çorbada balıkla çekişmeli bir ’ilk kim göz kırpacak‘ yarışında gibiydik. Bana bakan bir şeyi katiyen yiyemezdim. İçimdeki ufacık umuda tutunup kafamı kaldırıp Mert’e baktım.

 

“Çorban bana bakıyor Mert. Katiyen yiyemem, biliyorsun.”

 

Mert, kaşlarını çatıp kaşığımdaki balık kafasına baktıktan sonra balık kafasını eline alıp ağzına atıp kıtır kıtır çiğnedi. O kıtırtı, tiksintiyle titrememe sebep olurken dehşetle ona baktım.

 

“Artık sana bakmıyor, onu yedim. Şimdi çorbanı iç! ”

 

Bakışlarımı çaresizlikle masada gezdirdiğimde Tunç gülümseyerek beni izlediğini görünce gözlerimi kaçırdım , bakışlarım öfkeyle Tunç’a kitlenmiş armağana denk gelince tamamen başımı eğip çorba kasesine odaklandım . Mert tahminimce unuttuğu bir şeyi almak için arkasını döndüğünde, yanımda oturan Armağan çorba kasesine uzanıp kasemdeki çorbanın çoğunu kendi kasesine boşaltınca kaşlarımı kaldırıp ona baktım. Bana Ne var? dercesine baktı.

 

“Çorba nefis olmuş, sen yeme! Mert’in güzel çorbasını hak etmiyorsun.”

 

Dedikten sonra önüne döndü. Gülümsememe engel olamazken telaşla başımı kaldırıp masadakilere baktım. Herkes önündeki çorbayı nasıl yiyeceğine o kadar odaklanmıştı ki bizi fark etmemiştiler. Yanlış anlaşılmak istemiyordum. Armağanın bu hareketinin tek amacının beni tiksintiyle baktığım çorbadan kurtarmak olduğunu anlamak işten değildi.

Mert önüne döndüğünde, kaşığı elime alıp yiyormuş izlenimi vererek Mert’e baktım.

 

“Çok güzel olmuş, ablacım. Eline sağlık, nasıl yaptın?”

 

Dedikten sonra zorlukla gülümseyerek yüzüne baktım. Mert heyecanla Armağan sayesinde neredeyse tamamı boşalmış kaseme bakıp doğruldu.

 

“Önce balıkları şalgamla haşladım, sonra içine biraz kremşanti ekleyip kaynattım. Kaynadıktan sonra balığın iç organlarını ziyan olmasın diye terbiyeyle karıştırıp içine kaya tuzu attım ve vualaa! Şaheser Mert çorbam servise hazır.”

 

İrem, henüz bir kaşık içtiği çorbayı duyduklarıyla püskürtünce gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Mert sinirle İrem’e döndüğünde, İrem bir peçete yardımıyla ağzını silip Mert’e baktı.

 

“Hamilelik yüzünden midem çok bulanıyor, yoksa tüm kaseyi yerdim. Enfes olmuş, hele kremşanti detayı dahiyane!”

 

Dedikten sonra başparmağını kaldırıp eliyle Harikasın! işareti yaptı. Mert, onunla uğraşmaktan vazgeçmiş olmalı ki Tunç’a döndü.

 

“Seninkinin içine şap attım, Tunçiski. Biraz kudurmuş göründün gözüme son zamanlarda.”

 

Dedikten sonra memnuniyetle önüne döndü. Tunç, duyduklarıyla kızarmaya başladığında zorlukla yutkunduğunu gördüm. Armağan bıyık altından gülerken Tunç’a yandan bir bakış attı.

Yemeği zorlukla atlattığımızda mutfağı toplamak için gönüllü oldum. O çorbayı ve rezalet makarnayı çöpe atmazsam üç güne nalları dikecektik. Armağan’ın mutfaktan içeriye girdiğini gördüğümde önemsemeyip masayı toplamaya devam ettim.

 

“O çorbayı acilen imha etmemiz gerekiyor.”

 

Dedikten sonra çorba tenceresini alıp çöp kutusuna olduğu gibi atınca başta kızacaktım ama o tencereden bir daha yemek yemek istemediğimi fark ettim. İsterse Mert’in kullandığı tüm mutfak aletlerini atabilirdi.

Gülüp başımı iki yana salladım. Cebinden sigara paketini çıkarıp başıyla bana balkonu işaret edince onunla beraber salondaki balkona doğru ilerledik. Bir sigara içip mutfağı öyle toplayabilirdim. Mert ve Tunç televizyon izliyordu, İrem ise ortalıkta görünmüyordu. Tuvalette kusuyor olduğunu tahmin etmek çok da zor değildi. Balkona çıktığımızda kalçasını korkuluklara yasladı, ben de onu taklit edip korkuluğa yaslandım.

 

“İrem’le aranızı düzeltmişsiniz gördüğüm kadarıyla.”

 

Dedim, düz tutmaya çalıştığım sesimle.

Başını aşağı yukarı salladı, elindeki kapalı sigara paketini evirip çeviriyordu.

 

“Evet, düzelttik. Sonuçta hasta bir adamım, hatta ölmek üzere . Benden ayrılmak isteseydi ona engel olmazdım.”

 

Dedikten sonra öfkeye bürünen yüzüne baktım. Ne saçmalıyordu?

 

“Saçmalıyorsun, Armağan. Senden kalp yetmezliğin olduğu için ayrılsaydı onu çok fena pataklardım. Kimse bu kadar kötü olamaz.”

 

Elimi uzatıp elinde çevirdiği sigara paketini alıp jelatinini açtım. Alayla gülüp gözlerini yüzümde gezdirdi, anlam veremedim. Paketin kapağını açıp sigaraları görmemi engelleyen gri folyoyu çekip çıkardıktan sonra içinden bir sigara alıp dudaklarıma yerleştirdim. Paketi küçük masanın üzerine bırakıp az önce paketten çıkardığım folyoyla oynamaya başladım.

 

“Değil mi? Kimse bu kadar kötü olamaz. Ama belki de insanlar, ölmek üzere olan bir adamı sevmek zorunda değildir. Bu onları kötü yapar mı?”

 

İğneleyici sesi sorgulamama sebep olsa da söylediklerine bir anlam veremiyordum. Elimdeki küçük gri sigara folyosunu önce ikiye katladım. Ardından katlamaya devam ederek minik bir kalp oluşturuncaya dek uğraştım. Çok arkadaşım yoktu ama olanların hepsine bir düzine sigara folyosundan kalp vermişimdir. Mert’in dolabında dahi birçoğu asılı halde duruyordu. Küçük kalbi Armağan’a uzattığımda, anlamayarak yüzüme baktı.

 

“Alsana, o kadar uğraştım.”

 

Söylediklerimle yavaşça uzanıp parmaklarımın ucuyla tuttuğum folyodan kalbi eline alıp bir süre inceledi. Bakışlarını bana çevirdiğinde öfkesinden eser kalmamıştı.

 

“Bunu yapmayı nereden öğrendin?”

 

Dedikten sonra, küçük folyodan kalbi biraz uğraşıp sigara paketinin ambalajının içine yerleştirdikten sonra gülümseyerek pakete baktı. Gamzeleri, benim de alık alık gülmeme sebep olunca silkelenip kendime geldim.

 

“Küçükken annem bizi evde yalnız bırakıp gittiği zaman , evde çok canım sıkılınca resim yapmak istemiştim. Kağıt falan ne arar; yiyecek ekmeği zor buluyorduk. Annem sigara paketlerini oraya buraya attığı için, paketlerin içinden çıkan folyolara resim çizebileceğimi düşünmüştüm. Çizerken, çok küçük ve ince oldukları için yırtılıyorlardı ama çocukken bunları önemsemiyor insan. Zeliha teyze vardı, komşumuz. Beni folyolara resim çizerken görünce, folyolara resim çizmekten daha eğlenceli bir şey olduğunu, istersem bana öğretebileceğini söyledi. Sonra bu küçük kalplerden yapmayı öğretti. Ne kadar sigara folyosu bulduysam küçük bir kalbe dönüştürdüm.”

 

Dedikten sonra, omuz silkip dirseklerimi korkuluklara yasladım. Beni dikkatle izleyip o da arkasını dönüp, benim gibi dirseklerini korkuluğa yaslandı. Bakışlarının yüzümde olduğunu hissediyordum ama geçmişten konuşmak beni rahatsız ediyordu ve bana acımasını istemediğimden yüzüne bakmak hiç içimden gelmiyordu. Parmaklarını çenemde hissedince, irkilmemek için kendimi zorlukla tuttum. Başımı kendi yüzüne doğru çevirdi.

 

“İyi ki öğretmiş. Bana da nasıl yapıldığını öğretmelisin, çok havalı bir şey.”

 

Dedikten sonra, gülümseyip göz kırptı. Kalbim tekledi, telaşla saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Konuşma beklediğim gibi duygusal bir yere evrilmeyince rahatlayarak gülümsedim.

 

“Hayır, öğretemem. Sadece benim için çok çok değerli insanlara kağıttan kalpler yaparım. Bana özel bir şey.”

 

Dedikten sonra, saçlarımı savurup kibirli bir tavıra büründüm. Bakışlarımı tekrar ona çevirdiğimde, gülen yüzü gitmiş, bana anlayamadığım bir ifadeyle bakıyordu.

 

“Çok çok değerli insanlar listesinde olduğumu bilmiyordum.”

 

Dedikten sonra, çapkın bir bakış atıp sigarasını yaktıktan sonra çakmağı bana uzattı.

Bölüm : 27.11.2024 19:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...