12. Bölüm

Suç ortağı

buyalnizcasitemm

Merhabaa 🧚🏻‍♀️bölüm içinde geçen iki şarkı var şarkılarla okursanız muhtemelen daha anlamlı gelecektir sözleri geçiyor ufak ufak çünkü ne alaka diyeceksiniz belki bu şarkılar için ama okuduğunuzda anlam kazanacağına eminim keyifli okumalar dilerim zaten şarkıları nerede açmanız gerektiğini anlayacaksınız.

ilki:

İbrahim tatlı ses- eşarbını yan bağlama

ikincisi:

yavuz bingöl - tanrıdan diledim

(ikincisini medyaya koyabildim sadece)

 

 

 

Hayat boyunca başımıza gelen hiçbir anın tesadüf olmadığını biliyor muydunuz? Kesinlikle değil! Yolda yürürken ayağınızın takıldığı bir taş dahi kaderiniz için küçük ama büyük etkiler yaratacak bir dönüm noktası olabilir. Dün gece, Armağan tarafından bana yaşatılan o küçük anda, benim için bu emsalde insan doğası sevgi denen duyguya aç olarak yaratılmıştır. Bundan mütevellit, sevilmeye başladığımız ilk kalp annelerimizinki olur; henüz rahimde susam tanesi kadarken annemiz olacak kadın tarafından yoğun bir sevgiye maruz kalırız. Baba hemen sevemiyor ne yazık ki , bu konuda yapılmış bir sürü araştırma dahi varken, sizi temin ederim, doğru söylüyorum. Babalar doğduktan sonra sever, anneler henüz doğmamışken. Sevginin en saf ve karşılıksız halini ailemizden görürüz. Sonra öyküye arkadaşlar dahil olur, kan bağı gerekmeksizin birini kardeş sevgisiyle kalpte tutabilmeyi böylelikle öğreniriz. En can alıcı olanı, bana sorarsanız, aşktır. Aşk yakıcı, kör eden, vahşi bir duygudur; sevginin ehlileşmemiş hali diye tanımlayabiliriz. Ne yazık ki aşk aynı zamanda dünyanın en güzel duygusu, bu sebeple insanlar hayatları boyunca aşkı aramış durmuş, üzerine şiirler ve şarkılar yazmıştır. Aşkın bir diğer kötü yanı tek olmasıdır; bir hakkınız vardır ve genelde yanlış kişide heba edilir. Kısaca aşk, sizi dünya üzerinde en mutlu eden kişiyle en yaralayan kişinin aynı olması paradoksudur. Ve ne yalan söyleyeyim, aşık olmak benim için en uzak ihtimallerden biri; annemin rahmine düştüğüm andan bu yana annemin sevgisiyle değil de nefretiyle filizlendiğimden, babamın sevgisi bir yana, kendisini dahi tanımadığımdan, arkadaş namına pek bir şeye de sahip olmadığımdan, bildiğim tek sevgi türü kardeşime hissettiklerimdir. Bu yüzden aşk çok uzaktı. Ama çok net hatırlıyorum, yetimhanede dördüncü yılım olmalı, yeni bir kız gelmişti, adı Büşra’ydı, benden üç yaş kadar küçüktü. Geldiği gece çok fena hasta olmuştu; yataklarımız yan yana olduğundan tir tir titrediğini görme fırsatım oldu. Hasta olduğunda kardeşime de ben baktığımdan o küçük kız bana Mert’i anımsatmış, yüreğim cız etmişti. Tüm gece başında beklediğimi anımsıyorum, ateşi düşmezse diye çok korktuğumu. Bildiğim tek yol ıslak bez olduğundan, tişörtlerimden birini yırtıp çeşmeden ıslatıp anlına koyup durmuştum. O gece o küçük kızla sabaha dek konuşmuştuk. Hali yoktu, epey de üşüyordu, buna rağmen güzel yüzünde ışıl ışıl bir gülümseme vardı. Büşra, ben ve buradaki diğer çocuklar gibi kimsesiz değildi, buraya terk edilmemişti; o kaybolmuştu, zaten bir iki yıl sonra ailesi onu bulmuş ve geri almıştı. Ondan ayrıldığım gün her ne kadar üzgün hissetsem de onun için mutlu olmamın daha doğru olacağını o yaşta düşünebilmiştim. Onu seven bir ailesi, sıcak bir evi olacaktı; muhtemelen annesi çok güzel yemekler yapardı. Bu yaşa gelmiştim ama onunla geçirdiğimiz zamanları unutmam mümkün değildi, ilk kez birini Mert kadar sevmiştim. Ailesi onu bulduktan sonra birbirimizi kaybetsek de kalbimde ona ayırdığım köşe daima onun kalacaktı. Tüm bunlar bir yana, geçtiğimiz yıl kendimle ilgili rahatsız olduğum bir takım huylarımdan dolayı bir psikoloğa gitmiştim. Bir süre karşılıklı konuştuktan sonra doktor bana, “Kronik yetersizlik” ismi verilen bir hastalığım olduğunu söylemişti. Küçüklükten kalan travmaların büyüdükçe kendini değersizleştirmeye dönüştüğünü, sevgiyle tanıştığın ilk yer olan anne ve baba kavramının eksikliğinin, değer görmemenin kişi tarafından normalleştirilip, bunu “Benim sevilecek bir tarafım yok” mottosuna dönüştürüp öyle yaşamaya başladığımı söylemişti. Haksız sayılmazdı; kendimde sevilecek bir taraf bulamıyordum. Ama dün gece Armağan’ın bana baktığı an bildiklerim tersine dönmüş, aklım dengesini yitirmişti. İlk kez biri bana gözleri parlayarak bakmıştı, kalbim umutla çarpmış, sevilme ihtimali olduğunu düşünüp çılgına dönmüştü. İşin çıkmaz yanıysa sevilme tutkusuna bu derece beni umutla bağlayan adamın zaten birini seviyor olmasıydı. İçerden gelen tabak seslerine kulak kabartıp yataktan doğruldum; saat çok erkendi, birazdan kahvaltı edip işe gitmem gerekiyordu. Fakat benden başka kimsenin bu saatte kalkmayacağı aşikarken, mutfaktan gelen sesler kaşlarımı çatmama sebep oldu. Soğuk parkelere çıplak ayaklarımı üşütüp ürpermeme sebep olsa da, yavaş adımlarla odamdan çıkıp mutfağa ilerledim. Armağan kahvaltı hazırlıyordu; baya baya domates doğruyordu. Burnumdan güler gibi bir nefes bıraktım.

 

“Günaydın.”

 

Armağan omzunun üzerinden bana baktı.

 

“Günaydın, işe mi?”

 

Başımla onaylayıp buz dolabına doğru ilerledim. Kahvaltılıkları masaya çıkartıp sandalyeyi çekip oturdum, Armağan salatalıkları doğramaya geçmişti.

 

“Bunu neden yapıyorsun?”

 

Bıçağı tutan eli duraksadı.

 

“Neyi, neden yapıyorum?”

 

Dedi umursamaz bir tonda. Derin bir nefes alıp başımı arkaya attım.

 

“Neyden bahsettiğimi gayet iyi biliyorsun, Armağan.”

 

Omuz silkip yaptığı işe geri döndü. Derince oflayıp ayağa kalktım, yanına ulaştıktan sonra kolundan çekip bana dönmesini sağladım.

 

“Bana bir cevap vermek zorundasın. Bir sıcak, bir soğuk davranıp kafamı karıştıramazsın.”

 

Kaşlarını çatıp kollarını göğsünde bağladı.

 

“Sana soğuk davranmıyorum.”

 

Gözlerimi devirip ben de kollarımı bağladım.

 

“Takıldığın bu mu, Armağan? Birçok yakın, birçok uzaksın. Hayatında biri var: İrem… Ona aşık olduğunu söylüyorsun ama beni öpmeye çalışıyorsun. İreme aşık olduğunu söylüyorsun, ona sarılıyorsun ama gelip bana gözlerinin içindeki o küçük yıldızlarla bakıyorsun. Ne yapmaya çalışıyorsun?”

 

Armağan’ın gözlerinden küçük bir öfke hüzmesi geçti.

 

“Öyle bir şey yapmıyorum. Sen söylemedin mi anlık yakınlaşmalara takılmamamız gerektiğini? Neden bu kadar önemsedin bunları şimdi?”

 

Saldırgan tutumu ve kaçırdığı bakışları sözleri kadar canımı sıkamadı.

 

“Doğru… Çok doğru, hiçbirinin bir önemi yok ama yine de, Armağan, ben kimsenin oyuncağı olacak kadar basit bir kadın değilim, bunu aklında tut, olur mu?”

 

Ona arkamı dönüp mutfaktan çıkarken, bir anlığına durup omzumun üzerinden ona baktım.

 

“Bir şey daha , benden uzak dur.”

 

Dedim, buz gibi bir ses tonuyla. Elleri iki yanında yumruk olmuş, ifadesi öfkeliydi. Önümü dönüp ilerliyordum ki sesi kulaklarıma ulaştı.

 

“Hoşuna gitmediğini söyleyemezsin! Benimle vakit geçirmeyi seviyorsun Eleni. Benimleyken gülümsüyorsun, benimleyken huzurlusun, benim için endişeleniyorsun. Geçen gece balkonda öpmek isteyen tek taraf ben değildim… Gözlerinde gördüm Eleni.”

 

Tırnaklarımı avucuma geçirip gözlerimi kapattım, haklı olması canımı acıttı. Yine de arkamı dönüp ona bakmadım.

 

“Gözlerimde gördün öyle mi? Her haltı bu kadar net görebiliyorsan, gözlerimden ziyade etrafına bakmanı tavsiye ederim. Ölmek üzeresin ve inan, seni öldüren kalbin olmayacak; kalbinin baş tacı ettikleri olacak Armağan, dört bir yanın zehirli yılanlarla çevrili.”

 

Sinirle dilimden dökülenlere saniyesinde pişman oldum. Hızlı adımlarla odama ilerleyip hazırlandıktan sonra Armağan’a yakalanmadan evden ayrılıp arabama bindim. Kahvaltı etmesem de olurdu; Armağan’ın içinde olduğu bir evde tatil bile diken üstündeyken çalıştığım için kutlama bile yapabilirdim. Ne demişti o bana? “Öpmek isteyen tek taraf ben değildim, gözlerinde gördüm Eleni “ ne görmüştü gözlerimde de böyle beylik laflar edebiliyordu. Kafamı boşaltmaya çalışıp işime odaklanacaktım, yoksa çıldırmama ramak kalmıştı. Günün ilerleyen saatleri fena geçmedi, aklım bir noktada sürekli Armağan’la yaptığımız konuşmaya kaysa da, bir şekilde odağımı toplamayı başardığım için kendimi tebrik etmek istiyordum. Gaye, az önce odama gelip bir adamın geldiğini ve beni sorduğunu söylediğinde heyecandan odada birkaç volta atıp saçımı ve makyajımı düzelttiğim anlar için içimden sövmekle meşguldüm tam şu an, Armağan’ın geldiğini sanıp bu hallere girmek, kendimden utanmama sebep olmuştu. Şimdi ne mi yapıyordum? Armağan olmayan Tunç’u boş bakışlarla dinliyordum. Hayatımda tanıdığım en yüzsüz insandı. İkinci kahvesini içiyordu ve gitmeye niyeti yok gibiydi. Masamın üzerindeki saati göz ucuyla yoklayıp 10 dakikam daha olduğunu görünce gözlerimi tavana dikip iç çektim. Bitmiyordu, resmen bitmiyordu bu gün.

 

“Ben de ona aşık olduğum bir kadının olduğunu ve teklifini kabul edemeyeceğimi söyledim… Eleni, beni dinliyor musun?”

 

Adımı seslenmesiyle bakışlarımı ona çevirdim. Başımı evet manasında sallayıp kahveme uzandım.

 

“Aşık olduğum kadın derken seni kastediyordum zaten, anlamışsı-”

 

Tekrar saçma sapan konuşmaya başladığı sırada telefonum çaldı. Masanın üzerinde duran telefonuma, sanki bir kuyuya düşmüşüm de biri bana yardım eli uzatmışçasına bir sevinçle uzanıp açtım.

 

“Abla, gelirken köftelik bulgur alsana.”

 

Anlamayarak kaşlarımı kaldırdım.

 

“Köftelik bulguru ne yapacaksın Mert?”

 

“Çiğköfte çekti canım.”

 

Göz devirdim.

 

“Dışarıdan alayım gelirken , niye evde yapmamız gerekiyor ki?”

 

Birkaç hışırtı duyulduğunda doğrulduğunu anladım.

 

“Hayır abla, ben ev yapımı istiyorum. Televizyondaki adam öyle yoğuruyordu ki, bir güzel oldu, çok canım çekti .”

 

Gözlerimi sinirle kapattım. Biz ne anlardık çiğköfte yoğurmaktan?

 

“Tepsi falan lazım galiba abla,”

 

dediğinde sinirle elimi anlıma geçirdim.

 

“Ablacığım, yakışıklı kardeşim benim, beceremeyiz, ziyan ederiz. Niye bizi uğraştırıyorsun akşam akşam?”

 

Mert hattın diğer ucunda mızmızlanmaya başladı. O esnada Tunç konuştu.

 

“Ben biliyorum çiğköfte yapmayı, dayımın dükkanı var Sarıyer taraflarında.”

 

Mert, Tunç’un sesini duymuş olmalı ki, sinirli bir tonda söylenmeye başladı.

 

“O dümbelek ellerini bile yıkamıyordur, kusarım şimdi abla, sakın getirme buraya. Hoparlöre ver, hoparlöre! Şerefsiz Tunç, senin elinden köfte yiyeceğime…”

 

Mert konuşmaya devam ederken şeytani bir sırıtma yer etti yüzümde.

 

“Duydun mu ablacığım, Tunç abin çiğköfte yapmayı biliyormuş. Tabii gelir, onu ne kadar sevdiğini elbette iletirim,”

 

dedim keyiflenen ses tonumla. Bu, onu vazgeçirmeye yeterdi.

 

“Abla, Tunç’un egosunu niye besliyorsun ya, niye seviyim ben o laleyi? Dur, dur, o gelsin, bak nasıl yüzüne tüküreceğim onun!”

 

Dedikten sonra yüzüme kapattı. Ağzımdan istemsiz bir kıkırdama firar ederken telefonumu çantamın içine attım. Tunç konuşmaya başladığında derin bir nefes alma ihtiyacı duydum.

 

“Çok iyi oldu, ben de Mert’i ziyaret etmek istiyordum zaten, seninle biraz daha vakit geçirme fırsatını da kaçıramam. Gereken malzemeleri dayımdan alırız.”

 

Deyip ayaklandığında kendimi boğmak istemiştim. Sırf Mert’i kızdırmak için kendi ayağıma sıkmıştım az önce. Tunç’la birlikte iş yerimden ayrıldıktan sonra bahsettiği dayısının dükkanına doğru, o önden yola çıktı, ben de arkadan onu arabamla takip ediyordum. Uzun denemeyecek bir yolculuktan sonra arabaları durdurup indik. Çiğköfte dükkanı demek için fazla şaşalı bir mekanla karşılaştım. Siyah tonlarda altın varaklarla süslü kocaman “Ramazan’ın Yeri” yazısıyla çiğköfteci olmak için epey iddialıydı. Tunç elimden tutup beni mekanın içine doğru çekiştirdiğinde, zorlukla elimi kurtarıp onu takip etmeye başladım.

 

Mutfak kısmına geldiğimizde, Tunç ellerini cebine yerleştirip bir sağa bir sola bakıp muhtemelen dayısını görmeye çalıştı. O sırada elinde tencereyle önümüzden bir çocuk geçti. Tunç onu durdurdu.

 

“Kardeşim, kolay gelsin, dayım nerede?”

 

Çocuk başta Tunç’u tanıyamasa da sonradan anlamış olacak ki, “ustam” nidalarıyla Tunç’un dayısına seslendi. Nihayetinde dayıyı gördük. Kocaman bir tepsinin üzerine eğilmiş, kendini perişan ediyordu. Yoğurduğu şey çiğköfteden başka bir şey değildi. Adam kafasını kaldırıp Tunç’u gördüğünde, tepsinin içinden çıkarttığı kollarını iki yana açıp babacan bir gülümseme sundu.

 

“Ooo yeğenim, hoş gelmişsin!”

 

Belli ki doğuluydu Tunç’un anne tarafı. Tunç’la samimi bir kucaklaşmadan sonra adam beni öldürmek istediğini düşündüğüm bir kuvvetle bana sarıldı. Sonunda selamlaşma faslı bitip Tunç, lazım olan malzemeleri dayısından aldığında, tam gidecektik ki, dayı yine konuştu.

 

“Bu hanım kız sevgilindir?”

 

Tunç’un yüzü mutlulukla aydınlandı, bakışlarını anlık bana çevirip tekrar dayısına döndü.

 

“Olacak inşallah dayım.”

 

Adam memnun bir ifade takınıp başını onaylar anlamda salladığında, işlerin daha da kötüye gitmemesi için konuşmaya başladım.

 

“Sadece arkadaşız ve öyle kalacağız. Malzemeler için teşekkür ederiz, Ramazan Bey.”

 

Dedikten sonra adama beceriksizce gülümsedikten sonra mekandan hızlı adımlarla çıktım. Tunç’tan nefret ediyorum, bu gün bundan tamamen emin olmuştum. Tunç geldiğinde arabayı çalıştırdım. Kendi arabasına binmeden hemen önce yüzüme hüzünle baktı. Umursamadım. Sonunda eve geldiğimizde, zili çalıp Armağan’ın kapıyı açmasını bekledim. Kısa süre sonra kapı açıldığında ve Armağan görüş açıma girdiğinde, bu duruma alışmam gerektiğini, bir süre bizimle kalacağını bilsem de bir an kalakaldım. Armağan’ın bakışları Tunç’taydı. Tunç’la erkeksi bir şekilde selamlaştıklarında, yanlarından sıyrılıp içeriye adımladım. Mert, bıraktığım koltukta yatmaya devam ediyordu. Beni görünce hafif oturur pozisyona geldi.

 

“Aldın mı abla, aldın değil mi?”

 

Başımla onaylayıp odama doğru yöneldim. Üzerime rahat bir şeyler giysem iyi olacaktı çünkü Tunç’un dayısının kendini perişan edişi gözümün önüne gelince bile daralıyordum. Muhtemelen rahat olmayan hiçbir kıyafet bana çiğköfte yoğururken kolaylık sağlamazdı. Siyah bir eşofman takımını üzerime geçirip, içine beyaz bir sporcu atleti giydikten sonra takımın hırkasını da giyip salona geri döndüm. İrem buradaydı, ne ara geldi bilmiyordum. Muhtemelen ben üzerimi değiştirdiğim esnada teşrif etmişti ama sonuçta buradaydı. Manzarayı tahmin etmek zor olmasa gerek. İkili koltuğa oturan Armağan’a yaslanmış, bir eli karnında, yüzündeki gülümsemesi eşliğinde Armağan’a bir şeyler anlatıp karnını seviyordu. Hani şu Tunç’tan olan bebeği taşıdığı karnını… İçimden sabır çekerek ilerleyip salonun ortasında durdum ve herkese tek tek bakıp ellerimi belime yerleştirdim.

 

“Şimdi nasıl ilerliyoruz, ne gerekiyor şu köfte için?”

 

Tunç kollarını sıvayıp ayağa kalktı.

 

“Sofra bezi ve tepsi, onları ben alırım. Bulgur ve diğer malzemeleri de sen alırsın, hadi gel.”

 

Dedikten sonra mutfağa yöneldi. Dediği gibi yapıp malzemelerin hepsini salona taşıdık. Mutfakta yapmayı teklif ettiğimde beni reddetmiş, çiğköftenin bir adabı olduğunu dile getirmişti. Onunla tartışmaya hiç niyetim yoktu, bu yüzden sorgulamadım. Tunç, sofra bezini yere serip üzerine tırtıklı yapıdaki tepsiyi koyduktan sonra karşısına oturmamı istedi. İstediği malzemeleri tek tek tepsiye boşaltıp sonraki adımı beklemeye başladım. Tunç bu sırada gidip ellerini yıkamıştı. Mert’in geldiğimden beri konuşmadığı aklıma gelince, bakışlarımı ona çevirdim. Gözleri televizyondaydı ama izliyormuş gibi değil, tek bir noktaya odaklanmış, düşüncelerinde kaybolmuş gibiydi. Daha dikkatli bakınca gözlerinin dolu olduğunu fark ettim. İçim hüzünle buruldu. Düşündüğü Beyza’ydı, değil mi? Bize belli etmiyordu ama içinde fırtınalar kopuyordu. Her zaman ki şaklaban tavırlarını maske olarak kullanıp acısını içinde yaşıyordu. Müdahale etmedim, yaşamalıydı. Eğer yaşamasaydı, sonra çok daha kötü olacağını biliyordum.

 

Tunç gelip karşıma oturduğunda tepsinin içindeki malzemeleri yoğurmaya başladı. Ben de benden istediği gibi kaymaması için tepsiyi iki yanından tutmakla meşguldüm. Açıkçası tepsideki şeyin görüntüsü çiğköfte dışında her şeye benziyordu ama bana neydi, sonuçta ben yemeyecektim. Kimsenin elinin bu derece değdiği bir şeyden tek lokma yemem söz konusu bile değildi. O sırada saçma sapan bir şarkı çalmaya başladı. Sanırım doğu yöresine ait bir şarkıydı. Mert yine maskesini takınmış olacak ki yüzünde munzur bir gülüşle telefona bakıyordu yüzü gülecekse saçma sapan şeyler dinlemeye razıydım. Gülümseyip başımı iki yana salladıktan sonra bakışlarımı anlık Tunç’a çevirme gafletinde bulundum. Bir yandan hunharca çiğköfte yoğurup, bir yandan bana yakışıklı göründüğünü sandığından emin olduğu, aslında gülünç göründüğü bakışlar attığını fark edince, yüzümü buruşturmaya engel olamadım. Görmemesi için kafamı sola doğru çevirdiğimde, Armağan’la göz göze geldik. Neden mutlu değildi? İrem mi yanındaydı? Hatta vaftiz çocuğu… Normalde gülümseyen yüzü, neden şimdi somurtuyordu? Bakışlarını gözümden çekmedi. Tunç’a , yüzümü buruşturduğumu görünce, dudağının bir kenarı gülümser gibi kıvrıldı. Bakışlarımı zorlukla ondan ayırıp önüme döndüm. Tunç, şarkının da verdiği gazla, kendini daha da paralamaya başlamıştı. Tepsiyi tutmak, o böyle hunharca sarsarken, oldukça zorlaşmaya başladı.

 

“Mola veremez miyiz? Kollarım uyuştu,” dedim. Tunç, ifadesiz bir ses tonuyla onayladı. Çiğ köftenin içine de damlamış mıdır, anlındaki terler, düşüncesi bile midemi bulandırdı. Kollarıma elimle sırayla masaj yapıp rahatlatmaya çalışıyordum ki, Armağan’la tekrar bakışlarımız kesişti. Şarkıya eşlik mi ediyordu o?

 

“Zalim anan bana vermez,

Oturupta sen ağlama…”

 

Şarkıya sessiz bir şekilde ağzını oynatarak eşlik ederken, gözlerimin en içine munzur bir gülümsemeyle bakıyordu. Başını hafif yana yatırıp, çımarık bir tavırla kollarını göğsünde bağladı. Şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Deliriyor muydu bu çocuk? Sinirle dudağımı ısırdım, dudaklarımda engel olamadığım bir gülümseme peydah oldu.

 

“Bana yardan geç diyorlar,

Yar şirindir, geçilmiyor…”

 

Dudaklarını şarkıya eşlik ederek oynattıktan hemen sonra bana göz kırptığında, şarkının eşlik ettiği kısmı şokla gözlerim açılmasına sebep oldu. Yanında sevgilisi vardı. Hayvan herif, bana şarkıdan göndermeler yapıp, kur mu yapıyordu. Sahiden! Bakışlarım İrem’e değince, yutkunmakta zorlandım. Gözleri bir beni, bir Armağan’ı öfkeyle yokluyordu. Haklıydı, sevgilisi bana kur yapıyordu, hem de onun yanında! Kafamın içinde bir ses “Hayır!” diye yankılandı. “Hayır! Haklı falan değil, sevgilim dediği adamın en yakın arkadaşıyla yatıyor. Çocuk bile yaptı! O haklı olmaya çok uzak!” Şarkı değişip, yine aynı yöreden daha ağır bir şarkı çalmaya başladığında, ortam sanki duruldu. Herkesin aklında başka bir acı perçinlenmiş gibi, teker teker bakışlar alakasız yerlere daldı. Bu şarkıyı biliyordum. İş yerindeki Nazım Abi de doğuluydu ve bu şarkıyı dinlediğine çok kez şahit olmuştum. Aklımda kalmış olmalı. Armağan’ın oynadığı küçük oyuna dahil olmaya karar verip, şarkının sözlerine sessizce eşlik ederken gözlerinin içine baktım. Yüzümde kırık bir gülümseme filizlendi.

 

“Bana kısmet değil dizinde yatmak,

Aman aman dizinde yatmak,

Dizinde yatıp da yüzüne bakmak,

Aman aman yüzüne bakmak…”

 

Armağan’daki bakışlarım, İrem’e kaydı. Denk geliş mi, kadermi bilmem. İrem, Armağan’ın dizlerine başını yerleştirmiş, ona bir şeyler anlatıp dikkatini çekmeye çalışıyordu. Yüzümdeki kırık gülümseme silindi, içime oturan kederle gözlerimi anlık kapattım. Armağan’ın yüzündeki gülüşü silinmiş, gözlerindeki eğlenen parıltıların yerini, benim gözlerimdeki kedere benzer bir keder almıştı. Yüz ifademi toparlamaya çalışıp, bal rengi gözlerinin içine bakarak gelen nakarata uyumlu dudaklarımı oynattım.

 

“Bir kara kaşın, bir ela gözün değer dünya malına…”

 

Bakışları değişti, bal gözlerinin içinde yine o minik yıldızlar belirdi. Panikle gözlerimi ondan çekip ayaklandım. Elimi, kolumu nereye koyacağımı bilemeyerek saçlarımı düzelttim.

 

“Ben sıkıldım, olmuştur artık, yeter,” dedim.

 

Tunç çiğ köfteyi avucunda sıkıp yukarı doğru fırlattığında, kaşlarımı çattım. Ne yapmaya çalışıyordu? Attığı çiğ köfte geri dönmeyince, başımı tavana doğru kaldırdım. Üç ay önce boyattığım tavanımda yapışıp kalmış bir çiğ köfte vardı. Öfkeyle suratımı sıvazlayıp, Tunç’a söylenmeye hazırlanıyorken, gelen “Lilililili” nidasıyla yerimde sıçradım. Mert, elini ağzına kapatmış, doğulu kadınların çektiği zılgıtın benzerini çekiyordu. Gözlerimi devirip, ayağımla yerde ritim tutmaya başladım.

 

“Helal olsun be Tunçiski, hayatında ilk defa faydalı bir şey yaptın. Tavana yapışmasaydı, yemezdim. Televizyondaki adam da böyle yaptı.”

 

İçimden sabır çekerek, Mert’teki bakışlarımı Tunç’a çevirdim.

 

“Tavanımda çiğ köfte var,”

 

dedim korkunç bir sakinlikle. Tunç, kaşlarını kaldırıp saf saf güldü.

 

“Evet, ben attım az önce.”

 

Derin bir nefes alıp, sertçe burnumdan verdim.

 

“Sıkıntılı mısın Tunç? Niye tavanıma çiğ köfte atıyorsun? Yeni boyatmıştım.”

 

Tunç’un yüzündeki aptal sırıtış yerini mahçup bir ifadeye bırakırken, elini ensesine atıp, bakışlarını kaçırdı.

 

“Biraz fazla kaptırdım sanırım kendimi. Boya işini hallederim, merak etme.”

 

O sırada Armağan’ın yanımda belirmesi, beklediğim en son şeydi. Elindeki peçeteyle ne yapacağını anlamadım. Diğer elinde taşıdığı küçük pufu yere koyup, üzerine çıktığında gülmeden edemedim. Elindeki peçeteyle çiğ köfteyi tavandan çıkartıp, Tunç’un kafasının hizasında yere bıraktı. Tunç kafasına çarpan şeyin ne olduğunu anlamak için yukarı baktığında, Armağan çoktan elindeki mendille tavandaki lekeyi silmeye başlamıştı. Gülmemek için dudaklarımı bir birine bastırdım. Masanın üzerindeki ıslak mendili alıp, içinden çıkarttığım mendili Armağan’a uzattım. Nihayetinde leke çıkmıştı. Herhangi birimiz sandalye tepesinde dahi o tavana ulaşamazken, adam pufla ulaşmıştı. İlk kez onun gibi iki metre olmak istedim. Hayat o yükseklikten farklı olmalıydı. Artı olarak adamın işe yarayanı makbuldü. Puftan inip başıyla balkonu işaret ettiğinde, gülüp başımı iki yana salladım. Balkon bizim gizli yerimiz gibi bir şey haline gelmişti. Sanki herkesten kaçıp oraya saklandığımız, bize ait bir köşe. O önden, ben ardından balkona çıktığımızda, paketten çıkardığı sigarayı bana uzattı. Dudaklarıma yerleştirdiğim sigarayı, elindeki çakmakla tutuştururken, elinin tersiyle önüme düşen saçımı engellediğinde, kalbim tekledi. Eğer saçım önüme düşse, çakmağın alevinden nasibini alması kaçınılmazdı. Saçlarımı dahi önemsemiş miydi?

Gülümsedim anlamsızca. Küçük ama etkisi büyük tavırları, kalbime çiçekler ekiyordu. Farkında bile değildi. Sigarasından bir duman alırken konuştu:

 

“Bugün ,’seni kalbin değil, kalbine baş tacı ettiklerin öldürecek ‘ derken neyi kast ettin?”

 

Sesi meraklı fakat buz gibiydi.

 

“Kızgınlıkla saçmaladım, bir anlamı yok,”

 

Geçiştirmeliydim. Ona arkasından dönen pislikleri anlatacak kişi ben değildim. Bir kalp krizi geçirecekse, buna ben sebep olmak istemiyordum ve tercihim kalp krizi geçirmemesinden yanaydı .

 

“Bir şey biliyorsun, Eleni. Benim bilmediğim bir şey, benim iyiliğim için susuyor olabilirsin. Fakat sakladığın her günahın ortağı olmayı tercih etmiş de olursun aynı zamanda . Seni görmek istediğim yer, karşım değil… yanım.”

 

Her kelimesi beni ayrı ayrı dumura uğrattı. Zorlukla yutkundum. Hiçbir suçum olmadığı halde, sırf sakladığım için ona zarar verenlerden farkım kalmadığını mı söylemeye çalışıyordu? Haklıydı, keşke haksız olsaydı.

 

“Dediğim gibi, sinirle ağzımdan çıkan saçmalıklardan başka bir şey değildi. Kimsenin bir şey sakladığı yok, ayrıca bir seçim yapmam gerekseydi yanında değil, karşında olmayı tercih ederdim zaten.”

 

Tek kaşı meydan okurcasına havalandı.

 

“O niye o?”

 

dediğinde, burnumdan güler gibi bir nefes bıraktım.

 

“Kalp yetmezliği olduğu halde, sağlığına dikkat etmeyen, sigara ve alkolü ekmek su gibi tüketen, ölmeye çalışan bir adamla müttefik olmak, intihardan başka bir şey olmazdı çünkü.”

 

Yüzündeki ifade kırıldı, dudağı gülümser gibi yukarı kıvrıldı.

 

“Bir de anlamı yok diyorsun ya, bitiriyorsun beni,”

 

deyip başını iki yana sallarken, gamzeleri görünecek kadar güldü. Kalbim hızlandı. Yanaklarındaki süsleri görmek, nasıl böyle güzel hissettiriyor, hiç anlayamıyordum. Sonra söyledikleri dank etti. Sabah ona, aramızdaki bu çekişmeli, adını koyamadığım şeyin hiçbir anlamı olmadığını söyleyişimi ima ediyordu.

 

Cevap vermek için dudaklarımı aralamıştım ki o konuştu:

 

“Beni önemsiyorsun Eleni. İster kabul et, ister etme, senin için önemliyim. Olmasaydım, az önce söylediklerini söylemeyi bırak, aklından bile geçirmezdin.”

 

Haklıydı.. Yapabilseydim, eğer ona karşı kalbimin hissettiği ve yeni yeni kabullenmeye başladığım bu zaafı söküp atardım, ama yapamıyordum . Ne yazık ki çok haklıydı, onu önemsiyordum.

 

 

 

Bölüm : 31.12.2024 02:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...