
Selam sevgili okurum, bu kurguyu 2 yıldır yazmaya çalışıyordum ve sonunda ilk bölümünü oturtabildim. Umarım sizlerde beğenirsiniz, yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin💜🦋
Youtube: Kitap Gezegenim
Bölüm şarkısı: Paradise-The Neighbourhood
1.Kurşun"Cennetten Kovulan"
"Suç ve ceza, aynı ruhun farklı yüzleridir"
19 Eylül 2016
Annem uçmayı bilmiyordu.
Ama yine de havadaydı.
Tavandan aşağı süzülen ayak parmaklarına bakarken, beynim neyin yanlış olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ayakları yerden birkaç santim yukarıda, parmak uçları titrek bir ritimle havada öylece sallanıyordu.
Düşmesi gerekiyordu.
Ama düşmüyordu.
Bakışlarım yukarıya tırmanırken nefesimi tuttum, kalbimde tarif edemediğim his kırıntıları kaburgamı delip geçecek kadar hızlı atıyordu.
Ayak parmaklarından sonra, ilk siyah elbisesini gördüm, sonra kalın bir halat tarafından sarılmış boğazını, sonra hiç unutmamak istediğim gözlerini.
Açık…
Gözleri hala açıktı, yere bakıyordu ama beni görmüyordu. Oysa ben onu görüyor ve bu anı hafızama kazıyordum.
İçimde bir şeylerin kopuşunu hissettim, çığlık atmak annemi yere indirmek istedim… Tek yapabildiğim susmak ve öylece durmak oldu.
O an başımı indirdim, ayak ucuna yakın yerde bir şey vardı. Yarım yamalak katlanmış, kirli ve buruşturulmuş bir fotoğraf. Üzerine kan damlıyordu. Bu kan annemin sağ elinden geliyordu, avucunun içinde izler…
Tırnakları, tenine geçmiş. Sanki bir şeyleri sıkı sıkıya tutmuş, bırakmak istememiş.
Ben de nefesimi tutuyorum.
Ama bırakmalıyım. Çünkü nefes almazsam, onun gibi olurum.
Ve ben ölmek istemiyorum.
🦋
Ankara/Ocak-2025
Jean-Paul Sartre “Acı, varoluşumuzun çıplak gerçeğidir” der, bütün hayatımı özetleyen ruhuma kazınmış bir sözdür bu. Acı, ruhun üzerindeki yaranın bandıydı. Ondan kurtulmaya çalışmak, sıyrılan derinin altından yeniden kanamak demekti. Ve ben o kanamaya alışıktım.
Yara ve yara bandı, acı ve varoluş artık birbiriyle bütünleşmiş, birbirini tamamlayan iki parçamdı.
Acı kayboluşumda, ruhumun yaralarına sarılmıştı. Asla üzerinden sıyırıp atamayacağım bir giysi gibi, tenime işlenmişti. Hep beni bekliyordu; ilk nefesimde, hatırlamaya çalıştığım ama hep karanlıkta kalan anılarımda, hatta kayboluşumun bıraktığı o delici boşlukta bile. Bir gün ona sığınacağımı biliyordu… Çünkü, terk edemeyeceğim tek gerçekti.
Yitirdiğim geçmişte gezinirken, onun bana rehberlik ettiğini fark ettim. Ne bir ışık ne de bir kurtuluş vaat ediyordu. Sadece oradaydı, her an tetikte, beni kendi dipsiz derinliklerine çekmeye hazır.
Acıyı kucaklamayı seçmiştim. Bazı insanlar kurtuluşu arar. Ben ise, kaosu bulmuştum.
Hayatımızda bazı dönüm noktaları olurdu ya hani, işte o noktaların birinde tatmıştım bu duyguyu. Ruhsal acılarımın beni yok ettiği yerde, fiziksel acılarım kol kanat germişti.
Boğazıma kadar yükselen bir karanlık vardı; derin, soğuk, ama bir o kadar tanıdık. Her darbede içime işleyen bir özgürlük, her darbeden sonra beni saran bir anlam vardı.
Dört bir yanımda merakla, ilgi ve büyük bir heyecanla çevrelenmiş insan topluluğu, nefeslerini tutmuş, gözlerindeki parlaklıkla bir vahşi hayvanı izler gibi bakıyordu. Gözlerindeki açlık ve alkışlardaki vahşet beni benden alıyordu.
Ve aynı kelimeler yankı ediyordu dudakları arasında, kalbimin düzensiz ritmiyle birleşip kulaklarımda çınlayan tek bir isim: “Ereshkigal!”
Sanki ölümün ilahesi, yeraltının kraliçesi çağrılıyordu. “Ereshkigal!”
Her ses, içimdeki karanlığa bir kor daha ekliyordu; birer zincir gibi boynuma dolanıyordu, ama bu esaret bana özgürlük gibi geliyordu. “Ereshkigal!”
Onların gözlerinde bir korku, bir tapınma, bir delilik vardı. Ama hepsi birden nefes almayı unutmuştu; çünkü bu dövüşte hüküm yalnızca bana aitti.
Benliğimin kaybolduğu yerde Güneş Demirhan yoktu, dönüm noktamın acıyla, hazzı getirdiği: yeraltı dünyasının hükümdarı, Kur’un tanrıçası Ereshkigal vardı. Masumluğumun yittiği yerde, cehennemin yedi katman aşağısında yeniden var oluyordum. Adımı bahşettim ama tekrar edeyim, ben Güneş Demirhan, 22 yaşında, sıradan bir psikoloji öğrencisiyim. Ama şuan bu ringin ortasındaki Ereshkigal hiçte sıradan değildi.
Kulaklarımda yankılanan tezahüratlar, adeta damarlarımda akan kanın ritmini hızlandırıyordu. Bana adanmış bir şarkının ilk notaları, kafesin metal çemberine doğru ilerlerken koca salondaki kargaşayla bir bütün oluşturuyordu. Siyah pelerin omuzlarımdan usulca kayıp yere düştüğünde, sanki içimdeki karanlık da özgür bırakılmıştı. Bir adım daha attım, ardından bir adım daha; her hareketimde, alkışlar ve ıslıklar daha da yükseliyor, kalabalığın enerjisi elektrik yüklü bir fırtına gibiydi; her bir tezahürat, damarlarımda dolaşan adrenalin gibi vücuduma nüfuz ediyordu.
Ringin ortasındaki hakeme ilerlerken son bir defa karanlık ünvanımı kutsuyorlardı “Ereshkigal!” Kadın hakemin yanına vardığımda, aniden yön değiştiren tezahüratlarla birlikte kafesin diğer tarafından çıkan rakibimi gördüm.
Çıkan gür sesler şimdide onun adını haykırıyordu “Aiza!” Rakibim tüm ağırlığıyla kafese girdiği an görüş alanımda sadece o kalmıştı. Hakemin talimatıyla ikimizde köşelerimize çekilirken Almanca olduğunu anladığım dilde kıvrılan dudaklar arasından alaylı cümleler çıktı, “Du bist tot, Schlampe!” Ne dediğini bilmesemde tahmin etmesi zor değildi küçümseyici bakışlarından, özetle kaybedeceğimi söylüyordu. Cevap vermedim, hafifçe omuzlarımı sallayıp gevşetirken sadece gözlerimi rakibime dikerek meydan okudum.
Kibirli gülüşünü yüzünden silmeden gözlerini üzerimde gezdiriyordu, bende aynısını yapıyordum, kaslı bedenine bakıyordum fakat tam o anda ikimizin arasına yedek hakemler girerek bakışlarımızı böldü. Onun meydan okuyan ifadesi bir perde arkasında kalmış gibi kaybolurken, önümdeki adam sessizce işini yapıyordu. “Aç,” diye kısa bir komut verdiğinde, ben tepki bile veremeden dişliği sertçe ama zarar vermeden yerleştirdi. Dudaklarımı sıkıca kapattığımda, ağzımda hissettiğim sertlik bir savaşın başlangıcına mühür vurmuş gibi geliyordu.
Güneş acıyla varlığını keşfetmeye çalışırken, Ereshkigal acıyla zevk alıyordu. Kafesten hakemler çıktığı an rakibimle baş başaydık artık, yerinde duramıyordu çenesiyle bir yandan eldivenlerini düzeltirken diğer yandan zıplıyor, bağırıyordu. Tepeden örülü saçlarının ring ışıkları altında parlayarak iki yana savrulmasını izlerken tepkilerim sakindi, onun kontrolsüzlüğünde gizlenen bir açıklık arıyordum. O kadar hareketliydi ki açık vermesi çok olasıydı.
Kısık gözlerimle rakibimin her hareketini, en ufak detayına kadar inceledim. Bedeninin gerginliğini, nefes alışverişinin ritmini ezberime kazıdım. Sessizlik, aniden yükselen bir fırtınadan önceki huzursuz bekleyiş gibiydi. Derken hakem, iki elinin arasında tuttuğu ağır demir çubuğu, altın kaplama metal diskin ortasına indirdi. Metalin yankılı sesi, arenayı dolduran çığlıklarla karıştı ve dövüşün başladığını ilan etti.
Rakibim bir ok gibi üzerime fırladı. İlk hareketi onun yapacağını tahmin etmiştim; her şey, kibrinin bir yansımasıydı. Hızlıydı, evet, ama dikkatsizdi. Sağ kroşesinden kaçarken bir adım geri çekildim ve onun dengesini bozacak bir alaycı gülümseme bıraktım yüzümde.
Seyircilerin coşkusu kulaklarımı doldururken, ayaklarım ringin her köşesini kendi alanımmış gibi hissettiriyordu. Bu dövüş, benim dans pistim, o ise sadece bir partnerdi.
Rakibim ikinci hamlesinde beni köşeye sıkıştırmaya çalıştı, ama hareketlerindeki sabırsızlık açık bir hediye gibiydi. Bunu fırsat bilerek sağ omzunun açıkta kalan noktasına bir diz darbesi savurdum. Bir anlığına tökezledi, ama çabucak toparlanıp dişlerini sıktı göstererek.
Rakibim tekrar üzerime doğru hamle yaparken, ağzından Almanca bir şeyler mırıldandı. Sert ve kesik sesini zor işitmiştim, ama ne dediğini anlamadım. Sadece dudaklarının kıvrımındaki alaycı ifadeden hala ne kadar kendine güvendiğini görebiliyordum.
“Acının dili evrenseldir” diye mırıldandım kendi kendime, onun attığı kroşeyi ustalıkla savuştururken. Sözlerin bir önemi kalmıyordu bu ringte; yalnızca çığlıklar, acı dolu inlemeler ve zafer haykırışları anlam kazanıyordu.
Bir an için duraksadı, ne dediğimi anlamamıştı elbette, ama gözlerimdeki kararlı ifadeyi fark etmiş olmalıydı. Rakibimin zıplayarak üzerime savurduğu tekmeyi yana kayarak savuşturduğumda, kalabalık hareketimle yeniden ayaklandı. Kimisinde heyecan dolu bir sevinç vardı çünkü bahislerini benim üzerimden oynamışlardı, kalan küçük kısım ise küfürler savuruyordu Aiza’dan yana bahis oynamışlardı çünkü.
“Komm schon!” diye bağırdı sinirle, tepkisiz yüzüme bakarak. Elimden geldiğince sakin kalmaya çalışıyordum, çünkü onun kontrolünü kaybetmeye başladığını hissediyordum.
O anlarda dövüş benim için sadece bir dövüş değildi: daha fazlasıydı. Rakibim üzerime bir kez daha atıldığında bu sefer karşılık vermedim, yada kaçmadım aksine sol çeneme gelen yumrukla geriye savrulup kafesin demirlerine çarptım.
Rakibimin son yumruklarına izin veriyordum, yoruluyordu ve gücü tükenecekti bense acıyla yeniden var olacaktım. Sırtım demir parmaklığa yaslıyken bu seferde burnuma yediğim aparkatla hızla kanlar akmaya başladı, bu gerçekten acıtmıştı!
Gözlerim birkaç saniyeliğine karardı ama gülümsemekten kendimi alıkoyamadım. Ağzımın köşesinden sızan sıcak metalik tat, adrenalinle birleşerek damarlarıma karışıyordu. Kafesin metal parmaklıklarını geride bırakıp daha fazla vurmasına izin vermeden ileri doğru hamle yaptığımda, Aiza’nın gözlerindeki hırs net bir şekilde okunuyordu.
“Bu kadar mıydı, Königin?” diye alay ettim, kanayan burnumu kolumun içiyle silerken. Sert bir nefes aldı ve tekrar üzerime saldırdı. Ama bu sefer ayaktaydım, hazırlıklıydım. Gelen yumruğunu havada yakaladım ve bütün gücümle tersine çevirdim. Onun savrulup yere düşüşünü izlerken, kalabalığın sesi bir anlığına tüm gerçekliği örttü.
Aiza ayağa kalkmaya çalışırken bir adım geri çekildim, ona bakarak ciddiyetle konuşmaya başladım, sesimdeki kararlılık çevrede yankılandı: “Acının bana olan borcu daha bitmedi.”
Her nefes alışımda ciğerlerime dolan paslı metal ve insan ihtirası karışımı, beni Ereshkigal’ın karanlık sularına daha çok çekiyordu. Rakibimin burnundan sızan kanın zeminde bıraktığı lekeler, kırık bir mozaiğin parçaları gibiydi. Sartre haklıydı: Acı, tenimdeki her yarıktan sızan bir nektardı.
Sözlerim henüz havadayken ileri atıldım, rakibimin tüm gücünü tükettiğini biliyordum. Diziyle savurduğu zayıf darbeyi savuşturup, bir yandan diğer yana doğru ani bir hamleyle kilidi kurdum. Onun şaşkınlıkla attığı nefesler, hakemin araya girip maçı sonlandırmasından hemen önceki zaferimin sessiz bir tasdiki gibiydi.
Seyirciler çığlıklarla adımı haykırıyordu:
“Ereshkigal!” Üzerimden para kazanma ümidiyle gelen herkes mutluydu. Aiza’nın yere düşüşüyle kafesin içinde yankılanan sessizlik, benim için başka bir savaşın daha sona erdiğinin işaretiydi. Ama ruhumun karanlık derinliklerinde başka bir savaşın asla bitmeyeceğini biliyordum. Rakibimin yüzü kanlar içindeydi. Ben sadece kanla silinmiş geçmişe, kanla yeni hatıralar sunuyordum.
🦋
Sabahın ilk ışıkları bahçenin yere serili taş döşemelerine dokunurken üzerimde hissettiğim ağırlık artıyordu. Geceden kalma yağmurun havada bıraktığı serinlik tenime işlerken, içimdeki o tanıdık boşluk hep olduğu gibi kendini hissettirdi. Parmaklarım porselen bardağın kenarında gezinirken kahvenin sıcaklığı avuçlarımı ısıtıyordu, ama içimdeki soğuğu eritmeye yetmiyordu.
Bahçede her şey suskun bir harmoni içindeydi. Önümde dizili ağaçların yaprakları kımıldamıyor, tepedeki güneş bana dokunmaktan çekiniyor gibi sadece oturduğum merdivenlere düşmüş gölgeme değiyordu. Toprağın ıslak kokusu kahvenin dinginleştirici aromasıyla birleşerek tüm duyularımı ayakta tutuyordu. Başımı olabildiğince eğdim kamburum çıkmıştı, omuzlarım sızlıyor, dizlerim yorgunluktan titriyordu.
Parmaklarımı farkında olmadan merdivenin pürüzlü köşesine sürttüğümde, dövüşte aldığım kesiklerden biri sızladı. Fiziksel acının zihinsel olanın yanında ne kadar önemsiz olduğunu düşündüm bir an. Vücudumdaki izler benim tercihimdi, ama ruhumda kalan izler geçmişimin karanlık birer lütfuydu. Hafifçe iç çektim. Kafamdaki bulanıklık yerini o tanıdık soruya bırakmıştı: “Ben kimim?” Yanıtını bulamamış olmanın verdiği huzursuzluk, bir bölge gibi hep yanı başımda peşimdeydi.
Kendimi hatırladığım ilk an 9 yaşımdı, ondan öncesi yoktu. Hayatım bir yapbozdu ve benim en önemli parçalarım eksikti, sanki geçmişi hiç yaşamamıştım. İlk başlarda geçmişimi neden hatırlayamadığımı çok sorgular, kızardım kendime.
Çocuk yaşta bir şeyi unutuyorsak bunun travmaya bağlı olduğunu söylemişlerdi, ama oturmayan hala çok şey vardı. İşte bunun için psikoloji okuyordum. Çünkü 9. yaşım asıl en büyük travmamı yaşadığım yaştı, gözlerimin önünde silinmek bilmeyen anı hatırlamamayı daha çok isterdim. Annemi boynunda bir iple tavanın ortasında asılı halde bulduğum o anı yok etmek istiyordum. Ama hatırlıyordum işte, saniye saniyesine hatırlıyordum. Yüzünde kurumuş yaşlarını, açık mavi gözlerini… Hatırlıyordum.
İlk acım, dönüm noktam ve kendimi bulmak istediğim o anı hiç unutmuyordum. İnsanın kendini bulması için önce kaybolması gerekirdi ya, ben hep kayıptım ama ne kendimi bulabilmiştim ne de geçmişimi.
Hafızam, benim için bir denizdi ve ben o denizde kayıp bir yabancıydım. Bir gemi vardı bu denizde, dibe karanlığa çökmüş. İşte yıllar önce kaybettiğim bir geminin enkazını toparlamaya çalışmak gibiydi zihnimin içinde dolaşmak. Her köşede unuttuğum bir parça, her dönemeçte terk edilmiş bir ses yankılanıyordu. İşte acının verdiği haz bu noktada açığa çıkmıştı, canımın her yanışında annemi bir kez daha hatırlıyordum. Her şeyin sorumlusu bendim.
Acı varoluşumuzun çıplak gerçeğiydi ya, ben bu gerçeğin tam ortasında kalmıştım. Geçmişi bulmak ve bir daha kaybetmemek üzere içine hapsolmak artık benim borcumdu. Annemin intiharındaki her şey benim suçumdu.
”Ne zaman geldin?” Arkamdan gelen ses ve adımlarla akmaya yüz tutmuş göz yaşlarımı elimin tersiyle hızlıca sildim.
“Oldu biraz” diye cevapladım, sesimin titremesine engel olmaya çalışarak. Gelen Hakan’dı, kendisi suç arkadaşım, sır ortağım, acı yoldaşımdı. Yanıma merdiven basamağına oturduğunda göz ucuyla baktım.
Hakan hayatın dikenli yollarından yürümüş, düştüğüm anda beni bulmuş ve ayağa kaldırmıştı. Ben bilmediğim yerin bilmediğim sokaklarında kaybolurken, o ezbere bildiği sokaklarda kaybolmuştu. İki kayıpta bir buluş vardı.
Sabahın yumuşak ışıkları beni teyit geçerek, genellikle karanlık kapalı odalarda vakit geçirdiğinden Hakan’ın bembeyaz cildinde pürüzsüzlükle parlıyordu. Sarı saçları ışıkta dans ediyor, dalgaları her zaman olduğu gibi dağınık bir özgürlükteydi, kişiliğini yansıtıyorlardı sanki. Yeşil gözleri ise… işte o gözlerde bir şey vardı. Bir güven, sonsuz sadakat, korunma hissi. Bana hep aynı şeyi anlatıyordu gözleri: “Ben buradayım”
Belki de onu anneme benzetiyorum, bilmiyorum.
Hakanla tanışma anımız trajedi ile dolu olsada, o ilk günden bu yana benim en sağlam limanım olmuştu. Sekiz yıl önce hayatıma girmişti, herkesin beni olduğu gibi kabul etmediği, ruhumdaki çatlakları anlamadığı bir dünyada Hakan o çatlaklardan içeri girmemiş, ama çatlakları örtecek ve darbelerden koruyacak bir ağ örmüştü.
Ovaladığı gözlerini ışığa alıştırırken gözleri beni buldu, gördüğü görüntü karşısında yüzünü buruşturdu. Aslında alışık olduğu bir manzaraydı; biraz gözüm şişti, çenemde belirgin bir morluk vardı ve burnumun kanaması son bulmayınca deliklere peçete sıkıştırmıştım, şuan burnumdan kurumuş iki kırmızı peçete parçası sarkıyordu.
“Yine harika görünüyorsun” sesindeki imayla gülümsedim, çenemin sağlam olan tarafından hafifçe tutup yüzümün göremediği her yerine baktı. Beni dikkatlice süzerken sessizliği neredeyse somut bir ağırlık gibi yüzüme çarpmıştı. Kendimi geriye çekerek elinden kurtuldum. 4 yıldır yasadışı kafes dövüşüne katılıyordum, ve 4 yıldır da genelde haftanın beş günü bu haldeydim. Eskiden üçtü ama şu sıralar acıdan başka hissetmek istediğim bir şeyin varlığını henüz bulabilmiş değilim.
Hakan beni incelemeye devam ederken, çenesindeki kas seyirdi. Dudakları, bir şey söylememek için savaş veriyordu. Onun bana bakışının altında yatan her ne varsa ezbere biliyordum: sessiz bir öfke, dizginlenmiş bir sabır ve beni anlamaya çalışan o keskin gözler.
Hakan sakin biri olabilirdi, ama bu içinde fırtınalar kopmadığı anlamına gelmiyordu.
“Bakma bana öyle, birazdan nutuk çekecek gibi duruyorsun ve ben sadece dinlenmek için geldim”
Bakışlarını benden kaçırmadı, dik dik bakıyordu. Omuzları dik, yüzünde o meşhur ‘her şeyin doğrusunu ben bilirim, küçük hanım’ bakışı vardı.
“Biliyor musun, çok bencilsin” gözlerimi kıstım, elimdeki soğumuş kahveyi bir kenara bırakırken beklemediğim bir suçlamaydı bu. “Sen benim ailemsin. Sen benim güneşimsin. Ve ben, her lanet olası sabah seni böyle görmekten yoruldum Güneş. Sen kendini yok ederken beni de yanında sürüklüyorsun. Bu adil değil”
Kaşlarımı çattım, içimde bir şeyler zaten sıkışıyordu ve Hakan gelip biraz daha ittirdi. O an onu ne kadar sevdiğimi ne kadar minnettar olduğumu söylemek istedim ama kelimeler bir türlü çıkmadı. O, bir arkadaştan daha fazlasıydı.
”Ne yapmamı bekliyorsun?”
“Beklediğim tek şey, bir gün kendini öldürmeden önce durup düşünmen”
“Düşünmediğimi mi sanıyorsun?” Kelimeler boğazımda yuvarlanırken, Hakan duydu mu bilmiyorum ama başını iki yana salladı. Gözleri yumruk olmuş ellerime kaydı, yaralar tazeydi ve eklemlerim hareket ettikçe küçük çatlaklardan kan sızıyordu. Aniden ayağa kalktı, gideceğini anladığımda yutkunup bende ayağa kalktım.
Gitmesine izin vermeliydim, çünkü o her zaman geri gelirdi. Ama mideme oturan taşla, beynime giden sinyaller bunu istemediğimi haykırdı.
“Beni böyle bırakıp gidemezsin” diye mırıldandım, omuzları gerildi.
“Bırakmıyorum ama gidiyorum. Çünkü sen beni zorluyorsun, Güneş” beni sevdiğini biliyordum, ne yaparsam yapayım yanımda olmaya devam edeceğini de biliyordum. Ama içimdeki o küçük, tatsız korku peşimi bırakmıyordu. Ya bir gün yorulursa? Ve gerçekten gitmek isterse?
Başımı hafifçe yana eğip sesimi yumuşattım, içimde ne varsa kelimelerimdeki dokunuşlara yansımasına izin verdim “Beni seviyorsun değil mi?” Gözlerindeki değişen ifadeyi görür görmez, içimdeki korkunun biraz hafiflediğini hissettim,
”Bu ne biçim soru?” Ellerim koluna tırmandı,
“Beni seviyorsun, Hakan” onay bekliyordum “Değil mi?”
İç çekti, kolunu hızla elimden kurtardı ve iki parmağını anlıma tıklattı “Seviyorum tabii ki, dayak yemekten algın mı gitti?”
”Beni terk etmeyeceksin, değil mi?” Bu sefer bir şeyler söylemesini beklemedim, zaten bunu sorduğum için kendime sinir olmuştum. Ama Hakan her zamanki gibi tepki vermekte gecikmedi. Elini başıma koydu, parmakları sarı saçlarımın arasına daldı ve beni hafifçe kendine çekti. Başımı omzuna yaslamama izin verdiğinde, gerginliğim biraz çözüldü.
“Beni bu kadar sinirlendirmesen gitmemeyi garanti edebilirim” dedi, nefesi yanağıma çarpıyordu. Kollarımı beline doladım, Hakanda aile şefkati vardı.
“Yani yüzde kaç ihtimalle buradasın?”
Saçlarımın üzerine öpücük kondurdu, “Sonsuz”
Sarılmamıza çok izin vermedi, omuzlarımdan iteklendiğimde ondan ayrıldım. “Ama şimdi gerçekten gitmezsem, artık bir işim olmayacak. Adamlar bekliyor” Hakan evden çalışıyordu, kendi işinin patronu olsada işinde titiz ve prensipliydi. Benim deyimimle casustu, biraz daha açmam gerekirse büyük paralar karşılığında üstün bilgileri ile ağlara sızıp istediği her bilgiyi toplayabiliyor, her türlü değişimi gerçekleştiriyordu.
Kolunu omzuma atıp kendisiyle birlikte beni de eskimiş binaya doğru sürüklediğinde, kolunun altından eğilerek kaçtım. “Okula gideceğim” dedim bakışlarımla merdivenlerdeki tozlanmış çantamı göstererek.
“Bu tiple mi?” İşaret parmağı havada, yüzümün hizasında dolanıyordu.
“Ne varmış tipimde? Hala harikayım”
“Bir gün beni delirteceksin” Yeşil gözleri uzun uzun bakmaya devam etti,
Omuz silktim, “Düzeltiriz, karşında psikolog adayı duruyor. İlk danışanım olursun, harika olmaz mıydı?”
Burun kıvırdı, “Olmazdı Güneş, hepten delirirdim. Ben senin deney kobayın değilim”
Gülümsedim ama içimden gelerek değil, bu tamamen sahte bir gülüştü. Çantamı omzuma taktım, ceketimin fermuarını çektim ve tek kelime etmeden bahçe kapısına yöneldim.
”Sanki oraya gerçekten okumaya gidiyorsun, amacın diplomanı alıp gerçek bir psikolog olmak değil” Geriye dönüp cevap vermek istemedim, bahçeden çıktığımda geride bıraktığım Hakan’a bakış attım sadece.
Hava epey serindi, deri ceketimin ceplerine ellerimi daldırdığımda bir nebze olsa ısınmaya çalıştım. Soğuğu severdim, ciğerlerime dolan serinlik biraz olsun beni ayıltırdı ama içimdeki ağırlık yerinden kıpırdamazdı.
Kendi kendime sürekli aynı şeyi söylüyorum: Daha kötüsünü gördüm, daha fazlasını yaşadım, daha derin yaralardan çıktım.
Ama bazen… Bazen gerçekten çıktım mı, emin olamıyorum.
Sokakta yürürken ayaklarım hep belli bir tempoda ilerler. Ne fazla hızlı ne fazla yavaş. Yumruklarım daima aynı ritimde savrulur. Ne fazla sert ne fazla yumuşak. Kontrolsüzlüğe tahammül edemem. Ama en çokta kendi içimdeki boşlukla yüzleşmeye tahammül edemem. İşte bu yüzden çıkamamıştım.
Her adımımda, içimde haykıran o eski sesleri susturmaya çalışıyordum. Taki geçmiş, sustuğu her anda daha yüksek sesle konuşana kadar.
Geçmişimi hatırlamıyorum, gerçek adımı gizliyorum, etrafımdaki her şey beni yok ediyor.
Küçüklüğümden beri gerçeğin bir yanılsamadan ibaret olduğunu biliyordum. Sana neyin doğru olduğunu söylerlerse, ona inanırsın. Sana bir yalanı yeterince uzun süre fısıldarlarsa, onu gerçek sanırsın. Sana bir şeyi tekrar tekrar yaşatırlarsa, onun tek ihtimal olduğuna inanırsın.
Bense artık hiçbir şeye inanmıyorum.
İnandıklarım, elimden alınalı çok oldu.
Motoruma ulaştığımda elim gaz koluna gitmeden bir an duraksadım, nefes aldım oksijensiz kalmışım gibi bunu defalarca tekrarladım.
Üzerime yapışan geçmişi, göğsüme oturan ağırlığı, yüzüme çarpan rüzgarla birlikte geride bırakmak ister gibi motoru çalıştırdım.
İleri gitmek, tek çıkış yolu.
Geçmiş beni ne kadar yakalamaya çalışsada, ileri gitmek zorundayım.
Durursam, düşerim.
Ve ben düşmeye tahammül edemezdim.
Üniversitenin kampüsünün bahçesine girdiğimde motorumu her zamanki yerine park ettim. Soğuk demirin üzerinden ellerimi çektiğimde, metal, eldivensiz derime buz gibi yapışmıştı.
Omuzlarımdan kayan çantamı düzeltip, başımı kaldırdım. Hava pusluydu. Kış kampüsün taş yollarına sinmiş, ağaçların çıplak dallarını titretiyordu.
Güneş burada, bulutların ardına saklanmıştı. Işığın griye büründüğü anları severdim.
Kasvetli, kaosu çağıran havaya rağmen bahçe kalabalıktı. Öğrenciler gruplar halinde konuşarak yürüyordu, kimi aceleyle dersine yetişiyor, kimi dumanı üzerinde kahvesini yudumlarken banklarda oturuyordu.
Bende aralarına bir gölge gibi karıştım. Sıradan bir öğrenci olarak.
Kimse beni tanımıyordu.
Gerçi ben bile beni tanımıyordum.
Yaşamımda bir yerlerde, yırtık bir parşömene yazılmış eksik hikâyenin cümleleri vardı. Her adımımda o eksiklik içimde büyüyordu. Geçmişin izleri, silinmeye yüz tutmuş gibi görünse de, her sabah uyandığımda aynı hisse kapılıyordum: Tam değilim.
Üniversitenin ana binasına doğru ilerledim. Mermer merdivenlerin ilk basamağına adımımı attığımda, içimde soğuk bir dalga yükseldi. Ellerimi montumun ceplerine gömdüm.
Giriş kapısının ağır camlarını iterek içeri adımımı attığımda, onu gördüm. Her zamanki gibi. Üç yıldır, her sabah buradaydı. Üç yıldır, her gün bu anı tekrar yaşıyordum.
İlker Sami Uraz.
Üniversitenin kurucusu.
Babam.
Onu ilk kez gördüğümde, annemin cansız bedeni hâlâ odanın ortasında sallanıyordu. Gözleriyle bana bakmış, zaman durmuş, dünya sessizleşmişti. Bana onlarca kelime sıralamıştı ama aklımda sadece kalan buydu: ”Beni bulacaksın Ezgi. Sende babana geri döneceksin” o gün babamın yaşadığını ve kim olduğunu ilk kez öğrenmiştim.
Çocuktum ama bu gerçeği değiştirmiyordu: Yıllar önce onu bulmaya karar vermiştim ve o beni tanımıyordu.
Oradaydı. Gözleri, yüzümde gezindi bir kaç saniyeliğine. Çizgileri sert, bakışları delici, ifadesi her zamanki gibi yalan doluydu. Yıllardır bu üniversitede okuma sebebim, onun kurduğu dünyada, onun kurallarına rağmen var olmaktı.
Buradaydım. Onun gölgesinde ama onun savaşını vermeyecek kadar özgür ve onu yok etmek isteyecek kadar öfke dolu.
Göz göze geldiğimiz o birkaç saniye, benim için bir ömür kadar uzun sürdü ama o sadece bir yabancıya tesadüfen baktı.
Sonra o başını eğip yanındaki birkaç eğitimci ile yoluna devam etti. Ben de.
Kütüphaneye gidecektim. Derslere girmem gerektiğini biliyordum. Ama bu hafta neredeyse hiçbirine girmemiştim. Ve yine girmek istemiyordum.
Sessizlik, şuan için kaostan daha çekiciydi.
Beni gölgeler bile takip edemezken, geçmişin nefesi hep ensemdeydi. Belki de kütüphane, bugün beni ondan saklayabilirdi. Dövüşten sonraki en normal aktivitem ve kaçış alanımdı. Bir yandan bedenime acı çektirirken, diğer yandan ruhumu dinginleştiriyordum.
Kütüphaneye adım attığımda, soğuk taş duvarlar arasında hapsolmuş sessizlik, beni aniden içine çekti. Rafların arasından ilerleyerek en kuytu köşeye yöneldim. Burada, kimsenin ilgilenmediği eski kitapların tozlu sayfaları arasında kaybolabilirdim.
Parmaklarım, rastgele seçtiğim kitapların sırtlarında gezindi. Tarih, mitoloji, psikoloji… Hepsi, birbirine geçmiş hikayelerin yankıları gibiydi.
Sonunda, gözüme yıpranmış bir cilt ilişti. Üzerinde altın harflerle kazınmış iki isim vardı: Ereshkigal ve Nergal: Ölüm ve Savaşın Dansı
Bunu görünce kaşlarım merakla çatıldı. Dövüş adım olan Ereshkigal, eski bir tanrıçanın ismiydi. Ama onun kim olduğunu, gerçekten hiç araştırmamıştım. Sadece bende bıraktığı etkinin hissiyle dövüşlerimde var ediyordum onu.
Parmaklarım, kitabın yaşlı kapağını araladı. Sararmış sayfalar arasında, kelimeler beni içine çekmeye başladı: “Ölüm kraliçesi Ereshkigal, yeraltında tek başına hüküm sürerdi. Tanrılar onun krallığını unutur, onu gökyüzünün ışığından mahrum bırakırdı. Ta ki Savaş Tanrısı Nergal, ona meydan okuyana kadar.”
Gözlerim, sayfaların arasında ilerlerken, öfkeli bir kraliçeyi ve ona boyun eğdirmeye gelen bir tanrıyı gördüm. Ereshkigal yalnızdı. Nergal ise savaşın vücut bulmuş haliydi. Ama onun asıl silahı, kılıç değil, kelimelerdi. Tam okumaya devam edecekken, yakınımdan ses duydum:
“Ve Ereshkigal, hikayenin sonunda öldü.” Başımı hızla kaldırdım. Rafların arasından süzülen bir yabancı, gölgelerin arasından çıkmış gibi sessizce yanıma yaklaşmıştı.
Kaşlarımı çatıp kitabı kapattım. “Bana mı söyledin?”
Adam, hafif bir baş hareketiyle omuz silkerek gülümsedi. Gülümsemesi alaycı değildi ama sanki her şeyi biliyormuş gibi bir hâli vardı. “Sesli okumuyordum.”
“Ama dudakların hareket ediyordu.” Gözleri kitaba kaydı. “Ereshkigal ve Nergal… ilginç bir hikâye.” Siyah bütün ışığı içine çeken, en ufak bir yansıma bile bırakmayan gözleri kitabın üzerindeydi.
”Pardon?” Sarmaladığım kitaba uzandı parmakları, almasına izin verdiğimde yüzündeki donuk ifadeyi bozmadan sayfaları karıştırmaya başladı.
Başını yana eğdiğini gördüm. Yanımdaki yabancının boyu benden uzundu, ve rahatsız edici bir yakınlıktaydı. “Senin gibi birinin neden bu kitabı seçtiğini merak ettim.”
Gözlerimi devirdim. “Seni ilgilendirseydi bilirdin” Gayet açıklayıcı bir cevaptı.
Burnundan soluyarak gülüşünü işittim, “Bu kibarca ‘sanane’ mi demek?” Başımı sallayarak onayladım, “Ben sadece hikâye dinlemeyi severim.”
Kollarımı göğüs hizasında birleştirdim, şuan bu konuşmaya son vermek adına gidebilirdim ama kendime ters düşerek kalmaya devam ediyordum. “Psikolog musun?”
Görünüşü öğrenci gibi değildi, yaş ortalamamızın üzerindeydi ve giyinişi oldukça resmiydi. Gömleğinin kolları yarıya kadar katlanmıştı, sol kolundaki dövmeleri görebiliyordum, sadece orada değil ensesindeki kelebek dövmesinin kanatları yandan bakılınca seçilebiliyordu.
“Psikopatım güzelim" ışığın uğramadığı siyah gözlerine döndüğümde, yüzümü buruşturdum. Yüzündeki sert ifadeye tezat espiri niteliğindeki kelimesi ikimizi de güldürmedi.
“İnsanları okumayı iyi bilirim” Ağırlığımı tek ayağıma vererek omzumu, yanımdaki kitaplığa yasladım.
“Hmm, beni de okudun mu peki?” Başını kitaptan kaldırdığında bir adım yaklaştı. Şimdi nefesini hissedebiliyordum. Sakin, kendinden emin ve rahatsız edici derecede rahat bir şekilde konuştu:
“Sen, Ereshkigal gibi görünmeye çalışan birisin. Ama unuttuğun bir şey var.” İçimde garip bir huzursuzluk hissi yükseldi.
Kaşlarımı kaldırdım “Neymiş?”
“Ereshkigal yalnız değildi. Nergal onu bulduğunda, onun kim olduğunu herkesten daha iyi anladı.”
Bir an sessizlik oldu. Alaycı bir şekilde dudaklarım kıvrıldı. “Bu kitaptan alıntı yapmayı bırakır mısın? Burası lise kantini değil, entelektüel tavırlarla etkilenmeyeceğim.”
Yaslandığım yerden doğrulduğumda, tuhaf adamın yanından ayrılmak için hareketlendim. Adam hafifçe gülümsedi. Ama o gülümseme sahteydi, tıpkı zamana yenik düşmüş bir maskenin çirkinleşmesi gibi. “Etkilenmek için konuşmuyorum.” Dedi gideceğimi gördüğünde önümde dikilerek.
Beni bir adım geriye iten şey, söyledikleri değil, söylediklerini nasıl söylediğiydi. O sesi daha önce duymadım. O adamı daha önce hiç görmedim. Ama bir şekilde, içimde rahatsız edici bir his bırakıyordu.
Dişlerimi sıktım. “O zaman ne için konuşuyorsun?” Birkaç saniye boyunca gözlerini üzerimde gezdirdi. Sonra, sanki en basit gerçeği söylüyormuş gibi yanıtladı:
“Belki de aradığın cevapları senin yerine ben verebilirim diye.” İşte burada. Tam olarak sinirimi bozan şey buydu.
“Bu kadar kibirli olman için kaç kişi seni yalanlarla besledi?” Başı hafifçe yana eğildi. O siyah gözler üzerimde gezinmeye devam etti.
“Sen ne kadar yalnız kaldıysan, o kadar.” Bilinçsizce nefesimi tuttum. Öfke, soğuk bir bıçak gibi sırtımdan aşağı süzüldü.
Cevap vermem gerekiyordu, ama o an, dilim boğazıma yapıştı. Sonra kendimi toparladım. “İlginç,” dedim, kayıtsız bir ifadeyle. “Öyleyse seni kimse beslememiş olmalı.”
Söylediğim şeye yeniden güldü. Daha çok boşlukta yankılanan, anlamsız bir yankı gibiydi gülümsemesi. “Beni besleyenler vardı.” Yavaşça başını öne eğdi. “Ama asla doymadım.”
İçimde tanımlayamadığım bir ağırlık oluştu. Bu adam, ne yapmaya çalışıyordu? Bir adım geri çekildim. Küçük bir hareket, ama o fark etti. İçimde beliren rahatsız edici his, hiç kaybolmayacakmış gibi yerleşti. Belli etmemeliydim.
“Çok derin,” dedim, alayla. “Bana kalırsa bu kadar varoluşsal krize girmemek için bir psikoloğa görünmelisin.”
Tek gözünü kısıp, sağ eliyle kısa sakallarını ovuşturdu “Yani bana randevu mu veriyorsun? Çok hızlı oldu bu.”
Gözlerim kocaman açıldı. “Siktir git!” Bana yeninden yaklaştı, ama tehditle değil. Sanki oyun oynuyormuş gibi.
”Çok ayıp, senin gibi çekici birisinin ağzına hiç bu laflar yakıştı mı şimdi?”
Gülümsemeye devam ediyordu, tek yaptığı şey buydu. Ama bu, bir insanın yaptığı türden bir gülümseme değildi. Bu, bir şeyleri çözdüğünde keyif alan, avını yavaşça çemberin içine alan bir yırtıcının sabırlı memnuniyetiydi.
Bir an içimde bir şey sıkıştı. Ama hemen ardından kaynar öfke bütün sinir uçlarıma yayıldı. Bir adım ona yaklaştım, çenemi hafifçe kaldırarak yüzümü onun gölgesinin altına soktum.
“Ama sen değilsin” dedim bana dediği ‘çekici’ lafına atıfta bulunarak, ardından yumruğumu gösterdim “İstersen yapabilirim” Sessiz kaldı, çenesindeki gergin kaslar oynuyor gözlerini hiç kırpmadan bakıyordu.
”Açık ol, ne istiyorsun?”
“Çok şey” sesi fısıltıyla döküldüğünde, yumruğumu biraz daha sıktım.
Aptal gibi hala buradaydım ya, e pes artık Güneş! Elimi kaldırıp sertçe göğsüne bastırarak onu kendimden uzaklaştırdım. “Önümden çekil.”
Bir an duraksadı. Sonra, başını yana eğip hafifçe kıkırdadı. “Pekala.” Ve yana çekildi.
Bunu beklemiyordum. Bu kadar kolay pes etmesini, geri adım atmasını. Ama işime gelmişti. Bir saniye daha yabancıya baktım. Sonra, yarattığı boşluktan geçtim.
Karşı rafa yöneldiğimde, kitapları incelemeye devam ediyor gibi göründüm.
Yabancı arkamdan çekildiğinde, havadaki baskı azaldı ama içimdeki huzursuzluk yerinde kaldı.
Adımları boğuklaşana kadar yerimden ayrılmadım. Kütüphanenin sessizliği, gerilen sinirlerime inat, içime işleyen tuhaf bir histi. Uzaklaştığına emin olduğumda, adımlarımı daha derine, kampüsün arkasında kalan ve ormanı gören camlı bölüme yöneldim.
Burası, herkesin göz ardı ettiği bir yerdi.
Bir raftan rastgele bir kitap seçip, geniş camın önündeki koltuklardan birine yerleştim.
Parmaklarım, kitapların tozlu kapaklarını yoklarken aklım hâlâ o yabancıdaydı. Gülümsemesindeki o tuhaf boşluk… Söylediği her kelimenin gerisinde saklanan şey… Asıl mesele, onun bana asıldığını düşünmemdi. Bunu yapıyormuş gibiydi, ama kelimeleri farklıydı. Bir şeyleri test ediyordu. Beni, tepkilerimi, zihnimde olup biteni ölçüyordu.
İnsanları okumayı iyi bildiğini söylemişti ya… Sanki bildiği bir şeyi doğrulamak ister gibiydi. Dövüşlerdeki rakibimin gücünü test etmek için bunu bende yapardım ama benimkisi stratejiydi. Yabancının amacını anlayamamıştım.
Elimdeki kalın kitabı açtım. Fantastik bir kitap almıştım, okumaya çalışıyordum ama zihnimdeki düşünceler deli gibi dolaşıyordu.
O sırada gözüm, karşı camın önündeki masaya ilişti. O. Az önce oradan ayrılmış olmasına rağmen, şimdi tam karşımdaydı.
Hiç acele etmeden, raftan rastgele bir kitap alıp sandalyeye oturdu. Sayfaları karıştırmaya başladı ama bakışları kitaba değil, doğrudan bana yönelmiş gibiydi.
Yutkundum. Nefes alıp vermem bile bilinçli bir eyleme dönüştü.
Gözlerimi tekrar kitaba çevirdim ama artık satırlar bir anlam ifade etmiyordu.
Bu adam ne istiyordu? Ürkmem gerekiyordu, ama gücümün de farkındaydım.
Cümleler gözlerimin önünden akıp gidiyor, satırlar birbirine karışıyordu. Yine de ifadesiz bir maske taktım yüzüme, ilgilenmiyormuş gibi yaptım. İç gülerim bakmamı söylesede bakmadım, başımı camdan dışarıya çevirdim.
Kar yağmaya başlamıştı, koyu yeşil çam ağaçların tepeleri çoktan beyaza kaplanmıştı. Kar, gri gökyüzünden usulca süzülerek yere düşerken, dünya sessiz bir beyazlığa gömülüyordu.
Camın soğuk yüzeyine hafifçe yaslandım, yabancının rahatsız edici varlığı bu manzara karşısında unutulabilirdi, nefesim her defasında buğulu bir iz bırakıyordu cama. İçimde bir şeylerler sıkışmaya devam etti yine de, göğsümün ortasında tanıdık ama bir türlü isim koyamadığım bir his beliriyordu.
Rahatsız edici bir huzursuzluk… Sonra onu gördüm. Ormanın hemen kıyısında, loş ışıkların süzülerek ulaştığı noktada İlker duruyordu.
Görebildiğim kadarıyla omuzları hafifçe kasılmış, çenesini sıkmıştı. Gözleri, önündeki iki adama sabitlenmişti, baktığım yönden tam bana doğru duruyordu. Dudakları hızla kıpırdıyordu. Telaşlıydı. O bile telaşlanabiliyorsa, bir şeyler ters gidiyor demekti.
İçimdeki huzursuzluk, kemiklerime işleyen bir soğuğa dönüştü.
Ona bir şeyler anlatan adamlardan biri başını salladı, diğeri cebinden siyah bir poşet çıkardı. İlkerin yüzündeki gölge koyulaştı. Ne konuştuklarını bilmiyordum ama hareketlerinden, yüzlerindeki gerilimden bir şeylerin yanlış olduğunu anlayabiliyordum.
İlker hiçbir zaman panik yapmazdı. O bir gölgeydi. Fısıldadığı kelimelerle ölümün şeklini değiştiren bir cellattı. Eğer bugün bir şey onun dengesini bozuyorsa, bu sıradan bir mesele olamazdı.
Adamlar ayrıldığında, gözlerim onu takip etti. Geniş paltosunun etekleri rüzgârla hafifçe dalgalandı.
Sonra, sanki hissetmiş gibi bir an başını kaldırıp tam bana baktı.
Bütün vücudum hareketsizleşti.
Ona baktım, o da bana.
Ama sonra, hiçbir şey olmamış gibi başını çevirdi ve uzaklaştı.
Nefesimi tuttuğumu fark ettiğimde, göğsüme yayılan basıncı hissettim. Kaşlarımı çattım.
Buraya neden gelmişti? Neden bu kadar gergindi? Ve daha da önemlisi, neden bu kadar açıkta hareket ediyordu? Bunu düşünerek başımı çevirdiğimde, elim istemsizce sandalyenin kolçağını kavradı.
Bakışlarım önümde durduğunda masamın üstünde, daha birkaç dakika önce orada olmayan bir şey duruyordu. Bordo renginde bir kutu. Bir an zihnim sustu. Kaşlarım çatıldı.
Sonra, bakışlarım istemsizce karşı masaya kaydı.
Yabancı gitmişti.
Kutunun yanına bırakılmış, siyah kanatları açılmış ölü kelebek gözlerime çarptığında, kalbimin ritmi değişti.
Elimi yavaşça uzatıp kutuyu avucumun arasına aldım.
Açıp açmamak konusunda ikilimde kalmıştım, parmaklarım kutunun kapağını benden bağımsız hareket ettirdi.
İçinde, beyaz mürekkep ile yazılmış tek bir siyah not kağıdı vardı. Kağıdı parmaklarımın arasına aldım ve gözlerim satırlara kaydı.
"Cehennemin ilk kapısı arzulananı sunar ama bedeli ağırdır. Karanlığın kollarına düşmeye hazır mısın, yoksa hâlâ ışıkta kalacağını mı sanıyorsun?"
Ellerimi nottan çekmek istedim ama gözlerimi satırlardan ayıramadım. O kadar basit ama o kadar güçlüydü ki.
Bunu bana kim yazmıştı?
Yanacının tavlama taktiklerinden birisi olduğunu düşünmeme ramak kala, kelimeleri defalarca okuduk. Ama hayır bu hiçte romantik bir not değildi. Aksine ürkütücü tondaydı.
Kağıdı elimde evirip çevirdim, dudaklarım alaycı bir kıvrım kazandı. Cehennemin kapıları, karanlığın kolları… Beni korkutacağını mı sanıyordu? Notu masaya bıraktım, ciddiye bile almaya değmezdi. Birileri beni izlediğini sanıyordu, beni korkutmaya çalışıyordu. Ama ben korkmazdım.
Başımı dışarıya yeniden çevirdiğimde, İlker’i yine gördüm.
Yine aynı yerde, ama bu sefer yalnızdı ve ağaçların arasına ilerliyordu.
Ayağa kalktım. Ne yaptığımı düşünmeden, refleksle.
Takip edilmekten hoşlanmazdım, ama birini takip etmek başka bir şeydi.
Belki de bu yüzden ellerimi montumun ceplerine sokarken içimde tuhaf bir heyecan vardı. Bir yanım gitmememi söylüyordu. Ama diğer yanım, çoktan kararını vermişti. Önce ahşap kapıya yöneldim, ağır adımlarla. Ne çok yavaş ne de çok hızlı. Sanki içimden geçenleri gizleyebilirmişim gibi.
Kütüphaneden ayrıldığım gibi, merdivenleri koşar adım indim. Kendimi dışarıya attığımda kampüsün sıcaklığını ardımda bırakırken, içimdeki mantıklı sesin varlığını tamamen yadsıdım.
Ayaklarım, kendi kararlarını veriyormuş gibi hareket ediyordu. Karın üzerinde çıkan hışırtıyı dinledim.
İnsan, adımlarını bu kadar net duyduğunda ya çok yalnızdır ya da çok yanlış bir şey yapıyordur.
Ben ikinciye yakındım.
İlker yaşını almış olsada, hala çevik ve hızlıydı. Onu kaybetmemek için koşarak kampüsün etrafını dolandım, binanın arkası ucunu göremediğim ormanlığa bakıyordu.
İlker neredeydi?
Ormanın girişine yaklaştığımda nefes nefese soluklanmak için duraksadım, yeşil ve beyazın harmanlandığı görsel şölende siyahlara bürünen onu seçemiyordum.
Parmak ucunda yükselerek, kıstığım gözlerimle bakındım tekrardan. Tam ileride bir kıpırtı vardı, ağaçların bedeninin gizlediği onu gördüm, sadece yerde bıraktığı adım seslerini işitiyordum ve ayaklarını görebiliyordum. Peşinden gitmeye devam ettim, artık daha yakınındaydım.
Önümde, İlker’in silueti gittikçe ağaçların gölgeleri arasında kayboluyordu. Elini cebine sokmuş, umursamaz adımlarla ilerliyordu. Onu burada, bu şekilde görmek… İçimde tanımlayamadığım bir şeyleri harekete geçiriyordu. İçimde bir düğüm atılmış gibiydi, çözmeye çalıştıkça daha da sıkılaşıyordu.
Ayağım bir dala takıldığında irkildim. Küçük bir çıtırtı havaya yayıldı. Bir an duraksayıp nefesimi tuttum, ancak o hız kesmeden yürümeye devam etti.
Fazla kolay.
Gözlerimi kısıp çevreme dikkatlice baktım. Rüzgâr, ağaçların dallarında geziniyor, gövdeler ince iniltilerle eğiliyordu. Orman karla örtülü olmasına rağmen garip bir ağırlık hissediliyordu havada.
Nereye gidiyordu? Ve daha da önemlisi, neden? Issız olduğu için bu ormanı tercih eden kimse olmazdı. Ve İlker bu saatte asla üniversite içinde yada yakınlarında olmazdı, yönetmesi gereken başka bir işi vardı.
Daha fazla düşünmeden hareket ettim. Adımlarımı yavaşlattım, dikkatle ilerledim. Beni fark etmesini istemiyordum.
Ama İlker’in bu kadar kolay izlenebilecek biri olduğuna inanmıyordum, o adam zekiydi ve hisleri çok kuvvetliydi. Yine de devam ettim.
Ağaçların arasına iyice karıştığında, ben de peşinden girdim. Sessiz, gölgeler gibi hareket ediyordum. İçimde garip bir his vardı; sanki adım attıkça bir şeylerin içine çekiliyordum.
Adımlarımı dikkatlice attım. Rüzgâr, ağaç dallarını hışırdatıyor, kar taneleri yüzüme çarptıkça soğuğun keskinliğini hissediyordum. İlker’i gözden kaybetmemek için dikkatle izliyordum ama her adımımda sanki o benden biraz daha uzaklaşıyordu.
Sonra bir şey oldu.
Önümdeki silueti bir an gördüm, ardından yok oldu.
Duraksadım.
Gözlerimi kıstım, çevreme baktım ama karanlık ağaçların gölgeleri içinde kaybolmuştu. Derin bir nefes aldım, mantıklı bir açıklama aradım. Belki bir yere sapmıştı, belki hızlanmıştı ve ben fark edememiştim. Ama içimdeki ses bunun farklı bir şey olduğunu söylüyordu.
İlker kaybolmamıştı. O, kendini kaybettirmişti.
Boğazımdan yükselen küfrü zor tuttum. Beni fark ettiyse ve bu yüzden izimi kaybettirdiyse, demek ki bir şeylerin peşindeydim ve doğru yoldaydım. Ama şimdi burada, soğuk ve sessizliğin arasında, tek başımaydım.
Geri mi dönmeliydim? Mantıklı olan buydu. Ama mantık ve ben uzun zamandır aynı tarafta değildik.
İlker, az önce bir şeyin içindeydi. O siyah poşetin içinde ne vardı? Kimdi o adamlar? Ve en önemlisi, neden bu kadar gergindi? İlker gibi bir adamın telaşlandığını görmek nadirdi ve bu, içine çekildiğim şeyin sıradan bir mesele olmadığını kanıtlıyordu.
Devam etmeliydim.
Derin bir nefes aldım, içimdeki korkuyu bastırarak adımımı attım. Karın üstündeki ayak izlerimi kontrol ettim, ileriye doğru devam ettiler ama birkaç metre sonra hiçbir şey yoktu. Sanki İlker yerin dibine girmişti.
Dikkatlice etrafı taradım. Ağaçların arasındaki boşlukları, gölgelerin içini, rüzgârın savurduğu kar tanelerinin arasına saklanmış olabilecek en ufak bir ipucunu… Ama hiçbir şey yoktu.
Tüm vücudum tetikteydi. Nefesimi tutup, ormanı dinlemeye çalıştım, kar yağmaya devam ederken peşinden rüzgarı da getiriyordu, çok gelen insan sesleri vardı ama yakınımda duyduğum hışırtı ile kendi etrafımda döndüm.
Beni izleyen birinin varlığını hissettim.
Görmedim. Ama oradaydı. Duyabilmiştim.
Tüm hücrelerim, derimin altında sürünen bir korkuyla bu gerçeği haykırıyordu.
Elimi yavaşça montumun cebine götürdüm, parmaklarım soğuktan buz kesmişti ama içimde yükselen adrenalin sıcak bir dalga gibi sinir uçlarıma çarpıyordu.
Sessizlik.
Bir adım attım, karda hafif bir çatırtı oluştu. Ama benim adımımla eş zamanlı olarak başka bir ayak sesi duyuldu.
Biri vardı.
Beni izleyen, benimle oynayan biri.
İlker mi? Yoksa başkası mı?
Bilmiyordum. Ama öğrenmeye kararlıydım.
Yavaşça döndüm. Karşımda hiçbir şey yoktu. Ama bir şeyin nefesini hissedebiliyordum, gölgelerin içinde gizlenmiş, sabırla hareketimi bekleyen birinin varlığını.
Nefesimi düzenleyerek, başımı hafifçe eğdim. Soğuğun damarlarıma kadar işlediğini hissediyordum ama bedenim alarmda olduğu için titremiyordum. Gözlerim yavaşça gölgeleri taradı.
Eğer burada biri varsa, beni korkutmak istiyordu.
Ve ben korkmuyordum.
İlerlemeye devam ettim. Adımlarımı yere daha sağlam basıyordum şimdi. Botlarımın ucunda ses çıkartmamaya özenerek yürüdüm. Belki de fark edilmiştim, belki de çoktan aldım. Ama her türlü riski göz alarak temkinli olmaya devem etmeliydim.
Çok değil sadece üç adım daha attığımda, ormanın sessizliğine karışmış boğuk bir öksürük sesi duymaya başladım.
Yakınımdan geliyordu.
Çok yakınımdan.
Bedenimi sola çevirip, adımlarımın yönünü değiştirdim. Sesin olduğu tarafa ilerledikçe iki gölgeyi seçebildim, önümde iki figür ormanın karanlığında birer hayalet gibi duruyordu.
Fazla yaklaşmadan, geniş bir ağacın gövdesine gizlendim. Yüzümün yarısını dışarıya çıkarttığımda, iki kişiyi görebilecek mesafedeydim.
Birisi ayaktaydı ve yüzünü saklamıştı. Burnunu ve ağzını kapatan bir maske takıyordu, boynuna kadar inen koyu renkli kumaş, sadece gözlerini açıkta bırakmıştı.
Bedeni yan dururken, kim olduğunu anlayamıyordum. Ama İlker değildi. Boyu, duruşu, fiziği... başkaydı.
Ama yerde yatan adam...
Onu tanıyordum, eski psikiyatrist ve şuanda üniversitenin dekanı Vedat Karacaydı.
Bana bakan elinde kahverengi bir şişe tutuyordu, şişeden dökülen minik beyaz ilaçlar lacivert gömleğinin üzerine saçılmıştı ve ağzından köpükler çıkartarak öksürüyordu. Öksürükleri ciğerlerinden sökülür gibi yankılanıyordu.
İntihar mı etmişti?
Neden?
Diğeri ise sadece izliyordu.
Bunu neden yapıyordu?
Vedatın öksürüklerine, ormanın içindeki o tekinsiz sessizliği parçalayan keskin bir ses yankılandı.
Silah sesi.
Yerimden irkilerek çığlık atmamak için iki elimle ağzıma baskı yaptım.
Ayaktaki adamın eldivenli parmakları arasında, hala dumanı tüten bir silah vardı. Ve az önce o silahtan çıkan kurşun, Vedatın tam kalbine isabet almıştı. Soğuk ve acımasızca, metal etle buluştu.
Kaskatı kesildim, gömlek çoktan kararmıştı Vedat Karaca ölmüştü. Öldürülmüştü.
"Tek kurşun" duyduğum iki kelime ile cesetten ayrılan bakışlarım, katile döndü. O konuşmuştu. Sesindeki duygusuzluk, kanımı dondurdu.
Şahit olduğum şeyin ağırlığı zihnimi parçalıyordu, hemde her detay; kurşunun hedefini bulduğu an, Vedat Karaca'nın ağzından çıkan köpükler, sızan kanın soğuk bir kararlılıkta yayılışı...
Hepsi beni aniden bu dünyadan kopardı, toprak ayaklarımın altından kayıyor gibiydi, gözlerimin önüne sis perdesi inmişti, kalbim kaburgalarımı parçalayıp çıkacak gibi atıyordu. Katilin bunu duymasından korktum, elimin teki kalbime baskı oldu.
Yaşadığım şeyler, tesadüflerin bir araya gelmesinden çok daha fazlasıydı.
Ayakta durup gözlerini cesetten ayrılmayan katil, dizlerinin üzerine çöktü. Uzun kabanının cebine elini daldırdığında, içinden anlayamadığım bir şey çıkarttı. Kanlı göğsünün tam ortasına koydu, gözlerimi biraz daha kıstım, bu bir kelebekti.
Beyaz bir kelebek.
Ama bu kelebek...
Bendekinin aynısıydı.
Bu gerçek, zihin perdemde bir kapıyı araladı. O notta yazılı kelimeler bir bıçak gibi belleğime saplandı 'Karanlığın kollarına düşmeye hazır mısın?' Ben buraya bilerek çekilmiştim, ve ben karanlıktan çok korkardım.
Burada olmamalıydım.
Beni görmemeliydi.
Beni fark etmemeliydi.
İçimdeki peydah olan huzursuzluğa, beni çoktan fark etmiş olabileceği gerçeği karıştı.
Karanlığa düşmüş müydün?
Yoksa başından beri, o karanlığın içinde miydim?
Adamın hareket ettiğini fark ettiğimde, istemeden geriye çekildim.
Ayağa kalkarken eldivenli parmakları silahın namlusunu silerken hafifçe havaya kaldırdı.
O sırada tamda bana doğru baktı, ciğerlerime dolan hava, içime bir taş gibi oturdu.
Gördü. O siyah gözlerin alanına girmiştim.
Ama bir şey yapmadı, öylece durdu, bende ondan farklı değildim. Olduğum yerde, korktuğum karanlık gözlere bakmaya devam ettim.
Tuhaf bir dikkatle izliyordu o gözler beni.
Sanki karanlığa düşüp düşmeyeceğimi görmek için...
Sanki zaten düşmüş olduğumu biliyormuş gibi...
🦋
19 Eylül 2016
Güneş batmaya yakın, şimdiye kadar dünyanın en iyi pastasını yapmaya odaklanmıştım. Çünkü bugün Bayan Safinaz’ın doğum günüydü.
Bunu kendim uydurmuştum ama önemli değildi, Bayan Safinaz hiç ses çıkartmadan onu koyduğum çimlerin üzerinden beni izliyordu ve sanırım bana asla karşı çıkmazdı.
Kaldırımın üzerinden aldığım minik çamurdan pastayı yan yana dizdiğim odun parçalarının üzerine yerleştirdim, yerden taze çıkmış çimleri yolup pastaya serpiştirdim.
Ellerim ve dizlerim çamura bulanmıştı, tırnaklarımın içi topraklarla doluydu ama hiçbirini sorun etmedim. Çamur güzel kokuyordu.
”Üflemeden dilek dileyemezsin” dedim, pastanın ortasına yaprak parçasını dikerken.
“Bitti, şimdi dilek dile Bayan Safinaz”
Ne dilemişti acaba? Bilmiyordum. Onun için ben dilemeliydim.
Gözlerimi sımsıkı kapattım, içimden geçen ilk dileği diledim: Hatırlamak istiyorum, bir daha hiçbir şeyi unutmayayım. Daha fazla annemi üzmek istemiyorum.
Gözlerimi açtığımda başı yere düşen turuncu saçlı Bayan Safinaza döndüm. “Bayan Safinaz, sence bir gün neyi unuttuğumu bile bilmeden her şeyi hatırlayabilecek miyim?”
Cevap vermedi. Uzanıp onu kucağıma aldım, mumu üfleme vaktiydi. Birlikte mumu söndürdük, hayır yaprak rüzgarın etkisiyle sönmek yerine geriye doğru savruldu. Kıkırdadım.
Mutluydum ve artık hava tamamen kararmadan pastayı yemeliydik.
Yerdeki ince bir çubuğu pastanın ortasına bastırdım, işte olmuştu artık iki dilimdi pasta.
Belki gerçek bir pasta gibi kokmuyordu ama en az onlar kadar güzeldi. “Eğer mutluysan, bir kere göz kırp” diye fısıldadım oyuncağımın kulağına.
Göz kırpmadı. Ama olsun, mutluydu bence o da.
Pasta dilimlerini yapraktan tabaklara yerleştiriyordum ki evden bir ses yükseldi.
Başımı arkamda kalan eve çevirdim, duyguğum gür ses bir erkeğe aitti. Sonra annemin sesi geldi. İkiside bağırıyordu, ne dediklerini anlamıyordum.
Küçük parmaklarımın arasından farkında olmadan pastayı düşürdüm, çamurlu ellerimi kıyafetime silerken bacaklarım harekete geçti.
Evin ışıkları kapalıydı, ama kapısının açık olduğunu gördüm. Oysa eminim ki gelen yada kapıyı açan kimse olmamıştı.
Önce girmek istemedim, karanlıkta bir huzursuzluk vardı. Ama annemin çığlığı her şeyi değiştirdi. “Dur” diye haykırıyordu.
Çok geçmeden içeriye girmiştim, bir adım attım sonra bir adım daha.
Karanlık beni yutacak gibi korkutucuydu, annemin sesi de beni çok endişelendiriyordu. Evin her yanı karanlık olsada, koridorun sonundaki odadan bir ışık huzmesi sızıyordu.
Yine de aydınlığa gidemedim, karanlığa sığındım hemen yanımdaki merdivenin altına sindim. Küçük ellerim sımsıkı yumruk oldu.
“Bir gün her şeyi hatırlayacak” dedi annem. Ağlıyordu, sesi titriyordu. Benden mi bahsetmişti? Çünkü ben, hepsini olmasa da her gün yaşadığım çoğu şeyi unutuyordum. Unuttuğumu da annem söylüyordu ve bana bir gün her şeyi hatırlayacağımı söylemişti, tıpkı az önce söylediği cümle gibi.
“O gün asla gelmeyecek” tanımadığım erkek sesini yeniden işittim adam konuşurken devrilen bir şey oldu, sonrası sessizlik.
O anda ışık süzülen odanın kapısı açıldı, ve onu gördüm.
Gölgeler arasında beliren silüeti ışığı arkasına almıştı, gözlerimi kırpıştırdım. Önümde kocaman bir canavar vardı. Geçip gitmesini beklerken o canavar beni fark etti, tam önümde duraksadı.
Gözlerini üzerimde gezdirdiğini hissettiğimde, içimde bir ürperti yükseldi.
Başını hafifçe yana eğdi, sanki gerçekliğimi tartıyordu. Emin olduğunda ise dizleri üzerine çöktü, gözlerini kırpmadan sadece o canavara bakıyordum.
“Annene benzemeye başlamışsın” Hayır, annemin saçları adı gibi, güneş gibi sarıydı. Benimkilerse kapkara. Annemin gözleri gökyüzü gibi maviydi, huzur doluydu. Benimkilerse toprak gibi kahverengi.
“Sana bakınca, gözlerinde onu görüyorum” sesi sakin bir fısıltı ile geliyordu, o konuştukça benim kalbim deli gibi çarpıyordu.
“O da hep kaçmaya çalıştı, ama ne kadar kaçarsa kaçsın sonunda bana döndü” elini uzatmak için hamle yaptığında kendimi biraz daha geriye çektim, “Tıpkı şeninde bir gün bana döneceğin gibi” parmakları omuzlarıma dökülen saçlarıma gittiğinde, itekledim.
Teni insan gibiydi, ama gülüşü çizgifilmlerde gördüğüm canavarların aynısıydı.
“Daha ufaksın, ama büyüyeceksin ve beni bulacaksın Ezgi. Sende babana geri döneceksin”
Baba mı?
“Kan, kanı çağırır Ezgi. Sende kaçamayacak kadar benim kanımsın“ karşımdaki adam gülümsemeye devam ederken, ben ağlamamak için yanaklarımı ısırdım. Ağlarsam beni güçsüz görürdü.
“O gün geldiğinde, kan mı dökeceksin yoksa can mı vereceksin?” Son sözünü söylediğinde karanlık gözlerini üzerimden çekti, gidişini izledim.
Açık kapıdan giderken dönüp bana bakmadı. Birkaç saniye, belki birkaç dakika, belki de sonsuzluk boyunca olduğum yerde kaldım.
Bu garip canavara benzeyen adam benim babam mıydı? Onun hakkında bildiğim yada en azından şuan hatırladığım hiçbir şey yoktu.
Annem!
Annem hala o odadaydı, çıkmamıştı.
Titriyordum, yinede ayağa kalkmaya zorladım kendimi. Işığın geldiği o odaya girdim.
Annem uçmayı bilmiyordu.
Ama yine de havadaydı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |