45. Bölüm
Can Gözek / SEÇKİNLER( Kitap Olarak Basılacaktır) / Bölüm 10-Hayalet-(Düzenlendi)

Bölüm 10-Hayalet-(Düzenlendi)

Can Gözek
cangzek

Gümüş Kuyu’da Kan Donduran Cinayet!

Sabah saatlerinde Gümüş Kuyu halkını sarsan korkunç bir haber yayıldı. Genç kadın Gül, şehir magandalarının saldırısına uğrayarak vahşice katledildi. Cinayetin ardından bölgede büyük bir güvenlik alarmı verilirken, yetkililer suçluların peşine düştü.

Şehrin ileri gelenlerinden Akay ailesi, cinayetin aydınlatılması için emniyet güçleri ile birlikte geniş çaplı bir soruşturma başlattıklarını duyurdu. Arama ekipleri bölgeye sevk edilirken, halkın güvenliğini sağlamak adına operasyonlar düzenlendiği bildirildi. Ancak bazı kaynaklar, olayın perde arkasında bambaşka bir gerçeğin saklı olabileceğini öne sürüyor. Cinayetin sorumlularının kim ya da kimlerin olduğu belirsizliğini korurken, Gümüş Kuyu halkı endişe ve korku içinde bekleyişini sürdürüyor.

Gümüş Kuyu Gazetesi

Ayin gecesinin ardından yeni başlayan gün, Gümüş Kuyu’nun üzerine doğduğunda, kasvetli bir haber tüm şehre yayıldı. Gül, şehir magandalarının saldırısına uğramış, hunharca katledilmişti. Yas ve dehşet içinde kalan halk, Akayların bu korkunç cinayetin peşine düştüğünü sanıyordu. Oysa sahnelenen oyun her zamanki gibi kusursuzdu; suçlular çoktan belirlenmiş, gerçek failler gölgelerin ardına saklanmıştı.

Şehrin dört bir yanında arama çalışmaları başlatılmış, sokaklar Akayların sözde adalet arayışıyla dolup taşmıştı. Halk, korku ile umudu birbirine karıştırırken, Akayların kahramanca bir mücadele verdiği haberleri kulaktan kulağa fısıldıyordu. Oysa bu yalnızca bir aldatmacaydı. Sahte arama ekipleri, göstermelik incelemeler ve kurgulanmış operasyonlarla büyük bir illüzyon yaratılıyordu. Gerçek katiller, kendi sahte düzenlerinin içinde gizlenmişken, Gümüş Kuyu bir kez daha Akayların kurduğu oyun sahnesine dönüşmüştü.

Güneş gözlerini açmak için büyük bir çaba harcıyordu. Göz kapaklarının üzerine çöken o ağırlık, hiç kalkmayacakmış gibi inatçı iken, beyninin içinde yankılanan uğultu, bir orkestra gibi gürültülüydü. Zar zor görmeye çalışırken odadaki ışıklar gözlerini yakıyordu. Kulaklarına dolan sesler bulanık ve boğuk bir uğultudan ibaretti. Aylarca uyumuş gibi yatağa hapsolmuştu ve neden bu kadar uzun süre uykuda kaldığını anlayamıyordu. Sonunda tiz bir ses kulaklarına çalındı. Tanıdıktı bu ses, ancak ayırt etmekte zorlanıyordu. Çisem… Evet, Çisem olmalıydı bu. Güneş’in başucunda dikilen kız ona bakıyordu. “Sarı civciv nihayet uyanıyor mu?” dedi Çisem, yüzünde kocaman gülümseme belirmişti. Güneş gözlerini kısmış, elleriyle ışığı perdelemeye çalışıyordu. Çisem, elinde bitki çayıyla onu ikna etmeye uğraşıyordu. Güneş’in bedeni ağır bir yük taşımış gibi yorgundu. Kalkmak istedi ama dizlerinin gücü yok gibiydi. Elini uzattı; Çisem onu kavrayıp destek oldu. Nihayet doğrulabildi.

“Ne oldu bana?” diye sordu Güneş, çatallı sesiyle.

Çisem ’in gözlerinde alayla karışık bir şefkat vardı. “Asıl bunu ben sana soracaktım. Dün gece biraz fazla abarttın sanırım.”

“Ne demek istiyorsun?” Güneş’in zihni karışıktı. Tam o sırada kapı açıldı ve Taha içeriye girdi. Güneş’e bakıp yüzünde büyük bir gülümseme belirdi. “Uyuyan güzel sonunda gözlerini açmış.” Belli ki Taha ile işleri yoluna koymuşlardı. Ancak bunu bulanık bir boşluk olarak beyninde döndürebildi. Çisem, Taha’nın sözünü eğlenceli bir şekilde tamamladı. “Çünkü onu ben öptüm,” dedi şakayla karışık. Güneş’in kalbi bir an sıkıştı. Nefesi daralmıştı. Nasıl bu hale geldiğine dair hiçbir fikri yoktu.

“Ne o Güneş, yoksa olanları hatırlamıyor musun?” diye sordu Çisem, kaşlarını kaldırarak. “Dün Akayların yemeğinde neler oldu? Nasıl karşılandın? Anlat bakalım.”

Güneş’in zihni karanlık bir boşluğa sürüklenirken, cevapsız sorular beyninde yankılanıyordu.

Ancak Taha daha korkunç bir haberi vermek üzereydi.

‘’Gül’ ü hatırlıyor musunuz? Üniversite öğrencilerinden. Bizim üniversitenin’’

‘’Hani şu bir ara Çağınla takılan kız mı?’’ diye sordu Çisem.

Güneş, Çağın’ ın ismini duyduğunda irkildi ve yatağında doğruldu. ‘’Ne olmuş o kıza?’’ diye sordu.

Taha, söyleyeceği şeyin karşısında ancak yutkunup cevap verebildi:

‘’Kız iki gün önce katledilmiş. Her yer polis kaynıyor. Şehrin her bir köşesinde failleri araştırılıyor’’

‘’NE?’’ Çisem duyduğu karşısında şok geçirmiş adeta kanı donmuştu. Gözleri Güneş’in gözleri ile buluştu.

Güneş, öldürülen kızın, Çağın ile ne gibi bir bağlantısı olduğunu düşündü. Çağın’ ın geçmişinde bir sevgilisi ya da şu an hayatında biri mi vardı? Ve şu an o kız ölmüş müydü? Diye endişeyle düşündü. Ancak başı hala şiddetle ağrıyordu. Sanki beyninin bir bölümü komple alınmış gibiydi.

Yeni hafta kötü bir haber ile başlamıştı. Saat sabahın on biriydi ve Güneş, uyuşukluğunu üzerinden atıp duş almak için harekete geçti. Kapının kenarında sessizce onu izleyen Çiseme döndü.

“Duş alıp çıkmam lazım, bugün okul gazetesine katılacağım. Unuttun mu?”

Çisem ‘in yüzünde şaşkın ve alaycı bir ifade belirdi. “İyi bari… En azından bunu unutmadığına sevindim,” dedi ve birkaç adım ona doğru yaklaştı. “Keşke aynı şey dün gece için de geçerli olsa. Ne içtin kızım sen? Gece saat iki gibi Çağın Akay ve Alp seni buraya bıraktılar.”

Çağın mı? Güneş’in zihni bir anda karmakarışık oldu. Merakı katlanmıştı. Zaten ortada cinayet haberleri de gezinirken birde üzerine bu eklenmişti. Çağın neden onu eve bırakmıştı? Daha da önemlisi, yemekte ne olmuştu? Hafızası bomboştu; hatırlamak imkânsız gibiydi. Aceleyle Çisemi ve Taha’yı geride bırakıp odasından çıktı. Düşünmek bile ona zor geliyordu.

Banyoya girip kapıyı hızla kapattı. Havlusunu bir çırpıda üzerinden attı. Bedenine bakınca ruhunun ağırlığını hisseder gibi oldu. Tüm yüklerinden arınmak istercesine aynaya döndü ve kendini çıplak bir şekilde inceledi.

Gözleri boynunun sol köşesine takıldı. Köprücük kemiğine yakın, kırmızımsı bir iz vardı. Nasıl oluştuğuna anlam veremedi. Bir darbe izine benzemiyordu, böcek ısırığı da değildi. Soluk ama oradaydı. Merakla vücudunun diğer kısımlarını kontrol etti, ama başka bir iz bulamadı. Derin bir nefes alıp duşa kabine girdi. Suyu açtığında akan damlaların sıcaklığı bedenine yayıldı. Suyun her bir damlasının vücudunda gezmesine izin verirken iz hakkında düşünmemeye çalıştı ama beynindeki boşluk ve bu kırmızı işaret içini kemiriyordu. Güneş, saç diplerinden ayak parmak uçlarına kadar gevşediğini hissetti. Suyun sıcaklığı vücudunda tatlı bir ürperti yaratıyordu. Damlaların cildinde gezindiği her an, ağırlıklarından biraz daha kurtuluyormuş gibiydi. Gözlerini kapattı, suyun ritmik sesi karanlığın içinde yankılanıyordu. Zihnindeki belirsizlikler yavaşça silinir gibi oldu. Her şeyin bulanık olduğu o geceyi hatırlamaya çalışmak yerine, sadece bu huzuru hissetmek istiyordu.

Bir an sonra küveti suyla doldurdu. Su yükselirken derin bir nefes aldı ve kendini suyun serin kucağına bıraktı. Vücudu yavaşça hafifledi, sanki bütün dertleri suyun yüzeyine çıkıp kayboluyordu. Gözlerini kapatıp bu dinginliğin içinde kaybolmayı diledi. Güneş, suyun dinginliğinde kaybolduğunu sanırken, aniden karanlığın içinde kendini görmeye başladı. Görüntüler düzensiz ama etkileyiciydi, zihninde rüya gibi doluşuyordu. Karşısında Alp duruyordu, hemen arkasında ise Çağın vardı. İkisi de onu dikkatle izliyorlardı. Güneş, bembeyaz bir elbisenin içinde titreyerek onların karşısında duruyordu. Aniden Alp hareketlendi, gözleri kararlılıkla Güneş’e kilitlenmişti.

Arkasından Bora belirdi, sonra Beyna… Akaylar sıra sıra üzerine doğru ilerliyorlardı. Adımları sessiz ama tehditkârdı. Güneş geri çekildi fakat ayaklarının altı kayıyordu. Sonunda boşluğun içine düştü.

Düşüş, uzadıkça derinleşiyor, bedeninde soğuk bir titreme başlıyordu. Yüreği bu sonu gelmeyen boşluğun verdiği dehşetle parçalanır gibi oldu. Her yer uzayın karanlığına benziyordu; soğuk, ıssız ve dipsizdi. Korkuyla aşağıya baktığında nefesi kesildi. Boşluğun derinliğinde kendi cesedi yatıyordu. Buz gibi bir yüz, donuk gözler… Güneş’in bedeninden bir çığlık kopacak gibi oldu ama sesi bile çıkmıyordu. Suyun içinde titreyerek bu görüntünün içinde kayboluyordu. Su bedeninden içine kadar dolmaya başlıyordu. Nefesi çekilmeye başlamıştı. Boğulduğunu hissetti. Dehşetle gözlerini açtı. Soluk soluğaydı, nefesi kesik ve düzensizdi. Su soğumuştu ve bedenini titremeye başlamıştı. Farkında olmadan küvetin dibine kadar inmişti. Biraz daha gecikse belki de boğulacaktı. Kalbi hâlâ çılgınca atıyordu. Gördüğü şey gerçek olamazdı… Ama neden bu kadar canlı ve ürkütücüydü? Bembeyaz elbise, Akayların üzerini kaplayan karanlık, düşüşün sonundaki kendi cesedi… Bu bir rüya mıydı, yoksa ilahi bir mesaj mı?

Kafası sorularla doluydu. Ama en rahatsız edici olanı hâlâ cevapsızdı:

Neden dün gece olan hiçbir şeyi hatırlayamıyordu?

Gökyüzü tüm görkemiyle parıldarken beyninde olup bitenleri sessizce düşünüyordu. Öfkeyle dişlerini sıktığını fark etti. İçindeki fırtınalar, yüzüne yansıyan ışığı bile gölgede bırakıyordu. Bağırmak istiyordu, her şeyi susturacak bir çığlık atmak… Ancak zihni, oyunlar oynuyor, onu kendi gerçekliğinden koparıyordu. Halüsinasyonlar peşini bırakmıyordu. Genç beden, titreyerek havlusuna sarındı ve banyodan çıktı. Odasına yöneldiğinde, vaktinin daraldığını fark etti. Hızla hazırlandı ve Taha’dan onu okula bırakmasını rica etti. Güneş, adamın zaten hazır olduğunu gördü. “Hadi gidelim,” dediği anda Çisem de son hazırlığını tamamlamış, birlikte yola koyulmuşlardı.

Araba hızla ilerlerken, güneşin ışığı camdan içeri süzülüyor, ancak hızın yarattığı bulanıklık her şeyi çizgilere dönüştürüyordu. Yola odaklanan Taha, arabayı adeta bir gölge gibi sürüyordu. O an, güneş bir şeylerin ters gittiğini hissetti. İçlerinden birinin içinde yükselen korku, bedenini pençesine almıştı. Gözleri kararırken, ensesinden geçen ürpertiyle felaketin yaklaştığını biliyordu.

Güneş, yoldan kontrolsüzce gelen bir tırı fark etti. Çisem ‘in çığlığı, havayı parçalarken, diğer beden donmuş halde bekliyordu. Taha, paniğin içinde direksiyonu sağa kırdı. Tır, sol yanlarından geçmeye çalışırken, Güneş, korkunç bir çarpışmaya tanıklık etti. Metalin ezilişini, camların patlamasını gördü. Araç, dev bir yaratığın altında ezilen bir böcek gibi paramparça olmuştu. Taha ve Çisem, kanlar içinde hareketsizdi. Güneş, yere düşen ışıklarıyla bedenlere ulaştığında, genç adamın gözleri kendi bacaklarına takıldı. Artık yerinde değillerdi.

Ölüyor muydu?

Bu, beyninin son 10 dakikası mıydı?

Güneş, çığlığı duyduğunda irkildi. Öyle bir haykırıştı ki, sanki tüm gökyüzü parçalanıyordu. Gözleri açıldığında, Çisem ‘in kaygılı bakışlarıyla karşılaştı. Yine bir kâbus… Yine aynı korku… Taha, durumu fark edip arabayı kenara çekti, onun sakinleşmesini bekledi. Genç beden, hızla araçtan inip derin derin nefes aldı. Güneş, tenine dokunuyordu; yaşıyordu, hâlâ tek parçaydı. Ancak zihninde bir şeyler hâlâ yolunda değildi. Dünkü olayın etkisi, ağır bir sis gibi peşini bırakmıyordu. Çisem, endişeyle ona sarıldı, yanında olduğunu hissettirmeye çalıştı. Ama gözyaşları bile çare gibi gelmiyordu. Genç beden, titreyen elleriyle gözyaşlarını sildi ve çantasından telefonunu çıkararak Alp’i aradı. Telefon uzun uzun çaldıktan sonra nihayet bir ses duyuldu.

“Müsait misin?”

“Dersteyim Güneş, sonra arayım mı?”

“Gerek yok, okula geliyorum, orada seni bulurum.”

Cümlesini tamamlar tamamlamaz telefonu kapattı. İçindeki öfke, bir volkan gibi kaynıyordu. Çisem, onun bu kadar kızgın olmasının nedenini merak etti. Güneş, bu öfkenin Alp’e duyduğu kızgınlıktan mı kaynaklandığını düşündü ama içindeki başka bir his, her şeyin daha derin olduğunu fısıldıyordu. Çisem, zamanın daraldığını hatırlattığında, genç beden derin bir nefes aldı ve tekrar arabaya bindi.

                                             ***

Güneş, kampüsün girişinde vardığında, içini ürperti kapladı. Kampüs içerisini polis ekipleri sarmış, kurban edilen kızın yakın arkadaşlarına olay günü yanlarında olup olmadığı soruluyordu. Adımları geri geri gidiyordu ama aklındaki tek şey, Alp’i bulup dün geceyi hatırlamaktı. Kendine fısıldayarak cesaret toplamaya çalıştı. Çisemelerin yanından ayrılıp fakültesine doğru hızla ilerledi. Saate baktığında derse yalnızca on dakika kaldığını gördü. Adımlarını hızlandırdıkça yüzü kızarıyor, nefesi hızlanıyordu. Fakülte binasına girdiği anda birinin ona doğru yaklaştığını fark etti. Gözlerini kıstı, detaylıca baktığında dün gece Akaylar ’ın malikanesindeki siyahi hizmetçinin olduğunu anladı. Adam ağır adımlarla yaklaşırken, bedenindeki gerginliği hissetmemek imkânsızdı.

Güneş, dikkatlice adamı süzdü ve konuşmasını bekledi.

“Efendim, affedin. Sizi rahatsız etmek gibi bir niyetim yoktu,” dedi adam saygılı bir tonda.

“Birincisi, ben senin efendin değilim. İkimiz de eşit şartlara sahibiz. İkincisi, adın ne?” dedi Güneş, sesini sakin tutmaya çalışarak. Fakat içinde duyduğu merak, ses tonundan çok daha yoğundu.

“Adım Samet… Yani bana verdikleri isim bu. Geldiğimde ismimi hatırlayamayacak kadar küçüktüm. Sizin de Güneş olmalı.”

“Aynen öyle. Güneş Metiner. Seni buraya getiren ne peki?”

Samet, etrafına dikkatlice bakarak konuşmasına devam etti. “Fazla vaktim yok Metiner. Konağın ihtiyaçları için bir saat izin aldım ve sürem daralıyor. Ama akşam saat altıda Akayları almaya geleceğim. O zaman uygun musun? Size anlatmam gereken bazı gerçekler var. Bunu daha fazla içimde saklayamam. Bir kişinin daha yok oluşuna şahitlik etmek istemiyorum”

Duydukları karşısında Güneş’in elleri titremeye başladı. Bir şeylerin ters gittiğini hissetmekte haklıydı.

‘’Ne demek istiyorsun? Şimdi söyle. Tüm bunlar ne anlama geliyor?’’

Samet’ in edeceği itirafı ve gerçeği öğrenmeye can atıyordu ama bir yandan da hazır olup olmadığını bilmiyordu. Sorun gerçekten Akaylardan mı kaynaklanıyordu? Bu düşünce bile korkutucuydu. Samet arkasını dönüp giderken, “Akşam altıda korulukta seni bekliyor olacağım, lütfen gel” dedi ve uzaklaştı.

‘’Hey. Bir dakika. Cevap vermek zorundasın.’’

Genç adam arkasına dahi bakmadan, gizemli bombayı ortaya atmış ve yok olmuştu. Güneş tekrar aynı girdabın içinde sürüklendiğini hissetti. Öncesinde Alp, şimdi ise hizmetkârın itiraf zırvalıkları. Delirmemek için çabalıyordu. Her şey insanın üzerine bir anda yüklenebilir miydi? Bunun için kendisinin seçilmiş, lanetli bir ruh olarak ilan etti.

Şimdi zaman nasıl geçecekti?

Ders başladığı sıralarda, ilk yirmi dakikası asla odaklanamadı. Tüm olasılıkları baştan aşağıya düşünüyordu. Gözleri boşluğun içerisinde kaybolacak gibiydi. İlerleyen dakikalarda telefonu titremeye başladı. Arayan Alp’ti. Tek hamle ile aramaya ret verdi. Ardından telefonuna bildirim geldi. Alp, Onunla görüşmek istediğini söylüyordu. Güneş, aceleyle buluşma noktası için konum istedi. Alp konumu gönderdiğinde, dersin bitmeden, eğitmenden izin alıp sınıfı terk etti.

Gönderilen konum, kütüphane yolunun arkasında, eşsiz büyüleyiciliğe sahip manzarası olan bir yerdi. Bu tesadüf müydü? Güneş, Alp’in ona doğru bakışını izlerken, arkasında devasa bir şekilde büyüyen kendi yansımasını fark etti.

Alp gözlerinin içine derinlemesine baktı. “Nasılsın? Biraz toparlaya bildin mi?”

Güneş, lafı dolandırmak istemedi. “Alp, dün gece ne oldu? Neden hiçbir şey hatırlamıyorum?”

Alp biraz duraksadı. “Alkol dokundu sanırım. Bayıldın. Hepimizi korkuttun. Çağın’la seni eve bıraktık. Tabii ben ailemden büyük bir azar işittim.”

Güneş, dikkatle karşısındaki adamı süzdü. Neden bu kadar fazla mimik kullanıyordu? Gözlerini kaçırması, utangaç tavrı… İçindeki şüpheler gitgide büyüyordu. Gerçekten bu kadar fazla içki içmiş olabilir miydi? Hatırlayamamak sinirlerini tüketiyordu.

“Bana doğruyu söyle?”

“Doğruyu mu duymak istiyorsun?”

‘’Evet, tek bir kelimesi bile eksiksiz. Artık bu saçmalığa bir son verin’’

‘’Dün Akaylar’ ın yeni bir kurbanı oluyordun. İçtiğin sandığın alkol aslında kendi hazırladıkları zehirden ibaretti. Sana söylüyorum. Sen kurbansın.’’

‘’Kimin kurbanı?’’

‘’Çağın Akay’ ın. Doğru orantı ile ailemin. Ya da Ulu Kan örgütünün’’

Güneş’ in yüreğine düşen sızı derinleşip, acı vermeye başladı. Çağın’ ın kurbanı olmak ona hiç mantıklı gelmiyordu. Fakat doğru olduğunu düşündüğünde, içerisinde ki korku katlanıyordu.

‘’Sen ciddi misin?’’ Öldürülen şu kız… Gül. O bu olayın içerisinde mi?’’

‘’Eğer ayin törenine gelseydin her şeyi görecektin. Evet, Gül’ün failleri Akaylar. Ancak ne güzel üzerini örttüler öyle değil mi?’’

Güneş, duyduklarının şakadan ibaret olmasını diliyordu ancak gerçeğe daha yakın olduğunu da biliyordu.

‘’Peki ben ne yapmalıyım? Sana nasıl yardımcı olabilirim ki?’’

‘’Oyuna devam edeceğiz. Ben ailemin maskesini indirene dek sen bana köstebeklik edeceksin.’’

‘’Çağın… O gerçekten beni öldürmek mi istiyor?’’

‘’Onun isteği önemli değil. Önemli olan örgütün istediği. Pekâlâ, söyle bakalım. Benimle misin?’’

Güneş’in kaşları çatıldı. “Bu oyun ne zaman bitecek, Alp?”

Alp hafifçe gülümsedi. “Oyun daha yeni başlıyor, Güneş. Bu sayede sende hem Çağına yakınlaşacak hem de gerçekleri daha net göreceksin.”

Oyun devam ederse, Güneş kendini çok daha büyük bir belanın içinde bulacağının farkındaydı. “Gitmem gerek. Okul gazetesi için görüşmem var,” dedi. Adımlarını hızlandırıp belirsizce ilerlemeye başladı. Alp arkasından seslendi. “Söylediklerimi unutma. Asla pot kırma”

Güneş, kütüphaneye vardığında uzun bir kuyruğun önünde durduğunu fark etti. Okul gazetesi için bekleyen öğrenci sayısı tahmininden fazlaydı. Dakikalar sonra sıra kendisine geldi. İçeriye girdiğinde, bölüm başkanının ilgisiz bakışlarıyla karşılaştı. Adam, listeyi uzattı.

“İsim soy isminizi yazın lütfen,” dedi, sesi kinayeyle doluydu.

Güneş, adını yazıp kâğıdı uzattığında adam kısa bir yanıt verdi. “Tamamdır.” Ve ardından kapıyı gösterdi. Bu kadar mıydı? Hayret içindeydi. Başkanın ilgisizliği yüzünden morali bozulmuştu. Tam kapıdan çıkarken, hoparlörden yankılanan bir anons duydu:

“Öğrencimiz Güneş Metiner. Sayın Anka Akay tarafından idarede bekleniyorsunuz.”

İşte, yine Akaylar… Belki de bu davet Alp’ in bahsettiği gibi delilleri toplamasına yardımcı olabilirdi. Vakit kaybetmeden odasına doğru ilerledi. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde, Anka Akay her zamanki asaletiyle karşısında oturuyordu. “Gel, Güneş. Buyur,” dedi. Eliyle oturması için komut verdi. Güneş, dikkatlice gösterdiği koltuğa oturdu.

“Nasılsın? Dünden beri toparlanabildin mi?”

“Dünle alakalı hiçbir şey hatırlamıyorum,” dedi Güneş. Artık yalan söylüyordu.

Anka gözlerini kıstı. “Evet, aldığın alkol sertti.”

Güneş, sinirle başını iki yana salladı. “Bunun aldığım kadehle ilgisi olduğunu sanmıyorum.”

Anka hafifçe gülümsedi. “Değil zaten.”

Bu cevabı duymak onu afallatmıştı. En azından dürüst bir yanıt alıyordu. “Dün ne oldu?”

“Geçici bilinç kaybı yaşadın. Sinirsel bir bayılma. Ama geçecek.” Anka sanki bir şeyleri ima ediyordu fakat verdiği cevaba tatmin olmadı. Çünkü gerçekleri öğrenmişti. Tabii eğer buda Alp’ in oyunlarından biri değilse diye düşündü. O esnada kapı açıldı ve içeri Beyna Akay girdi.

Güneş’in tahammül sınırı tükenmişti. Ayağa kalktı. “Müsaadenizi isteyebilir miyim?” diye sordu. Anka başıyla onay verdi. Tam çıkarken okul gazetesi hakkında konuşmak istedi. “Sayın Anka, okul gazetesi için çalışmalara girmek istemiştim ama sanırım bu mümkün olmayacak.”

Beyna küçümseyici bir gülümsemeyle araya girdi. “Evet, mümkün olmayacak. Sen kim, gazete kim? Hayal etmeyi bırak.”

Güneş derin bir nefes aldı. “Hayal etmeseydim burada olmazdım,”. Dedi ve çıkışa doğru yöneldi. Beyna peşini bırakmaya niyetli değildi. Güneş’ in kolundan tutup tehdit dolu sözler savurdu. “Ayağını denk alacaksın. Burada seni elimden kurtaracak kimse yok.”

Güneş kıkırdayarak başını salladı. “Ne yapacaksın? Öldürecek misin?” Sesi cüretkârdı.

Güneş, idareden çıkar çıkmaz, kendi fakültesine doğru ilerlemeye başladı. Beyna arkasından takip ediyordu. Olaylara şahit olan birkaç yandaş kız grubu Beyna’ nın arkasında belirdi. Güneş onlara öfkeyle baktı.

‘’Elinden gelen bu mu?’’ dedi. Sesi gür çıkmıştı.

Beyna, kız grubuna komutu verdi. Hepsi birlikte Güneş’e doğru ilerledi. Şiddetli tartışma an itibari ile başlamıştı. Tekmeler, yumruklar peşi sıra geliyordu. Ama Güneş pes etmemekte kararlıydı. Beyna ‘ya sert hamlesiyle kafa salladı. İkisinin de burnu kanamaya başladı.

‘’Seni küçük kaltak, bu ne cüret’’ dedi Beyna ve ardından tokadı indirdi.

Güneş, yedi kişiye karşı tek başınaydı. Ama savaşmak zorundaydı. Boğuşmanın ardından Bora’nın sesi yükseldi. Hızla yanlarına gelip tek hamlede Güneş ve Beyna ’yı ayırdı. Gözlerini önce Beyna ’ya, sonra Güneş’e çevirdi.

“Beyna sen ne yapıyorsun, bırak. Çıtanı bu kadar düşürmüş olamazsın. Hem de kim için?” dedi Güneş’ i küçümser bir ifadeyle.

Beyna, öfkeyle hiçbir şey söylemeden Güneş’i gözlemlemeye devam etti. Ardından, dudaklarından soğuk bir cümle döküldü:

“Onu dün gece öldürmeliydik?” diye fısıldadı.

Bu sözleri duyan Bora’nın gözleri büyüdü. Güneş ise konuşmayı duymakta zorlandı. Açıkça belli oluyordu ki kendisinden saklanan bir şeyler vardı. Bora, Güneş’e döndü ve sert bir ses tonuyla konuştu:

“Buralarda fazla dolanmasan iyi edersin”

Güneş, Bora’nın sözlerine aldırmadan kararlı bir şekilde karşılık verdi: “Bana bulaşmayın yeter.’’

Ayrıca benden uzak durmanız gereken sizsiniz.” Tam arkasını dönüp uzaklaşacakken Beyna, öfkeyle ona doğru hamle yaptı.

‘‘Sen hala konuşuyor musun? İğrenç ucube’’

Ancak Bora hızla araya girerek onu durdurdu. Güneş, kanayan burnunu temizlerken, bu okulda kendisine huzur olmadığını artık çok iyi anlamıştı. Özellikle de Beyna Akay yüzünden. Buraya gelmenin ilk pişmanlıklarını hissetmeye başlamıştı.

Çağın Akay, Beyna ve Güneş arasında geçen kavgayı uzaktan izlerken gözlerindeki gölge derinleşti. Her şeyi görmüştü. Güneş’in savunmasız halini, Beyna’ nın öfkesiyle onu nasıl hırpaladığını… Adımlarını ağır ama kararlı bir şekilde attı ve Beyna ile Bora’nın yanına yaklaştı. Beyna, Çağın’ın gelişini fark edince ona döndü, gözleri hırsla parlıyordu. “Onu yok etmelisin, Çağın,” dedi, sesi buz gibiydi. “Gittikçe başımıza daha büyük bir bela olacak.”

Çağın, gözlerini kıstı. “Ne yaptın ona?” diye sordu, sesi tehlikeli bir sakinlik taşıyordu.

Beyna omuz silkti, umursamaz bir tavırla, “Sadece haddini bildirdim,” dedi. “Biraz hırpaladım.” O anda Çağın’ın içindeki öfke patladı. Bir adımda Beyna ‘nın önüne geçti, sert bir hareketle onu kavradı ve öfkeyle sarstı. “Bunu bir daha yapmayacaksın!” diye gürledi.

Bora hızla araya girerek kardeşinin önüne geçti, elini Çağın’ın göğsüne koyarak onu sakinleştirmeye çalıştı. “Çağın, sakin ol!” dedi. “Kardeşimle uğraşmayı bırak, sen asıl hedefine odaklan. Eğer gerekirse, onu yok et ama aramızda çatışma çıkarma. Biz aynı taraftayız, sakın cephe alma.” Beyna geri adım atıp derin bir nefes aldı ve gözlerini Çağın’a dikti. “Eğer Güneş’in de Gül gibi başımıza bela olmasını istemiyorsan, ondan kurtulmalısın,” diye fısıldadı, kelimeleri bir zehir gibi havada asılı kaldı.

 

Ama Çağın’ın içindeki öfke daha da büyüdü. Çünkü tam o an, Güneş’in onun için bir kurban değil, bir kurtarıcı olduğunu fark etti. İçinde büyüyen, adını koyamadığı o his, onu her zamankinden daha fazla Güneş’e çekiyordu. Beyna ve Bora’ya sert bir bakış attı, sesi keskin ve buyurgandı. “Bana ne yapacağımı siz söyleyemezsiniz,” dedi. “Ve unutmayın, o benim kurbanım.” Bir adım daha attı, gözleri ateş gibiydi. “Bir daha ona bulaştığınızı görmeyeyim. O bana ait. Duydunuz mu beni?”

Sesi soğuk ve tehditkârdı. Beyna ve Bora tek kelime edemeden Çağın hızla oradan uzaklaştı. İçinde kaynayan öfkeyle Güneş’in izini sürdü. Artık onun peşindeydi fakat bir avcı olarak değil, onu korumak için.

Saat 18.00 suları…

Hava yavaş yavaş kararıyor, güneş emin adımlarla gökyüzünü terk ediyordu. Güneş, buluşma saatini biraz geçmesine rağmen hâlâ oradaydı ve kendine sövüp duruyordu. Burası, okulun arkasındaki koruluktu; ıssız ve ürpertici bir yerdi. Samet’in gelip gelmeyeceğinden emin olmasa da beklemeye devam etti. Rüzgârın hışırtısı bile onu ürpertmeye yetiyordu. Kendi kendine sadece beş dakika daha vereceğine karar verdi. Eğer Samet hâlâ gelmezse basıp gidecekti. Zaten ne diye tanımadığı birinin sözüne kanıp buralara kadar gelmişti ki? Ne öğrenmek istiyordu? Ya da neyi duymak? Zaten Alp’ ten öğrenmesi gerekenleri öğrenmişti. Yine de doğruluğunu içinde sorguluyordu. İçindeki sorular beynini kemirmeye devam ederken, zamanın daha hızlı geçmesi için koruluğun içinde dolaşmaya başladı.

Hava karardıkça soğuk iliklerine kadar işlemeye başladı. Üzerindeki ceketi sıkıca sarınırken az ileride bir ses duyduğunu sandı. Ama yanılmıştı. Bir değil, birden fazla ses geliyordu. Seslerin tonu, acı dolu bir yalvarışı andırıyordu. İçini kemiren meraka engel olamayarak, yavaş adımlarla sese doğru ilerledi. Ağaçların arasından gizlice baktığında, görüş alanının uzağında bir depoya benzer bir yapı fark etti. Ses, içeriden geliyordu. Geri dönüp gitmeliydi. Evet, en mantıklısı buydu. Zaten Samet de gelmemişti. Daha fazla burada oyalanmanın anlamı yoktu. Arkasını dönüp uzaklaşmaya niyetlendiği anda, depodan yükselen acı bir çığlıkla irkildi. Öylesine derin ve korkutucuydu ki yüreğinde ince ince bir sızı hissetti. Tereddütle geri döndü, gözleri depoya kilitlendi.

Karanlık, Gümüş Kuyu’nun üzerinde ağır bir perde gibi asılıydı. Rüzgâr, fısıltılar taşıyor, yapraklar bile bu geceye tanıklık etmekten kaçınıyordu. Samet, korkuyla nefesini kontrol etmeye çalışarak deponun loş ışığında bekledi. Bilgileri dışarıya sızdırmaya karar verdiği an, kaderini mühürlediğini biliyordu. Ama Güneş’in bu kirli düzenden kurtulması için bir şeyler yapmalıydı.

Ancak fark edemediği bir şey vardı: gölgeler onu izliyordu. Sessiz adımlar, pusuda bekleyen avcılar gibi etrafını sarmıştı. Ve o, artık kaçamayacağı bir tuzağa çekildiğini çok geç anladı. Aniden kapı büyük bir gürültüyle açıldı. İçeri giren iki karanlık siluet, ölümün suretini taşıyordu. Ejder Akay, yüzünde şeytani bir tebessümle öne çıktı, gözleri soğuk bir acımasızlıkla parlıyordu. Levent Akay ise bir gölge gibi arkasında duruyordu, sessiz ama ölümcül görünüyordu.

Ejder ağır adımlarla yaklaşıp başını yana eğdi. “Sadakat, Samet” diye fısıldadı. “Sadakat en büyük erdemdir. Ama sen… Sen ihaneti seçtin.” Samet’in dudakları titredi, kaçış yolu aradı ancak çok iyi biliyordu, buradan çıkamayacaktı. Ejder ilk darbeyi indirdi. Keskin ve derin bir yumruk, Samet’in ciğerlerindeki havayı çekip aldı. Bir darbe daha, bir diğeri… Acı, tenine ve ruhuna kazınıyordu. Kan, karanlık zemine damlamaya başladığında Levent nihayet harekete geçti.

Sessizliği bozan tek şey, hançerinin metalik ıslığıydı. Gözleri, cehennem çukurlarını andırıyordu. Soğukkanlılıkla eğildi, yüzüne tek kelime etmeden baktı ve öldürücü darbeyi indirdi. Bıçağın soğuk çeliği, Samet’in derisini delip geçerken, deponun içinde yankılanan tek şey boğuk bir iniltiydi. Birkaç saniye sonra, Samet’in bedeni cansız bir çuval gibi yere kapaklandı.

Ama ölüm onun için sadece bir son değil, aynı zamanda bir ritüelin başlangıcıydı. Levent, hançerini çıkarıp Samet’in sol göğsüne kazıdı—Ulu Kan Örgütü’nün lanetli sembolü artık onun tenine işlenmişti. Bu, Lucifer’ a sunulan bir adaktı. Ejder ve Levent, bir süre hareketsizce ölü bedene baktılar. Ardından, gözlerini birbirlerine çevirdiler ve hiçbir şey olmamış gibi siyah cübbelerini giyindiler. Karanlığın içinden sessizce kayboldular. Ve deponun içinde, artık yalnızca ölüm konuşuyordu.

Güneşin gördükleri, hayatı boyunca görmeyi hiç istemeyeceği bir sahneydi. Samet’in kanlar içindeki bedeni, siyah cübbeli iki kişi tarafından bir arabaya yerleştiriliyordu. Az önce duyduğu o çığlıklar… Samet’in çığlıklarıydı. Hem de onunla buluşmaya geleceği sırada. Demek ki burada, çok yakındaydı. Ama şimdi… Ölüydü.

Güneş’in midesi bulandı. Dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi, bayılmamak için kendini zor tuttu. Korkudan iki elini ağzına kapattı, aksi takdirde bir çığlık atıp kendini ele verebilirdi. Hemen yanı başındaki ağacın gövdesine gizlendi, nefesini tuttu. Gördüklerinin bir kâbus olmasını diledi. Ne yazık ki bu bir kâbus değildi. Gerçekti. Samet’in cansız bedeni, o iki adam tarafından aracın arka kasasına yerleştirildi. Muhtemelen ıssız bir köşeye gömülecekti.

Güneş’in aklına rüyaları geldi. O kâbuslarda gördüğü siyah cübbeli insanlar… Onlara çok benziyorlardı. Bütün vücudu titremeye başladı. Bu kasabada bir katil, hatta katiller vardı. Ve Samet’in katilleri de onlardı. Belki de katledilen Gül’ ün katilleri olabilirdi.

Kalbi hızla çarpıyordu, nefes almakta zorlanıyordu. Beyninde şimşekler çakıyor, gözleri kararıyordu. Hemen buradan gitmeliydi. Polise haber vermeliydi. Bir cinayet işlenmişti ve tek tanık oydu. Tam kaçmaya hazırlanırken, çalılıkların arasından bir çıtırtı duydu. Nabzı daha da hızlandı. Çalılıklardan gelen sese doğru dönmek istemedi ama bedenine söz geçiremeyerek kafasını yavaşça çevirdi.

O an, karşısında bir siluetin durduğunu fark etti. Bir hayalet gibi hareketsiz, kaskatı kesilmişti. Gözleri Güneş’e kilitlenmişti. Güneş’in boğazı düğümlendi, nefesi kesildi. Ardından, korkuyla avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

Bölüm Sonu

Bölüm : 20.02.2025 13:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...