47. Bölüm
Can Gözek / SEÇKİNLER( Kitap Olarak Basılacaktır) / Bölüm 12-İTİRAFLAR KISIM2(Düzenlendi)

Bölüm 12-İTİRAFLAR KISIM2(Düzenlendi)

Can Gözek
cangzek

Fakültenin içinde kargaşa devam ederken, gazete başkanının itirafı onu bu kez daha da çok şaşırtmıştı. Okul öğrencilerinden Gül’ün ve dün korulukta öldürülen Samet’in katili olduğunu satır satır kabul ediyordu. Gül’ün ölümünden sorumlu olduğunu anlamakta güçlük çekti, ama asıl aklına takılan şey Samet’in katili olduğunu itiraf etmesiydi. Çünkü Güneş, olayın bizzat tanığıydı. Samet’in, kara cübbelere sarınmış iki belirsiz kişi tarafından depodan çıkarıldığını korku içinde görmüştü. Eğer Erdem Bey gerçekten suçsuzsa, neden bu cinayetleri üstlenmişti? Daha da önemlisi, Çağın dün Erdem Bey ile ne konuşmuştu? Bu konuşma her şeyi nasıl değiştirebilirdi?

Tam bu sırada içerideki gürültü yükselmeye başladı. Dün ifade verdiği Komiser Salim ve iki polis, ters kelepçelenmiş Erdem Bey’i ite kaka polis aracına sokmaya çalışıyordu. Komiser Salim, Güneş’i fark edince ona tuhaf bir bakış attı. Güneş de aynı belirsizlikle ve şaşkınlıkla karşılık verdi. Olayların ağırlığı üzerine çökerken, Erdem Bey de onu fark etti ve bir anda sinirle kıpkırmızı kesildi.

“Seni küçük kahpe, çok yakında buradan çıkacağım. O zaman kaçacak delik arasan iyi edersin!” diye bağırdı.

Her haliyle suça sürüklendiği belliydi, ama artık çok geçti. Polis aracına bindirilir bindirilmez emniyete götürüldü. Güneş, yaşananların ağırlığıyla olduğu yerde kalakaldı. Acaba Erdem Bey, onun dosyaları yüklediğini mi anlamıştı? Yoksa yargılandığı durumun kendisiyle bağlantılı olduğunu mu düşünüyordu? Muhtemelen okul gazetesine yüklemeye çalıştığı dosyalardan bunu fark etmişti.

Her şey giderek sarpa sarıyordu. Gün geçtikçe düşman kazanmaya devam ediyordu. Nefesi daraldı, boğazında sıkışan bir yumruyu hissederek elini boynuna götürdü. Okula girmekten vazgeçti ve arkasını dönüp başıboş bir şekilde yürümeye başladı.

Nereye gideceğini bilemeden caddede ilerliyordu. Üzerine büyük bir sorumluluk almıştı. Hayallerini süsleyen, yaşam tarzlarına imrendiği ve ileride örnek almak istediği Akay ailesinin kirli geçmişini öğrenmişti. Çağın, ona belgelerdeki bilgileri göstererek kendisi için yardım istemiş olabilirdi. Ancak Güneş’in aklına tek bir soru geliyordu: Neden ben?

Önce Alp, şimdi Çağın… Aradaki köprü neden hep kendisiydi?

Rüzgâr sertçe yüzüne çarpıyor, gözüne dolan tozlar canını yakıyordu. Ama esas canını acıtan şey yaşadıklarıydı. Üstlendiği bu yük artık ona fazla geliyordu. Çağın’ı aradı, ancak telefonu kapalıydı. Buna hiç şaşırmamıştı.

Zaten bir var, bir yoktu.

Ancak şu an ortadan kaybolamazdı. Dün gece gazete başkanıyla ne konuşmuştu? Olay buraya nasıl gelmişti? Erdem Bey gerçekten katil miydi? Yoksa bu işin içinde başka bir şey mi vardı?

Tam bunları düşünürken telefonu çalmaya başladı. Çağın olmasını dilerken, ekranda Alp’in adını görünce yüzü asıldı. Homurdanarak telefonu açtı. Ancak Alp’in sesi beklediğinden daha sertti. Derhal okula gelmesini istiyordu. Nedenini sorduğunda ise hiçbir açıklama yapmadı. Yine gizem dolu bir konuşmanın ardından, istemese de okula geri döndü.

Fakülteye vardığında, kalabalık büyük ölçüde dağılmıştı. Ancak televizyon kanallarının muhabirleri, birkaç haber yakalamak umuduyla hâlâ girişin önünde bekliyordu. İçeri girdiğinde hemen Alp’i aradı. Alp, onu rektörlük binasına çağırdı. Merdivenleri hızla çıkarken soluksuz kaldı. Yanakları kızarmıştı. Rektörün odasına vardığında, kapıyı iki kez tıklattı. İçeriden gelmesini söyleyen bir ses duyunca, kapıyı bir çırpıda açtı.

Karşısında Alp, Anka Akay ve rektör oturuyordu. İçeri girişi dikkatlice süzüldü.

“Gel, Güneş,” dedi Anka Akay, sakin bir ses tonuyla.

Güneş, rektörü bu kadar kolay görebileceğini hiç düşünmemişti. Ancak fazla uzatmadan doğrudan konuya girdiler.

“Biliyorsun Güneş,” dedi Anka Akay, güven veren ama aynı zamanda sert bir tonla, “Son zamanlarda Gümüş Kuyu ve okulda kara bulutlar dolaşıyor. Bizim için en önemli şey güven vermek ve verdiğimiz güveni korumak. Ne yazık ki, her zaman çürük elmalar çıkabiliyor.”

Anka’nın sözleri havada asılı kalırken, rektör lafı ondan devraldı ve Güneş’e doğru konuşmaya başladı. Yüzünde samimiyetten eser yoktu. Aksine, egolu ve soğuk bir havası vardı. Bu Güneş’in hoşuna gitmemişti. Ama yine de ne söyleyeceğini merakla bekleyerek bakışlarını ona çevirdi. Rektör, koltuğunda hafifçe geriye yaslanarak kendinden emin bir ifadeyle konuştu:

“Prestij çok önemli. Her ne kadar bunu lekelemek isteyenler olsa da, en sonunda senin de gördüğün gibi hak ettikleri yerlere biletleri kesiliyor.”

Açıkça gazete başkanı Erdem Bey’den bahsediyordu. Güneş, dikkatle dinlese de bu konuşmanın kendisiyle nasıl bir bağlantısı olduğunu anlamamıştı. Kaşlarını hafifçe çatarak sordu: “Evet, dediklerinizi anlıyorum. Fakat konunun benimle alakalı olan kısmı nedir?” Rektör, yüzünde kibirli bir gülümsemeyle Güneş’e baktı.

“Sabredersen öğreneceksin.”

Sesi, her zamanki gibi buyurgandı. Hiç hız kesmeden devam etti:

“Öğrendiğim kadarıyla okulda yenisin, hatta en son kayıt yaptıran öğrencilerimizden birisin. Buraya alışma sürecin kolay olmadı. İleride de kolay olmayacak. Kurumumuzun prensibi disiplinden geçer. Ve… Anka Akay’ın tavsiyesi üzerine, yarından itibaren okul gazetemizin başında sen olacaksın.”

Güneş, duyduklarına inanamadı. Kelimeler zihninde yankılanıyordu ama gerçeklik kazanmıyordu.

Okul gazetesinin başında… Kendisi mi olacaktı?

İnanmak zordu. O kadar şaşırmıştı ki ne söyleyeceğini bilemedi. Birkaç saniye boyunca sadece Anka Akay’a baktı. Rektör, Güneş’in sessizliğini fark edip gözlerini daraltarak konuşmasına devam etti:

“Sayın Anka, bu konuda özellikle ricada bulundu. Ancak, söylediğim gibi, bu iş disiplin ve çok çalışmayı gerektirir. Gazetemiz yalnızca okul için değil, tüm şehrin nabzını tutmalı. Okuduğun bölüm göz önüne alındığında, yabancılık çekmeyeceğini düşünüyoruz. Kariyerin için de güzel bir başlangıç olacak.”

Sonra, hafifçe öne eğildi ve gözlerini doğrudan Güneş’e dikerek sordu:

“Peki, şimdi sana soruyorum, bunun üstesinden gelebilecek misin?”

Bu, Güneş için gerçekten can alıcı bir soruydu. O sadece gazete için çalışmalar, araştırmalar, inceleme yazıları gibi faaliyetler yapmayı, gördüklerini aktarmayı düşünüyordu. Ama şimdi, okul gazetesinin idari sorumlusu ve yöneticisi olarak bir pozisyon teklif ediliyordu.

Bunu deliler gibi “Evet!” diye bağırabilirdi. Ama içindeki taze mutluluk, soğuk bir endişeyi de beraberinde getirdi. Karşısında oturan üç kişi Rektör, Alp ve Anka Akay pür dikkat onun cevabını bekliyordu. Derin bir nefes alıp konuştu:

“Öncelikle çok şaşkınım. Dürüst olmak gerekirse, buna hemen cevap vereceğimi sanmıyorum. Dediğiniz gibi, büyük bir sorumluluk gerektiriyor. Ben sadece gazete için çalışmalar yapmayı ve gördüklerimi aktarmayı düşünüyordum.”

Sesi, farkında olmadan utangaç ve tereddütlü çıkmıştı.

Rektör, Anka Akay’a alaycı bir bakış attı. Sanki Güneş’in bu işi beceremeyeceğini baştan beri biliyormuş ve şimdi haklı çıkmanın keyfini yaşıyormuş gibiydi. Ama Anka, rektörün bakışlarına hiç aldırış etmeden derin bir nefes aldı ve sakince konuşmaya devam etti:

“İnsanlar, hayal kurar. O hayal gerçekleştiğinde, onu ileriye taşımak yine insanların kendi elindedir. Hayalin ölçüsü yoktur. Ya da kapladığı bir alan. Soyuttur. Soyut olan her şey, uçsuz bucaksız sonsuzluklar getirir.”

Gözlerini Güneş’e dikti ve sesini biraz daha yumuşattı.

“Şimdi, sana sonsuzluk getiren bu teklifte, zirvede mi olmak istersin? Yoksa tabanda kalıp bahtına düşeni mi yaşamak istersin?”

Güneş, Anka Akay’ın sözlerinin derinliğini iliklerine kadar hissetti. Bu esaslı konuşmanın bir getirisi olacaktı, hem de büyük bir getirisi.

Bu fırsatı geri tepemezdi. O an, tüm içtenliğiyle “Evet.” dedi.

Ama bu, kendi isteğiyle söylenmiş bir evet değil, zorunlulukların getirdiği bir cevaptı. Ne kadar belli etmese de, artık Akaylar ’ın ve Çağın’ın itiraf dosyalarındaki maddelerin, madde madde kötülük barındıran işlerle dolu olduğunu öğrenmişti. Arada kalmış olmanın getirdiği korkuyla, onlara her gün bir adım daha yaklaşıyordu. Fakat kaçmak yerine hala burada olmayı tercih ediyordu. Neyi ispatlamak istiyordu? Kendine olan cesareti mi yoksa haksızlığa karşı mücadele etmeyi mi?

Olasılıklar dâhilinde onlara karşı tek başına gibi görünse de, kaderin bir sürprizi olarak bu teklifi alması elbette bir tesadüf olamazdı. Kutsal evrenin ve Tanrı’nın, yüce Akay ailesi için büyük bir planı vardı. Ve bu planda, onlara karşı sürülen kişi Güneş’ti.

Güneş, sade bir gülümsemeyle etrafındaki insanları izlemeye devam etti. Ama aklı, hâlâ yapması gerekenlerdeydi. Fakültenin içinde yaşanan kargaşa bir yana, bu cinayetin esrarengiz faili hâlâ büyük bir soru işaretiydi. İçinden bir ses, olayın üzerinin kapatılmaya çalışıldığını söylüyordu. Katiller dışarıda bir yerdeydi ya da belki de tam yanı başlarında nefes alıyordu. Belki de tam olarak suçlular Akay ailesiydi. Bu gerçekle yaşamak, düşündüğünden çok daha zordu.

Alp ona doğru yaklaşıp hafifçe gülümsedi.

“Tebrik ederim.”

Güneş derin bir nefes aldı, başını sallayarak karşılık verdi.

“Teşekkür ederim. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum.”

Rektör, endişeli tavırlarla yanından geçtiğinde Güneş, başıyla selam verdi. Ama adamın bakışları put kesilmişti. Ona güvenmediğini belli eden donuk gözlerini Güneş’in üzerinden ayırmadan odadan ayrıldı. Hemen ardından Anka Akay yürüdü, tam Güneş’in yanında durdu.

“Sana görev maili bu akşam gelir. Programını ve gazetede çalışacak ekibi yarın Talya ile birlikte kurarsınız. O da bu iş için çalışma arkadaşın olacak. Ayrıca, yarın akşam tekrar yemeğe davetlisin. Ama bu kez dışarıda, küçük bir kutlama olacak.”

Anka’nın sesi alaycı bir tona büründü.

“E artık yeni görevini ve aramıza girmeni gönülden kutlamalıyız diye düşünüyorum.”

Eliyle Güneş’in omzuna birkaç kez dokunduktan sonra keyifle odadan çıktı. Güneş olduğu yerde kaldı. Bu keyfi nasıl bulabiliyordu? Dışarıda yaşanan onca olay varken nasıl olur da rahatça kutlama planları yapabiliyordu?

Anka odadan çıkar çıkmaz, Güneş hızla Alp’e döndü. Öfkesi yüzüne yansımış olmalıydı ki Alp, elleriyle sakinleşmesini işaret etti. “Ben bu kadar sorumluluğu taşıyamam, Alp. Anlıyor musun?”

“Anlıyorum, haklısın tabii.” Alp derin bir nefes aldı. “Ama bak, bence onlar da sana alışmaya çalışıyor. Koskoca gazetenin başındasın, bu sence iyi bir şey değil mi?”

Güneş’in gözleri kısıldı. “Buna benim karar vermem gerekirdi,” diye çıkıştı. Sesi odada yankılanınca, haddinden fazla hırpalandığını hissetti. Belki de fazla sert çıkmıştı. Ama artık pişman olduğunu belli etmeyecekti. Bu mesele çözülmeliydi.

Alp iç çekti. “Bak Güneş. Artık plana Çağında dâhil. Ailemin kim olduğunu ve nasıl büyük bir oyun oynadıklarının sende farkınasın. Şimdi pes edemezsin. Gazetenin başında olman hem senin için hem de bizim için en mantıklısı. Onları hiç ummadıkları anda gümletebileceğiz.’’

“İyi olur.” Güneş kollarını kavuşturdu. “Bak, ben seni anlıyorum, Alp. Sen de beni anla. Yardım etmem gereken her şeyde varım, yanındayım. Ancak korkuyorum. Çağın, O bilemiyorum”

Alp gözlerini kaçırarak hafifçe güldü. “O seni seviyor. Sana Tutulmuş, bu çok belli.” Sesinde hem gizemli bir perde hem de samimiyet vardı. Doğrusu bu itirafı Güneş beklemiyordu.

‘’Seviyor mu? Dalga geçiyor olmalısın.’’

‘’Çağın’ ı ilk kez kararsız ve sıkışmış görüyorum. Senin dosyanı gördüğü ilk andan itibaren onda farklı şeyler oluşmaya başladı. Bak meğerse o da ailesine karşı ihanet projesinde çoktan yer edinmeye başlamış’’

‘’Peki, Gül? O Çağın için neyi ifade ediyor. Onun gerçek katili Erdem Bey mi?’’

‘’Bunu neden ona sormuyorsun?’’

Güneş, bildiklerini olduğu gibi anlatmaya hazırdı. Ama aklına o gece Kara Orman Tabiat Parkı’nda Çağın’ın kendisine ettirdiği yemin geldi. Kimseye bildiklerini anlatmayacaktı.

Oyunu kuralına göre oynayacaktı.

Bu yüzden sustu. Ama içten içe biliyordu ki, bir Akay soyunun daha yardım elini tutmuştu. Çağın’ın hissettirdiği duygular onu cezbetmeye başlamıştı. Ona karşı tüm savunma mekanizmaları yavaş yavaş bozuluyordu. Ruh hali… Dengesi… Her şeyi karma karışık bir hâle geliyordu.

Birkaç saat sonra.

Ders arasında kahve almak için kafeteryaya gitti. Yalnız kalmak istiyordu. Kafasını toparlamalıydı. Elindeki kahveyi yudumlarken aldığı sorumlulukları ve yapması gerekenleri gözünün önüne getirdi. Aklı hâlâ dündeki olaylardaydı. Tam derin bir nefes alıp gevşemeye çalışırken, birdenbire karşısındaki sandalyeye Çağın oturdu. Eliyle koymuş gibi Güneş’i bulmuştu.

Güneş kaşlarını çattı. “Seni aradım, ulaşamadım.” Çağın, gözlerini kahve bardağına dikerek soğukkanlı bir sesle cevap verdi.

“Bana her isteyen kolay kolay ulaşamaz.”

Güneş gözlerini devirdi. “Komik miydi?”

Çağın gözlerini ona dikti. “Komik olmayacak kadar ciddiyim.”

Güneş, bakışlarını ondan kaçırmadan devam etti. “Gazetenin başkanı oldum. Bunda senin de parmağın olabilir mi?

Çağın başını iki yana salladı. “Hayır. Annem buna çoktan karar vermişti.” Güneş bunu kabul edebilirdi. Daha önce Anka Akay’ın odasına gidip gazetede çalışmak için bizzat ricada bulunmuştu. Ama böylesine büyük bir teklif alacağını tahmin bile edemezdi.

Birkaç saniye düşündü. Sonra vücudunu biraz öne eğerek esas soruyu sordu. “Erdem Bey gerçekten katil mi?”

Çağın gözlerini kısarak hafifçe gülümsedi. “Suçunu kabul eden bir zat diyelim.”

Güneş başını iki yana salladı. “Katilin o olduğunu düşünmüyorum.” Bir anlık sessizlik oldu. Ona inanmadığını biliyordu.

Çağın, her ne yaptıysa, Erdem Bey’i bu suçu üstlenmesi için ikna etmişti. Bu sır perdesi nasıl kalkacaktı?

Tam başka bir şey soracakken, Çağın aniden ayağa kalktı.

“Akşam çıkışta seni alırım.”

Güneş kaşlarını kaldırdı. “Müsait olup olmadığımı sormayacak mısın?”

Çağın hafifçe eğilip gözlerini kısıp fısıldadı. “Sence buna gerek var mı?

Güneş gülümsedi ama gözleri kısıldı. “Ben herkese müsait olamıyorum.”

Çağın ilgisiz bir ifadeyle omuz silkti. “Akşam seni alırım, benden haber bekle.”

Güneş, onu durdurmaya çalıştı. “Çağın, konuşmamız gerek.”

Çağın hafifçe gülümsedi. “Ben de tam bundan bahsediyorum.”

Sonra, Güneş’in önündeki kahve bardağını aldı.

Gözlerini ondan hiç ayırmadan, tam Güneş’in dudaklarının değdiği yerden bir yudum aldı, hiçbir şey olmamış gibi masadan kalkıp uzaklaştı.

Güneş bir an donup kaldı. Bu hareketi hoşuna gitmemişti… Ama içindeki kıpırtıyı da inkâr edemezdi.

Sonunda, masasından kalkıp koridorda ilerlemeye başladı.

Güneş, aldığı bu ağır sorumluluğun ağırlığını omuzlarında hissederken, içinde beliren tedirginliği bastırmaya çalışıyordu. O, sıradan bir hayatın içinden kopup gelmişti. Ne zaman büyüdü, ne zaman bu kadar büyük kararların içinde kayboldu, bilemiyordu. Şimdi ise kader, onu yeni bir yolun eşiğine getirmişti.

Ders bitiminde, koridorun kalabalığından sıyrılıp bir köşeye çekildi. Telefonunu eline aldı ve uzun süre ekranına baktı. Aklının bir köşesinde hep aynı soru vardı: Annesi onu özlemiş miydi? Derin bir nefes alarak numarayı çevirdi. Telefon çaldı…

İkinci çalışta annesi açtı. “Güneş?”

Sesindeki şaşkınlık, Güneş’in içinde garip bir boşluk oluşturdu.

“Anne?” Sesindeki titremeyi engelleyemedi.

“Canım, nasılsın? Sesin farklı geliyor.”

Ne diyebilirdi? Gümüş Kuyunun getirdiği karmaşayı mı, Akaylar ‘ın etrafında dönüp duran tehlikeyi mi, yoksa her geçen gün içine çekildiği bu girdabı mı anlatmalıydı? Hayır, anlatamazdı.

“Sadece biraz yoğunum anne. Okul gazetesinde çalışıyorum.”

“Ne güzel! Bu senin için büyük bir adım.” Annesinin gururlu sesi, içindeki boşluğu doldurmaya yetmedi.

“Alıştın mı Gümüş Kuyuya?”

Alışmak… Gerçekten alışıyor muydu? Yoksa sadece sürükleniyor muydu?

“Alışıyorum sanırım. Ama bazen her şey fazla geliyor.” dedi usulca.

Annesi iç çekti. “Baban da seni merak ediyor. Fırsat bulunca eve gel.”

Güneş bir an sustu. Eve dönmek… Eskiden en güvenli yer olan yuvası, şimdi ona uzak geliyordu. Çünkü biliyordu, geri dönerse, içinde büyüyen bu fırtına dinmeyecekti.

Ama yine de, annesine belli etmemek için “Geleceğim.” dedi.

Telefonu kapattığında, içindeki eksiklik olduğu gibi duruyordu. Bu şehrin gürültüsü içinde kendisini yalnız hissediyordu. Koridora geri dönerken, bir çift gözün onu izlediğini fark etti. Sınıf arkadaşı Mete, köşede bekliyordu. Telefon konuşmasını ne kadar duyduğunu bilemiyordu ama bakışlarındaki anlayış her şeyden öteydi.

“Her şey yolunda mı?” diye sordu Mete, sesi beklediğinden daha yumuşaktı.

Güneş hafifçe gülümsedi. “Yoluna girmeye çalışıyor.”

Mete başını salladı. “Bunu halledersin.”

Mete, atletik vücuda sahip, gösterişli biriydi. Uzaktan bakıldığında soğuk görünen bir mizacı olsa da yakından daha cana yakın duruyordu. Pek yakışıklı sayılmazdı, ancak yüzündeki eksikliği vücudunda yaptığı kaslarla tamamlamıştı. Hatta hâlâ ergenlik sivilcelerinin kalıntıları yüzünde duruyordu. Güneş için Mete’nin onunla birlikte çalışacağını söylemesi şu an oldukça işine gelmişti. Talya yerine tanımadığı birine görev vermek daha kolay olacaktı.

Herkesin mutlaka bir hedefi olmalı ve o hedefe yılmadan mücadele ederek ulaşmalıydı. Ancak Güneş’in hedefi yolundan sapmak üzereydi. Onun hedefi, gökyüzünden kayan bir yıldızın son çırpınışı gibiydi, ışıltısı sönmeye yüz tutmuş bir zerre tanesi gibiydi.

Hayatına dışarıdan bakıldığında pek de önemli biri sayılmazdı. Orta halli bir ailenin sıradan kızıydı. Ne zaman büyümüştü, ne zaman kendini kargaşanın ortasında seçim yapmak zorunda kalan biri olarak bulmuştu? Bilmiyordu. Tam da şu an annesinin dizine yaslanmaya ihtiyacı olduğunu düşünmeden edemedi. En son konuşmasından sonra annesine daha çok ihtiyacı vardı. Buradaki atmosfer onu ailesinden epey uzaklaştırmıştı.

Ders saati başladığında, sınıfta işlenen dersi dinlemeye çalışsa da, aklı ailesine kayıp durdu ve tüm ders boyunca konsantrasyonunu sağlayamadı. İçinde hissettiği eksiklik ve korku giderek büyüyordu. Bir güven kaynağına ihtiyacı vardı. İlk fırsatta İzmir’e dönecekti.

Saatler ilerledikçe, Güneş kendini zamanın akışına bırakmış, gelişigüzel ders notlarına göz gezdiriyordu. Bir yandan da gelen e-postayı inceliyordu; yarın gazete bürosunda yapılacak ve basılacak haber başlıkları sıralanmıştı. Hepsi sıradan, ilgi çekmeyen konulardı. Yalnızca okulun vizyonunu ön plana çıkaran, diğer üniversitelere nispetle üstünlüğünü vurgulayan, hatta bir anlamda gözdağı veren meselelerdi. Anlaşılan, bulunduğu üniversite, diğer ülkelere karşı dikkat çeken, dik duruş sergileyen ve örnek gösterilen bir kurum olmayı hedefliyordu. Böylece uluslararası öğrencilerin ilgisini çekmeyi ve üniversitenin kudretini dünyaya duyurmayı amaçlıyorlardı. Bunu anlamak zor değildi. Gelen konuları ekibe e-posta ile gönderdikten sonra derin bir nefes aldı. Ders notlarını toparlamaya başlamıştı ki telefonunun çaldığını duydu. Arayan, tahmin ettiği gibi, Çağın’dı.

“Geliyorum,” dedi Güneş, sessizce.

“Acele etsen iyi edersin, yağmur geliyor,” diye yanıtladı Çağın.

Kampüsün önüne geldiğinde, Çağın kapının ardında onu bekliyordu. Güneş, onun araba ile geleceğini düşünmüştü, ancak Simsiyah BMW model bir motosikleti tercih etmişti. Bu seçim, ona duyduğu hayranlığı daha da artırdı. Çağın’ın az önce yaptığı yağmur uyarısının sebebini şimdi daha iyi anlıyordu. Ama bu, umurunda değildi. Onunla birlikte sırılsıklam olmaya razıydı. Enteresan bir şekilde, ona hiç güvenmese bile içerisinde kıpırdayan heyecan onu Çağın’a sürüklemeye başarıyordu.

Çağın’ın derin bakışları, Güneş’in yüreğinden bir parça alıp yerine karmaşık bir boşluk bırakıyordu. Baştan aşağı süzerek, Güneş’ in ona doğru gelişini izliyordu. Her zamanki gibi kendinden emin, her zamanki gibi büyüleyici adılardı bunlar.

“Selam.”

“Merhaba, Çağın.”

“Gidelim mi?”

“Hava kapıyor, nereye gideceğiz?”

“Önerdiğin bir yer var mı?” diye sordu.

“Gümüş kuyulu olan sensin. Eminim mükemmel bir önerin vardır,” dedi Güneş heyecanla.

Sesinin titrediğini fark etti, dudaklarını istemsizce ısırıyordu. Çağın’ın bakışları dudaklarına her değdiğinde, kalbi sıkışıyor, nefesi kesiliyordu. Fırtına gibi, gözleri Güneş’in ruhunu savuruyordu. Kumla dolan gözleri yanarken, yüce görünümünün ardındaki fırtınanın tam ortasında kalmış gibiydi. Biraz daha dayanırsa, kalbi onun rüzgârıyla toz duman olacaktı.

“Hadi, atla,” dedi Çağın, motorunu işaret ederek.

Elindeki kaskı kafasına geçirip diğerini Güneş’e uzattı. O da tek hamlede kaskı başına geçirdi. Artık gitmeye hazırdı. Motosikletin arkasına oturduğunda ne yapacağını bilemeden bir an duraksadı.

Çağın, marşa basmadan önce “Sıkı tutun,” dedi.

İlk temas böylelikle gerçekleşti. Güneş, ellerini onun gövdesinde birleştirirken karın kaslarını hissetti. Sert ve diri vücudu, giydiği ceketin ardından bile belli oluyordu. Aniden gaza bastığında, refleks olarak daha sıkı sarıldı. Yol boyunca kendini tamamen Çağın’a emanet etti. Eğer bir tercih hakkı olsaydı, Güneş’in seçeceği yerlerden biri otantik mekânlar olurdu. Loş ışıklar, altta çalan hafif ve yumuşak enstrümantal müzik… Ona göre, bunlar sakinliğe iyi gelen ve havalı bir atmosfer yaratan detaylardı.

Havanın soğuğu kendini yeryüzüne yağmura bırakmıştı. Güneş, ıslak toprak kokusunu derin bir nefesle içine çekti. Uzun zamandır kendini bu kadar iyi hissettiğini hatırlamıyordu. Yağmurlu havalar ona her zaman tatlı bir iç ürpertisi verirdi. Aldığı enerji hep olumlu olur, ruhu yumuşar, yüzünde samimi bir gülümseme belirirdi.

Vardıkları yer, Güneş’ in hayalinde kurduğu ortama benzerdi. Bu hoşuna gitmişti. Kendini biraz daha güvende hissetti. Kafenin bahçe kısmından gelen yavru kedi, sanki onun içsel düşüncelerini hissetmiş gibi yanına yaklaştı. Minik mırlamalarıyla dikkatini çekti. Çağın’ın tuvaletten dönmesini beklerken onunla ilgilenebilirdi. Kucağına alıp şefkatle okşadı. Aldığı sevgiyle iyice rahatlayan bu ufak güzellik, içinde kaybolmaya yüz tutmuş huzuru geri getirmişti. Yemyeşil gözlerine büyülenmiş gibi bakarken, kedinin kucağında uyumak için yerleştiğini hissetti. Bal rengi tüyleri onu daha sevimli gözükmesine neden oluyordu.

Biraz sonra Çağın masaya geldi. Kediyi görünce hafifçe gülümsedi.

“Bal, seni sevmiş.”

“İsmi bu mu? Tıpkı kendi rengi gibi?” diye sordu Güneş.

“Evet. Ona yakıştı bu isim.”

Demek ki Çağın buraya yabancı değildi. Burası, onun tercih ettiği yerlerden biriydi. Güneş, bu detayı aklının bir köşesine kaydetti. O sırada garson, siparişleri masaya getirdi. Çağın başlangıç olarak kokteyl söylemişti. İçkinin içine baktığında karışım aromalı olduğunu fark etti.

“Elma karışmlı” dedi.

Çağın, kendi içkisinden bir yudum alırken “Seveceğini tahmin ettim” diye yanıtladı.

‘’Sana gelen dosyamda buda mı yazıyordu?’’

‘’Ne yazıyordu.?’’

Güneş’ in sevmediği diğer şey aptal yerine konulmasıydı.

‘’Aromalı içecekler’’

‘’Hayır. Bu sadece bir tahmin’’

Güneş, buraya gelmelerinin esas sebebini unutmamıştı, ama bu tatlı huzurun bozulmasını da istemiyordu. Fakat Çağın, tam tersini yaparak sessizliği bozdu.

“Neden buradasın? Neden Gümüş Kuyu?”

Bu soru gözlerinin önüne yeniden kara bulutlar getirdi.

“Bu soruyu daha önce bir başkası da sordu,” diyerek cevap vermekten kaçındı.

Çağın tereddüt etmeden sordu: “Alp mi?”

Güneş, gözlerini kaçırarak başını salladı. “Evet, Alp.”

O anda Çağın’ın yüzüne karanlık bir gölge düştü. Göz bebeklerinin küçüldüğünü fark etti. Bir şey onu rahatsız ediyordu. Ve bu rahatsızlık, Güneş’i de huzursuz etmeye başlamıştı. Kucağında güvenle uyuyan kedi bile bu değişen enerjiyi hissetmiş olacak ki başını kaldırıp çevresini süzdü, ardından Güneş’in üzerinden atlayarak yanından uzaklaştı. Gidişini izlerken içinde tuhaf bir his belirdi. Sanki kedi kalsaydı, gerçeklere bir duvar daha örecekti. Ama evren çok açık bir mesaj vermişti.

Madem buradaydılar, kartlar açık oynanacaktı.

Çağın, Alp’in ileri derecede bipolar hastası olduğunu yineledi. Güneş’ in ondan uzak durması gerektiğini söyledi. Alp çoğuz zaman kontrolden çıkıyordu. Bu kendisinden çok çevresindeki insanlara zarar verebilirdi ancak bazı şeyler için artık çok geçti.

Sonra Çağın, sesi biraz daha sertleşerek “Yarın annen tarafından size davetliyim. Yine!” dedi.

Bu sözleri sanki bir meydan okuma gibiydi.

Ancak Çağın’ın bu duruma ne şaşırdığını ne de onayladığını fark etti. Gözlerinde, aklında tuttuğu bir planın gölgeleri vardı. Az sonra söyleyecekleri, Güneş’in zihnine kazınacak cinstendi.

“Yarın orada olmayacaksın.”

Güneş kaşlarını çattı. “Buna ne engel olacak?” diye sordu.

Çağın, gözlerini onunkilere kilitleyerek sakin ama keskin bir sesle yanıt verdi:

“Kanıt istemiyor musun? Yarın seni ilk kanıtla yüz yüze getireceğim.”

‘’Kanıt demişken, Gül onunla ilgili geçmişin ne kadar derin?’’

Çağın bu soruya cevap vermek istemedi. İçkisinden bir yudum daha aldı.

‘’Onun ölümünden sorumlu sen misin?’’

………….

‘’Senin sevgilin miydi? Onu seviyor muydun?’’

Sessizlik devam ediyordu. Çağın konuşmamakta ısrarcıydı.

‘’Onun ölümünden sorumlu musun?’’ Güneş soruyu tekrarladı.

‘’Hayır. Ben sorumlu değilim’’

‘’Bende onun gibi basit bir proje miyim?’’

Güneş yutkundu. Onu bu kadar sarsan şey, öğrenmek üzere olduğu gerçekler değildi. Bunu Çağın’dan duymaktı. Ne yaşıyorsa, Çağın, ailesinin mutlak sonunu kazıyordu. Ve küreği bir süreliğine Güneş’in ellerine bırakmıştı.

Bölüm : 22.02.2025 15:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...