36. Bölüm
Can Gözek / SEÇKİNLER( Kitap Olarak Basılacaktır) / Bölüm 2- Gümüş Kuyu’ya Hoş Geldin-(Düzenlenen Bölüm)

Bölüm 2- Gümüş Kuyu’ya Hoş Geldin-(Düzenlenen Bölüm)

Can Gözek
cangzek

GÜNÜMÜZ

 

Güneş, saatler süren yolculuğundan bu yana okuduğu romanda ki bu söze takılı kalmıştı. Onlarca sayfa çevirmesine rağmen sayfaları geriye sarıp, cümlede ki anlamı yadsımaya çalışıyordu. Gerçekten bilinçaltında var olanları mı hayatına alıyordu?

 

Öyleyse bu zamana kadar tanıdığı kimse rastgele hayatına girmemişti. Gelenlere hep bilinçaltında yerini önceden hazırlamış olduğunu düşündü. Evrenin pozitif yaratıcılığına inanan biri olduğu için bu cümlenin altını kalın kalemle üst üste çizdi. Unuttuğu zaman tekrar geri gelip okuması için onu saklaması gerektiğini düşündü. Oturduğu yerin camından dışarıya daldı gözleri. Bitmek bilmeyen uzun yolculuğun en güzeli doğanın harika manzarasını görebilmekti onun için. Güneş, Liseden yeni mezun olmuştu. Artık üniversiteye başlayacak olan genç ve umut dolu bir kızdı. Gideceği yerde onu ne gibi sürprizler beklediğine dair, oldukça meraklıydı.

 

Otobüsün güzergâhı bu sefer orman yolunun içerisinde devam ederken, eşsiz yeşilliğin büyüsüne kapıldı. Varacağı yere yaklaşırken içinde ki heyecan gittikçe artıyordu. Üniversite hayatına yeni atılan biri olarak, yeni şehir, yeni arkadaşlıklara ne kadar hazırdı kestiremiyordu.

 

Sadece kendini olayların akışına bırakmayı tercih ediyordu. Ne de olsa zaman en doğrusunu göstereceğini biliyordu. İki ay önce ailesi ile bu şehre kayıt için geldiğinde, şehrin sakinliği, sosyal yapısı, insanlarının nezihliğine şahit oldu. Bu Güneş için büyük şanstı. Kayıt olduğu okul, ülkenin önde gelen isimlerinden biriydi. ''Ejder Akay Üniversitesi'' her bakımdan kaliteli okul olmasıyla ülkeye nam salmış, yılın sonunda başarılı isimler çıkaran özel üniversitelerden biriydi. Mezun olurken o başarılı olanların arasında muhakkak olması gerektiğinin farkındaydı. Bunu şimdiden totemleyip inancını destekledi.

Güneş, gazeteciliğe küçüklüğünden bu yana özellikle meraklıydı. Doğum süreci sancılı ve geç olan Güneş, dünyaya gözlerini açtığında deprem felaketi yaşanmıştı. Sırf bu yüzden onu felaket olarak adlandıran arkadaş grupları bile olmuştu. Fakat kaderine tezat olan dış görünüşüydü. Altın sarı saçları, derin okyanus mavisi gözleri, beyaz teni ile adeta nefes almak kadar eşsiz bir görüntüye sahipti. Bu duru güzelliğine karşın olarak, kendini güçlü yetiştirmesinden dolayı, nazik görüntüsünü yok ediyordu. İçi sert, dışa yumuşak görünen bir tezatlık abidesi denilebilirdi onun için. İlgilendiği alanlar hep farklıydı. O sebepten dolayı okumak istediği bölümü bile gazetecilik olarak tamamlamak istiyordu.

Yaşıtları, doktor, mühendis, öğretmen gibi bilinen ve garantici meslek sahibi olmak isterken o, gazeteciliğe merak sarmıştı. Sekiz yaşından bu yana gazetelerde önemli bulduğu, konuları keser ayrı klasörde toparlardı. En azından annesinin anlattığı bu doğrultudaydı. Ailesi sıradan çekirdek aile gibi görünmeye çalışsa da annesi ve babasının hep yoğun işleri olduğu için Güneş ve kardeşi ile pek ilgilenmez, sürekli iş seyahatlerinde olurlardı. Fakat babasının ona küçüklüğünden bu yana söylediği nasihat niteliğinde ki o cümleyi anımsadı.

''Kilometrelerce uzakta olsak, biz sana hep yakınız kızım. Sen güçlü bir kızsın. Hem kendine hem de kardeşine bakabilecek olgunluktasın. Büyüdüğünde kendi özgürlüğüne kavuşacaksın'

Güneş, kendi özgürlüğüne kavuşmak üzere yoldaydı, hem de ailesinden kilometrelerce uzaklarda.

Az gitti uz gitti dere tepe düz gitti derken, otobüs şehrin içerisine doğru giriş yapıyordu. Şehir girişinde gözü şehrin tabelasına takıldı. ''Gümüş Kuyuya Hoş geldiniz'' yazan karışılmasıyla uykulu gözlerinin aralanması bir oldu. Şehre varmanın telaşı ile cebinden telefonu çıkarıp, gideceği yerde aynı evi paylaşacağı arkadaşını aradı. Birkaç çalmadan sonra telefondan ses yükseldi. Çisem neşe dolu sesiyle '' Yoksa geldin mi?'' diye seslendi. Güneş, bu neşeli sese karşın gülümsedi.

''Geldim. Şimdi sana konumu paylaşıyorum. Ticari taksi ile beni alabilir misin?

''On dakikaya oradayım güzelim'' diye cevapladı Çisem.

Güneş, Çisemi bekleyene kadar etrafımı gözlemlemeye başladı. Şehir merkezine giden tramvaya göz gezdirdi. Tramvayda asılı afiş dikkatini çekti.

–DÜNYA KALİTESİ AKAY HOLDİNG- yazılı afişte Akay ailesinin fertlerini bir, bir incelemeye koyuldu. Güneş, Akay fertlerini oldukça havalı buluyordu. Zaten magazinde de yer yer boy gösterirlerdi. Akaylar, ülkenin oldukça tanınan zengin ailelerin önde gelen sosyetikleriydiler. Güneş bu kez gözlerini afişte ki esmer ve sert görünümlü sosyetenin en sessiz ve gizemli ismi Çağın Akay' a göz gezdirdi. Onu izlerken bile içerisinde bir kıpırtı oluşuyordu. Tramvay görüş alanından uzaklaşırken, Ensesinde bir ürperti hisseti, kalp atışı hızlandı, Güneş, arkasından ona doğru yaklaşan biri olduğunu bu garip ürperti ile anladı.

 

Çisem ''ortada ki çok yakışıklı değil mi?'' deyip, Güneş'in afişte asılı olan Çağın akayı izlediğini fark ettiğinde kahkaha sesinin yükselmesiyle sonunda geldiğini garantilemiş oldu. Kavuşmanın verdiği heyecanla sevinç çığlıkları art arda patladı. Güneş ve Çisem kavuşmanın sevinci ile sıkı sıkı sarılıp, öpüşüp koklaşmaya başladılar. Yoldan geçenler, hayret dolu bakışlarını gizleyemeden onları izliyorlardı. Hayret etmekte haksız sayılmazlardı. Çünkü bu kavuşma merasimi olduğundan fazla abartılmıştı. Özellikle Çisem, mutluluktan, Güneşin kaburgalarını kırabilecek kadar var gücü ile sıkı sarıp sarmalıyordu.

Güneş, Çisem ile olan arkadaşlığı uzun yıllara dayalıydı. Aynı semtte tanışmışlar ve beş yaşlarından beri yan yana birlikte büyümüşlerdi. Çisem lise ikinci sınıfta babasının tayini ile Gümüş kuyuya taşınmıştı. O zamanlar bu iki sıkı dostun ayrılması oldukça zor olmuştu ancak birbirlerine yıllar önce verdikleri sözün-Büyüyünce mutlaka yan yana geleceğiz- mutluluğunu yaşıyorlardı. Hasret giderme faslı sona erdiğinde onları bekleyen taksiye geri döndüler ve bundan sonraki süreçte yaşayacakları eve doğru yol aldılar.

                         ***

Akay Konakları'nda bu sabah dingin bir hava hâkimdi. Aynanın karşısında kravatını düzelten Ejder Akay, yatağından yeni kalkmak üzere olan eşi Anka Akay'ı izliyordu. Anka, uykusuzluğun ağırlığını henüz üzerinden atamamıştı. Gözleri hâlâ sersem ve boştu. Anka elmacık kemiklerinin ardından donuk bakışlarıyla eşi Ejder' i süzerken, Ejderinde onu izlediğini fark edince göz göze geldiler.

"Günaydın," dedi Anka, sesi kısık ve yorgun çıktı.

Ejder, onu kısa bir selamla yanıtladı. Ak düşen saçlarını nizami şekilde taradı ve keskin bir yüz ifadesi ile konuşmaya devam etti.

 

''Günaydın Sevgilim'' dedikten sonra, aynada kendini son kez izledi. Oldukça havali ve otoriter bir tavrı vardı. Gözlerinde ki baskın ifadeyi eşi Anka' ya yönlendirdi ve ağır adımlarla yanına yaklaştı.

 

"Bu sakinliği bırak ve bir an önce kendine gel," dedi kararlı bir tonla. "Yapmamız gereken işler var. İki gün sonra eğitim başlıyor ve öğrencilerin bilgileri mailime düştü. İçlerinden biri bizim için özel bir öneme sahip." Dedikten sonra eşinin başına öpücüğü kondurdu. Gözlerindeki ciddiyet, sözlerini daha da pekiştiriyordu; Anka bunu hemen fark etti.

 

''Merak etme, toparlanmam zaman almaz. Yeni gelenlerin listesi hazır mı?''

 

''Örgüt az önce mail göndermiş. Bu yıl uzun olacak gibi görünüyor'' diye cevapladı Ejder. Gelen mail, çalıştıkları örgütün yeni insan avının tam listesinden oluşuyordu. Ancak bu kez görevler değişmişti. Bu sene Akay ailesinin yeni veliahdı olarak görülen, oğlu Çağın Akay' ın da çorbada tuzu olacaktı. Anka hazırlanmaya koyulduktan sonra, Ejder kahvaltı salonuna doğru ilerlemeye başladı. Karşısında gördüğü hizmetkâra; ''Herkes geldi mi?'' diye sordu.

 

''Evet efendim. Kahvaltınız hazır'' deyip kahvaltı salonunu gösterdi Hizmetkâr.

 
***

 

Kahvaltı masası, Akay ailesinin görkemine yaraşır bir ihtişamla donatılmıştı. Gümüş servisler, kristal bardaklar ve ince porselen tabaklar, sabah ışığının vurduğu her noktada pırıl pırıl parlıyordu. Masanın ortasında, usta bir elin düzenlediği meyve tabakları ve taze pişmiş ekmeklerin yaydığı koku hâkimdi. İki yanlarında bekleyen hizmetkârlar, her bir talebi anında karşılamaya hazırdı; sessiz, disiplinli ve görünmez birer gölge gibi hareket ediyorlardı.

 

Dakikalar sonra Akay ailesi kahvaltı masasında bir araya geldi. Masanın etrafında, günü planlıyor ve iş meselelerini tartışıyorlardı. Ailenin diğer erkekleri, Ekrem, Levent Akay örgütün yeni değişen kurallarını incelerken, Ejder Akay, mailine gelen son kayıtlı öğrenci Güneş Metiner'in dosyasını dikkatle gözden geçiriyordu. Bu isim Ulu Kan örgütü tarafından özellikle araştırılacaktı. Örgüt için bu bir emirdi. Güneş Metiner Gümüş Kuyuya hem son gelen hem de örgütün dolunay gününde yani kutsal kan töreninde ailesi tarafından üzerinde sözleşme yapılan kişiydi. O dolunay gecesinde Güneş, Örgüte kurban gidecek ve akıtılan masum kan Deccal' e servis edilecekti. Yıllardır süre gelen bu sapkın geleneğin kurbanı olmak belki de Güneş' in haberi olmadan da olsa isteyeceği son şeydi. Ejder Akay, yaşanılacakları düşünerek, göğsünü gururla kabarttı. Çünkü bu işin esas sahibi kendisi değil, örgüte kendisini ispatlayacak olan, oğlu olacaktı.

 

Çağın Akay ve Talya Akay, geniş ahşap merdivenlerden ağır adımlarla aşağıya doğru ilerlerken, koridorun duvarlarını süsleyen büyük portreler sessiz birer tanık gibi onları izliyordu. Hizmetkârlar, zarif bir eğilme ile genç Akayları selamladı. Çağın, esmer teni, atletik yapısı ve uzun boyuyla dikkat çeken bir genç adamdı. Yanında ilerleyen kız kardeşi Talya ise kıvrımlı hatları, kızıl saçları ve porselen gibi bembeyaz teniyle adeta bir tabloyu andırarak birbirlerinin tezatlarıydılar. Tek benzerlikleri, ikisi de Akay soyadının taşıdığı ağırlığı omuzlarında hissediyor, bunu her adımlarında hatırlatıyordu.

Talya, neşeli bir gülümsemeyle kahvaltı salonuna girerek ailesini selamladı. Gözleri sıcaktı, sesi adeta güneş ışığı gibi odanın havasını değiştirdi. Ancak Çağın, Talya' nın aksine buz gibi bir esintiyle masaya oturdu. Omuzlarındaki yükün, yalnızca kendisinin taşıyabileceği bir ağırlığı vardı. Yeni okul döneminin başlaması, sıradan bir takvim yaprağı değil, kendi kaderinin yeniden yazılacağı bir dönemin habercisiydi.

Çağın, bu dönemi sadece bir eğitim süreci olarak görmüyordu. Onun için bu, geçmişte yaşadığı acıların yeniden canlanacağı, kanın bir kez daha döküleceği bir süreçti. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da birinin kaderini değiştirmek, ailesine, yani Ulu Kan örgütüne, bir kurban sunmak zorunda kalacaktı. Bu onun yazgısıydı, değiştirmesi mümkün olmayan bir döngüydü. Yüreğinde taşıdığı tüm isyana rağmen, bu düzeni kabullenmek zorundaydı. Çünkü başka bir seçeneği yoktu. Eğer bir seçeneği olsaydı, bu ailesinden apayrı bir yerde sade ve sığ bir hayat olurdu. Zaten kendisi de bu zamana kadar nasıl dayanabildiğine oldukça şaşırıyordu. Düşünce boşluklarının içerisin süzülmeye başlayan Çağın, bu durumunu salonun atmosferine kadar yaydı.

"İçindeki savaş, sessizliğinle konuşuyor," dedi Anka, oğlunun bakışlarındaki fırtınayı fark ederek. Ancak Çağın, annesine bakmadan tabağındaki çatalı sessizce eline aldı. Konuşacak hiçbir şey yoktu; bu savaş yalnızca ona aitti.

 

''Sadece biraz uykusuzum Anne. Özür dilerim'' demekle yetindi.

Anka, oğlunun bu durgunluğuna alışıktı. Çağın genelde ailenin en sessiziydi. Gerektiği yerde ve zamanda konuşur, haddi olmayan konulara karışmaz ve yorum yapmazdı. Onun yapmaktan hoşlandığı tek şey, kendine ait olan NBOX' tu. Kendine göre tasarladığı mekân, en az kendi kadar ıssız ve tenha yerde, çok sık olmamakla birlikte arada müşterilerini ağırlıyordu. Çağın genelde oraya dinlenmeye ve kendi zevklerini yaşamak için gider, çoğu zamanda oradan geri gelmezdi.

Ejder Akay, elindeki tableti sessizce masanın diğer ucunda oturan oğlu Çağın'a uzattı. Ekranda bir dosya açıktı, üzerinde yazan isim ise Çağın'ın dikkatini hemen çekti.

Güneş Metiner.

Çağın, derin bir nefes alarak dosyayı incelemeye başladı. Liseyi başarı ile bitirdiğini, İzmir' de doğduğunu, ailesinin siyaset ile ilgilendiğini henüz on beş yaşında bir erkek kardeşi olduğunu gördü. Dosyasının üzeri özellikle fazladan işaretlenmişti. Not olarak bilişsel duyularının açık olduğu yazıyordu. Çağın buna dikkatini vermek istedi. Bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için babasının gözlerinin içine baktı fakat Ejder Akay diğer aile mensupları ile ilgileniyordu. İçerisinden birkaç saniye düşündü. Anlaması zor olmadı, kimyasal deneyleri ile uygulayacakları zihin kontrolü için, bilişsel duyularının açık olduğu notu alınmıştı. Zihin kontrolüne olan direnci hesaplanacaktı. Kesik bir gülümseme ile incelemeye devam etti.

Sayfalar ilerledikçe genç kızın fotoğrafı karşısına çıktı. Masum yüz hatları, yumuşak bir tebessüm, ama en çok da o derin ve her şeyi sorgular gibi bakan gözler... Çağın bir an için duraksadı. Bu gözler, alıştığı diğer yüzlerden farklıydı. Bu gözler, onun karanlığını delip geçen bir ışık taşıyordu.

Bir şeyler yanlış geliyordu. Çok yanlış! Kalbinde bir huzursuzluk kıpırtısı belirdi. O an, bu kızın isminin neden o dosyada olduğunu sorgulamaktan kendini alıkoyamadı. Başını kaldırıp babasına döndü.

''Tek kurban o mu?" diye sordu, sesi beklenmedik bir kararlılık taşıyordu. Oysa bu soruyu soracak cesareti bulduğuna kendisi bile şaşırmıştı.

Ejder, oğlunun sorusuna gülümsememesiyle bilinen soğuk yüzüyle karşılık verdi. "Tek kurban o değil," dedi alçak ama keskin bir tonda. "O senin kurbanın." Gözlerindeki otorite, tartışmaya yer bırakmıyordu.

Çağın bir an sessizce oturdu, gözlerini babasınınkilerden kaçırarak. Benim kurbanım mı? Diye içerlendi.

Bu kelimeler kafasında yankılandı. Güneş Metiner'in yüzü tekrar zihninde belirdi, o derin bakışları. Nasıl olurdu? Bu iş için eğitilmişti, yıllardır aynı senaryoyu yaşayıp durmuştu. Kurbanlar, onun için yalnızca görevlerin birer parçasıydı. Ama şimdi... Bir şeyler değişmişti. Güneş'in gözlerindeki masumiyet, belki de onu her zamankinden daha tehlikeli bir hedef haline getiriyordu. Çünkü bu kez, Çağın bir seçim yapmak zorundaydı.

Ya her zamanki gibi talimatları sorgulamadan yerine getirecek ve Ulu Kan'ın yasalarını sürdürecekti... Ya da kendi içindeki o gölgelerle yüzleşecekti. Ama her iki durumda da, bu genç kız, onun için sıradan bir ders değil, unutulmaz bir sınav olacaktı.

Talya, kardeşi Çağın'ın yüzündeki sessiz gerginliği fark etmemek için çaba harcıyordu, ama gözleri istemsizce onun üzerine kayıyordu. Çağın her zamanki gibi ciddi ve soğuk görünüyordu, ama bu sabah duruşunda bir farklılık vardı. Genç adamın çatık kaşları, elindeki çatala biraz fazla bastıran parmakları ve tabakta birikmiş ama dokunulmamış yemekler... Bir şeylerin ters gittiği açıktı. Talya, bembeyaz porselen fincanından bir yudum kahve alırken göz ucuyla annesi Anka'ya baktı, ancak Anka sakin bir yüzle Ejder'in konuşmasını dinlemekle meşguldü.

"Çağın," dedi Talya, sonunda sessizliği bozarak. Sesi yumuşak ama ölçülüydü. "Bir sorun mu var? Pek kendinde değilsin."

Çağın, kız kardeşinin bu sorusuna hemen cevap vermedi. Yüzüne kısa bir an dalgın bir ifade yerleşti, sonra toparlanarak masadakilere göz gezdirdi. Babası Ejder, soğukkanlılıkla gazetesini okuyor; annesi Anka ise arada sırada bir lokma alarak not defterine bir şeyler karalıyordu. Talya' nın ona dikilmiş gözleri ise sabırla bir cevap bekliyordu.

"Hiçbir şey yok, her zaman ki gibi yeni ayin kurbanlarının listeleri başka ne olabilir" dedi sonunda Çağın, sesi mekanik bir sertlikle çıktı. Ama Talya, onu yeterince iyi tanıyordu. Bu, her zamanki duvarlarının ardına sığındığı anlamına geliyordu.

"Emin misin? Çünkü bu halin, genelde başımıza bela açacak bir şeylerin habercisi gibi görünüyor," diye sordu Talya, hafif bir alayla. Ama gözleri, kardeşinin ifadesindeki derinliği kavramış gibi ciddiyetini kaybetmedi.

Ejder, bu kısa konuşmayı bölen bir hareketle elindeki tableti masaya bıraktı. Sesi, odaya hükmeden bir yankı gibi yükseldi:

"Çağın'ın üzerinde düşünmesi gereken bir sorumluluğu var. O yüzden bir şey sormaya kalkmadan önce, hepimiz kendi görevlerimize odaklanalım."

Bu uyarı, Talya' nın dudaklarını susturmuştu, ama Çağın'ın içindeki huzursuzluk daha da büyümüştü. Güneş Metiner'in yüzü bir kez daha zihninde belirdi. O masum gözler, Ejder'in bu kuralcı tavrına meydan okuyormuş gibi bakıyordu. Bu kahvaltı masası, Çağın için giderek bir hapishane hissi vermeye başlamıştı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Güneş'in hikâyesi, Akay ailesinin kurallarıyla çelişen bir kaderi çağırıyordu ve Çağın bunun ortasında bir yol bulmak zorundaydı.

 

                    ***

Dakikalar sonunda, Güneş, Çisem' in yaşam alanına adım atmıştı. İki katlı, geniş bahçeli bu müstakil ev, bir yıl önce babasının Çisem' e bıraktığı tek mirastı. Şirin ve huzurlu atmosferiyle, iki genç kızın birlikte yaşayabileceği ideal bir mekândı. Çisem, bu evi babasından devralırken içten bir minnettarlık hissetmişti. Ancak geçmişi, onun ruhunda derin izler bırakmıştı. Annesi, yıllar önce babasından ayrılmış ve başka bir adamla evlenerek ortadan kaybolmuştu. O günden sonra, Çisem annesinden tek bir haber bile almamıştı. İlk başlarda bu yokluğu anlamlandırmakta zorlandıysa da, zamanla onun yokluğunu kabullenmiş ve hatta kendi içinde bu kaybı bir sır perdesine dönüştürmüştü.

Bu ev, onun için sadece bir miras değil, aynı zamanda bir sığınaktı. Çisem, evini paylaşmayı teklif ettiği arkadaşına herhangi bir maddi yük bindirmeyi düşünmüyordu, ama Güneş, bu durumu içselleştirmekte zorlanıyordu. Onun doğasında, yaşadığı yerde bir misafir gibi hissetmek yerine, burayı kendi evi gibi benimsemek ve karşılığını mutlaka ödemek vardı. Fakat o an, bu düşüncelerle boğuşmak için fazla yorgundu. Çisem' in yardımıyla eşyalarını odasına taşıdı ve dinlenmek için pencerenin önüne geçti.

Pencereden görünen manzara etkileyiciydi. Yemyeşil bir doğanın tam ortasında yer alan bu ev, huzur doluydu. Yeşilliklerin arasından akan dereden yansıyan güneş ışıkları gözlerini kamaştırıyordu. Derin bir nefes aldı; bu yerin ona iyi geleceğinden emindi. Gümüş Kuyu'yu seçmesinin ya da ailesinin ısrar etmesinin nedenlerinden biri de tam olarak buydu: huzur ve tazelik vaat eden bir yaşam.

En azından şimdilik...

Güneş, usulca oturduğu yerden kalktı. İzlemeye doyamadığı manzaradan gözlerini ayırıp, yanında ki valize getirdi. Valizi boşaltması ve artık yerleşmesi gerektiğinin farkındaydı. Eşyalarını yerleştirmeye koyulduğunda aşağıdan Çisem' in sesi yükseldi:

"Kahve içer miyiz?"

Teklif, Güneş' in hoşuna gitmişti. Yorgunluğunu biraz olsun atabilmek için kabul etti. "Sade ve şekersiz lütfen," diye seslendi.

Biraz sonra Çisem elinde iki kahve fincanıyla odaya girdi. Siyah dalgalı saçlarını geriye doğru savururken, yüzü de biraz buruşmuş, bakışları arkadaşının kahvesine odaklanmıştı.

"Nasıl içebiliyorsun bunu? Resmen zehir bu! Narsist misin kızım sen?" diye alaycı bir sesle sordu, ama şaşkınlığını gizleyemiyordu.

Güneş, gülümseyerek uzun zamandır bunun alışkanlığı olduğunu açıkladı. Ancak Çisem' in elindeki kahve fincanına baktığında, kremasının neredeyse kahve üzerinde yüzecek kadar yoğun olduğunu fark etti. Hafif bir tebessüm etti. ''Asıl dikkat etmesi gerekenin sensin'' diyerek Çisem' in yoğun kremalı kahvesini işaret etti. Kahvesine göz gezdiren Çisem; ''Şey. Gümüş Kuyuda hala yaşayan tatlı birileri olmalı ama değil mi? diyerek gülmeye başladı. Ancak Güneş gelen bu espriyi anlayamadı.

''Nasıl yani?''

''Hiç. Sadece gül diye söyledim''

Zorlama bir gülümseme ile karşılık veren Güneş, uykusuzluktan gözlerinin kapandığını fark etti. Hatta öyle ki uykusuz kalmanın ağılığı gözlerinin içini acıtıyordu. Çisem, arkadaşının yorgun olduğunu fark ederek onu yalnız bıraktı. Yeni gelen misafir, önünde yalnızca iki günü olduğunu biliyordu. İki gün sonra okul hayatı başlayacak ve bu huzurlu ev, yeni bir başlangıcın merkezi haline gelecekti. O an, sahip olduğu iki günü iyi değerlendirebilmek için şükretti.

Fakat Güneş' in şu an ettiği bu şükrün yakın gelecekte kedere dönüşeceğinden habersizdi.

Soluksuz geçen iki günün ardından hafta başı nihayet gelip çatmıştı. Hafta sonunu, yeni evine alışmaya çalışan Güneş, Çisem' le geçmişi anarak geçirmişti. Bir yandan Çisem, yeni tanıştığı erkek arkadaşından heyecanla bahsederken, diğer yandan Güneş, ailesine duyduğu özlemi dile getiriyordu. İki dost, sohbetlerine doyamamışlardı. Çisem' in hayatına birini almış olması sevindirici bir haberdi. Uzun zamandır Güneş' in uzak hissettiği bu konular, Çisem' den duyulunca ona iyi hissettirmişti. Ancak bu keyifli hafta sonunun etkisi hâlâ üzerindeydi. Yatağında yatarken anılar zihninde dolanıp duruyordu.

 

Sabah alarm çaldığında, Çisem çoktan odasına girmiş ve neşeli bir şekilde "Günaydın!" diye seslenmişti. Saat sabahın yedisiydi ve Çisem karşısında tam bir hazırlık içinde duruyordu. Özenle yapılmış makyajı, düzleştirilmiş saçları ve dikkat çeken mini eteğiyle, belli ki sabahın erken saatlerinde kalkıp hazırlanmıştı. Güneş ise kahvaltı için hazırlanmak üzere yerinden kalktı. Giysi dolabına yönelip neler giyebileceğine odaklandı. Blue Jean, beyaz bir body ve Eylül'ün hafif serinliğine karşı pembe kapüşonlu hırkasını seçti. Ancak kalbindeki heyecanı bastırmak zordu. Su içmek bile çarpıntısını dindirememişti.

 

Çisem, onun telaşını fark etmiş olmalıydı; koluna girerek hafifçe destek oldu.

''Öncelikle sakin ol ve okulun yakışıklılarını düşün'' diyerek espriyi patlattı.

''Yakışıklılardan önce, düşünmem gereken başka şeyler var bence'' diyerek gözlerini devirdi Güneş.

 

Çisem, Güneş' in sözlerine aldırış etmeden atıştırmalıklarını yudumladı ve hazırladıklarını Güneş' e uzattı. Güneş birkaç yudum sonra kahvaltısını bitiremeden dış kapının zili çaldı.

 

''Birini mi bekliyorduk?'' diye merakla sordu Güneş. Çisem koşar adımlarla kapıya doğru yöneldi. Güneş, gözlerini çıkış kapısına çevirdiğinde, dışarıdan içeri giren sarışın, yaklaşık 1.85 boyunda bir oğlanın onlara doğru yaklaştığını gördü. Oğlan, rahat tavırlarla yanlarına gelmiş, yüzündeki hafif gülümseme serinkanlı bir hava katmıştı. Güçlü bir erkeksiliğe ve kendine güvenen bir duruşa sahipti. Ancak fazlasıyla yoğun olan odunsu parfümü, baş döndürecek kadar etkindi. Çisem' in abartılı hazırlığının sebebi şimdi anlaşılıyordu; okulun ilk gününde erkek arkadaşıyla birlikte olacaktı.

Güneş' e doğru yaklaşan oğlan ; ''Merhaba Ben Taha'' deyip elini doğrulttu.

''Güneş ben'' diyerek karşılık verdi.

Kısa bir tanışmanın ardından gelen kişinin adının Taha olduğu ortaya çıktı. Sabahın bu ilk saatlerinde ortaya çıkan bu uyumlu tablo, Güneş' in içini rahatlatmış ve heyecanını bir nebze olsun dindirmişti. Çisem bakışlarını bir an olsun Taha' dan ayırmadan hareket ediyordu. Bu durum Güneş' e fazla abartı gelmişti. Onlara doğru kesin bir tavırla seslendi.

 

''Artık gidebiliriz'' dedi yüzündeki kısa bir gülümseme ile Taha dışarıda park ettiği arabasını gösterdi.

''Hadi atlayın ilk günden geç kalmanızı istemem'' dedi.

Oysaki ders saatine henüz iki saat kadar vardı. Ancak Güneş, içinde ki telaşı önceden dindirmek adına üniversiteye erken gitmeyi yeğliyordu. Birkaç adım sonra artık aracın içindeydiler. Güneş uzun zamandır hayalini kurduğu okula gitmenin sevincini ve sosyetik Akay ailesine ait okulda onlara yakın bir atmosferde olmanın heyecanı ile harmanladı. Taha aracı ustalıkla çalıştırıp, kızlara doğru seslendi.

''Hazır mıyız?''

Bu soru için Güneş henüz bir yanıt bulamıyordu. Hazır mıydı? Bilemiyordu. Oysa hazır olması için onca sebepleri vardı. Fakat içini derin bir karamsarlıkta kaplamıyor değildi.

                       ***

Yaklaşık otuz beş dakika süren yolculuktan sonra, varmak istenen noktaya ulaşılmıştı. Taha, arabasını park edecek bir alan ararken, etrafındaki manzaranın eşsizliği gözlemleniyordu. Nihayet okulun girişine varmışlardı. Okul, şehir merkezinden uzak, tepelik bir alana kurulmuştu; bu, alınan en mantıklı karar olarak değerlendiriliyordu. Girişteki büyük tabelada -EJDER AKAY ÜNİVERSİTESİ- yazısı dikkat çekiyordu. Okul, ormanlık bir alanın içinde, adeta saklı bir cennet görünümündeydi. Arabadan inildiğinde, kuş sesleri etrafa tatlı bir melodi yayıyordu.

Çisem, Güneş' in yanına yaklaştı ve yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Okulun girişine doğru ilerlemeye başladılar. Üçlü olarak adımlarını uygun adım marş şeklinde atarken, Güneş' in avuç içlerinin terlediğini hissetti. İçerisi, oldukça havalı kişilerle doluydu; özel üniversitede okumanın avantajını kullananlar, doğuştan bir adım önde olanlardı.

 

İçeriye giren araçlar, günümüzün son model arabalarından oluşuyordu. Kızlar ve erkekler, kusursuz fiziksel görünümleriyle dikkat çekiyorlardı. Çisem de bu şanslılardan biriydi; babasının vefatından sonra mal varlığının büyük bir kısmı ona kalmıştı. Babası, bu üniversitenin kurucu üyelerinden biriydi ve bu nedenle okulda kendisine sınırsız bir iltimas tanınıyordu. Minnet kontenjanından yararlanması, Taha ve Güneş' inde yararlanmasına sebep olmuştu. Çisem, bu okulda mutlaka okumaları gerektiğini defalarca dile getirmişti ve sonunda bunu başarmıştı. Esen rüzgâr, Güneş' in burnuma tatlı bir koku getirirken derin bir nefes aldı.

Okul girişi oldukça gösterişliydi; burası doğanın en güzel yerlerinden biri olabilirdi. Uzun ağaçların sıralı dizilimi ve dökülen sonbahar yaprakları, cennetten bir köşe gibiydi. Yeni eğitim döneminin ilk günü olduğundan, öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerini izliyordu. Güneş gibi arkadaş grubu ile birlikte gelenler, yalnızlıktan sıyrılanlardı. Üzerindeki kıyafetler, burası için oldukça basit kalmıştı. Gözleri, Çisem' in kıyafetlerine kaydı; abartılı giyim tarzı, Taha'dan sonra burası için olduğunu sergiliyordu adeta.

Az sonra, eğitim görevlisi orta yaşlarda bir kadın, kalabalık gruba seslendi. Mikrofona tıklayıp birkaç ses denemesinin ardından, öğrencilere konuşmaya başladı. Kadın konuştukça, tüm gözler ona çevrildi. Sakin ve vurgulu bir konuşma tarzı vardı. Klasik hoş geldiniz açılışından sonra, öğrencilere okul içindeki sınıfların bölüm bazında ayrıldığını ve panoların işlevlerinden bahsetti. Çisem, kadının akıcı konuşmasından sıkılmış olmalı ki, telefonunu cebinden çıkararak "selfie" çekmeye başladı. Taha da ona eşlik ediyordu. Bu durum, aşırı sıkıcı ve bayat bir görüntü oluşturuyordu. Güneş, istemsizce onları izlese de, etraftaki olayları anlamaya çalışıyordu. Öğrenciler, okulun girişini göstererek şaşkınlıkla içeriye gelenlere bakıyorlardı.

Bu esnada, eğitim görevlisinin alışılagelmiş ilk açılış günü konuşması kulağında yankılanırken, arkasına dönüp öğrencilerin baktığı yöne yöneldi. Arka arkaya üç tane siyah son model cip, okulun içerisine doğru girdi. İçeriye girenleri gören Çisem, heyecanla seslendi:

"İnanamıyorum! Akaylar".

Güneş, bu çıkışa katılıyordu; yıllardır sosyal medya, dergi ve televizyonlarda gördüğü kişilerle aynı yerde olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Araçlar, ilerideki kürsüye yakın bir yere park edildi. Görevliler, koşarak araçların yanına doğru ilerleyip, içindekilerin inmesi için kapıları teker teker açmaya başladı.

Esen rüzgârın şiddeti yüzüne vurduğu anda saçları hava ile dans ederken, Güneş, karşısında ki Akay ailesini gözlemliyordu. Onlar, havalı arabalarından inerken, gözler ilk olarak okulun kurucularından biri olan Ejder Akay'a takıldı. Ellili yaşlarında olmasına rağmen genç ve fit görünümü dikkat çekiciydi. Oldukça çekici bir adamdı. Eşi Anka Akay'ın da ondan geri kalır yanı yoktu. Giyindikleri kıyafetlerin içerisinde ahenk ile bütünleşmiş gibi duruyorlardı. Diğer araçlardan inenler içinde, bu düşünceler geçerliydi; hepsi çocuklarıyla gelmişlerdi ve en az kendi kadar çocuklarının da havası ortama bomba gibi düşmüştü.

Eğitim görevlisinin sesi, kalabalığın içinde gür bir yankı gibi yükseldi. Gelenler için alkış talep etti; bu tuhaf istek, Güneş' i şaşırtsa da, ardında yatan haklı sebebi anlamıştı. Sonuçta, onlar ülkenin önde gelen zenginleriydi ve medyanın gözdesi olarak tanınıyorlardı. Akaylar, kalabalığa selam durarak açılış konuşmasını Ejder Akay yapmaya başladı.

''Hoş geldiniz, Gümüş Kuyunun yeni gözdeleri. Herkes için iyi bir eğitim hayatı diliyorum'' diyerek konuşmasına devam etti.

Güneş' in gözleri, dikkatle ailenin çocuklarına takıldı. İlk gözüne takılan, Çağın Akaydı. Diğer Akay çocukları, ailelerinin yanında gururla dizilirken, O gölge gibi arkada ve görünmeyecek bir kısımda duruyordu. Sanki saklanmak istiyor gibi hissetmişti Güneş. Ya da mübalağa yapıyor olabileceğini düşündü. Ancak Çağın bu şekilde izlemek bile onun yüreğini oldukça hızlandırıyordu. Uzakta kalan eski bir anı gibi bir his yüreğini kaplamıştı. Fakat o sırada Çisem, Güneş' in sağ kolundan inatla dürtmeye başladı. Güneş'in büyülü anı bozulduğu için içinde bir öfke kabardı.

''Kızım dibin mi düştü yuh!" diyerek fısıldadı Güneş' in kulağına. Çisem' in bu tuhaf çıkışına anlam veremeden, "Abartıyorsun'' diye ekledi Güneş. Ciddiyeti her halinden belliydi.

 

"Evet abartıyorum. Çünkü abartılacak kadar harika değiller mi" dedi.

''Evet. Gerçekten öyleler'' demekle yetindi Güneş.

Ejder Akay, konuşmasını tamamladıktan sonra kürsüden ayrıldı. Arkasından, diğerleri de aynı oranla onu takip ederek rektörlük binasına doğru ilerlediler. Güneş, o an sadece onların arkasından bakmakla yetindi; ancak içinde, hiç olmadığı kadar derin bir coşku kabarmıştı. Bu coşku, henüz haberi dahi olmayan Çağın Akay'dan geliyordu. Çünkü Çağın, ona tanımadığı halde unuttuğu duygusal düşüncelerin hissiyatını yeniden canlandıran tek kişiydi. Güneş'in kalbinde filizlenen bu hisler, zamanın durduğu o anlarda, belirsiz bir umut ışığı gibi parlıyordu.

                           ***

Kısa bir süre sonra, ilk ders başlamak üzereydi. Güneş, arkadaşlarından ayrıldıktan sonra kendi bölümünün binasına doğru ilerlemeye başladı. Çisem ve Taha' dan onu ayıran Gazetecilik bölümüydü. Arkadaşı Çisem ve Taha Sosyoloji bölümü öğrencileriydiler. Sınıfın kapısına geldiğinde haftalık ders tablosuna göz gezdirdi. Yıllardır hayalini kurduğu bölümün içerisindeydi.

Kendisine oturacak bir yer aradı; sınıf oldukça kalabalıktı, en az yetmiş kişi vardı. Güneş, hepsiyle nasıl arkadaş olacağını, nasıl samimiyet kuracağını düşündü. Herkesten uzakta oturmaya özen gösterdi. Oda çok iyi biliyordu ki bugün için birileriyle kaynaşmaya henüz hazır değildi. Zaten buna pek gerek kalmayacak gibi görünüyordu. Herkesin elinde telefonu ile sosyal medyada gezindiği bir ortamda, zamanın en büyük tehlikesinin bu olduğunu düşündü. Teknoloji, insan beynini sosyal medya ve iletişim araçlarıyla etkili bir şekilde yıkamayı başarıyordu. Ne kadar sitemkâr olsa da, Güneş çoğu zaman bu internet ağına kapılıyordu. Neyse ki, eğitmenin içeriye girmesiyle bu düşünceleri bıçak gibi kesildi.

İşte ders başlıyordu.

                         ***

Ejder Akay ve diğerleri odalarına adım attığında, aralarındaki samimi ama sahte tebessümler yüzlerinde beliriverdi. O esnada Ejder'in telefonu çaldı, arayan ise örgüt lideri Adam'dı. "Üstat," dedi Ejder, sesini derin bir saygı ile yükseltmeden. Karşıdan gelen ses, "Her şey yolunda mı? İlk izlenimler nasıl?" diye sordu, sanki sadece bir adım ötede bekleyen bir tehdit vardı.

"Her şey yolunda, Üstat. Hepimiz buradayız. Görevimizin başındayız," diye yanıtladı Ejder. "Peki, kimyasal sıvılar?" sorusu aniden havada asılı kaldı. Ejder gözlerini Ekrem Akay'a çevirdi. Ekrem, göz kırparak onayladı. Kimyasal sıvıların yaratıcısı bilim insanı Ekrem Akaydı.

"Onlar da hazırlanıyor. Şu an Gümüş Kuyu sınırlarına girmek üzereler. Tam dört tır, kimyasallar su varillerinin içerisinde taşınıyor" dedi, sesi güven doluydu.

 

"Güzel. Ancak herkesin temkinli olmasını öneriyorum. Geçen yıl bu dolunayı eksiksiz atlattık. Bu yıl her şey yenilerin başlangıcı olacak" diye tamamladı Adam. Sözlerinin ardından, odada bir an için kıskanılacak bir iştah belirirken, Anka Akay, eşi Ejder'in yanına daha da yaklaştı. Ejder, şampanyasından bir yudum alırken, Çağın gözleriyle babasına hiddetle bakıyordu. Ama öfkesini asla dışa vurmaz, bu sessiz öfkeyi gölgelerde gizlerdi. Ancak kız kardeşi Talya, abisinin bu hırçın sessizliğini fark etmişti. Bir korku, yavaşça kalbine kök salıyordu; çünkü geçen yıl istemediği bir rolü oynamıştı ve kurbanını yakınlarında dolaşıyor olmak istemiyordu. Talya, Abisi Çağının gerginliğinin farkındaydı.

"Sen gerçekten iyi misin?" diye sordu, endişeyle.

"Uzak dur benden Talya, ben gayet iyiyim''. Dedikten sonra odadakilere yöneldi. ''Çıkabilir miyiz?" diye sordu Çağın, sesi soğuk ve donuktu, odanın derin sessizliğini bozan bir yankı gibi. Ejder Akay, oğluna bir süre gözlerini dikerek baktı, sonra telefonu kapatıp onu yanına çağırdı. "Yapman gerekeni biliyorsun. Görevini yerine getir" dedi sertçe.

O esnada Alp Akay içeri girdi. O, ilk günden beri belirlenmiş bir rolde, kurbanına yakınlaşması gereken kişiydi. Fakat o an, bir garip huzursuzlukla, sanki içindeki güç tükenmiş gibi, "Ben... Ben hiçbir şey yapmak istemiyorum. Lütfen beni göreve koymayın. Bunu yapamam" dedi. O an, odada bir sessizlik hüküm sürdü. Sadece Çağın, sabırla gözlerini kapatarak her şeyin farkında olduğunu belli etti.

 

Levent Akay, oğluna ağır adımlarla yaklaşıp sert bir tokat indirdi. Alp, bu darbeyle neye uğradığını şaşırmıştı. "Şimdi, sen bir korkak olduğunu mu söylüyorsun. Sen Akay üyesisin. Basit sıradan biri değilsin. Burada olma amacını unutma. Beni çileden çıkarma. Örgütünün vazifelerini yerine getireceksin. Sen Ulu Kan' ın tohumusun. Dediklerimizden dışarıya çıkmayacaksın. Sana ne görev verildiyse onu yapacaksın. Git ve o kişiyi bul," dedi babası, komutunun keskinliğiyle. Alp, kendisini zayıf ve yetersiz hissederek, bir adım geri çekildi. Akay ailesi Alp' in içindeki korku ve baskıyı hissetmişti.

 

Alp, hiç sesini çıkarmadı. Gözleri yaşla da dolsa oda çok iyi biliyordu ki bu ailenin ayrık otuydu. ''Özür dilerim'' diyerek odadan çıktı. Çağın, bir anda kalkarak, "Çıkabilir miyim?" diye sordu. Babası, Çağın ile göz göze gelerek onayladı: "Tabii ki, fakat Alp'in durumuna düşmek istemiyorsanız, hepiniz görevlerinizin başına" dedi. Teker teker, Akay çocukları odadan dağıldı. Ejder, kadehini kaldırarak tüm Akay ailesiyle birlikte kadeh tokuşturdu. Her yudumda, hepsi aynı karanlık geleceği içiyordu, içlerinde bir kaybolan hislerle...

                           ****

Saatler süren derslerin ardından, Güneş, günün tüm notlarını biriktirmiş, tüm bunları yaparken soğuk soğuk terler dökmüştü. Ders bitiminde herkes teker teker dersliği terk etmeye başladı. Güneş, hepsinin çıkmasını bekledi. Son ders eğitmeni, çantasını toparlamakla uğraşırken, onunla göz göze geldi. Gülümsedi. Eğitmen de ona gülümseyerek karşılık verdi. Fakültede en geç çıkan bölümü seçtiği için ilk günden isyan edebilirdi. Ancak sonuç olarak, ilk günün ağırlığını üzerinden attığıma seviniyordu. Cebine gelen mesajla koca salon yankılandı; olduğum yerde hopladı. Mesaj Çisem' den gelmişti.

"Kafeterya' da seni bekliyoruz bebeğim, filtresiz, şekersiz, tatsız, tuzsuz kahven hazır. Iııykkk!"

Güneş, gördüğüm mesajla gülümsedi. Eşyalarını toparladığı gibi çıkışa doğru ilerlemeye başladı. İlerlerken, görüş hizasında bir gölgenin hızla önünden geçtiğini gördü. Doğru görüp görmediğimi kontrol etmek için hızlıca sınıftan çıkıp, bulunduğu yerin koridorlarına baktı. Halüsinasyon gördüğünü ya da kendi kendine bir takıntı ettiğine kanaat getirdi. Fakat hızla atan kalbi bunun tersini söylüyordu. Camlardan dışarıya baktığında, öğrencilerin aşağı çıkışa doğru gittiğini gördü. Adımlarımı hızlandırdı; Çisem' i daha fazla bekletemezdi. Koşar adımlarla çıkışa giderken, tam arkamda bir ürperti hissetti. Yakın olan bir enerji akışı vardı, bundan emindi. Hızla arkasına döndü, ancak hiçbir şey göremedi. İlerideki tuvaletten gelen sesler, bir gariplik taşıyordu; ağlamayla karışık bir istifra sesi gibiydi.

Yardıma ihtiyacı olabileceğini düşünerek yanına koşmaya başladı. Tuvaletin kapısını sert bir şekilde açtı ve gördükleri karşısında şok geçirmek üzereydi. Yerde yüz üstü yatan bir erkek vardı; ancak kadınlar tuvaletinde ne işi olabilirdi diye düşündü. Biri tarafından zorbalığa mı uğramıştı, yoksa birine zorbalık ederken mi bu hale gelmişti? Kendisine yaklaşarak, omzundan tutup sırt üstü çevirdi. Güneş, gördüğü karşısında küçük dilimi yutacak haldeydi. Ancak ikinci uğradığı şoka hazır değildi. Alp Akay, yerde sere serpe uzanıyordu.

Güneş' in yükselen nabzı, ellerinin titremesine sebep oldu. Kısa süreli uğradığı duygu karmaşası, üzerinde sersemlik yaratmıştı. Alp çaresiz bir vaziyetteydi; kendinde değil gibiydi, ta ki Güneş'i fark edene kadar. Ortamın gerginliği, telefonuna gelen mesajla daha da artmıştı. Mesaj yine Çisem' e aitti.

"Güneş, meraklandırıyorsun, iyi misin? Kahven soğudu."

Güneş gözlerini telefondan ayırıp, telefonunu cebine koyarken, Alp' e yardım etmek için ona doğru yöneldi.

Gümüş Kuyuya geldiğinde ki ilk göz temasını onunla kurmuştu. Alp cam gibi gözleriyle elini Güneş' e uzattı. Görevini yerine getirememenin korkusu bir yana dursun üzerine birde şiddet görmüştü. Bu meçhul şiddet, şimdilik atlatılabilirdi, fakat ilerisi içi başına bela olacak gibi duruyordu. Üstelik babası Levent' in tehditkâr ikazından sonra. Alp, aldığı darbelerin acısı ile ayaklanmaya çalıştı. Tekrar Güneş ile gözleri buluştu. Sesinde acının en tiz notası vardı.

"Lütfen bana yardım et."

Bölüm : 23.01.2025 11:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...