

Güneş yardım için elini Alp’e uzattığı anda tuvaletin kapısı sert hamle ile açıldı. Beyna Akay içeriye girdiğinde gözlerinde ki donuk bakışları, ortamın buz kesmesine yetmişti. Esrarengiz kız, kendinden ödün vermeden, yaşanan durumu inceliyordu. Onun zihin dünyasında, karanlık şüpheler filizleniyordu. Alp ve şehre yeni gelen kurbanın yan yana olma ihtimalini düşünüyordu. Oysaki Güneş, Alp’ in değil Çağın’ ın kurbanı olacaktı, en azından bildiği buydu. Beyna yerde yatan kuzenine küçümser şekilde baktı. Kalbi gerçeği görmeyi reddediyordu. Orada bir yardım çığlığı yankılanıyordu. Fakat o kalbe acımıyordu. Akaylar acımazdı. Acıtırdı.
Güneş, Alp’i işaret ederek durumu açıkladı: “Yardıma ihtiyacı var.” Ancak Beyna, gözlerindeki sorgulayıcı bakışları Güneş’ten ayırmadan, Alp’e yaklaştı. Elini uzatıp genci destekledi. Zihni hala öfkeyle bulanıktı.Alp'in bir çuval inciri berbat etme olasılığından bile öfkelenmişti.
“Yardıma ihtiyacı olduğu ortada. Şimdi bizi yalnız bırak.” Deyip kapıyı gösterdi. Beyna,
dudaklarından çıkan tek kelimede bir kinaye saklıydı. O an Güneş'in içindeki sinir dalga dalga büyüdü. Fakat o, hiddetini dizginlemek için kendini tuttu. Gururla başını geriye attı, saçlarını geriye savurdu. Kapıya doğru adımlarını baskılayarak yürüdü. Kapıdan çıkmak üzereyken, arkasından işittiği
ses, Alp’ ten gelmişti., Yaralı gencin dudaklarından sadece iki kelime döküldü: “Teşekkür ederim.” Bu kelimeler, Güneş’in zihnindeyankılandı.
İçindeki karmaşayı büyüttü. Geriye doğru dönüp yarım bir gülümseme bırakıp tuvaletten çıktı.
Beyna, ellerini Alp'in yüzüne getirdi. Sıkıca sıkmaya başladı. Öylesine sıkıyordu ki biraz daha bastırsa, kafasını patlacak bir güçte sıkmaydı bu. Alp’ in hiç ses çıkarmadan bu şiddete boyun eğmesi, Beyna’ nın onu kontrol etmesinden geçiyordu.
‘’Şimdi kendine geldin mi aptal?’’
‘’Evet, geldim…’’
Alp, travma sonrası ı Beyna tarafından kontrol altına alınmıştı. Acı onu kendine getiren tek unsurdu.
Alp bu manipüleye çabuk geliyordu.
‘’Ben onu burada bulmuştum, buradaydı.’’ dedi Alp. Ona görev olarak verilen kurbandan bahsediyordu. ‘’Ve sen onu kaçırdın..’diye çıkıştı Beyna.
Zihni, gel git ile dolan Alp, hem bu haince plana karşı çıkmaya çalışıyor, hem de verilen bu plana uyum sağlamaya gayret ediyordu. Beyninde bir elektriklenme hissetti. Gözleri kararıyor ve midesi bulanıyordu. Öyle sanıyordu ki fazla manipüle ve düşünce bedenini ağırlaştırıyor ve içinde tuttuğu enerji dışarıya çıkmak istiyordu. İçinde gezinen kötü düşünce, ona acizliği hatırlattı. Bu hatırlatmayı ona yapan Beyna’ nın küçümser bakışlarıydı. Alp kontrol altına tekrar girmişti. Acizliği onu on ikiden vurmuştu. Saniyeler sonra kafasını sağa sola doğru hızlasavurmaya başladı. Dişlerini var gücü ile sıkıp kırılana kadar sıkıyordu.
Başını lavabonun sert girintisine şiddetle vurdu.
‘’Ben aciz yaratığın tekiyim’’ diye bağırmaya başladı.
‘’Hey! Kendine gel, geri zekâlı’’
Beyna, kontrolden çıkan Alp’ i durdurabilmek için, yumruğunu, yüzüne sağlamca geçirdi. O anda Alp tekrar yere kapaklandı. Bu aldığı darbe o anda üzerinde şok etkisi yarattı.
Hayretle Beyna’ yı izlemeye başladı. Beyna daha fazla olayın yaşanmaması için, abisi Bora’ yı aradı.
‘’Acil durum, yardımına ihtiyacım var. Yaralanmış, yine başaramadı’’
Telaşla atan kalbi, Gümüş Kuyu’ya adım attığı ilk anda, yaşadığı olayın ağırlığıyla düzensiz bir ritme kapılmıştı. Güneş, böylesine karmaşık bir başlangıcı beklemiyordu. Akay ailesinden birinin saldırıya uğrayışına tanıklık etmek, ardından bir diğerinin sert ve soğuk tavrıyla karşılaşmak… Beyna Akay, söylendiği kadar vardı; itici ve mesafeli. Bu düşünce, zihninde yankılanan bir fısıltı gibi geçti.
Fakat Güneş, kaderinin onları sık sık karşısına çıkaracağını unutmamalıydı. Aynı okulun koridorlarında yolları kaçınılmaz şekilde kesişecekti; belki onlara yaklaşmak zorunda kalacak, belki de her şeyden uzakta, yalnızca gölgelerinin ağırlığını hissedecekti. Ancak evren, daha ilk günden mesajını açıkça vermişti: Akaylarla yolları kesişen kimse, bir kez o ağlara yakalandı mı, kolay kolay kurtulamazdı.
Cebinden telefonunu çıkarıp, Çisemi aradı.
‘’Neredesin?’’
‘’Kafeteryadayız seni bekliyoruz. Taha ile akşama güzel bir plan yaptık’’
‘’Tamam’
‘’Sen iyi misin?’’
‘’Evet, gelince görüşürüz’’
Güneş kafeterya’ ya geldiğinde, yüzünden düşen bin parçaydı. Taha ve Çisem bunu birkaç adım öteden anlamışlardı. Sandalyesini çekip yanlarına oturduğunda derin bir soluklandı. Çisem tek kaşını şüpheli tavrı ile kaldırdı. Anlaşılan ters giden bir şeyler vardı.
‘’İlk gün kötü mü geçti?’’ diye sordu. Henüz bir cevap alamadı faka Güneş’ in dolu gözleri bunu doğrular nitelikteydi. Tekrar derin bir nefes alan Güneş, dışarıyı izlerken gördükleri ile ufak bir gerginlik yaşadı. Dışarıyı izlerken, Beyna’ nın Alp’ i arabaya yerleştirirken gördü. Bakışlarını hemen oradan çekti fakat bu kez Çiseminki ile çakıştı. Çisem sorgular türde Güneş’ i izliyordu.
‘’Neler olduğunu anlatacak mısın?’’ dedi. Güneş’ in baktığı yöne doğru bakarak.
‘’Okul tuvaletinde bir ses işittim. Garipti… Tahmin edemediğim şekilde hemde’’
‘’Sonra ne oldu?’’
‘’Alp Akay, yerde sere serpe yatıyordu. Şiddet görmüştü. Baya dövmüşler ve benden yardım istedi. Yardım edecektim ama…’’
‘’Ama ne kızım? Sana bir şey mi yaptı?’’
‘’Hayır. Yapmadı. Zaten istese de yapabilecek güçte değildi. Beyna girdi daha sonradan. Muhtemelen onu arıyordu. Bana, iğrenç biriymişim gibi baktı. Bu aşırı zoruma gitti. Devamında beni gönderdi. Tuvaletten çıkmamı istedi. Düzeltiyorum emretti.’’
Güneş, bu durumu fazla içerlenmişti. Kabul edeceği bir durum değildi. Günü geldiğinde bunun öcünü mutlaka alacağını biliyordu. İstemediği bir anda egosu zedelenmişti. Güneş, duygusal biri olmasına karşın, hırslı ve tuttuğunu koparan ya da kopartana kadar çabalayan biriydi. Gurur ve mesafe onu fazla olgunlaştırıyordu. Bu duyguları aşabileceğini düşünse de hep aynı yerde aynı duygusundan tekrar tekrar vuruluyordu. Hayat onu sürekli aynı sınava sokuyormuş düşüncesindeydi.
‘’Güneş, seninle açık konuşacağım. Akaylar, televizyonlarda, sosyal medyada ne bileyim dergilerde izlediğin gördüğün takip ettiğin gibi insanlar değiller. Onlar… Bilirsin işte zengin ve havalı insanlar. Kolay kolay kimse yaklaşamaz. Seçkin insanlar. O yüzden Beyna’ nın tavrına şaşmamalı. Sende çok aldırma. Çılgınca bir dört sene geçireceğiz, buna odaklan.’’ Deyip göz kırptı Çisem.
İrili ufaklı gözlerini büyütüp, Çisemi’ i dilerken, bir anda onların arasında hayal etti kendini. Akay ailesi kadar güçlü ve ulaşılamaz. Güneş bu küçük görünmeyi kendine yediremezdi. Çisemin anlattıklarına karşılık o çoktan o ailenin, gücüne odaklanmıştı.
‘’Sanırım haklısın’’ dese de bu sadece ağzından çıkan bir yalanlamaydı. İçten içe kendi bildiğini okuyacağını çok iyi biliyordu.
‘’Neyse, hadi gidip alışveriş yapalım. Akşam için güzel bir sofra hazırlayalım ve ilk günümüzü kutlayalım’’ dediğinde Çisemin yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
‘’İşte şimdi, heyecanlandım’’ diyerek ekledi Taha. Akşam yemeği ve Çisem ile geçireceği gece için oldukça iştahlı görünüyordu.
-GÜMÜŞ KUYU SINIRLARI-
KAYA ORMANLIĞI.
Akşam saatleri 21.00’ ı gösterdiği zamanlardı. Havanın sisi ormanın tüm köşelerine yayılmış, oluşturduğu gizemin büyüsü ile ormanın içerisinde gezinmeye devam ediyordu. Dağ aracı ile dakikalar süren yolculuk sonrası, Alp Akay babasının talimatı ile Bora ve Beyna Kardeşler tarafından Kaya ormanlığına getirildi. Bu orman Gümüş Kuyu sınırları içerisinde şehir merkezine uzak, esrarengiz bir şekilde ulaşım alanı kolay olmayan ve herkesin uğrayamadığı terk edilmiş bir yer olarak da kabul ediliyordu. Aslında Akayların sırrı burada yatıyordu.
Bu zamana kadar düzenledikleri ayin törenleri ile kaç canın ruhu burada geziniyordu kim bilir? Kaç akıtılan kan burada döküldü. Kaç çığlık, sessizliğe gömüldü. Ya da kaç yardım çağrısı geri çevrildi. Alp soru kalıplarını bir bir dizdi, etrafını izlerken. Araçtan inerken, ormanın içerisine doğru göz gezdirdi. Ağaçlar devasa biçimde birbiri içerisinde girmiş, yükselen otlar, bacak boyuna yetişmişti neredeyse. Karanlık ile birleştiğinde, ucu bucağı görünmeyen siyah bir pusuya dönüşüyordu. Ormanın derinliklerinden, kurtların uluma sesleri yükseliyordu. Ormanda yalnız olmadıklarını anladı. Bu akşam kurtlarda onlara eşlik ecedekti anlaşılan.
‘’İn arabadan emrediyorum’’
Boranın emrine itaat eden çocuk, arabadan şiddetli bir darbe ile indirildi. Gözlerinde korku yuva yapmış yerinden fırlayacak gibi duruyordu. Dizlerinin üzerine çöken bu çocuk ellerini yukarıya kaldırdı.
‘’Lütfen bana zarar vermeyin’’
Alp, sabah şiddet gördüğü çocuk ile tekrar karşı karşıyaydı. Onun tarafından okulda zorbalık görmüştü. Fakat o Alp’ in kurbanı olması gerekiyordu. Ailesi, çocuğu bizzat Alp tarafından yok edilmesi gerektiğini söylemişti. Çocuk 19 yaşında, sarısın ve gösterişliydi. Güçlü ve zengin bir ailenin en küçük üyesiydi. Babası ünlü bir bürokrat ve sözü geçen biriydi. Zamanın birisinde çıkarları Akaylar ile ters düşmüş ve intikamı alınması için çocuk ele geçirilmişti. Akay ailesi, bu aileyi yok etmek için en zayıf yerlerinden vurmakla başlayacaktı ve onu ilk başlatan Alp olacaktı.
Fakat Alp bunu yapamadı. Önce acıdı sonra… Sonra tarif edemediği duyguları içerisinde barındırdı. Ancak karşısında ki bu durumu fark etmiş ve onu Alp’ i kullanmaya başlamıştı. Alp duygularına yenik düşmüş, kurban olarak gösterilen çocuğun oyuncağı olmuştu. En sonunda çocuk bu durumdan sıkılmış ve sabah kızlar tuvaletinde Alp’ i son kez kullanmış, üzerine birde şiddet göstermişti. Alp bunları düşünürken, kurban Alp’ e doğru yaşlı gözlerle izliyordu.
‘’Alp. Neler oluyor burada? Bana yardım et lütfen’’
Alp sessizlik yemini etmiş gibi suskundu ancak yüreği ağlıyordu. Yüreği kandırılmanın ve üzerine gördüğü fiziksel şiddetin varlığından ağlıyordu.
‘’Al şunu işini bitir.’’ Bora elinde ki silahı Alp’ e uzattı. ‘’Zaman daralıyor birazdan, kurt sürüleri buraya gelecek, onunla birlikte yem mi olmak istiyorsun’’ diye devam etti.
Alp, önce eline aldığı silaha ardından, yerde çömelen çocuğa baktı. Bir zamanlar o en yakınıydı. Eli titriyordu.
‘’Alp, lütfen, seni sevdiğimi biliyorsun, değer verdiğim bir arkadaşımsın. Sabah olanlar için çok üzgünüm affet’’
Alp duyduğu kelimelerin karşısında iyice küçüldü. Değer verdiği arkadaş. Bu ona oldukça komik ve sıradan gelmişti. Bir kez daha nasıl kandırıldığına şahitlik ediyordu. Bu kez düşünceleri bıçak gibi kesildi. Bu kesmiş yüzü ile Beyna yanına yaklaştı.
‘’O seni kullandı. Seni her anlamda kullandı. Şimdi görevini yerine getirmezsen, bunu tekrarlayacak. Sen bu kadar aciz olamazsın. Kendine gel. Akay soyadını gururlandır ve şu pisliği temizle. Bedenin neyse, fakat ruhun. Ruhunu kullandı o ruhunu…’’ Beyna sözlerini tamamlayamadan silah patlamıştı.
Çocuğun gözleri tekrar, iri iri açıldı. ‘’Alp, hayır’’ demesi ile alın çatından vurulması bir oldu. Alp aldığı manipüle karşısında bir kez daha yenik düştü. Evet kullanılmıştı. Defalarca kullanıldı. Ancak buna kendisi de izin veriyordu. Onun amacı sadece kalpte yer edinmekti. Onu öldürmek asla değildi. Alp’in gözlerinde, acı ile birleşen öfke, karanlığın içerisinde parıldayan tek ışık olabilirdi. Kendine geldiğinde, onu öldürdüğünü gördü. Eline baktığında elinde ağırlık yapan silahı yere fırlatıp, dizlerinin üzerine çöktü. Cansız bedeni ile yerde yatan çocuk gözleri açık gitmişti. Alp tekrar onunla göz göze geldi.
‘’Çok üzgünüm, sana bunu yapmamalıydım’’ diye içerisinden seslendi.
Bora ve Beyna, Alp’ i tekrar araca bindirdi. Sonrasında, ölen çocuğun bedenini ağaca bağladı. Ardında başından akan kan ile vücuduna kocaman bir daire çizin içerisine sonsuzluk ya da sekiz işaretine benzer bir figür çizdiler. Bu, Efendileri, üstatları, Ulukan için bir mesaj anlamına geliyordu. Araca doğru ilerlerken, uluyan kurtların artık çok yakında olduklarını gördüler. Kan kokusuna yaklaşan kurtlar artık cinayet alanındaydı.
Araca binen kardeşler, Alp ile göz göze geldiler.
‘’Alışacaksın. Sen bunun için doğdun. Bunun için öleceksin.’’ Dedi Bora Akay.
Beyna, bakışlarını Alp’ ten çevirip, görüş alanına doğru baktığında ise sesinde soğuk gülümsenin yankıları oluştu.
‘’Akşam ziyafeti başladı.’’
Kurban, aciz bedeni ile ağaçta asılı kurtlara, yem olmuştu. İştahları kabaran bu ulular, cesedi paramparça edinceye kadar yemeye devam etti. Kimileri ziyafet çekerken kimileri ise yaptığının bedelinin büyük olacağının farkındaydı. Alp gözlerini bu katledişten alıp, boşluğa kaydırdı. Tek istediği buna daha fazla şahitlik etmemekti.
***
Lavanta kokusu odaya hâkim olmuş, mumların sıcak ışıklarıyla şık bir masa aydınlanmıştı. Klasik müziğin zarif tınıları, odanın atmosferine zarafet katıyordu. Kırmızı şarap ve romantik dokunuşlarla süslenen bu akşam yemeği, Çisem ’in özeniyle hazırlanmıştı. Güneş, mutfağın köşesinde kendi hazırlığını yapıyordu. Şarabın yanına kendi tarifi ile oluşturduğu avokadolu bir salata hazırlarken, bir yandan Çisem ‘in spagetti için yaptığı sosu karıştırmasını izliyordu. Salondan gelen kahkaha ve Taha’nın derin sesi, odada yankılanıyordu. Taha, koltukta yayılmış bir şekilde oturuyordu; keyfi yerinde, şarabını çoktan birkaç kez tazelemişti.
Yemekler sonunda hazır olduğunda, Taha sabırsız bir şekilde seslendi:
“Evet, güzel bayanlar, hazır mı? Enfes kokular iştahımı kabarttı.”
Güneş, Taha’nın abartılı iştahını eğlenceli buldu. Çisem ise gülümseyerek elindeki tabağı masaya simetrik bir şekilde bıraktı. Ardından Taha’ya yaklaşıp saçlarına nazikçe dokundu.
“Masada abartılacak bir şey yok, ama benim elim değdiği için bu gece oldukça doymuş olacaksın,” dedi ve göz kırptı. Konuşmasının ardında cazibe ile karışık cinsel çağrı bulunuyordu.
O an, Taha’nın bakışları kısa bir süre Güneş’e kaydı. Gözleri masadaki salataya, ardından salatayı hazırlayan Güneş’e yöneldi. Bu bakış, masada sadece Çisem ‘in değil, Güneş’in de emeği olduğunu hatırlatır gibiydi. Güneş, Taha’nın bu detaycı gözlemi karşısında istemsizce bir rahatsızlık hissetti, ancak kendine bunu önemsememesi gerektiğini hatırlattı.
Yemek sona erdiğinde, arka planda çalan klasik müzik ve alkolün verdiği mayhoşluk herkesi daha özgür bir ruh hâline bürümüştü. Masada genelde Çisem ve Taha’nın ilişkisi konuşuluyordu. İlk tanıştıkları andan bugüne kadar olan maceraları anlatıldı. Güneş, ikilinin arasındaki çekişmeli ama uyumlu ilişkiyi izlerken, düşünceleri çoktan başka bir yöne kaymıştı. O, gün içinde Alp ile yaşadığı karşılaşmayı düşünüp duruyordu. Acaba ne haldedir. Ne yapıyordur? İyi olup olmadığını sorguladı. İçinde anlamlandıramadığı bir telaş yükseldi.
Güneş, masadan izin isteyip odasına çekildi. Düşüncelerinden bir nebze olsun sıyrılmak ve uzaklaşmak istedi.
‘’İyi geceler, sarışınım’’ dediğinde Çisemin yüzünde alkolün vermiş olduğu tatlı mayhoşluk vardı.
‘’Size de iyi geceler’’ deyip göz kırptı. Ardından Taha ve Çisemi gerisinde bırakarak odasına geçti.
Pencerenin kenarına gidip dışarıdaki manzarayı izlemeye başladı. Ay ışığının geceye karıştığı o büyüleyici görüntü karşısında, huzur dolu bir nefes aldı. Şarabından bir yudum alıp bu anı ölümsüzleştirmek için telefonunu çıkardı ve bir fotoğraf çekti. O anda annesi aklına geldi. Aramaya karar verdi. En azından sabah annesinden gelen mesaj için merakta bırakmaması gerektiğini düşündü.
‘’Anne’’
‘’Hiç dönmeyeceksin sandım canım.’’
‘’Özür dilerim. Yoğun bir gündü’’
‘’Eee nasıldı ilk gün?’’
‘’Çok güzeldi. Hatta birkaç arkadaş edindim bile’’ gözlerini devirdi. Yalan söylemeyi beceremiyordu.
‘’Sen… Buna inanayım mı kızım?’’
‘’İnansan iyi edersin’’
‘’Kim olduklarını tahmin edemezsin’’
‘’Kimler?’’
‘’Akay soyunun yüce çocukları ile. Alp ve Beyna Akay’’
‘’----------‘’
‘’Anne. Şok mu geçirdin. Bu kadarını beklemiyordun değil mi?’’
‘’Güneş...’’
‘’Efendim anne?’’
‘’Kendine dikkat et olur mu?’’
Güneş, annesi tarafından ani gelen bu uyarıyı anlayamadı.
‘’Anne. Ben arkadaş edindim diyorum sen dikkat et diyorsun. Sen beni duydun mu?’’
‘’Yine de herkese güvenme temkinli ol’’
‘’Anne rolleri mi değiştik şu an? Bunu sen mi söylüyorsun. Alo Belma hanımla mı görüşüyorum?’’
‘’Kızım dalga geçme işte senin için söylüyorum. Neyse biz sabah uçağı ile İzmir’ e dönüyoruz. Kardeşin yine huysuzluk çıkarmış okulda. Artık beni gerçekten yoruyor.’’
‘’Onu da gönderin başınızdan. Babamla daha rahat seyahatler edersiniz böylelikle.’’
‘’Bak şimdi. Kızıyorum ama Güneş’’
Güneş bu kez espri yapmamıştı. Kendisinin hala ailesi tarafından bilerek gönderildiğini düşünüyor ve bunu kabulleniyordu. Yoksa İzmir’ den gitmeyi istememişti. Orada okul hayatına devam etmek istemişti. Ancak ailesi yoğun çalıştıkları için bunu bahane edip Güneş’ i özel okulda okutmayı ve bunun Gümüş Kuyuda olması gerektiği kararını vermişlerdi. Bu karar oldukça ani ve zamansız olmuştu. Güneş bu durumu kabullenmekte oldukça zorlanmıştı.
‘’Kapatıyorum. Uyuyacağım. Yarın erkenden dersim var. İzmir’ e dönünce Görkem’ i öp benim için’’
‘’Güneş’’
‘’ İyi geceler anne’’
Telefonu kapattıktan sonra gözünden yaş akarak, boynuna kadar süzüldü. Alışmaya çalışıyordu.
Yalnızlığa…
Elinde ki kadehi tekrar kaldırıp içmek istedi ancak kadehindeki şarap bitmişti. Salona dönüp alkolünü tazelemek istedi.
Salona vardığında, masanın hâlâ toplanmamış olduğunu fark etti. Tabaklar, yarım kalmış kadehler ve bir süre önceki kahkahalardan geriye kalan bir sessizlik vardı. Televizyondan Lana Del Rey’in Video Games video klibi dönüyordu. En sevdiği şarkıcı ve şarkıyı hayranlıkla baktı. Klip bitene kadar o anın tadını çıkarmaya karar verdi. Salona tekrar göz gezdirdi. Bu boş salon, Taha ve Çisem ‘in gecesinin nasıl devam ettiğini tahmin etmek için yeterince ipucu bırakıyordu.
Güneş, kadehini doldurup odasına doğru ilerledi. Ancak koridorda bir anda Taha ile karşılaştı. Taha banyodan yeni çıkmıştı; beline bağladığı havludan başka bir şey giymemişti. Damla damla süzülen su, sert ve kaslı bedeninden akarken koridorun loş ışığı, onun bembeyaz tenini daha belirgin hâle getiriyordu. Anlaşılan gece birileri için verimli geçmişti. Taha, mahcup bir tavırla hafifçe gülümsedi. Dudaklarını inceltip başını eğerek kısa bir selam verdi.
Güneş, Taha’nın bu hâli karşısında ne yapacağını bilemedi, ama mahcubiyetini gizleyip ona kısa bir gülümsemeyle karşılık verdi. İkisi arasında kısa bir sessizlik oluştu. Sonunda Taha, “İyi geceler,” diyerek uzaklaştı. Güneş, odasına döndüğünde hâlâ Taha’nın dalgın bakışlarının üzerinde olduğunu hissediyordu. Kapıyı kapatıp kendini odasının huzuruna bıraktığında, bu hislerden arınmaya çalıştı.
Sabah olduğunda, yağmurun sakinleştirici sesleriyle uyandı. Penceresini açıp yağmurla karışan o temiz havayı ciğerlerine çekti. Toprağın kokusu, sanki cennetten bir esans gibi odaya doluyordu. Güneş, bu huzur dolu anın tadını çıkardı. Bir süre pencerenin kenarında durup yağmuru izledi. Sonra ılık bir duş alarak güne hazırlandı.
Bugün daha kalın bir şeyler giymek istedi. Siyah deri pantolonunu ve mor kazağını tercih etti. Mor renk her zaman Güneş’i daha sakin ve özgür hissettirirdi. Kazağına uyumlu takılar taktı. Hafif bir makyajla hazırlığını tamamladı. Ardından ders notlarını çantasına yerleştirdi. Dün geceden kalanları toparladıktan sonra bir kahve hazırladı. Çiseme mesaj attı:
“Kahven hazır. Bol sütlü, kremalı ve şekerli.”
Bir süre sonra Taha salona girdi. Onun buz mavisi gözleri, Güneş’i baştan aşağı süzdü.
“Günaydın, Güneş,” dedi Taha.
‘’Günaydın Taha’’
Taha hala Güneş’ i izlemeye devam ediyordu. Bakışları rahatsız edici olmaya başlamıştı.
‘’Taha bir sorun mu var?’’
‘’Sen, İzmir’den gelmiştin değil mi?’’
‘’Evet. Neden sordun?’’
‘’Seni bir yakınıma o kadar çok benzetiyorum ki. Şey eski bir akraba’’
Güneş, gözlerini devirdi ve gülümsedi.
‘’Herkes herkese benzer Taha.’’
Taha derin bir sessizlik ile gülümsedi.
Çok yakında bunun sadece bir benzerlik olmadığını Güneş’ de anlayacaktı.
Tam o sırada Çisem, uykulu bir hâlde salona geldi. Gözlerini ovuşturarak, “Siz ne fısıldaşıyorsunuz bakalım bebekler?” diye sordu.
Güneş, Taha’ya olan rahatsızlığını belli etmemeye çalıştı
Çisem’in kahvesini hazırladıktan sonra, Güneş onun dikkatlice kendisine baktığını fark etti. Dün yaşadıklarına dair genel bir soru sorarak öğrenmek istediği belliydi. Güneş, Alp ile yaşadığı olaydan bahsetmeye başladığında, Çisem ‘in yüzündeki ifadeden, konuşulan konunun onu gerdiğini anlamıştı. Ancak yine de anlatmaya devam etti. Bir yandan kendini ifade etmeye çalışırken, Çisem de diğer yandan sakin bir şekilde hazırlanıyordu.
Güneş, Akay soyundan birini tanımış olmanın getirdiği karmaşık hisleri saklamakta zorlanıyordu. Alp, yardıma ihtiyacı olan biri gibi görünüyordu. Ancak Güneş’e göre, “Akay” soyadını taşıyan biri için bu fazlasıyla sıradandı. Alp’in etrafında dolaşan sır, Güneş’i ona daha çok çekiyordu. Bu düşünceler içinde kaybolmuşken, dudaklarından dökülen soruyu fark etmedi bile:
“Bu bir tesadüf olabilir mi?”
Çisem, bir kaşını kaldırarak yan bakışlarıyla bu sorunun anlamını çözmeye çalıştı. Güneş’in karşısına oturup, derin bir bakışla kendini kaptırmaması gerektiğini söyledi. Çisem ‘in bu uyarısı, Güneş’i hem utandırmış hem de içten içe düşündürmüştü. Çisem ‘in söyledikleri, içinde bastırdığı karmaşayı daha da belirginleştiriyordu. Güneş, kısacık bir sıcak gülümseme ile cevap verdi. Ancak bu gülümsemenin altında ucu açık bir mesaj saklıydı: Güneş, bu karmaşık duyguyu henüz çözebilmiş değildi.
***
Okula vardıklarında, Güneş ders programını kontrol etti. Öğleden sonrası boştu ve bu, onu fazlasıyla mutlu etmişti. En çok merak ettiği yerlerden biri, okulun kütüphanesiydi. Fakülteden birkaç blok ötede, orman içindeki bir yürüyüş yoluyla ulaşılan bu kütüphane, deniz manzaralı ve adeta bir sanat eseri gibi tasarlanmıştı. Güneş, günün hızlıca geçmesini ve bu eşsiz anı yaşamak için sabırsızlanıyordu.
İlk ders, “İletişime Giriş ”ti. Güneş, sıraya oturup kitabını açtı. Sayfaları karıştırmaya başlarken, eğitmen sınıfa girerek dersi başlattı. Ancak dersin ilerleyen dakikalarında Güneş’in zihni dağıldı. Eğitmenin sözleri, onun için giderek anlamını yitirmişti. Aldığı notları kısa tutmaya çalıştı. Derin bir nefes alarak, dersin bitmesini bekledi.
Geçen verimli eğitim sonrası, Eğitmen, saatini kontrol edip hafif bir gülümsemeyle, “Mola zamanı, ya da nikotin ihtiyacı için küçük bir kaçamak diyebiliriz,” dedi ve sınıftan ayrıldı. Güneş, çantasını topladı ve hızla sınıftan çıkıp okulun koridorlarında yürümeye başladı. Ancak tam bu sırada okulun hoparlöründen yankılanan bir kadın sesi, tüm dikkatini üzerine çekti:
“Öğrencilerimizin dikkatine! Okul kurucularımızdan Sayın Anka Akay, bugün saat 17:00’de 1. sınıf öğrencileriyle tanışma toplantısı düzenleyecektir…”
Anka Akay ismini duyar duymaz, Güneş’in gözleri büyüdü. Bu, hayal ettiği bir fırsattı. Belki ileride onunla bir röportaj yapabilir, bu hayalini gerçekleştirebilirdi. Heyecanla yoluna devam etti.
Kütüphane yolunda ilerlerken, çevresindeki detayları hayranlıkla izledi. Sıra sıra banklar, özenle yerleştirilmiş çimler ve çalışma masaları, kütüphanenin atmosferine anlam katıyordu. Ancak öğrencilerin tuhaf bakışları, Güneş’in dikkatinden kaçmadı. Göz göze geldiği birkaç kişi, ona garip ve hatta acınası ifadelerle bakıyordu. Sanki hepsi geceden kalmış gibi, görünüyordu. Sanki bildikleri bir şey vardı ve hepsi bir ağızdan susuyorlar gibiydi. Bu durum onu huzursuz etmişti. Göz temasını hemen kesip kulaklığını taktı ve en sevdiği şarkıyı açtı. (Lana Del Rey- Summertime Saddnes)
Denizin güneşle dans ettiği manzaraya yaklaştığında, içini tarifsiz bir mutluluk kapladı. Güneşin yansıması, onu karşılar gibiydi. Birkaç dakika bu manzarayı izledikten sonra kütüphaneye giriş yaptı. Güvenlik kontrollerinin sıkı ve özenli oluşuna şaşkınlık yaşasa da, içeriye adım attığında gördükleri karşısında büyülenmişti. Altı katlı bu devasa yapı, adeta bir sanat tapınağı gibiydi. Her katlarda duvarların üzerinde kitaplar ile donatılmıştı. Sanki duvarlara kitap figürlü duvar kâğıdı yerleştirilmiş gibiydi. Ancak bu gerçekti. Kat uzadıkça hipnoz etkisi yaratan bir kitap döngüsün içerisinde gibiydi. Kafasını yukarı kaldırdığında, kütüphanenin katlarını görmekte zorlandı. Başının döndüğünü hissederek etrafına bakındı.
Anka Akay’ın toplantı yapacağı salonun burası olduğunu fark ettiğinde, kalbi hızla çarpmaya başladı. Daha şimdiden, dönemin yeni öğrencileri salonda toplanmıştı. Gözlerini yukarı çevirdiğinde, “Sanat Atölyeleri” yazan tabelayı gördü. Merakla birinci kata yöneldi. Koridor boyunca resim, heykel, müzik ve grafik tasarım gibi bölümleri incelerken, yaratıcılığın adeta burada can bulduğunu düşündü.
Tam bu sırada, kulaklarına çalan çellonun derin ve hüzünlü notaları doldu. Müzik, koridoru ve Güneş’in ruhunu sarıp sarmalıyordu. Her bir nota, acıyla karışık bir ağıt gibiydi. Güneş, bu yankılanan ezgiyi çalan kişiyi görmek için dikkatlice kapıya yaklaştı. İçeri girmeye çekinse de, melodilerin çekimine kapılmaktan kendini alıkoyamadı.
“İçeri gel” dedi karanlık odanın içinden bir ses.
Bu ses, Alp’ e aitti. Güneş’in şaşkınlığı, onun yüzüne baktığında daha da arttı. Alp’in gözleri dolmuş, yüzünde derin bir hüzün vardı. Bu hüzün içini kesen bir bıçağın, yüreğine saplanışıydı onun için. Derin üzüntü örtüsünün içerisinde gizlenirken, onu Güneş görmüştü. Karanlığa doğan aydınlık gibi onu aydınlatıyordu. Alp’ in karanlığına ışık oluyorduk. O ki o karanlıkta boğulmayı tercih etmişken üstelik.
Sessizliğin içerisinde birbirlerini izlemekle yetindiler. Güneş, ne yapacağını bilemez halde dururken, Alp, ölü bir bedenin ayaklanması gibi olduğu yerden kalktı ve Güneş’ e doğru yaklaştı. Güneş, adımlarını birkaç adım geriye attı. Tedirgindi. Midesinde anlamsız bir baskı vardı. Bu kez güven vermeyen bir ortamda başına bir şey gelebileceğini düşündü. Yanıldı. Savunmasız kalp, ona yakınlaşmak istiyordu. Alp, yanına iyice yaklaştığında, gözlerinde ki mahcup ifade, gözyaşının buğusu ile bütünleşmişti. Başını Güneş’ in omzuna yasladı ve içli bir şekilde ağlamaya başladı. Akıtamadığı tüm gözyaşlarını sıraya dizmiş ve onları dağılan inciler gibi yere düşmesine izin vermişti.
Güneş, ellerini tedirginlikle Alp’in başına koydu. Onun gözyaşlarının dinmesini beklerken, ruhunun derinliklerinde hissettiği duyguları hissetmeye çalıştı. Bu an, kelimelerle anlatılamayacak kadar derin ve anlamlıydı. Bu an eksik ruhların kavuşma anıydı.
Alp'in gözyaşları, Güneş'in omuzlarında birikiyor, her damla onun yüreğinde derin yaralar açıyordu. Yaşlı gözlerin ardındaki hüznün, Güneş'in ona karşı hissettiği şüpheyi törpülüyordu. O sessiz anları bozan, Alp'in titrek dudaklarından dökülen cümle oldu.
"Kimsin sen?"
Bu soru, Güneş'in zihninde yankılandı. Kimdi gerçekten? Neden buradaydı? Neden bu çaresizliğin içinde Alp'e kenetlenmiş, onu anlamaya çalışıyordu? Alp'i ona çeken neydi? Ünü mü, şöhreti mi? Hayır, bunların hiçbiri değildi. Alp, karanlığa hapsedilmiş, yalnızlıkla örülmüş bir bedenin yansımasıydı. Çırpınıyor, kurtulmak istiyordu. Güneş, onun çektiği acının başka bir biçimini yaşıyordu. Ailesi tarafından görünmeyen ve itilen biri olarak biliyordu kendini. Aynı karanlığın farklı yalnızlıklarıydılar. Ve belki de iki eksik bir araya gelip, birbirlerini tamamlıyordu.
"Ben Güneş," dedi usulca.
Alp uzun uzun gözlerinin içine baktı. Yaşlarını silerken acıyla karışık bir gülümseme yayıldı yüzüne. Her gülüşü, derinlerde sakladığı yaralarının izlerini taşıyordu. Ailesinin zulmüne karşı ve üzerine kılıf olarak geçirmek istedikleri, katil imajını üzerinden sıyırabiliyordu, çünkü bu kez yalnız değildi, ona bir el uzanmıştı.
"İsminin anlamını biliyor musun?" diye sordu beklenmedik bir şekilde.
Bu soruya daha önce kimsenin yöneltmemiş olması Güneş'i şaşırttı. Düşünmeden cevap verdi.
"Büyük gök cismi.Hani Gezegenlere ve yerküreye ışık, ısıverengök cismi" dedi kinaye ile.
Alp'in yüzünde alaycı bir tebessüm belirdi. Ellerini kaldırıp havada dairesel hareketler çizerek Güneş'i işaret etti. Ardından, "Hayır, o değil," dedi, sesi derin bir tonla yankılandı. "Güneş, ummadığın anda gelen kurtarıcı ya da saf sevgi." Bu tanım, Güneş'in içine işledi. O an Alp'e karşı duyduğu karmaşık hisler bir anlam kazanmıştı. Kendisini saf sevgi ve kurtarıcı olarak tanımladığına göre, kurtarılmaya ihtiyacı olan biri miydi? Ama bu nasıl olabilirdi? Diye düşünmeden edemiyordu. Alp'in derin, gizemli biri olduğu her halinden belliydi. Güneş'in yüzüne istemsiz bir gülümseme yayıldı. Ve ikisi birlikte, acıların gölgesinde bir gülümsemeyi paylaştılar. Güneş, bakışlarını onun gözlerinden ayırmadan, en çok merak ettiği soruyu sordu:
"Neden bu haldesin?" Alp, anında cevap vermedi. Yüzündeki ifade ciddileşirken derin bir nefes aldı. Neden bu halde olduğunun ne anlatacak cesareti ne de hali vardı. Sadece dün gece birini istemeden de olsa öldürmüştü. Üstelik bu kişi onun en büyük zaafıydı.
"Soru bu olmamalı," dedi yavaşça. "Esas soru, sen neden buradasın olmalıydı."
Başlangıçta bu cevabın anlamını kavrayamayan Güneş, sessizce etrafına göz gezdirdi. Burası, sanatın ve müziğin kalbi gibi görünen bir odaydı. Sessizlik, karanlık, bir çello... Bu üçlü, Alp'in iç dünyasının yansıması gibiydi. Hayatında koparılan duyguların birer sembolü olarak etrafı sarıyordu. Güneş, uzun zamandır böylesine yoğun bir duygu yaşamamıştı. Özellikle de karşı cinse karşı. İnsanlara olan güveninin tükenmişliği, onu herkesten, özellikle erkeklerden uzaklaştırmıştı. Ama şimdi, karşısında dimdik özgürce durabiliyordu. Çünkü karşısında ilk kez bir erkek, ona gücünü değil, içini döküyordu.
"Hepimizin bir hikâyesi var," dedi Güneş, sessizliği bozan bir tonla. "Ama karanlık, ama aydınlık." Alp, bu sözlerin üzerine başını hafifçe salladı ve alçak bir sesle karşılık verdi.
"Hepimizin bir hikâyesi var, Güneş. Ama sahte, ama yalan."
Bu kafiyeli sözlerin bir sonu var mıydı, yoksa bu konuşma daha derin bir yere mi eviriliyordu, bilmiyordu. Tek bildiği, Alp'in soyadı her ne kadar "Akay" gibi bir asaleti işaret etse de, içten içe acı çektiğiydi. Ve bu acı, onu yalnızlığa mahkûm etmişti. Ailesiyle mi ilgiliydi bu durum? Yoksa yaşadığı daha korkunç bir şey mi vardı? Güneş'in zihni, cevapsız kalan sorularla doluydu. Alp, birkaç adım attı ve Güneş'in karşısında durdu. Ellerini yavaşça Güneş'in omuzlarına koyarak ona baktı. Bu temas, masallar diyarının başlangıcı gibiydi. Güneş bunun farkındaydı, ama sonunu kestiremiyordu.
"Seni yakından tanımak istiyorum, buna izin verir misin?"
Bu cümle, Güneş'in zihninde yankılandı. Böylesine hoşgörülü, böylesine nazik bir soru... Onun için alışılmadık derecede incelikle yoğrulmuştu. Bu kelimeler, zihnindeki tüm olumsuz düşünceleri silip süpürdü. Hayır demek mümkün olabilir miydi? Özellikle de hayatın ona cömert davranmadığı, yalnızlıkla yoğrulmuş birine karşı.
Gümüş Kuyu'ya adım attığından beri tanıştığı en derin ve en etkileyici kişiydi Alp. Güneş, ona kayıtsız kalamayacağını fark etti. Sessizce başını onaylar şekilde salladı. Bu hareketine karşılık Alp'in yüzünde sıcacık bir tebessüm belirdi. Bu tebessüm, alabildiğine gerçekti.
Güneş, sonunu bilmediği bir hikâyenin ilk satırlarını yazmaya başladığını o an fark etti. "Yeniyim burada," dedi Güneş, sesine bir açıklık katarak. "Gazetecilik okuyorum. "Alp, kısa bir an onu süzdü ve ardından sordu. "Neden burası?"
Güneş, bu soruya aldırmadan hafifçe gülümsedi. "Artık neden sorusunu bırakabilir miyiz? Mesela, nasıl diye başlayabiliriz," dedi hafif bir alayla. Alp bu öneriyi pek dikkate almadı. Çellosunu usulca toparlamaya başladı. Güneş, onun sakin hareketlerini izlerken, kendini aptalca bir soruya kaptırmaktan alıkoyamadı.
"Sen hangi bölümdesin?"
Bu sorunun gereksizliğini fark etmesi uzun sürmedi. Çello ve bulunduğu ortam, Alp'in müzikle ilgili biri olduğunu açıkça gösteriyordu. Ancak Alp'in yüzünde samimi gülümseme belirdi. Başını kaldırmadan konuştu. "Yarın okul çıkışında benimle gelir misin?". Sesi kararlı bir tona bürünmüştü. "Bu şekilde bir tanışma yeterince ilginç değil. Basit, sıradan, sıkıcı." Bu kısa ve net cümleler, Alp'in gizemini daha da artırıyordu. Güneş, bu belirsizliğin onu sabrının sınırlarına getirdiğini hissetti. Alp' in gitmek üzere olması onu geçiştiriyor hissine kapılmasını sağladı. Lafı dolandırmadan asıl merak ettiği soruya geçti.
"O ilk gün ne oldu? Bunu sana kim yaptı? Nasıl bu hale geldin?"
Alp hafifçe gülümsedi. Bu gülüş, acıyla yoğrulmuş gibiydi. "Nasıl" diye tekrar etti, sanki sorunun ağırlığını yeniden tartıyormuş gibi. Bu soru cevapsız kalmalıydı. Bunu yanıtlamayacaktı. Ardından telefonunu eline aldı, ekrana kısa bir bakış attı ve Güneş'e dönerek numarasını istedi. Güneş, önce duraksadı.
''Bu fazla hızlı değil mi?''
''Yaşanacaklara engel olamayız Güneş. Sistem böyledir. Numaranı istemem gerekiyor demek ki. Sende bunu istiyorsun biliyorum.''
Güneş, Alp'in dediğini yaptı. Zaten aksi mümkün değildi; Alp'in söylediklerine direnmek bir seçenek gibi gelmiyordu. Alp, onu arayacağını söyleyerek atölyeyi terk etti. Güneş, atölyenin sessizliğinde bir başına kaldı. Gizemli kişinin yanından uzayıp gittiğini fark ettikçe içinde bir huzursuzluk yükseldi. Düşüncelerinden sıyrılmak ve ortamın ağırlığından kurtulmak için kütüphaneye yöneldi. Çıktığı koridorda etrafına bakındı. Ancak Alp görüş hizasından çoktan kaybolmuştu.
Koridorda ilerlerken, ara sıra telefonunu kontrol etti. Belki Alp bir mesaj atar, bir işaret gönderir diye düşündü. Ama telefon ekranında hiçbir bildirim yoktu. Yine de beklemekten kendini alıkoyamadı. Kütüphanenin altıncı katına ulaştığında, cama yaklaşıp aşağıya baktı. İnsanlar kalabalık bir şekilde toplantı salonuna doğru ilerliyordu. Yukarıdan bakıldığında, hareket eden bu topluluk bir karınca yuvasını andırıyordu. Kafasındaki karmaşıklığa odaklanırken dışarıdan gelen sesler dikkatini çekti. Camdan dışarı baktığında, iki tırın okulun arka girişinden içeriye doğru yanaştığını gördü. Tırların içindeki büyük variller indiriliyordu. Etrafta oluşan kalabalık, iş birlikçi gibi gelen tırların içindekilerini indirmek için bir elden yardım ediyorlardı. Biraz daha dikkatlice kişileri seçmeye çalıştı. Bu kez gördüğü Ekrem Akaydı. ''Doktor Ekrem Akay''diye iç geçirdi Güneş. Oluşan telaşı çözmeye çalıştı. Ekrem ve yanındaki stajyerleri, ellerinde bir çizelgeye bakıp, notlar alıyordu. Gözlerini odakladı ve gelen varillerin ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Dikkatini toplayınca gelen yüklerin, öğrencilerin sıklıkla ellerinde taşıdığı pet şişelerdeki su şişeleri olduğunu fark etti. Bu sıradan detayın içinde bir anlam arıyordu belki de. Ama asıl aklı Alp'teydi. Onun gizeminin içinde kaybolmuştu ve Alp'in iç dünyasını ne zaman açacağını bilmiyordu. Bu belirsizlik Güneş'i hem tedirgin ediyor hem de daha derine çekiyordu. Adımlarını bulunduğu yerden geri döndürüp, toplantı salonuna doğru ilerlemeye başladı.
***
Onu ilk gördüğü andan itibaren, bir timsah gibi pusuda beklemeye başlamıştı. Tüm düşüncelerini, tıpkı buruşturulup atılan bir kâğıt gibi zihninden silmek istedi defalarca. Ancak içindeki isyan ve onu ele geçiren derin kudret, buna asla izin vermiyordu. Örgütün ve babasının ona verdiği talimat, Gümüş Kuyu topraklarına adım atan masum bir kızın hayatını sonlandırmakla neticelenecekti. Ve bu, ona yüklenen görevlerin en soğuklarından biriydi.
Çağın, siyahla kaplı Range Rover' in içinde, okulun dışından içeriyi gözleyerek sigarasını son nefesine kadar içiyordu. Düşünceleri, karanlık bir girdap gibi zihnini kuşatmış, onu çıkışı olmayan bir boşluğa çekiyordu. Elindeki telefonunu çıkararak gelen dosyaları inceledi. Ekranda, kurbanı olarak adlandırılan Güneş Metiner'in fotoğrafını inceledi. Onun yüzüne her baktığında içinde yükselen merhamet ya da anlam veremediği başka bir duygu, beynini sürekli sorgulamalara itiyordu. Bu neydi? Tanımadığı birine karşı nasıl bu kadar masum bir his duyabilirdi? Eğer böyle bir şey mümkünse, neden daha önce hiç olmamıştı?
Zihnindeki bu amansız sorular, sigarasından çektiği derin nefesle birlikte bir an için sustu. Ancak onu daha fazlası bekliyordu. Görevi tamamlamalıydı. Bu, örgütüne ve ailesine olan bağlılığının bir gereğiydi. Tüm masumiyetini karanlığa hapsetmesi ve diğerleri gibi Güneş'i de o dipsiz çukurun bir parçası yapması gerekiyordu. Ama neden yapamayacak gibi hissediyordu?
Arabanın camı iki kez tıklanmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Karşısında, eski kurbanı olmaktan kurtulan Gül duruyordu. "Beni içeri alacak mısın? Konuşacaklarımız var," dedi Gül, gözlerini doğrudan Çağın'a dikerek. Çağın, sert bir ifadeyle kaşlarını çattı. Onunla konuşmak ya da yüzleşmek istemiyordu. Örgüt Gül'e, bir şans vermiş ancak ayin töreninde bedenine işlenen damgayı hiç silmemişti. Gül'ün son zamanlarda sergilediği meydan okur tavırlar ise tehlike çanlarını çaldırıyordu. Özellikle Akaylar ve örgüte karşı bu kadar sert çıkışlar yapması, kara listeye girmesini an meselesi haline getirmişti. Yine de Çağın, tereddüt etmeden aracının kilidini açtı.
Gül, hızlı bir hareketle kapıyı açarak yan koltuğa oturdu.
"Neredesin sen? Günlerdir seni arıyorum. Telefonlarıma neden cevap vermiyorsun?" dedi öfkeyle.
Çağın, dişlerini sıkıp sakin kalmaya çalıştı. "Sana hesap vermek zorunda değilim. Senin işin bitti. Bunu hâlâ anlamıyor musun?" diye yanıtladı.
"Anlamıyorum, Çağın Akay. Ben senin oyuncağın değilim. Benimle böyle oynayamazsın. Ayrıca ben de..."dedi Gül, ama cümlesini tamamlayamadan Çağın sözünü kesti.
"Sen de ne? Aramızda bir şeyler olacağını mı sandın? Ne kadar aptalsın,Benimle bir daha bu tonda konuşma. Seni pişman ederim"dedi soğuk bir şekilde.
Gül'ün dudakları alaycı bir kıvrımla yukarı kalktı. "Pişman edeceğini çok iyi biliyorum. Daha önce yaptığın gibi." Gül bir an duraksadı, sonra sesini alaycı bir tona çevirdi. "Ah, annen yine bu yıl okula yeni gelenlerle ilgili tanıtım toplantısı yapacakmış. Yani onları deneysel sıvılarınızla, pardon, sularınızla zehirleyecek, değil mi? Bingo. İlk zihin kontrol denemesi. Bilinçaltına hücum. Kontrol etmeye çalışma ve en sonunda kusursuz köleler yaratma ne büyük bir manipüle "
Bu sözler Çağın'ın öfkesini körükledi. Bir anda Gül'ün çenesine yapıştı.
"Kes sesini!" dedi, öfkesinin sınırlarına ulaşmış haldeydi. Kalın parmakları kızın çenesini biraz daha sıkmaya devam ederse, kırabilecek güçteydi.
Gül, canını acısı ile geri çekildi. Uzun bir aradan sonra Çağından ve yapacaklarından korkmuştu ancak yine de yapacaklarından geri kalmıyordu. ,
"Bugün o toplantıya gireceğim Çağın. Bu kötülüğe karşı kayıtsız kalamam, ne pahasına olursa olsun.''
Çağın gözlerini ona dikerek sessizleşti. Gül'ün yüzündeki kararlı ifadeyi süzdü. "Sonunda ne olacağını biliyorsun" diye mırıldandı.
''Evet biliyorum. Umurumda değil. Ben burası için kendi ailemden vazgeçtim. Babamı kaç aydır görmüyorum. Ailemden uzaklaştım, kendimden uzaklaştım.''
"Öyleyse yap. Durma." Dedi Çağın. Yüzü buz kesmişti. İfadesiz ve hissiz bakıyordu.
Gül, onun sözlerini önemsemiyormuş gibi başını eğdi. "Artık hiçbir şeyden korkum yok, Çağın."Araçtan inmeden önce bir an durdu, derin bir nefes aldı. "Umarım yeni projenin canını çok acıtmazsın,"dedi, gözleriyle onu delip geçerek. Çağın, yanından uzaklaşan Gül'ü ardından izlerken hiçbir şey yapmadı. Belki de Gül'ün planına izin vermeliydi. Cesaret edemediği şeyi bir başkası yapacaksa, bu onun suskunluğuna değerdi. Sessizliğin içinden sıyrılıp planlarını yola koyma vakti gelmişti. Arabasını çalıştırdı, bir kez daha boşluğa sürüklenmiş halde oradan uzaklaştı. Güneş'i daha iyi tanımalıydı. Ya onu çözmek için tüm dosyaları karıştıracak ya da onu kendi ağına çekmenin bir yolunu bulacaktı
***
Gül, Gümüş Kuyuya ilk geldiği yıllarda, Çağın'ın "yeni kurban projelerinden" yalnızca biriydi. O zamanlar, masumiyetinin ağırlığında saklı bir hayat yaşıyordu. Ancak Çağın'ın ona yaklaşmasıyla, hayatı hızla renklenmişti. Onun soğuk ama bir o kadar cezbedici varlığı, Gül'ün kalbinde kök salmıştı. İlk aylarda yaşadığı mutluluk, her geçen gün daha da büyüyordu. Çağın'ın varlığı, her saniye ona yaşama sebebi sunuyordu. Bir müddet sonra, zamanla midesinde kelebekler uçuşan dünyanın en mutlu kızlarından biri sayılabilirdi.
Fakat bir gün, gerçeğin keskin yüzüyle tanıştı. Bir rüyanın karabasana dönüşmesi gibi, Gül, şeytani bir örgütün kurbanı olarak seçildiğini öğrendi. Bu gerçek, içindeki dünyayı yerle bir etmişti. Yine de, her şeyden vazgeçebilirdi; ailesinden, hayallerinden hatta canından... Ama Çağın'dan vazgeçmek istemiyordu. Onun için savaşmaya karar verdi. Defalarca örgüte ulaşmaya çalıştı, her yolu denedi. Çağın'a, kendi canının bağışlanması için yalvardı. Ve sonunda örgüt, bu talebi kabul etti.
Fakat bir şartları vardı. Onlar yalnızca ruhunu değil, bedenini de kendilerine ait istiyorlardı. Bir dolunay gecesinde, Gül, örgütün karanlık ayinlerinden birinde kurban edildi. Ancak bu kurbanlık, fiziksel ölümden çok daha acı verici bir şeydi. O gece, Ulu kan örgütü tarafından bedeni büyük bir mühürle damgalandı ve ruhu karanlık bir yemine bağlandı. Gül, örgüte ve onların yüce liderlerine bağlılık yemini ederken, hayatı geri dönülemez bir şekilde değişti. Artık sadece bir kurban değil, Ulu kan örgütünün bir üyesiydi. Kendini karanlığın içinde bulmuştu. Çağın'ın eğitimleri sayesinde örgütte hızla yükseldi, bazı törenlere liderlik etti. Ancak, her ne kadar başarıları örgüt içinde takdir edilse de, insani duyguları asla tamamen bastırılamıyordu. Kalbinin bir köşesinde, yaşadığı her şeyin yanlış olduğunu biliyordu.
Ulu kan örgütünün ve Akay ailesinin karanlık yüzü, her geçen gün daha fazla netleşiyordu. Gül, onların her yıl masum insanları kendi ağlarına çekip, arzularına göre kurban ettiklerini fark ettikçe içinde büyüyen öfkeyi dizginleyemez hale geldi. Artık korkak ve ürkek Gül gitmiş, onun yerine cesaretle dolup taşan, karanlığa meydan okuyan bir Gül gelmişti.
Ancak bu dönüşüm, tehlikeyi de beraberinde getirmişti. Gül, artık Ulu kan örgütü ve Akay ailesi için bir tehdit haline geliyordu. Cesur duruşu ve başkaldıran tavırları, onu örgütün gözünde bir hedef haline getirmişti. Bunun farkında olmasına rağmen, susmayı reddetti. Kendi içindeki adalet duygusuyla, karanlığı aydınlatmaya kararlıydı.
Bugün ise Gül, tüm cesaretini topladığı anlardan birini yaşıyordu. Üniversitede düzenlenecek toplantı, onun planlarını hayata geçireceği yerdi. Bu toplantı, Anka Akay'ın yeni üyeleri örgüte bağlamak için düzenlediği yıllık bir etkinlikti. Gül, bu sefer sessiz kalmayacaktı. Yıllardır içinde büyüttüğü isyanı, bu toplantıda tüm çıplaklığıyla haykıracaktı. Kendi hayatını riske atmayı göze almıştı. Örgütün gücünü biliyordu. Ancak artık korkmuyordu. Gül, bir kez daha karanlığa teslim olmayı reddederek, içindeki tüm cesaretiyle başkaldırmaya hazırdı. Bu, onun kendi kaderine yazdığı en büyük meydan okumaydı.
Ve karanlığın içinde parlayan tek bir ışık, bazen en güçlü gölgeleri bile yok edebilirdi.
Bölüm Sonu
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 402 Okunma |
213 Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |