38. Bölüm
Can Gözek / SEÇKİNLER( Kitap Olarak Basılacaktır) / Bölüm 4-Davetsiz Misafir- (Düzenlendi)

Bölüm 4-Davetsiz Misafir- (Düzenlendi)

Can Gözek
cangzek

Kendini ıslak çimlerin üzerinde özgürce koşarken bulmuştu. Gökyüzü masmavi ve berraktı; her bakışında içine huzur doluyordu. Kalbi eskisinden daha hızlı çarpıyordu. Bu hızlı atış, huzurun içinde bir heyecan çığlığıydı adeta. Yemyeşil ovanın içinde koştukça ruhu tazeleniyor, kuşların cıvıltısı ve çiçeklerin sessiz fısıltıları etrafını sarıyordu. Hafifçe esen rüzgâr, ipeksi tenine dokundukça içini tatlı bir ürperti kaplıyor, bu anın sonsuza dek sürmesini diliyordu. Güneş, çimlerin üzerine bastıkça ruhu arşa değiyor, ayakları yerden kesiliyordu. Yüreğindeki coşkulu koşma isteği, gökyüzünün maviliklerinde uçma hissini kamçılıyordu. Güneş ışınlarının bedenini sarmasını ve ruhunun arınmasını dileyip durdu. Mutluluk o an için sonsuz varlığın içerisinde yaşadığı en güzel duyguydu. Saf mutluluk paha biçilemezdi. Koskoca yeşilliğin içerisinde koşmaya devam etti. Karşısında devasa ağaçlar belirdi. Ağaçların boyu bulutlara eriyordu.

Gözlerini yukarıya kaldırdığında, görüş alanını kaybetmişti, ağacın uzunluğu, vardığı yeri görmesine engel oluyordu. Bu yüce büyüklük ansızın içerisinde bir kuşku hissettirdi. Göremediği her şeyden korkardı fakat bulunduğu ortam cennetten bir köşe olduğu için bu kuşku anlık gelip geçmişti. Kırların içerisinde döne döne şarkılar mırıldanarak yoluna devam etti. Ancak, aniden karşısına çıkan parlak sarı Vosvos, bu büyülü atmosfere bambaşka bir boyut kattı. Yeşilliğin içerisinde sarı vosvos, ortama, renk şöleni katıyordu. Dikkatlice içerisinde birinin olup olmadığını inceledi. Güneş ışınları gözünü yaktığı için uzağı seçemiyordu. Elini alnına getirerek, görüş açısını detaylandırmaya çalıştı. Arabanın kapısı açıldığında, içinden ilk çıkan Alp oldu. Güneş, onu daha önce hiç böyle mutlu görmemişti. Yüzündeki gülümseme, kulaklarına varan bir neşe çizgisi gibiydi. Gözlerindeki umut ışığı, metrelerce öteden belli oluyordu. Güneş, ona doğru koşmaya başladı, tek isteği Alp’e sımsıkı sarılmaktı. Yaşadığı mutluluğu onunla paylaşmak istiyordu.

Fakat her şey bir anda değişti.

Alp’e ulaşıp ona sarıldığı an, Vosvos ’tan bir siluet daha indi. Bu kişi, Alp’in hemen arkasında belirmişti. Güneş dikkatlice bakmaya çalıştı, ama bu yeni figürü net bir şekilde göremiyordu. Artık, huzur veren atmosfer yerini bir tehdit hissine bırakmıştı.

Çağının ortada belirmesiyle, gökyüzünün mavileri kararmaya ve ortam karanlığa dönmeye başladı. Bulutlar, artık özgürce gezinmiyordu, her biri birbirine değip geçiyor gibiydi. Ölüm soğuğu yeryüzüne inmeye başlamıştı. Tüm yeşiller sararıyor, tüm çiçekler kuruyup soluyor, kuşlar gökyüzünden cansız bir şekilde toprağa düşüyordu. Güneş hayal kırıklığı üzerine, içerisinde yaşayan mutluluğun bozulduğunu ve yerine cehennemden geldiğini düşündüğü karanlığa karşı titremeye başladı. Her şey onun yüzündendi. Çağın, karanlığın ete kemiğe bürünmüş haliydi. Güneş içerisinden ona karşı sitemkâr konuşmaya başladı.

Alp, Güneş’i sımsıkı sarıyordu; o kadar sıkı ki nefes almakta zorlanıyordu. Güneş’in çırpınışlarına ve “Canım acıyor, bırak!” yakarışlarına rağmen, Alp onu daha da güçlü bir şekilde kollarında tutuyordu. Bu sırada, Çağın, onlara doğru yaklaşmaya başladı ve yaklaşırken Güneş’in korkusu büyüyordu. Çağın, sessiz ve duygusuz bir şekilde Alp’e döndü ve buz gibi bir sesle emretti: “İşini bitir.”

Bu sözler, Güneş’in kalbini sıkıştırdı. Can havliyle, Alp’in midesine dizini savurdu. Alp, aldığı darbeyle sendeledi ve inledi. Ancak, her ikisinin de bakışları artık insani duygulardan yoksundu; Alp ve Çağın, ölüm saçan ruhsuz canavarlara dönüşmüş gibiydiler.

Güneş, can havli ile koşmaya başladı. Gidecek bir yer bulamasa da durmamaya kararlıydı. Ucunda bir uçurum olsa bile, onların elinde can vermektense kendini o uçurumdan atmayı yeğlerdi.

Yağmur şiddetle yüzüne vururken, adımlarını hızlandırmaya çalıştı. Ancak bir anda önü kesildi. Yere düşen cansız bedenle göz göze geldi. Bu ceset Alp’ten başkası değildi. Alp’ in gözlerinde dolaşan kurtçuklar, Güneş’ in yaşadığı dehşeti daha da büyüttü. Midesi bulanırken, kontrolsüzce kusmaya başladı. O sırada ense köküne dokunan buz gibi bir el, onu aniden ayağa kaldırdı. Güneş’in önünde, simsiyah bir limuzin durdu. İçinden çıkan Ejder Akay’dı. Ejder’ in elinde bir kasatura vardı ve üzerindeki kan izlerini yavaşça siliyordu. Güneş, Alp’in katilinin o olduğunu hemen anladı. Arkasını dönmek istedi, fakat ense kökünü kavrayan sert el buna izin vermiyordu. Arkasında bir fısıltı duydu: “Hoş geldin, sarışın.” Bu tanıdık ses Çağın Akay’ a aitti.

Çağın Akay! Onu her zerresine kadar tanımak istediği, içten içe onu yaşadığı, sevdiğini söylemeye cesaret edemediği ve sadece uzaktan onu kalbinde yaşadığı adam. Takıntılı hayranlık…

Limuzinden siyahlara bürünmüş, yüzleri maskelerle örtülmüş bir topluluk inmeye başladı. Ellerinde, haça benzer ve sonsuzluk işareti ile birleşik, semboller tutuyorlardı. Her biri karanlığın bekçileri gibi Güneş’ e doğru ilerliyorlardı. Ölümün kokusu ortamda hissediliyordu. Hava daha da kararmaya ve göz gözü göremeyecek şekilde sislenmeye başladı. Siyah cübbeli topluluk, ellerindeki sembolleri göğe kaldırıp Güneş’in adını zikretmeye başladılar.

Güneş için ölüm. Ruhu bize, kanı toprağa.”

Dizlerinin üzerine çöken Güneş, çaresizlik içinde başını kaldırıp Çağın’a baktı. O an, bir katilin insafına sığınmış mazlum bir kurbandan başka bir şey değildi. Çağın, Güneş’i sertçe yere itti ve fısıltılar bir koro halinde yükselmeye devam etti. Güneş, bir mucize olması için yalvardı. Ama etrafını saran karanlık, artık onu tamamen yutmaya hazırlanıyordu. Gökyüzünde, birbirine değen bulutların gürültü şekilde ses çıkarmaya başlamıştı. Şimşek fırtınası, yapılan ayin ile oluşuyor gibiydi. Siyah cübbelilerden biri artık Güneş’ in görüş hizasındaydı. Elinde tuttuğu sembolü ona doğru yaklaştırdı. Sembol, kızgın demirler ile dövülmüştü. Yaydığı ısıyı yüzünde hissediyordu. Cübbeli içerisinden, dilini bilmediği bir duayı anımsatan şeyler söylemeye başladı.

‘’KAN AKACAK, ULU KAN YAŞAYACAK’’

Az sonra tüm topluluk aynı slogan ile ortalığı inletmeye başladılar. Söyledikleri sloganlar ie Güneş’ e doğru adım attılar. Güneş korkunun içerisinde yarattığı elektriksel titreşimi hissediyordu. Dizlerinin bağı çözülmüş, kıpırdayamaz hale gelmişti.

‘’Yalvarırım yapmayın,’’ yakarışları bir çığlığına eşlik ediyordu.

Ejder Akay, elinde tuttuğu kızgın sembolü, Güneş’ in yüzüne yapıştırdı. Yanık kokusu, etrafta dağılıyordu. Güneş acı ile yerde kıvranırken, Bu kez kasaturayı, sırtından sapladı. Güneş aldığı darbe ile önce nefessiz kaldığını ve boğulduğunu hissettir. Ardından arkasından arkan sıcak sıvı ile acısı ikiye katlandı. Tekrar aldığı sert darbe ile gözlerine kadar kızarmış ve damarları patlayacak kadar şişmeye başlamıştı. Son nefesi vermek bile onun için güçtü. Ayini gerçekleştiren topluluk tekrar hep bir ağızdan slogana devam ettiler.

’Güneş için ölüm. Ruhu bize, kanı toprağa’’

Nefes nefese ve ter içinde uyandığında, kâbusun ağırlığı yüzünde acıyla donmuş bir ifade bırakmıştı. Çığlıkla irkildiği an, kalbinin göğsüne nasıl hapsolduğunu hissetti. Aceleyle yatağından doğrulup odanın loş ışıklarını açtı. Terden yapış yapış olmuş saçlarını telaşla toplarken, aynı anda banyoya yöneldi. Yüzüne soğuk su vurdukça, kalp atışları daha da belirginleşiyor, titreyen bedeni bir türlü sakinleşemiyordu. Aynaya baktığında karşılaştığı görüntü, kendisini bile ürkütecek kadar korkunçtu. Yüzü, gördüğü kâbusun yansımasıydı.

1 Gün Önce

Güneş, çalan telefonunun ekranda beliren yabancı numarayı görünce açmaktan vazgeçmiş, cevapsızlara bırakmıştı. Şu an doğru zaman olmadığını biliyordu. Toplantı salonuna girdiğinde birkaç kişinin beklediğini gördü. Boş bir yer bulup oturdu. Gelenleri izlemeye başladı; salon giderek doluyordu. Birkaç görevli ellerinde kolilerle içeri girdi. Açtıkları kolilerden küçük pet şişeler çıkarıyor ve sırayla masalara yerleştiriyorlardı. Güneş, su şişelerine göz gezdirdi. Jelatinin üzerinde, Akaylar Doğal Kaynak Suyu yazıyordu.

Son gelenler ile birlikte, toplantı salonu iyice dolmuştu. Herkes yerini yavaşça almıştı. En son gelen kişi, tüm salondakileri kısık gözleri ile izlemeye başladı. Aykırı davranışları dikkat çekmeye çalıştığının belirtisi gibiydi. Gül salona son giren kişiydi. Çağın artık ona eskisi gibi davranmıyor, sevgisine karşılık vermiyordu. Kendini ucuz, satılık bir köle gibi hissediyordu. Bu hissi ona Ulu kan ve Çağın an be an hissettiriyordu. Zamanın geldiğini ve her şeyi değiştirebileceğini düşünüyordu. Artık bu oyuna devam etmeyecek, kendi gibi kimse köle ya da kurban olmamalıydı. Salonun arka kısmına doğru ilerlerken, ansızın Güneş ile göz göze geldi. Güneş tuhaf bakışı ile Gül’ ü süzüyordu. Gül onun yanından geçip giderken sadece, yarım bir gülüş sergiledi. Bu acınası bir gülümsemeydi.

Dakikalar sonra, salon topuk sesleriyle yankılanmaya başladığında, dikkatini bu tıkırtılara verdi. İhtişamlı bir karartı, koridordan salona doğru ilerliyordu. Bu karartı Anka Akay’dı. Uzun deri montu ve klasik takım elbisesi ile gölge gibi salona giriş yaptığı anda sessizlik hâkim olmuştu. Zarif, ama bir o kadar serin bir hava yayıyordu etrafa. Tüm salonu selamladı. “Herkese merhaba, ben Anka Akay’’. Diye tanıttı kendisini.

’Üniversitemizin kurucu üyesi ve yönetim kurulu başkanınız,” diyerek gülümsedi. Ama bu gülümsemenin ardında bir mesafe, bir soğukluk saklıydı. Güneş, Anka Akay’ın büyüleyici varlığından gözlerini alamadı. Çocukluğu boyunca yalnızca ekranda gördüğü bu kadın şimdi karşısındaydı. Keskin elmacık kemikli yüz yapısı, yeşile çalan ela gözleri adeta asaleti temsil ediyordu. ‘’Öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Yeni okul döneminizi kutlarım. Bundan sonra sizlerin ailesi bizleriz. Burada eğitmen-öğrenci ilişkisi yerine, aile sıcaklığı yaratmaya ve buna sizleri cani gönülden davet ettiğimizi sakın unutmayınız’’.

Anka, tüm soğukkanlılığıyla konuşmasına devam ederken, beklenmedik bir şey oldu. Salonun gerisinden kahkaha sesleri yükseldi. Gül derinden kahkahalar atıyor, aynı oranda tüm salon onu izliyordu. Anka, Gül’ ü orada görünce kas katı kalmıştı. Yüzündeki gerginlik kendini ele verecek türdendi. Fakat Gül’ ün ne yapmaya çalıştığını anlaması fazla zamanını almadı. Ayrık otu başlarına bela olacağını biliyordu. Oğluna takıntılı olan bu zavallıyı bu zaman kadar etrafında gezinmeleri için fazla iltimas tanıdıklarını düşündü.

Burası 1. sınıflar için,” dedi sert bir sesle.

Gül ise istifini bozmamıştı. “Evet, biliyorum ve olacaklara tekrar şahit olmak istedim” diyerek karşılık verdi. Oturduğu yerden kalkıp, Anka Akay’ a doğru yürümeye başladı. Yanına doğru ilerlerken, Güneş’ in oturduğu masanın üzerindeki su şişesini eline aldı. İkisi arasında kısa ama sert bir gerilim oluşmuştu. Güneş, kızın cüretine hayret etmişti. Gül ile Anka yan yanaydı.

’Senin burada yerin yok, lütfen salonu terk et ve dersine dön Gül’’

’Artık ders falan yok Sayın Anka, artık gerçekler var’’

Gül, elindeki su şişesini yavaşça açmaya başladı. Yaptığı imayı Anka’dan başka kimse anlamadı. ‘’Böyle mi zehirleyeceksiniz onları’’ dedi sessiz bir şekilde. Anka öfke ile dişlerini sıkıyor aynı oranda toplantı salonunda kimsenin fark etmemesi için çabalıyordu.

‘’Kes, sesini ve hemen buradan defol’’ dediğinde, gözlerini salondakilere dikti ve pekte samimi olmayan gülümseme sergiledi. Gül, içinden kıs kıs gülerek adeta meydan okuyordu. Su şişesini pat diye yere boşaltması, salonu buz gibi bir sessizliğe boğmuştu. Anka’nın sesi sert ve kararlı bir tonda yükseldi: “Sen ne yaptığını sanıyorsun, hadsiz!”

Güneş, o an hiçbir şey anlayamamıştı, ama bir şeylerin ciddi şekilde ters gittiği ortadaydı. Anka’nın keskin bakışlarıyla gerilim dolu hava hâlâ üzerindeydi. Güneş, oluşan gerginliği daha fazla kaldıracak gücü olmadığını hissediyordu. Tedirginlik ve şüphe içini kemirirken, hiçbir şey yapamadan izlemeye devam etti. O minyon kız, elindeki su şişesini salonun ortasına fırlattıktan sonra hızla çıkıp gitti. Gözler, salonun hâkimi olan Anka Akay’a çevrildi. Kadın, kızın arkasından sessizce bakarken derin bir nefes aldı ve boğazını temizledi.

Tabii ki herkes okul vizyonumuz için önemli. Ancak arkadaşınızın size böyle bir şekilde ‘hoş geldiniz’ demesini istemezdim. Bu davranış, muhtemelen yaşadığı psikolojik incinmenin bir yansımasıdır, mutlaka bununla ilgili sizlerden özür dileyecektir.” diye konuşmaya başladı. Anka yaşadığı bu olayı asla unutmayacaktı ve Gül için infaz verilecekti. Bunun bedeli onun için kötü olacaktı. Şimdilik öfkeli düşüncelerden çıkmalı ve nihai hedefine odaklanmalıydı.

Güneş, bu yarıda kesilen olayın o kız için kötü sonuçlanabileceğini düşündü. Belki uzaklaştırma alır, belki de okuldan tamamen atılırdı. Düşüncelerini bir kenara bırakmaya çalışarak, masasına bırakılan kitapçıklardan birini eline aldı. Anka konuşmasına devam ediyordu. “Bu kitapçıklar, üniversitemizin ve şehrimizin tarihçesi ile geleceğe dair projelerimizi içeren tanıtım kitapçıkları. Sizi yakından tanımamız ve sizin de bizi anlamanız için en iyi araçlardan biri olacak,” dedi ve toparlanmaya başladı. Ancak Güneş, Anka’nın üzerinde hâlâ o gerginliği fark edebiliyordu. Anka, derin ve kararlı bir ses tonuyla konuşmaya devam etti: “Lütfen herkes önünüze bırakılan A4 kâğıtlarına isim soy isimlerinizi, okuduğunuz bölümleri ve mümkünse gelecekte kurmak istediğiniz planları yazsın. Bu bilgiler bizim için çok değerli.” Cümlesini bitirdiği an, elindeki su şişesini tek bir yudumda içti ve gözlerini salonun üzerine çevirdi. Salona hâkim olan sessizlikte, bakışları bir an için katılımcıların ruhlarını delip geçercesine dolaştı.

Her masanın önünde duran küçük şişeler dikkat çekiyordu. Anka’nın o sarsılmaz tavrıyla salonu süzmesi, şişelerin birer sır taşıdığını açıkça hissettiriyordu. Bu sıvılar, suyla karıştırılmış özel bir kimyasal içeriyordu. İnsan vücuduna girdiğinde anlık bir tepki göstermiyor, sinsice, yavaş ama kesin bir şekilde zihinleri ele geçiriyordu. Kimyasalların tek bir amacı vardı: bilinçaltını köreltmek, bireyleri iradelerinden arındırıp verilen emirlere tam bir itaatle boyun eğmelerini sağlamak. Bu sıvılar, insan DNA’sına ya da fiziksel yapısına zarar vermese de beyin fonksiyonlarını sessizce uyuşturuyordu. İnsanlar, gerçeklikle bağlarını koparıp kendilerine sunulan her şeyi doğru, hatta tartışmasız gerçek olarak algılamaya başlayacaktı.

Güneş ise o gün şanslı sayılabilirdi. Masanın diğer ucundaki Gül, göz ucuyla fark ettiği bir tehlike gibi, kimsenin dikkatini çekmeden Güneş’in şişesini almış ve sıvıyı yere dökmüştü. Gül’ün bu hareketi, fark edilmesi zor bir kahramanlık olarak kalmıştı. Ancak çevrelerindeki diğer öğrenciler için geri dönüş mümkün değildi. Merakla ya da susuzluklarını gidermek için şişelere uzanan eller, bilinçsiz bir biçimde kaderlerini değiştiren bir yola girmişti. Yudumlanan her sıvı, onları birer birey olmaktan çıkarıp, Akay Projesi’nin itaatkâr kuklalarına dönüştürüyordu.

Salon kapısının sertçe açılması ile içeridekiler, telaşla gelen kişiye bakmaya başladılar. Güvenlik görevlisi hızla içeri girdi ve Anka’nın kulağına bir şeyler fısıldadı. Duydukları kadını kaskatı kesmişti. Salona doğru dönmüş ve katılımcıların yazdıkları evrakları toparlama başlamıştı.

’Unutmayın biz bir aileyiz, her bir zorluk karşısında lütfen bize danışmaktan çekinmeyin. Şimdilik burada bitirmek zorundayım. Dileyen burada kalıp biraz dinlenebilir, ya da ders çalışabilirsiniz. Herkesle tanıştığım memnun oldum. Gelecek sefer tekrar görüşmek üzere’’

Anka, apar topar eşyalarını toplayarak salondan çıktı. Toplantı sona ermişti, daha doğrusu yarıda kesilmişti. Güneş de çantasını alıp çıkmaya hazırlanırken telefonu yeniden çalmaya başladı. Ekranda yine bilinmeyen bir numara vardı. Tereddüt etti, ama sonunda dayanamayarak açtı.

Kimsin?” diye sordu sert bir sesle.

Alp ben,” dedi karşıdaki ses.

Bölüm Sonu

Bölüm : 26.01.2025 18:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...