

Sonunda o gün gelip çatmıştı. Güneş, birkaç saat içerisinde şoförün onu almaya geleceğini biliyordu, ancak tüm hazırlıklarına rağmen hâlâ tam anlamıyla hazır hissedemiyordu. Dolabındaki neredeyse tüm kıyafetleri denemiş, yine de doğru seçimi yapamamıştı. Üstelik bir de yapılması gereken makyajı vardı. Zaman daraldıkça içindeki kaygı çığ gibi büyüyor, alnında soğuk terler birikiyordu. Dün geceye dair hatırladığı tek şey, dua edip yatmaktı. Çağın’ ın sabaha karşı onu eve bırakmasını ve ayin töreninde olan katliama dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Çağın oyununu ustalıkla oynamıştı.
Arkasında dört dönüp ona yardım etmeye çalışan Çisem, bir elinde kahve, diğer elinde kıyafetlerle telaşla koşturuyordu. O hâliyle oldukça komik görünüyordu. Güneş, Çisem’ in tepe topuzu yaptığı kıvırcık saçlarına ve cadıya benzeyen görüntüsüne daha fazla dayanamayıp kahkaha attığında, Çisem ona şaşkın bir ifadeyle bakarak, “Ay, bu kız stresten delirmeye başladı!” diye söylendi. Güneş, aslında onun bu hâline güldüğünü bilse Çisem’ in alınacağından emindi. Ancak bu anlık gülüş bile içindeki stresi tam anlamıyla bastıramadı. Hâlâ giyecek bir şey bulamamanın verdiği sinirle, “Olmuyor, olmuyor işte! Yok, ben gitmekten vazgeçtim!” diye patladı. Çisem sakin bir ifadeyle elini kaldırdı ve beş parmağını göstererek, “Beşkardeşi görüyorsun, değil mi civcivim? Hadi, söylenmek yok,” dedi. Yoğun bir hazırlık telaşından sonra sonunda bir sonuca varabilmişlerdi. Güneş, bembeyaz ve bacaktan derin bir yırtmacı olan bir elbiseyi seçmişti. İlk başta elbisenin iddialı görünümü onu biraz düşündürse de, gidecekleri ortamın bu elbiseyi taşıyacağına emindi. Boynuna inci kolyesini yerleştirip saçlarını dalgalı bir şekilde şekillendirdi ve hafifçe havalandırdı. Çisem’ in yardımıyla sade ama etkileyici bir makyaj yaptı. Aynada kendine baktığında, gerçekten iyi göründüğünü fark etti.
Çisem, eline bir kadeh şampanya uzatarak, “Gitmeden önce biraz rahatla, güzelim,” dedi ve ona göz kırptı. Güneş, kadehten bir yudum aldıktan sonra aynadaki yansımasına bir kez daha baktı. Haklı bir gururla kendini baştan aşağı süzerken, artık Akay Ailesi için hazır olduğunu hissetti.
***
Güneş, Akayların malikânesine doğru sessizce ilerlerken, yol boyunca hem doğanın hem de gece karanlığının hâkim olduğu bir atmosfer hâkimdi. Malikânenin bulunduğu bölgenin uzaklığı, sessizliği ve izole yapısı, henüz yolun başında bile hissediliyordu. Şehrin çıkışını kilometrelerce geride bırakmışlardı; engebeli, ıssız yollar Güneş’in içine ürpertiyle karışık bir heyecan salıyordu. Elleri terliyor, kontrolsüz heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Çisem’ in söylediği sözleri hatırladı: Bu tanışma sadece bir izlenim meselesi değil, aynı zamanda Akaylara kendini nasıl sunacağına dair önemli bir sınavdı. Güneş, yanında arkadaşının da olmasını diledi. Çünkü bu tanışma, bir dost ziyareti değil, Akayların içine adım atılan büyük bir oyun sahnesiydi.
Yol ilerledikçe malikâneye yaklaştıklarını anlamıştı. İleride devasa bir tabela dikkatini çekti: AKAY KONAKLARI. Göz alabildiğine uzanan arazinin ormanın içine saklanmış bir şehir kadar büyük olduğunu fark etti. Malikânenin yer aldığı bu alan, Gümüş Kuyu’dan bambaşka, sanki dünyadan kopuk özel bir yaşam alanıydı. Araçları kontrol eden güvenlik görevlileri, geçiş izni verdikten sonra devasa demir kapılar yavaşça açıldı. Kapıların görkemi ve üzerindeki ince detay işçilik, içeride kendisini nelerin beklediğine dair daha fazla ipucu veriyordu. Arabadan indiklerinde, malikânenin devasa yapısını inceleme fırsatı buldu. Burası tahmininden de büyüktü. Yan yana dizili malikânelerden oluşan bu site, zenginliğin ve ayrıcalığın bir sembolü gibiydi. Şehrin tüm seçkin ailelerinin burada toplandığını tahmin ediyordu. Nutku tutulmuştu; bir süre sadece etrafına bakabildi.
Malikânenin kapıları açıldığında, onları hizmetkârlar karşıladı. “Küçük hanım, hoş geldiniz” diyerek hafif bir eğilmeyle selamladılar. Güneş, o an yarım bir gülümsemeden fazlasını veremedi. Çünkü kapıdan içeri adım attığı andan itibaren, kontrolün tamamen elinde olmayacağını fark ediyordu. İçeri girdiklerinde Güneş, büyülenmiş bir şekilde etrafına baktı. Yüksek tavanlar, ihtişamlı avizeler ve doğal ışığın salonu aydınlatma şekli, onun hayranlığını gizleyememesine neden olmuştu. Her adımında topuk seslerinin geniş salonda yankılanışı, bu anı daha da belirgin kılıyordu. Salonun koyu kırmızı ve zengin tonlarda dekore edilmiş atmosferi, Güneş’i biraz gerse de aynı zamanda kendisini bir masalın içinde hissettiriyordu. Her şey bu kadar büyük ve göz alıcı olunca, başı hafifçe dönmeye başladı.
Bir yandan merdivenlerden çıkıyor, diğer yandan bu büyülü yerin detaylarını inceliyordu. Ancak Güneş’in içinde bir gerçek yankılanıyordu: Asıl oyun şimdi başlıyordu. Şeytanın inine adım atıyordu ve her şeyin bundan sonra ne kadar zor olacağını biliyordu. Kapıdan içeri girip, malikânenin devasa salonunda ilerlerken, Güneş, buradaki atmosferin ona neler getireceğini düşünüyordu. Hizmetkârların selamlamaları, koridorun ihtişamı, bir filmin açılış sahnesi gibi hissettirmişti. Ancak bu bir masal değildi. Güneş her şeyiyle hazır olması gerektiğini biliyordu.
Güneş, Akay malikânesinin merdivenlerini tırmandıkça, içerideki koridorların ve odaların sonsuzmuş gibi hissettiren karmaşıklığı, içinde büyüyen bir baskıya dönüşüyordu. Her adımında, kalbindeki sıkışma daha da yoğunlaşıyor, sanki bu ihtişamlı yapı, onun üzerine çöküyordu. Merdivenlerin sonuna yaklaştığında, yüreği daha da kabardı; artık kaçacak yer kalmamıştı. Sadece birkaç adım sonra, onları karşısında bulacağını biliyordu. Ansızın kontrolünü kaybetmiş gibi hissetti. Dizleri titredi, düşecekmiş gibi oldu.
Ve işte oradaydılar. Akay ailesi, karşılarında tıpkı birer avcı karşısında dizilmiş, sessizce onları izliyordu. Bu insanlar hem ürkütücüydü hem de çekici bir ihtişam taşıyorlardı. Gözlerinin derinliklerinde bir güç ve soğukluk vardı.
Birkaç adım sonra, Akay ailesinin tam karşısında durmuştu. Güneş’in bakışları, odanın içindeki bireyleri birer birer taradı. İlk olarak Ejder ve Anka Akay’ın sert ve donuk ifadeleri dikkatini çekti. Bu çift, hem duruşlarıyla hem de soğuk bakışlarıyla Güneş’i bir anda incelemeye başlamıştı. Sessizce onu süzüyor, her hareketini tartıyor gibiydiler. Ardından Levent ve Sedef Akay’a kaydı gözleri. Onların yüzlerinde merak, incelemeye karışmış gibiydi. Güneş, onların bakışlarının yoğunluğunda boğulacak gibi oldu ama başını çevirerek başka bir çifti süzmeye başladı. Ekrem ve Başak Akay, salondaki diğer bir çift olarak dikkatini çekti. Onları ilk kez görüyordu, ancak geçmişte haklarında çıkan olayları biliyordu. Bilim insanları olarak tanınan bu çift, uzun süre yurtdışında kalmıştı. Şimdi ise, tüm soğukkanlılıklarıyla karşılarında duruyorlardı. Onların yanında duran Beyna ve Bora ise, bambaşka bir hava taşıyordu. Özellikle Beyna’ nın bakışları, Güneş’in içine işledi. Soğuk, küçümseyici ve neredeyse boğucu olan bu tavır, Güneş’in nefesini kesiyordu. Onun gözleri, sanki Güneş’i ezip geçmek ister gibiydi. Ancak Güneş, tüm bu negatifliğe aldırış etmemeye karar verdi.
Derin bir nefes aldı ve yüzüne en samimi gülümsemesini takındı. Bu aileye, alabilecekleri en güçlü selamı vermek istiyordu. “Herkese iyi akşamlar” dedi, sesi kontrollü ve kararlıydı. Ancak bu sözlerin hemen ardından, vücudunda tanıdık bir ürperti hissetti. Kalbi yeniden kabarmaya, içindeki bir şey onu sarsmaya başladı. Salonun gerisinden onlar geliyordu. Güneş’in zihnini allak bullak eden, onu içine çeken o karşı konulmaz güç. Talya ve Çağın, ağır ve emin adımlarla onlara doğru yaklaşıyordu. Talya’ nın kızıl saçları, beyaz teniyle kusursuz bir uyum içerisindeydi. Onun güzelliği, hem tehdit edici hem de hayranlık uyandırıcıydı. Talya kendinden emin bir şekilde yürüyüp Güneş’e yaklaştığında, yüzünde nazik ama soğuk bir gülümseme belirdi. Güneş’in tüyleri diken diken olmuştu. Bedenine yayılan sersemlik hissi, Talya’ nın varlığıyla daha da yoğunlaşıyordu. Güneş, Talya’ nın gülümsemesine karşılık vererek zarif bir şekilde gülümsedi. Ancak bu kez gözleri Talya’ dan kayıp bir diğerine, Çağın’a çevrildi. Siyah bir takım elbise içindeki adam, asaletin ve karanlık bir gücün somut bir temsilcisi gibiydi. Dün, sanki Güneş’i davet etmeyen bizzat kendisi değilmiş gibi bir tutum sergiliyordu. Şimdi gözlerini onun üzerinde sabitlemişti. Çağın’ın bakışları yoğun ve ürkütücüydü; bir yırtıcı aslan gibi avını izlercesine Güneş’i süzüyordu.
Bu bakışlar, Güneş’i derin bir savaşa sürüklüyordu. Kaçmak mümkün değildi, çünkü bu oğlanın çekimi çok daha güçlüydü. Güneş kendini kaybettiğini fark etti. Kalbini ilk kez Çağın’a teslim etti. Onu gördüğü andan itibaren beklediği kişi oydu. Rüyalarının gizli sahibi, içinde uzun zamandır yankılanan bir sesin vücut bulmuş hâliydi. İçindeki kelebek, nihayet kozalağını terk etmek ve özgürlüğe uçmak istiyordu. Ancak bu his, Güneş’i bir yandan büyülerken diğer yandan bir pişmanlık dalgası da yaratıyordu. Böyle bir duyguyu kabul etmek, sanki her şeyi tehlikeye atmak gibiydi.
Salonun sessizliği, o anın ağırlığını daha da belirginleştiriyordu. Sanki sessizlik, yüksek bir çığlık gibi kulaklarda yankılanıyordu. Güneş, karşısındaki Akay ailesine baktığında, onların bir avcı sürüsü gibi davrandığını hissetti. Her biri, doğru anı bekleyen birer yırtıcıydı. En küçük bir hatada saldırmaya hazır olduklarını hissedebiliyordu. Ama Güneş, o an içinde yükselen kararlılığı hissetti. Gözlerini kısarak bir kez daha çevresine baktı ve kendi kendine fısıldadı. Bu gece av olmayacağım. Güneş, içindeki sesin yönlendirmelerine kulak vermeye çalışıyordu.
Alp’ in ısrarını hatırlamaya çalıştı, hatta en son bir ayinden bahsetmişti. Ayin törenine gitmek, olanları gözüyle görmek için karar vermesi gerektiğini biliyordu. Fakat sonradan ne oldu diye düşünmeden edemedi. Gitmeye karar verdiğini biliyordu ancak kendini şimdi Akay konaklarına bulmuştu. Boşluk hissine neden olan gerilim onu hatırlamak için zorluyor gibiydi.
Derin nefes al, mimiklerini kontrol et, düz otur, kamburun çıkmasın. Ancak bu yönergeleri takip etmek, bu ihtişamlı masada statü sahibi insanlarla otururken bir hayli zordu. Akay soyunun soğuk ve mesafeli tavırları, her hareketinde hata yapma korkusunu daha da artırıyordu. İç sesine bir yenisi daha eklenmişti. Çatal ve bıçağı doğru orantıyla etine batır, çok fazla göz teması kurma ve sakin kal.
Masadaki atmosfer ağırdı, her detay bu ortamın bir sınav olduğunu hatırlatıyordu. Tepede asılı devasa avizenin ışıkları gözlerini alıyor, sanki her bakışında onu sorgulayan gözlerin altını daha çok aydınlatıyordu. Dikkatini dağıtmak için duvardaki tabloları incelemek istese de masanın üzerindeki şamdanlar, görüş açısını kapatıyor ve tüm kaçış yollarını tıkıyordu. Yanında oturan Alp, onun yanında durarak destek olmaya çalışsa da bu desteğin pek bir anlam ifade etmediği açıktı. Alp’in bile rahatsız olduğu bu ortam, Güneş’in tedirginliğini daha da pekiştiriyordu. Karşısındaki Akay ailesi, sessizlik içinde ama sert bir otoriteyle ortamı dolduruyordu. Ekrem ve Başak Akay çiftinin özel toplantıları nedeniyle yanlarından erken ayrılmaları, masadaki gerginliği az da olsa azaltmıştı ama yine de üzerindeki baskı devam ediyordu.
Masada duyulan tek ses, çatal ve bıçakların tabaklara dokunuşu ve yavaşça içilen içkilerin bardağa çarpan hafif tınılarıydı. Hiç kimse konuşmuyor, yalnızca kendi tabaklarına odaklanıyordu. Bu sessizlik, Güneş’i boğuyordu. Salonun diğer köşesinde hizmet eden görevliler ise başka bir hikâye anlatıyordu. Çoğu genç, siyahi ve dikkat çekici bir fiziğe sahipti. Sanki bir seçme yapılmış ve yalnızca en gösterişli olanlar burada görev almak için seçilmişti. Kadın hizmetçiler de erkeklerden geri kalmıyor, zarafet ve cazibe arasında ince bir denge taşıyorlardı. Bu abartılı özen, Güneş’e fazlasıyla dikkat çekici ve yapay geliyordu. Tam bu düşünceler aklından geçerken, siyahi bir erkek hizmetçi yanına yaklaştı. Güneş, onun neredeyse bir fısıltıyla konuştuğunu fark etti. “İçkinizi tazelememi ister misiniz, efendim?” dedi yumuşak bir sesle. Güneş, başını hafifçe çevirerek adamın dikkatlice eğilmiş duruşuna baktı. Gözlerinde bir anlığına, bu insanın da bu görkemli ortamın bir parçası olmadığını, sadece bir piyon olduğunu fark etti. Hafif bir gülümsemeyle, “Hayır, teşekkür ederim,” diye yanıtladı. Ancak bu küçük etkileşim bile, masanın ağır havasında yankılanan bir nefes gibi hissettirdi. Güneş, nazik bir gülümsemeyle teklif edilen içkiyi reddetti. Henüz kadehi bitmemişti, fakat bu basit an bile masadaki gerilimi hafifçe dalgalandırmıştı. Sessizliğin hüküm sürdüğü masada ilk kez Alp, bu boğucu atmosferi kırmayı denedi. “Risotto tam pişmemiş gibi, sanki biraz çiğ kalmış,” diyerek masaya ses oldu. Ancak bu girişimi, masanın bütün dikkatini üzerine çekmesine neden oldu.
Sedef Akay, o soğuk ve otoriter duruşuyla oğlunu baştan aşağı süzdü. Bir işaretle aşçıyı çağırdı. Aşçı, yüzünde korkuyla masaya yanaştı. “Efendim, risotto her zamanki tarifle ve ısısıyla hazırlandı. Pirinçlerin diri kalması özellikle sağlandı,” diye açıklama yaptı. Ancak Alp, söylediğine pişman olmuş gibiydi. Güneş, aşçının bu durumu karşısında daha fazla sessiz kalamadı. Ortamı yumuşatmak için nazikçe konuştu:
“Bence oldukça güzel pişirilmiş, elinize sağlık.”
Bu basit cümlenin nelere yol açacağını bilemedi. Sedef Akay, bir an duraksadı, sonra elindeki tabağı öfkeyle yere fırlattı. Güneş, irkilerek yerinde sıçradı. Kırılan tabaktan saçılan yemek parçaları, aşçının üzerine döküldü. Ufak tefek adamın başı öne eğilmişti; utanç ve korkunun ağırlığı altında eziliyordu. Alp, anında yerinden kalktı, annesini sakinleştirmeye çalıştı. Fakat masanın diğer ucundan, Ejder Akay’ın soğuk ve küçümser bakışları Güneş’in üzerinde sabitlenmişti. Güneş, bu bakışların altında eziliyormuş gibi hissetti. Sedef Akay, soğukkanlı bir öfkeyle konuştu: “Kusura bakma Güneş, ancak evimize gelen misafire böyle özensiz bir sunumu kabul edemeyiz. Hele ki bu misafir, bizim için özel biri olduğunda.”
Bu sözlerin içinde saklı iltifat, ortamın gerginliğiyle gölgelenmişti. Sedefi’ in sergilediği davranış içerisinde bastırdığı kinin dışa aktarımıydı. Güneş, utançla yere bakan aşçıya bir kez daha bakarak durumu toparlamaya çalıştı. “Hiç sorun değil, Sedef Hanım. Ayrıca yemekler için çok teşekkür ederim, ellerinize sağlık,” dedi, sesindeki titremeyi bastırmaya çalışarak. Ancak Sedef Akay, bakışlarını Güneş’e çevirdi. Tek kaşını hafifçe kaldırarak onu inceledi. Güneş, kadının kendi kendine bir şeyler fısıldadığını gördü ama ne söylediğini anlayamadı. İçinde bir his, bu yemek davetinin samimiyetten uzak olduğunu fısıldıyordu. Gözleri boşluğa daldı, düşüncelerine kapıldı.
Tam o sırada, masanın diğer ucunda Çağın’ı fark etti. Annesi Anka’nın yanından, o büyüleyici ve yoğun bakışlarını Güneş’e yöneltmişti. Güneş, o gözlerde kaybolduğunu hissetti. Uzun uzun o bakışlara dalmak istedi, fakat bir yandan da kendini geri çekmesi gerektiğini biliyordu. Yine de, bu girdaptan kurtulmak istemiyordu. Büyü, Ejder Akay’ın kadehini kaldırmasıyla bozuldu. “O halde, evimize gelen misafirimizin şerefine” dedi, Güneş’in adını anmadan. -Misafir- kelimesi, Güneş’in içinde garip bir burukluk yarattı.
Kıvrımlı hareketi ile oturduğu yerden kalkan Talya, kadehini Güneş’e doğru uzattı ve içten bir gülümsemeyle, “Güneşe,” dedi. Talya’ nın sıcaklığı, masanın soğuk ve ağır havasını anlık da olsa kırmıştı. Kızıl saçlarının yansıttığı ateş kadar samimi biriydi. Güneş, Talya’ nın bu içtenliğinin gerçek olup olmadığını bilemedi, ama kendini onun sıcacık duruşuna yakın hissetti. Belki de, dedi Güneş içinden, Alp ve Talya, Akay ailesi içinde fazla iyi kalpli, fazla insancıldılar diye düşündü.
Ya da sadece böyle düşünmek istiyordu.
Güneş, salondaki gerilimin merkezindeydi. Masanın etrafındaki herkesin bakışlarını üzerinde topladığı o an, güneşin bile parıltısının solabileceği bir atmosfer yaratılmıştı. Levent Akay’ın keskin bakışları altında, Güneş’in duruşu sabitti; görünürde sakin, ama içinde fırtınalar kopuyordu. Güneş, bir an, Levent’in sert yüz hatlarını inceledi. Adamın gözleri, sadece sorgulayan bir baba değil, aynı zamanda kontrolünü elden bırakmaya niyetli olmayan bir liderin kararlılığını taşıyordu.
“Ben Güneş Metiner bu arada henüz tanışma fırsatımız olamadı” diyerek kendini tanıttı Güneş, sesi düz, ama bir o kadar güçlüydü. Levent, sanki duygularını tamamen devre dışı bırakmış gibi, omuzlarını dikleştirerek söze başladı. Soğuk ve net bir sesle şöyle söyledi: “Oğlum senden çok bahsetti?”
Gerçekten bahsetmiş miydi? Diye düşündü Güneş.
Alp tuhaf bir ifade ile babasına baktı.
Güneş, bir an irkildi. Alp’in yanında oturduğu sandalyede kıpırdamadan dururken, masaya göz ucuyla bakıp konuşacak doğru kelimeleri arıyordu. Bu konuşmayı daha önce hazırlamadıklarına dair derin bir pişmanlık Alp’in yüzünde açıkça okunuyordu. Ama gerçeklerden kaçamazdı. Bir derin nefes aldı. ‘’Öyle mi. Buna minnettarım’’ dedi.
‘’Biz Çağın’a minnet etmeliyiz. Senin gibi güzel bir kız ile bizi buluşturduğu için’’ dedi masanın ucundan Anka Akay.
Çağın o sıra gözlerini Güneş’ e dikti. Oysaki Kurbanını ilk kez ailesi ile buluşturmuştu. Aslında ailesine karşı gövde gösterisiydi bu. Kurbanını ayaklarına kadar getirmeyi başarmış, onu elde etmesi kolay bir yem olarak ailesine sunmuştu. Masada herkesin yüzü farklı bir hikâye anlatıyordu. Lakin Güneş hamlesini oynamaya hazırlanıyordu.
‘’Çağına daveti için teşekkür ediyorum’’ diyerek gözlerini onunki ile birleştirdi. ‘’Ancak ilk tanışmam Alp ile oldu. Onu ilk gördüğümde durumu kötüydü’’ dedi. Sözleri ok gibi havada geriliyordu. Alp yan tarafında oturan Güneş’ i dürtse de pek fayda sağlamıyordu.
‘’Yaralı mı’’ dedi Sedef Akay, oğluna dönerek soğuk bir sesle konuştu: “Alp, bundan neden haberimiz yok?” Sözlerinin ardında bir merak değil, aksine bir sorgulama saklıydı. Ama Levent Akay duruma çok daha keskin bir müdahalede bulundu: “Ah, güzel Sedefim,” dedi küçümseyen bir tonda, “biz her ne kadar kendi vizyonumuzu zirveye taşımaya çalışsak da, oğlumuz buna engel teşkil edecek durumları sürekli karşımıza çıkartıyor. Öyle değil mi, Alp?”
Levent’in sözleri Alp’in yüzünü kıpkırmızı yapmıştı. Genç adamın ağzını açmak için birkaç kez hamle yapmasına rağmen kelimeler boğazında düğümlendi. Güneş, onun bu suskunluğu karşısında devreye girmeliydi ama nasıl? Tam o anda, masanın diğer ucundan Beyna ’nın sesi duyuldu. “Yani,” dedi alaycı bir şekilde, “bir tuvalet hikâyesiyle başladı. Sadece yardım etmek maksadıyla mı? Beyna’ nın iğneleyici sözleri, Güneş’in sabrını sınıyordu. İçindeki öfke büyüyüp bir çığ gibi ağzından çıkmak için can atıyordu. Ama sakin kalmayı seçti. Göz ucuyla Beyna ’ya baktı ve hafif bir gülümseme ile konuştu:
“Evet. Bu hikâyede sizde vardınız yanlış hatırlamıyorsam ve hatta beni kapı dışarı etmiştiniz’’
Bu laf, masada bir anda tüm dikkatler Beyna’ ya çevrildi. Beyna’ nın yüzü öfkeden kıpkırmızı oldu. Bu olaydan henüz ailelerinin haberi olmadığı yüzlerinden belliydi.
Güneş, Beyna’ nın bu tavırlarını artık rahatsız edici bulmaya başlamıştı, ama Alp’in elini kısa bir süre sıkıca tutarak ona sakin olacağına dair sözsüz bir mesaj verdi. Masadaki savaş, henüz bitmemişti.
Güneş, derin bir nefes alıp, lavaboya gitmek için izin istedi. Alp ondan önce davranıp onu koridorun sonunda bekliyordu. Adımlarını hızlandırıp merdivenlerin başında duraksadı. Alp’in endişeli bakışları, koridorun karanlığından arta kalan tek tanıdık şeydi. Güneş, az önce yaşadıklarının ağırlığını üzerinden atmaya çalışırken, Alp’in yüzünde ne diyeceğini bilmeyen bir ifadeyle beklediğini gördü. Gözleri bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, ama kelimeler yetersizdi. Alp, adım atarak Güneş’e biraz daha yaklaştı. “Her şey yolunda mı?” diye sordu, sesi titrek ama kararlıydı. Bir yandan olan biteni Alp’e anlatıp içinde büyüyen öfkeyi paylaşmak istiyor, bir yandan da bu kaotik ailede Alp’in yanında dimdik durması gerektiğini biliyordu.
Gözlerini Alp’e dikerek, “Bana ne yaptığının farkında mısın?” dedi Güneş, sesi yorgun ama keskin. “Beni bu saçmalığın tam ortasına attın ve buradan nasıl çıkacağımız hakkında en ufak bir fikrin yok! Bu aile beni burada parçalara ayırmak için bekliyor gibi ve sen sadece izliyorsun.” Alp, bir an sustu. Gözleri yere kaydı. “Haklısın,” dedi sonunda, alçak bir sesle. “Tören için beni çağırdın ancak sonrasını asla hatırlamıyorum?’’
‘’O anı bende hatırlamıyorum ancak deneylere maruz kaldıkça, bende bağışıklık yaptığını görebiliyorum. Bir şeyler zihnime akıyor ancak parçaları toparlayamıyorum’’
‘’Ne diyorsun sen Alp? Beni ritüele çağırdığını ve şimdide bunu hatırlamadığını mı söylüyorsun?’’
Güneş, Alp’in ne kadar dürüst olup olmadığını sorgularken, koridorun o karanlık ve kasvetli havası tekrar içine doldu. Sanki bu ev, içinde nefes alan herkesi boğmaya kararlıydı. Alp’in çaresiz bakışları onu bir süre daha sustuğu yerinde tuttu. “Zaman…” diye fısıldadı kendi kendine, ardından Alp’e baktı. “Bu, senin için kolay olabilir, Alp. Ama benim için değil.” Bir an sessizlik oldu. Alp, Güneş’in ne demek istediğini anlamış gibiydi ama bir şey diyemedi. Güneş, hislerini daha fazla açık etmeden, Alp’in yanından usulca ilerledi ve salonun loş ışıklarına doğru yürümeye başladı. Aralarındaki bu sessizlik, söylenmeyenlerin ağırlığını taşıyordu.
Salona indiğinde, tüm Akay ailesinin bakışlarının üzerine çevrildiğini hissetti. Beyna ‘nın gözleri hâlâ tehditkârdı; Çağın’ın bakışları ise anlaması zor bir bulanıklıkla doluydu. Levent ve Sedef, masada oturmuş, tatlıların gelmesini beklerken kendi aralarında konuşuyorlardı. Güneş, masaya doğru yürürken bir yandan kendini toparlamaya, bir yandan da biraz önce aynada gördüğü güçlü kadını hatırlamaya çalıştı. Alp hemen arkasından geldi ve Güneş’e sessiz bir destek olmak istercesine yanına yaklaştı. Tatlılar masaya konduğunda, Güneş’in içinde kopan fırtınalar büyümeye devam ediyordu. Bu evde hiçbir şey normal değildi ve herkes kendi oyununun peşindeydi. Güneş, bu girdaptan kurtulmanın bir yolunu bulmak zorundaydı, ama önce sakin kalmalı ve neyle karşı karşıya olduğunu anlamalıydı. Bildiği Akaylar artık kafasında kurduğu gibi masum görünmüyordu.
Güneş, Akay ailesinin Alp’in gerçek duygularından bu denli bihaber oluşuna şaşırıyordu. Alp’in onlardan bu denli nefret ettiğini nasıl bilmezlerdi? Nasıl olur da aynı çatı altında, aynı masalarda oturup birbirlerine bu kadar yabancı kalabilmişlerdi? Güneş, düşüncelerinin arasında boğulurken Levent Akay’ın keskin ve sorgulayıcı bakışıyla irkildi. Adamın otoriter duruşu, odadaki herkesi olduğu gibi Güneş’i de etkisi altına almıştı. Ardından, Akay ailesinin ilgisini daha da çekeceğini bildiği bir detay ekledi: “Bu arada ben sizin üniversiteniz öğrencilerinden biriyim” Sedef Akay, bu bilgiyi bir fırsat olarak görmüşçesine, hemen yeni bir soru yöneltti.
“Ne okuyorsun?”
“Gazetecilik,”.
Sedef’in bakışlarında bir değerlendirme vardı. Güneş’i küçümseyip küçümsemediğini anlamak zordu. “Kolay bir bölüm değildir,” dedi Sedef. “Peki, neden bu bölüm?”
Güneş, bu soruya hazırlıklıydı. Tutkusunu anlatırken sesi biraz daha güçlü çıktı. “Kendimi bildim bileli okumayı, araştırmayı, yazmayı ve paylaşmayı severim. Gerçeklerin her şeye rağmen ortaya çıkmak gibi kötü bir alışkanlığı vardır. Ben de hayatım boyunca gerçeğin peşinden gittim. Bu özelliğim beni gazeteciliğe savurdu.”
Sedef, bu açıklamadan memnun kalmış gibi görünmüyordu. Aksine, daha derin bir soru ile Güneş’i sıkıştırmak istedi. “Yani sen somut ya da soyut her şeyin mutlak bir gerçek olduğuna mı inanırsın? Gerçek olamayan bir kavram neye göre değişir? Mesela, hangi yargı ya da hangi sistem gerçeği, sahteden ayırabilir?”
Sedef’in sorusu, zekice bir meydan okumaydı ve Güneş bunu takdir etmişti. Ancak cevap vermekte tereddüt etti. Sonuçta karşısında bir bilim insanı vardı. Ama yine de içinden geldiği gibi konuşmayı tercih etti. Düşüncelerini derleyip sakin bir sesle cevap verdi. “Vicdan,” dedi. “Ancak temiz bir vicdana sahip olan insanlar mutlak gerçeği görebilir.”
Bu cevabın ardından salon bir an sessizliğe gömüldü. Gözler tekrar Güneş’e çevrildi. Muhtemelen söyledikleri, Akay ailesinin alışık olduğu bir mantık düzlemine uymuyordu. Güneş, bu kadar mantık ve statü odaklı insanlara –Vicdan- güzellemesinin, Yeşilçam filmlerinde geçen bir replik gibi algılanacağından emindi. Ancak söyledikleri sadece Çağın Akay’ ın dikkatini çekmişti.
Çağın, siyah deri koltuğunda sessizce oturuyor, elindeki kadehi hafifçe çevirirken Güneş’in söylediklerini tartıyordu. Gözleri, Güneş’ten bir saniye bile ayrılmıyordu. Güneş, onun bu bakışlarında bir anlam aramaya çalıştı. Sessizlik, odadaki diğerleri için bir tuhaflık yaratmış olsa da Çağın’ın ilgisi tamamen Güneşteydi.
Levent Akay’ın sesi, ortamın gerilimini daha da artırarak Güneş’in düşüncelerine nüfuz etti. “Burada kimle yaşıyorsun?” diye sordu. Soru, Güneş’i hazırlıksız yakalamıştı, ancak soğukkanlı bir şekilde yanıt verdi: “Ev arkadaşımla yaşıyorum, Levent Bey.” Levent Akay sorularını derinleştirerek devam etti.
“Ev arkadaşın kim? Onu tanıyor muyuz?”
“Evet, oda okulunuz öğrencilerinden. Çisem Gür.” dedi Güneş, yutkunarak. “Yani, ev arkadaşımı kastediyorum.”
Levent Akay’ın Çisem’ in ismini duyması ile gözleri endişe ile açıldı. Levent Akay, sakin görünmeye çalışsa da yüzündeki gerginliği gizleyememişti. Elini boynundaki kravatına götürüp gevşetirken, kaşlarını çatıp işaret parmağıyla alnını kaşıdı. Bu sırada Sedef Akay, Güneş’in açıklamasına destek verir gibi bir yorum yaptı.
“Çisemi biliyoruz. Babası eski ortaklarımızdan biriydi,” dedi Sedef, sanki bu bilgi masadakiler için bir anlam ifade ediyormuş gibi. Güneş, bu fırsatı değerlendirip kontrolü yeniden ele almak istedi. “İlk çocukluk arkadaşım sayılabilir. Zamanla ailesi buraya taşınmaya karar verince mecburi bir veda yaşadık fakat şu an yine yan yanayız işte” dedi. Sesinde samimiyet barındırmaya çalışıyordu. Levent Akay’ın hareketleri dikkat çekici olamaya başlamıştı. Gözlerini sürekli kırpıyor ve parmağını alnına getirerek kaşıyordu. Bu özellikle Çisem’ in ismin duyduktan sonra olmaya başlamıştı. Ancak ne söylemesi gerektiğini bir türlü kestiremiyordu. Gözleri bir an boşluğa daldı, bilinci bulanıklaşıyordu. İşte o anda, Anka Akay devreye girdi ve tansiyonu düşüren bir yorum yaptı. “Bu akşam bu kadar sorgu yeter. Güneş ile tanışmak benim için bir şeref” dedi sakin bir sesle. Özellikle bunları Beyna’ ya bakarak söylemesi de cabasıydı. Ardından Güneş’e dönerek hafifçe gülümsedi. Güneş, bu hamleyi beklemiyordu. Otoriter kadının desteği onu bir nebze olsun rahatlattı. Fakat yine de Alp’ in iddiaları hakkında bir ipucu yakalayamadı. Belki de bunun için henüz erken diye düşünüyordu.
Anka Akay, sakin bir ses tonuyla tekrar Güneş’e dönerek, “Okul konferanslarımı kaçırma” dedi. Bu sıradan cümle, Güneş’in aklında başka bir kapıyı araladı. Kesinlikle bu fırsatı kaçırmaya niyetli değildi.
‘’Tabii ki bizzat orada olacağım’’
Heyecan ile yükselen nabzı oldukça hızlı atıyordu. Anka Akay’ ın desteği ve konferanslarına davet etmesi onun için bir lütuftu fakat gelen bu anlamsız heyecan duygusu onu iyice hissizleştirmeye başladı. Bir şeyler tuhaf gidiyordu. Bedeni tepki veriyordu. Elleri karıncalanmaya başladı. Gözleri yavaşça bulanıklaştı ve görüntüler kararmaya başladı. Kan basıncının düşmekte olduğunu hissediyordu; sırtının orta yerinden kuyruk sokumuna kadar yayılan soğuk bir ter damlası, bedeninin kontrolünü kaybettiğinin habercisiydi. Midesinde hızla yükselen bulantı dalgası, başındaki keskin ağrıyla birleşti. Korkuyla yerinden kalkmaya çalıştı, ancak bu hamle dengesiyle oynamıştı. Akaylar, oturdukları yerden sessizce onu izliyordu. Güneş’in etrafındaki her şey ağır çekimde hareket ediyormuş gibi görünüyordu. Baş dönmesi ve zayıflık, bedenini bir anda ele geçirdi. Adeta yeryüzü kayıyormuş gibi hissetti ve kontrolünü kaybederek sendelemeye başladı.
Son bir kez yardım istemek için güçlükle fısıldadı:
“Yardım edin.”
Ancak sesi o kadar zayıftı ki, kelimeleri neredeyse duyulmaz olmuştu. Gözlerinin kapanmasına engel olamadan yere doğru ağır ağır kapaklandı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 402 Okunma |
213 Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |