

15. BÖLÜM
Bugün 38 numaralı ölecekti. Yani Araf… Evet ölecekti ama Kutay’ın onun ruhunu alacağını bildiğim için içimdeki korku bir nebze azalmıştı. Nasıl ki Yağmur ve Ulaş’ı geri getirecekse Araf’ta da aynısını yapacağını düşünüyordum. Yapmaması için bir neden yoktu.
Araf’a Kutay’la alakalı bir şey söylememiştim. Kutay gerekseydi, söylerdi. Araf’la vedalaştıktan sonra yatağının etrafında toplandık. Beliz ağlamaktan bitap düşmüştü. Araf onunla beraber yatağa kadar gitti. Yatağına uzandığında Beliz’den ayrılmak zorunda kaldı. Araf yatağa uzandığında kırmızı renge dönmüş gözlerini bir saniye bile Beliz’den ayırmıyordu.
Gerisi çok hızlı gelişti. Adamlar geldi. Ben gözlerimi Kutay’dan ayırmıyordum. En son gücünü görmüştüm ve o zamandan beri hiç konuşmamıştık. Ben Beliz’in Kutay ise Barış’ın başında duruyordu. Bu sefer Barış Beliz’e iyi gelmeye çalışıyordu ama kendisinin de pek iyi olduğu söylenemezdi.
Adamlar bize yaklaşıyordu lakin Kutay’ın ne eli ne de dudakları kıpırdıyordu. Kaşlarım gözlerimin üstüne inmişti. Neden garip kelimler söylemiyordu? Neden ellerini haraket ettirmiyorrdu? Bir bildiği olduğunu düşünerek Beliz’in yanına gittim. Beliz yanına vardığımda Araf için kalkan silahı gördüm. Adam tetiğe elini götürmüştüki Beliz Araf’ın üstüne atladı.
Son anda Beliz’i belinden tutup geri çektim. Kurşun Araf’ın göğsüne girdiğinde Beliz görmeye dayanamadığı için yüzünü bana döndürdü ve sarıldı. Ona Araf’ın ölmediğini söylemek için ağzımı açacaktım lakin dudaklarımı kıpırdatamıyordum. Gözleri açtım. Dudaklarımı kıpırdatamıyordum. Nasıl?
Kutay ayağa kalkıp Barış’la beraber yanımıza geldi. Kutay ve Barış yanımıza ulaştığında bir ses geldi.
“Sakın gücüm hakkında bir şey söyleme! Ne kadar az kişi bilerse o kadar iyi.” Ses Kutay’a aitti ama Kutay’ın ağzı açılmamıştı. Barış ve Beliz’e de baktım. Duymuş gibi gözükmüyorlardı.
Yukarı kalkan kaşlarımla Kutay’a baktım. Yine sesini duydum.
“Zihnine söylüyorum. Senden başka kimse duyamaz.” İçimden dudaklarımı açmasını istiyordum ama bunu dile getirmek için konuşmam gerekiyordu!
Ardından dudaklarım açıldı. Beni anlamış mıydı? Hadi canım, o zaman… Herşeyi biliyor muydu? Tamam, Aslı şuan düşünmen gereken bu değil!
Beliz artık bütün yükü bana bırakmuıştı. Onu dikleştirmeye çalışırken ayakları ölü gibi sallanmaya başladı. Bayılmıştı!
Onu kaldırmaya çalışırken Kutay yardımıma yetişti ve çevik bir haraketle Beliz’i kaldırdı. Aslında bende kaldırırdım… Kutay Beliz’i yatağına götürürken bende kolumu Barış’ın omzuna attım. Barış hemen bana ayak uydurup Kutay’ın peşinden yürümeye başladık.
Kutay Beliz’i bıraktığında Barış’ı yatağına götürdüm. Çok ağladığı için hemen kendini uykunun kollarına bıraktı. Sadece Kutay’la kalmıştık. Eskiden yedi kişiyken dört kişiye düşmüştük. Kendimi üzmemeye çalışıyordum çünkü Kutay onları geri getirecekti.
Kutay’a dönüp aklımı kurcalayan sorumu sordum.
“Araf’ta yaşayacak değil mi? Hiç ellerini kıpırdattığını görmedim?” Kutay yutkundu. Bunu haraket eden ademasından anlamıştım. Olumsuz bir cevap alacağımı düşünmem bile vicudumu bir titreme kaplamasına yetmişti.
“Onu kurtaramazdım, Aslı… O öldü. İnan bunu bende istemiyordum ama elimden sadece bu kadar geliyordu.” Gerçekten onu kurtarmak isrediğini biliyordum.
“Neden onu kurtaramadın?” Sesim suçlayıcı çıkmıştı ama bunu ben istememiştim.
“Bunun için fazla güç kullanmam gerekiyordu ve ben bu evrendeyken gün be gün gücümün azaldığını hissediyorum. Kendi dünyam tarafından hissedilme olasılığım da vardı. Onu kurtarsaydım, Ulaş ve Yağmur’u geri getirme ihtimalim düşerdi. Belkide hiçbirini kurtaramazdım.”
Cevap verecek bir şey kalmamıştı. Araf ölmüştü. Evet, belki onu çok tanımıyordum ve sevmiyordum ama bu onun, kötü bir son hakketiğini göstermiyordu. Cesaretliydi. Otuz yedi günde onun cesareti dikkatimi çok çekmişti. Burada bir suç işlememize rağmen ölmemiz beni çıldırtıyordu. Biz bunu hak etmiyorduk!
En son ölecek kişi bendim. Barış’ın ölümünü, Beliz’inkini ve Kutay… Buna dayanabilir miydim?
Hamza evet Hamza hiçbir zaman yanımızda durmadı. Sadece kaçmak için yanımızda olacağını söyledi. Hamza buradan kaçmak için bizim güçlü bir silahtı. Düşüncelerimi bölen Kutay’ın sıcak sesi oldu.
“Aslı? Ne düşünüyorsun?” Zar zor gülümsemeye çalışarak sonunda cevap verdim.
“Ha, birşey yok. Biraz dinlenmem lazım.”dedim. Boğazını temizleyip “Pekala,” diyerek gitti. Benim onu suçladığımı düşünüyordu lakin ben onu suçlamıyordum. Tam yatağıma gitmek için ikinci adımımı atacaktımki başım bir gövdeye çarptı. Geri adım atığımda ayaklarım dolanmasıyla sırtımda keskin bir acı hissettim. Sakar biri değildim. Düştüğümde çıkarttığım sesle Kutay gitmeyi bırakıp bana döndüğünü anladım. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama keskin gözlerini üstümde oyalanıyordu. Bunu görmeden hissediyordum. Beyaz ışıkta gözlerimi zar zor açarak çarptığım gövdeye baktım.
Eren gelmişti. Hemde ellerinde iki tane poşetle.
Kutay’ın varlığını yanımda hissedince Eren hemen poşetleri bize uzattı. Kısık sesle ve hızlı bir şekilde konuştu.
“Yatakların altına koyun. Bu yeterli silah değil. Sonra yerdeki çöpleri toplayın ve bana teslim edin.” Çöp toplamak mı? Gerçekten burada yaşamaya çalışıyorken bide temizlik mi yapacaktık? Eren’e bakmaktan başka hiç bir şey yapmadım. Eren çok yorlumuşa benziyordu. Sesli bir şekilde nefes verip sert bir şekilde fısıldadı. “Tunç! Aslı Tunç! Zaten benden yeterince şüpheleniyor! Dediğimi yapın!” Tamam, tolardım da bana nasıl emir veriyordu? Ben onun ablasyıdım sonuçta! Saçma konulara takılmıyorum, hayır! Bana daha saygılı olması gerekiyordu.
Çatık kaşlarla poşeti sertçe çekerek elime aldım. Kutay da öbür siyah büyük poşeti alıp arkamdan geldi. Artık Araf’ın yatağı boştu… Oraya saklayacaktık. Araf’ı özleyecektim… Hepimiz özleyecektik. Araf’ın boş yatağının yanına gelince (yani benim yatağımın yanındaki yatak oluyor) poşetin içindeki eşyaları hızlıca çıkarıp görünmeyecek bir şekilde alta atmaya başladım.
Küçük bıçaklar, silahlar, zincirlerle doluydu ama hepimize yetmezdi. Toplasan altı tane silahla ondan fazla kişi korunamazdık. Karşımızda sayısı bile belli olmayan bir ordu varken ve tonlarca silahları varken hiç ama hiç şansımız yoktu.
Kutay’la işimiz aynı anda bitince kafamızı kaldırdık. Gözlerimiz birbirine takılınca onun okanusvari kokusu burnuma doldu. Derin bir nefes almamak için kendimi zor tuttum. Kutay tebessüm edince daha fazla ona kapılmamak için bakışlarımı çektim. Evet ondan etkileniyordum. Bunu inkar etmek saçmaydı. O parlayan gözleri… sarı saçları, artık mavi tutam olmayan sarı saçları bir güneş gibi parlarken. Pekala, ciddi söylemeleyimki saçları parlamıyordu. Burada ne duş alabiliyorduk ne de saçımıza bir tarak değdirebiliyorduk.
Elimdeki poşetle kendi yatağımın yanındaki çöpleri toplamaya başladım. Kutay’ın başka bir tarafa gideceğini düşünmüştüm ama beni yanıltmıştı. Yanımdaki çöplerden almaya başlayınca ondan biraz uzaklaşmak amaçlı bir kaç adım yana kaydım. Bunu biliyormuş gibi o da bana doğru iki adım kaydı.
Aptal kıza yatıp ne yapmaya çalıştığını anlamıyormuş gibi yaptım. Bu haraketleri çok hoşuma gidiyordu. Sanki yanımda olduğunu belli etmek ister gibiydi. Kokusu yine burnuma dolunca bu sefer içime çekmekten çekinmedim. Taki Kutay’ın küçük kıkırtısını duyana kadar!
Anlamıştı. Utançtan yanaklarım kızarabilirdi. Hemen başımı önüme eğip son bir kaç peçeteyi de poşete koyup Kutay’dan uzakta bir yatağın yanına gittim. Bu sefer arkamdan gelmemişti. Hamza’nın yatağına geldiğimde yere dizlerimi değdirmeden eğildim. Hamza uyuyordu. Öyle bir horluyordu ki burası başımıza yıkılacak diye düşünmeden edemedim.
Yaklaşık dört saati devirmiş olmalıydık. İkimizde dolu poşetlerle büyük kapıya doğru yürüdük. Gözlerim Yavuz’u aradı. Sonra onu öldürdüğüm aklıma geldiğinde gözlerim yine yandı. Ağlamayacağımı biliyordum ama gözlerimin de dolduğuna emindim. Başıma keskin bir ağrı saplanınca bunun neden bu kadar yaşadığımı düşündüm. Neden bu kadar fazla baş ağrısı çekiyordum? Burada yaşadıklarımız ağırlığından olmalıydı.
Kutay’la kapının önüne bıraktığımız poşetleri yüzü de dahil heryeri siyahlar içinde kaplı olanlardan bir koruma poşeti aldı. Biz de yataklarımıza dönmek için yürümeye başladık. Yavuz… onu ben kendi ellerimle öldürmüştüm. Ben bir katildim.
Bunun bir telafisi olmazdı. Ben bir can almıştım. Evet, belki istemiyordum ama o Yavuz’un kanını taşıyan bıçak benim elimdeydi.
Kutay bunu yeni fark etmiş olacakki hemen önüme geçip iri bedeniyle beni durdurdu. Ona çarpmak üzereyken son anda kendime engel olmuştum. Dolan gözlerimi görmemesi için başımı eğecektim ama Kutay buna izin vermedi. Çenemi tutarak başımı yukarı kaldırdı. Açık siyah düz saçlarım yüzümden kendiliğinden iki yanıma düştü. Kutay’ın gözleri yüzümün her yerinde yavaş yavaş dolaştı ve gözlerimde durdu. Kaşlarını çatmıştı ama yumuşak sesi yüzüne tam bir zıttı.
“Kimsenin karşısında başını eğme.” Küçük teması bütün vicudumu titretirken ne dediğini bile tam kavrayamamıştım.
Elini çenemden çekmesi için iki adım geri attım. Kutay’la göz temasını kesmemiştim. Kaşları sanki daha fazla çatılabilecekmiş gibi çatıldı.
“Sorun Yavuz mu?” Cevap vermedim, vermek istesem bile sesimin titreyeceğini biliyordum.
“Aslı, bu senin elinde olan bir şey değildi. Evet belki senin düşündüğün gibi onun kanııyla boyanmış bıçak sendeydi ama bunu isteyerek yapmadığını ikimizde biliyoruz. Kendini bu kadar yıpratma. Buradan çıkmaya odaklan yoksa bizim sonumuzda Yavuz’dan bir farkı olmayacak.” O benim ne düşündüğümü nereden biliyordu?
“Düşündüğüm şeyi nasıl anladın?” Dudağının kenraı yavaşça kıvrılırken,
“Kızım benim yeteneğim bu.” Ah… Bunu tamamen unutmuştum. Konu benden uzaklaşmışken bu fırsatı kullandım. Yavuz’u unutabileceğimi sanmıyordum. O sahne hiç gözümün önünden çıkmıyordu. Turuncu saçları yere değiyor, ellerinin biri göğsünün üstünde diğeri ise sağ tarafına düşmüş, bacakları cansız bir şekilde yerde… Bu düşünce kafamı daha fazla doldurmadan Kutay’ın yanından geçerken konuştum. O sinsi okyanusvari kokusu burnuma gelmeyi ihmal etmemişti.
“Biraz bana kendi Dünya’nı anlatsana. Hadi gel.”
“Tamamm” Son harfi bilerek uzatmıştı.
Benim yatağım ve Araf’ın yani boş yatağa geçtik. Araf’ın artık bir yatağı yoktu. Orası boştu. Bunu kendime alıştırmalıydım. Hayır, buradan Beliz ölmeden gidecektiktik.
Kutay’la yerleşince Kutay huzursuz bir kaç mırıltı çıkardı.
“Ne oldu?” Bir çocuk gibi alt dudağını büzerek cevap verdi.
“Bu silahlar popoma batıyor.” Kendimi gülmemek için zor tuttum. Bu saçma haraketler bile ona o kadar çok yakışıyordu ki… Yatağımın en ucuna kayıp diğer ucu elimle işaret ettim. Kutay otuz iki diş sırıtarak yatağa oturdu. Dizlerimiz nerdeyse bir birine değiyordu. Gösterdiğim yer yerine tam yanıma oturmuştu!
Onun huzur verici kokusunu umursamamaya çalışarak (ki bu çok zordu) konuştum.
“Kutay, biraz kayar mısın?” Kutay tamamen bana döndükten sonra,
“Niye?” Oflayarak beni heyecanlandırdığını belli etmemeye çalıştım.
“Zaten burası çok sıcak. Sıkıştırma.” Ben kaymasını beklerken o sadece gözlerini kısaraka bana baktı. Daha sonra güldü ve gözlerini üzerimden çekti. Arkamdaki duvara bakarken hayla kaymamıştı!
“Çiçek koktuğunu biliyor musun?” Çiçek mi? İyi de ben çiçek sevmem ki!
“Çiçek kokmuyorum!” Ne dediğinin farkına varıp hızlıca çatık kaşlarımla ona baktım. O da aynı anda bana baktı.
“Sen ne diyorsun ya! Kokum seni neden ilgilendiriyor? Bunu bana niye söylüyorsun?” Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırınca düz bir çizgi oldu. Ondan cevap beklemeden arkasında geçtim.
Ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyordu. Ayaklarımla sırtından ittirince yere düşmesiyle ne yapmaya çalıştığımı anlamış oldu. Onu ellerimle yataktan kaldıramazdım.
İri ve kaslı bir gövdesi vardı. Onu taşımaya çalışmak bel fıtığımın çıkmasına neden olabilirdi. Kutay yerde inlerken ayağa kalkmaya çalışıyordu. Abarttığını bildiğimi biliyordu. Yatağıma hemen uzanıp onun gelmesine izin vermediğimi daha açık bir şekilde belli ettim.
“Düşünüyorum da senin dünyan umrumda değil. Gitmeyeceğim bir yeri öğrenmem boş bilgi. Şimdi lütfen yatağımdan uzaklaş. ”
Kutay sonunda nazlanmayı bırakıp ayağa kalktı.
“Peki… Ben gidiyorum o zaman.” Cevap vermedim ama hala başımda bekliyordu. Tek gözümü açıp hızlıca “Git.” dedim.
“Tamam. Gidiyorum o zaman. Bak emin misin?” Benle dalga geçiyordu!
“Eminim. Git!” İki gözümü açıp ona baktım. Ellerimi ensemde birleştirip ayaklarımı üst üste koydum. Omuz silkip yanımdan ayrılırken “İyi gidiyorum.”
O giderken içimdeki huzur yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. Taki Kutay yine durarak bana döndü. Bu sefer yarım ağız gülüyordu. “Gidiyorum?”
Arkamı döndüm ve son gücümle seslendim.
“Git!” Gitme… Sen yanımdayken çok huzurluyum, demedim. Diyemezdim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |