13. Bölüm

10. BÖLÜM

Beritan Öz
cebimdekicakmak

Onur Can Özcan - İntihaşk

yirmi7 - Sokak Lambası

Bölümün ana şarkısı; Figen Genç - Nazende Sevgilim

❀❀❀

"Ağaçlar yapraklarını dökerken, insanlar sevdiklerini düşünürken ağlarmış."

❀❀❀

"Kriz anları sık sık tekrarlanıyor mu?" Hissettiğim baş ağrısı yüzünden gözlerimi açmak istesem de açamamıştım. Hareket edemeyecek kadar kendimi yorgun hissediyordum. Sadece etrafımda konuşulanları net bir şekilde olmasa da duyabiliyordum. "İstanbul'da iken daha sık tekrarlanıyordu. Mardin'e geldiğinden beri sadece birkaç defa kriz geçirdi." Duyduğum tanıdık ses ona ait değildi. En son onun yanındaydım sonrasında ne olduğunu pek hatırlamıyordum. Kapının açıldığını kapının gıcırdamasıyla anlamıştım. Saniyeler sonra kapı tekrar kapanmış ve bulunduğum yerin bunaltıcı kokusuna rağmen sıcak kahve kokusu ciğerlerime kadar dolmuştu.

"Hâlâ uyanmadı mı?" Sesini duyduğunda sanki bir anda bütün yorgunluğum gitmişti. Son günlerde doğru düzgün uyuyamıyordum. Şimdi bıraksalar bu kokuyla beraber saatlerce huzurla uyuyabilirdim. "Birazdan uyanır. Uyandığında tekrar gelip son kontrollerini yapacağım. Sonra çıkışınızı yapabilirsiniz." Demişti yabancı bir erkek sesi. Kapı tekrar gıcırdadı ve kapandı. "Kimin yaptığını bulabilidin mi?" Bu tanıdık ses Azad'a aitti. "Başta Fatih itinden şüphelendim ama o basit yöntemler kullanacak biri değil." Azad ve Agâh'ın ne hakkında konuştuklarını anlamasam da onları dinlemeye devam ettim.

"Sana böyle bir kumpas kuracak kadar gözü dönmüş biri Fatih Doğan'dan başka kim olabilir?" Kumpastan bahsettikleri an hatırlamadığım anlar gözümün önünden bir şerit gibi geçmişti. En son Agâh, ben ve Evîn Hasan amcanın mekanında kahvaltımızı yapıyorduk. Sonra müşterilerin etrafta koşturmasıyla beraber ben daha ne olduğunu anlamadam Agâh masayı devirmiş beni masanın arkasına götürüp Evîn'i de kucağıma bırakmıştı. Sonrasında silah sesleri mekanda yankılanmaya başlamıştı. Evîn'in korkuyla ağlamaya başlaması beni daha çok korkutmuş olacak ki bir anda başım dönmeye başlamıştı. Sonrasi ise karanlıktı. Muhtemelen şuan bulunduğum yer bir hastane odasıydı.

"Tam olarak kimin yaptığını bilmiyorum ama bütün oklar Resul İzol'u gösteriyor." Kalbimin üstüne sanki taş koymuşlardı da taşı öleceğimi bile bile kaldırmaya yeltenmiyordum. Duyduğum isim benim ölüm sebebimdi. "Şuan bizi diniliyor biliyorsun değil mi?" Azad onları dinlediğimi fark etmişti. "Biliyorum." İkisi de onları dinlediğimin farkındaydı ama bunu umursamadan konuşmaya devam etmişlerdi. Konuşmak için yeltendiğimde kuruyan boğazım buna izin vermemişti. Gözlerimi zorlukla açtıktan sonra elimi zorlukla havaya kaldırmaya çalıştım buna rağmen başarısız olmuş, elimi sadece biraz da olsa kıpırdatabilmiştim.

"Kendini zorlama dinlenmene bak sonra konuşuruz bu durumları." Agâh'ı dinlemeyip kendimi zorlayarak "su" demiştim. "Su istiyor galiba." Varlığından bile yeni haberdar olduğum Mahir'in sesini duymam irkilmeme sebep olmuştu. Ne ara buraya gelmişti ruhum bile duymamıştı. "Bizde bira istiyor sanmıştık. Sende olmasan biz nasıl anlayacaktık su istediğini." Azad'ın alaylı sesi kıkırdamama neden olmuştu ama kıkırdamak bile o kadar çok canımı yakmıştı ki acıyla öksürmeye başlamıştım.

Agâh yanıma gelip yattığım yatağın ayarlarıyla oynadığında yatağa yaşlanır pozisyona gelmiştim. "Sana kendini zorlama dedim yine beni dinlemedin." Konuşacak gücüm olmadığı için ona boş boş bakmaktan başka birşey yapmamıştım. Azad yanıma bir su şişesiyle yaklaştığında Agâh'ın bakışları benim üzerimden Azad'ın üzerine kaymıştı. "Sana kahvaltı et öyle çık demedim mi? Bu kadar inatçı olmak zorunda mısın?" Konaktan çıkmadan önce Azad'la karşılaşmıştım bana her ne kadar kahvaltı yapmadan çıkma dese de Agâh'ı daha fazla bekletmemek için kahvaltımı yapmadan dışarı çıkmıştım. Sanırım restoranda kahvaltı yapmamıza rağmen önceden açsızlıktan yorgun düşen bedenim silah seslerinin verdiği korkuyla bilincimin kapanmasına neden olmuştu.

Azad bana su içirmek için su şişesini dudaklarıma doğru götürdüğü esnada bir el Azad'ın kolunu sıkıca tutmuştu. Dönüp Agâh'a baktığımda boş gözlerle Azad'a baktığını fark ettim. "Sen gidip doktora haber ver, suyunu ben içiririm." Alt üstü bir su içecektim onu da kursağımda bırakmıştı. Agâh Azad'ın elindeki su şişesini aldığında Azad hiç itiraz etmeden geri çekilmişti. "Güzelim ben doktora haber verip geliyorum. Bu herif sana bir şey yapmaya kalkarsa ismimi söylemen yeterli." Azad ilk defa Agâh'ı dinlemişti belki de araları düzelmeye başlıyordu. Ya da ortada benim bilmediğim şeyler dönüyordu.

"Oldu ağam bir de üç kere Azad, Azad, Azad desin belki Selena gibi ışınlanırsın. Ben ne güne buradayım Agâh'ın bir şey yapmasına izin vermem." Bir şeyden kastları neydi tam olarak anlayamamıştım. Agâh'ın bana zarar vermeyeceğinin onlar da farkındaydı. Azad, Mahir'le laf dalaşına girmek yerine odadan çıktığında gözlerimi tekrardan beni izleyen Agâh'a çevirmiştim. "Aslında sana su içirmeyip bir süre senin o cırtlak sesini duymadan huzurla yaşayabilirim ama insanlık yapıp sana su içireceğim." Sesimi duymaktan bile rahatsız oluyordu ama benimle evlenmeyi istemişti.

Su şişesini dudaklarıma doğru götürdüğünde yavaşça suyu içmeye başlamıştım. Sanki kuruyan dudaklarımda içtiğim su sayesinde bir orman yeşermeye başlamıştı. Kendimi hiç bu kadar rahatlamış hissetmemiştim. Agâh su şişesini dudaklarımdan ayırırken parmakları dudağıma temas etmişti ve bu küçük temas bile kalp atışlarımın ritmini bozmaya yetmişti. "Yemin ederim liseli ergenler gibisiniz. Bari gözümün önünde flörtleşmeyin midem bulanıyor." Mahir'in sitemi utanmamı sağlasa da utandığımı belli etmemiştim. "Mahir siktir git flörtüne sokturma." Bu çocuğun ağzını deterjanla yıkasak bile küfürlerinden arınmayacağı belliydi. Her fırsatta küfür edecek bir şey buluyordu.

"Evîn nerde?" Başına birşey gelmeyeceğine emindim ama kaç saattir burada uyuduğumu bilmiyordum. Fazla ayrı kaldığımız zamanlar bunu hissedip ağlamaya başlardı. Agâh yan tarafımda duran koltuğa oturup, "Asel ve Aram'ın yanında hastanenin bahçesindeler." Demişti. Asel denen kızdan bahsettiğinde nedensizce içimi bir huzursuzluk kaplamaya başlamıştı. Azad'ın dedikleri benim de kafamı kurcalamaya başlamıştı. Belki de kendi kendime kuruntu yapıyordum ama yine de bu ihtimali düşünmeyi bırakamıyordum.

Kapının gıcırdama sesiyle bakışlarım kapıya doğru kaydı. Azad yanında orta yaşlarda bir doktorla odaya girmişti. "Geçmiş olsun Elzem Hanım. Şimdi izin verirseniz birkaç kontrol sonrasında sizi taburcu edeceğim."

İçten bir şekilde gülümsedim. "Sağolun." Doktor Agâh'a dönüp, "Agâh Bey sizleri dışarıya alabilir miyiz? Hastayla yalnız konuşmak istiyorum." Agâh başıyla doktoru onaylayıp bana baktı. "Kapının önündeyim." Deyip odadan çıkmıştı. Ardından Azad ve Mahir de odadan çıkmıştı. "Evet Elzem Hanım yalnız kaldığımıza göre size birkaç sorum olacak. Dürüst olmanızı rica ediyorum." Anlamsız gözlerle doktora baktım. Ne soracağı hakkında hiçbir bilgim yoktu.

"Elzem Hanım vücudunuzda derin yara izleri var bunun sebebi nedir?" Zorla yutkundum. Doktor, Agâh'a yaralarım hakkında birşey sorduysa aynı soruları Agâh'ın da soracağına emindim. "Birkaç ay önce karıştığım bir kavga yüzünden oluşan yaralar. Önemli bir şey yok." Bu gidişle yakında yalan söylemenin kitabını yazacaktım. "Peki Elzem Hanım üsteleyemeyeceğim ama yine de önlem amaçlı ifade verebilir misiniz?"

Başımı olumsuzca salladım. "Agâh'tan şüpheleniyorsanız o öyle biri değil. Hiçbir kadına el kaldırmaz. Dediğim gibi sadece bir kavga yüzünden oluşan birkaç morluk, daha fazlası yok. "Öyleyse tekrardan geçmiş olsun bir saat sonra taburcu olabilirsiniz."

Bir saat daha bu kötü havayı soluyacak olmam çok kötüydü. Hastane kokularından ve hastanelerden nefret ederdim. Çünkü bana birçok yaşanmamışlığı hatırlatırlardı. Birçok yarım kalmışlığı. Doktor odadan çıktıktan sonra saniyeler sonra kapı tekrardan açılmış, Agâh içeri girmişti fakat bu sefer yanında Mahir ve Azad yoktu. "Azad'ı çağırabilir misin? Evîn'i konağa götürmesini isteyeceğim." Asel'i sadece ismen tanıyordum ve kızımla tanımadığım birinin ilgilenmesini istemiyordum.

"Bir saat sonra taburcu olacaksın zaten ne gerek var. Asel ve Aram ilgileniyor işte. Abime de mi güvenmiyorsun?" Aram abiye güvenim sonsuzdu ama sonuçta Asel her ne kadar kaza olduğunu söylese de Zozan'ın canını tehlikeye atmıştı. "Abine değil yanındakine güvenmiyorum." Asel, daha gelir gelmez Melek Hanım gibi birine bile kendini sevdirebilmişti. Demirkan'lara kendini kısa sürede sevdirmeyi başarmıştı. "Asel'i tanısan çok seversin. Sadece tanımadığın için kimseye önyargıyla yaklaşma."

Dün akşam Milan konağında onların bir şeyler konuşup, gülmesine şahit olduğum zamandan kalan o kıskançlık ve kırgınlık tekrar içimi kaplamıştı. "Onu tanıdığına göre onu seviyor musun?" Kırgınlığımı sesime yansıtmamaya çalışarak konuşmuştum. "Seviyorum ya da sevmiyorum bu seni ilgilendirmez. Sevsem de bir şey değişmez." Sevmiyorum dememişti. 'Sevsem de bir şey değişmez.' Bunu demesinin sebebi benimle evlenecek olması mıydı? Söylediklerini yanlış anlamak istedim ama bunun başka açıklaması yoktu. "Bak daha yüzükler takılmadı bile. Yolun başındayken dönelim bu hatadan. Ben başımın çaresine bakarım. Benim için sevdiğinden vazgeçmek zorunda değilsin."

Yıllarımı verdiğim adamın iki yılını almıştım. Bir çocukluğum vardı onu da uğruna heba etmiştim. O ise benim için gençliğini heba etmemeliydi. İki günlük bir kadına mı aşık olmuş? olsundu. Mutlu olmayı en çok o hak ediyordu. Belki de bazı sevdaların yaşaması için, bazı sevdaların ölmesi gerekirdi.

"Sen de beni tanıyamamışsın. Ben hep seni tanıyamadığımı düşünürdüm. Sen aslında en başından beri beni tanıyamamışsın. Ben aklımdaki ve yanımdaki kadın bir olmadığı sürece, yanındakiyle yaşar, aklındakiyle ölürsün edebiyatına girecek bir adam mıyım?" Değildi, sevdiği kadın dışında çevresindeki her kadına kör olan biriydi. "Aradan iki yıl geçti. Düşüncelerin değişmiş olabilir." Bana öyle bir bakıyordu ki şuan bakışlarını bile bu denli özlediğim adama ağlamak istiyordum.

Eliyle kalbini işaret etti. "Yanındakini ve aklındakini kalbinle seversin. Düşüncelerinle değil. Aklımdaki kişi de yanımda ki kişi de aynı. Ama senin bunu anlaman için sevmeyi bilmen gerekir." Hangimiz sevmeyi biliyorduk ki? Karşımdaki adamın bir daha hiç elimi tutmayacak olmasını bilerek kaç gece uykusuz kalan ben, sevmeyi bilmiyordum. "Beni arayıp, yedi kocadan yedi çocuğun olsa da gel diyen sen değil miydin? Geldim işte neden böyle yapıyorsun? Neden bana kol kanat olmuyorsun?" Konuşurken sesim titremişti.

"Bana bıraktığın ihanetin enkazından kalktığım gün kolumu da kanadımı da tekrardan kıracağını bile bile sana kol kanat olacağım." Gözümden bir damla yaş düştü. Bunu fark edince bana bakmayı kesip, odadan çıkmıştı. Yıllar önce Safran Karası diye bir kitap okumuştum. Kitaptaki bir alıntı yıllar geçse de aklıma hep kazılı olacaktı. "Yuvasız bıraktığın her insanın ahı dönüp dolaşıp seni bulur. İhanet eden her kalp, sevilmediği bir kalpte çürümeye mahkûmdur." Yıllar geçse de bu alıntının ağırlığı yüreğime hep baskı yapacaktı.

Kendimi tutamayıp hıçkırıklar içinde ağlamaya başlamıştım. Kriz geçirmekten korkuyordum. Kriz anlarında kendimde olmayıp bazen saçlarımı fark etmeden yolabiliyor, kendime zarar verebiliyordum. Midyat'a geldiğimden beri geçirdiğim kriz anlarında hiç kendime zarar vermesem de kendimi kontrol edemeyip tekrardan kendime zarar verirsem aklımı kaçırdığımı söyleyeceklerdi. Belki de çoktan aklımı kaçırmıştım. Kapının açıldığını hissetsem de dönüp kimin geldiğine bakmamıştım. Kimseyi kızarmış gözlerle karşılamak istemiyordum.

Bir el koluma dokunduğunda irkilmiştim. "Kızım kafayı mı yedin? Şuna bak ya kolunu mahvetmişsin." Gelen kişi Mahir'di. "Git buradan, sana da zarar vermek istemiyorum." Daha önce hiç karşımdakine zarar vermesem de ona zarar vermekten korkuyordum. "Elzem kolun kanıyor."

Dediklerine aldırış etmiyordum. Şuan tek derdim sakinleşebilmekti onu da beceremiyordum. "Ben deli değilim." Dediğimde sesim oldukça kısık çıkmıştı. İki elimi de sıkıca tutmuştu. Beni kendisine çekip bana sarıldığında bu hıçkırıklarıkın daha çok artmasını sağlamıştı. "Herşey geçecek. Sakin ol tamam mı?"

Derin nefesler alıp vermeye başlasam da sakinleşemiyordum. "Ben deli değilim. Kızımı benden koparmayın." Kelimeler istemsizce ağzımdan çıkıyordu. Ellerinin saçımı okşadığını hissettiğimde ürpermiştim. "Sen deli değilsin. Kimse senden Evîn'i almayacak. Şimdi derin nefesler alıp ver." Dediğini yaptığımda az da olsa sakinleşebilmiştim. "Agâh bir şey söyledi değil mi? O yüzden bu haldesin."

Derin bir nefes daha aldıktan sonra, "O bana ne yapabilir ki anca laf sokup duruyor." Dediğimde bana sarılmayı bırakıp geri çekilmişti. "O yüzden mi kriz geçiriyordun?" Agâh'ın dedikleri beni tetikliyordu sadece. Kriz anlarımın bahanesi oluyor gibiydi. O iğrenç anlara beni bilinçaltım sürüklüyordu. Geçmişin her zaman arkamda bir gölge olarak duracağının her zaman farkındaydım. "Agâh'ın söyledikleri sadece yaramı sızlatıyor. Bu yüzden onun pek bir suçu yok."

"Onun hiçbir suçu yok." Dediğinde başımla onu onayladım. "Haklısın. Onun hiçbir suçu yok." Agâh'ın hiçbir suçu yoktu. Ben iki yıl sonra bir anda karşısına çıktığım için suçluydum. Kimsenin düzenini bozmaya hakkım yoktu ama ben yine beraberimde felaketleri de getirerek dönmüştüm. "Eşini kaybetmiş bir kadına benzemiyorsun. Acını içinde mi yaşıyorsun yoksa bu işin altında hepimizin bilmediği gerçekler mi var anlayamıyorum."

"Acımı içimde yaşıyorum." Bana dikkatle baktıktan sonra, "Cık, sakladığın birşeyler var ve bende Mahir Atay'sam her ne saklıyorsan bunu öğreneceğim." Buruk bir şekilde gülümsedim. Birilerinin sakladığım gerçeklerin peşine daha iki yıl önce ilk Midyat'tan gittiğimde düşmesi gerekmiyor muydu? Hiç kimse mi Elzem yapmaz dememişti, yoksa hiç kimse Agâh'a geri dönüşü olamayacak bir şekilde vurgun olduğumu o zamanlar anlayamamış mıydı? Ona ihanet etmeyeceğimin farkına hiçbiri mi varmamıştı yoksa ben mi çok iyi bir oyuncuydum da hepsini Semih'i sevdiğime inandırmıştım?

"Mahir, arkamdan boşuna kanı bozuk demiyorlar. Acımı içimde yaşamasam ve Semih'in ölümünden mutluluk duysam bile bu Semih'in beni zorla yanında tuttuğu anlamına gelmez." Korkum yüzünden yalan ağzıma yuva yapmıştı. Eski halim olsa söylediğim yalanlar için karşıma geçip yüzüme tükürse haklıydı. "Belki de Semih'e olan sevgim bitmiştir. O yüzden onun ölümüne seviniyorumdur?" Bir sevgi nasıl başlamadan biterdi ki? İliklerime kadar nefret ettiğim bir adamı nasıl sevebilirdim ki? Üstelik ismini duymak bile ondan daha fazla tiksinmeme sebep oluyorken.

"Kanı gerçekten bozuk insanlara, biri senin kanın bozuk dese şüphesiz bunu inkar ederler. Sen ise toplumun sana yakıştırdığı sıfatları kabulleniyorsun." Peki kabullenmeyip ne yapabilirdim? Kabullenmesem ne değişecekti? "Kabullenmesem insanlar susacak mı? Ya da en azından beni her gördüklerine bir çöpmüşüm gibi bana bakmaya devam etmeyecekler mi? Bu yüzden bazı şeyleri kabullenmek gerekir." Bana bir çöpmüşüm gibi bakmaları kendimi daha fazla kirli hissetmeme sebep oluyordu. Bu yüzden içimden her ne kadar arkamdan konuşanlara ağzının payını vermek istesem de bunu yapamıyordum.

"Elzem, kanı bozuk biri olsaydın Melek teyzem sana o gün hastanedeyken kanı bozuk dediğinde ağlayarak Azad'a sığınmazdın. Ayrıca arkandan söylenenleri bu kadar kafana takıp kurcalamazdın." Mardin'e ilk döndüğümde insanların sadece kınayıcı bakışları üzerimdeyken insanların benim hakkımda ne düşünecekleri umrumda bile değildi. Çünkü Agâh'la zamanında sevgili olduğumuzu kimse bilmiyordu. Sadece babamın rızası olmadığı için kaçmaya karar vermem onların gözünde beni sorumlu yapıyordu.

Ne zaman Agâh'la evleneceğimiz herkes tarafından öğrenildi, o zaman işler değişmişti. İnsanların bana olan bakışları, arkamdan ettikleri hakaretler bile önüne geçemeyeceğim şekilde artmıştı. Çünkü onlara göre ben dul bir kadındım. Döner dönmez Mardin'in en güçlü aşiretlerinden birinin ağasıyla evlenmeyi dul bir kadın olarak hak etmiyordum. "Ortada araştırıp, bulabileceğin bir gerçek yok beni anlamıyor musun? Yoksa anlamak mi istemiyorsun? Ben iki yıl önce kendi isteğimle onu terk ettim. Çaresiz kaldığım için, Semih öldüğü için döndüm bu topraklara."

"Çaresiz kalınca bende Agâh'la mı evleneyim dedin? İhanet ettiğin eski sevgilime döneyim nasıl olsa ben ona ne yapsam da o bana kıyamaz diye mi düşündün?" Eğer şu an cesaretimi toplayıp Mahir'e gerçekleri söyleyebilseydim muhtemelen bütün gerçekleri gidip Agâh'a söylerdi o yüzden ona boş gözlerle bakmak dışında bir şey yapmadım. "Söylesene Elzem, Agâh'ı sevmediğin halde onunla evlenmeyi kabul etmek yerine neden Fatih Doğan'la evlenmeyi kabul edip Agâh'a bir darbe daha vurmadın?" Onu neyin şüphelendirdiğini bilmiyordum ama bir şeyler bildiği, beni suçsuz çıkarmak istemesinden belliydi. "Anlamıyor musun? Ben de insanım hatalar yapabilirim."

"Hiç bir insan bedelini ağır ödeyeceği hatalar yapmaz. Yapsa da buna hata demez." Dediğinde derin bir nefes alıp verdim. "Neden beni suçsuz çıkarma çabasına giriyorsun?" Dediğimde bir an gözlerinde bir duygu geçişi olmuştu. Yeşil gözleri hüzünle bana baktı. "Belki o da gittiği yere çaresiz olduğu için gitmiştir. Nereye gittiğini bilmiyorum ama gittiği yerde birileri sana davrandıkları gibi ona da davransınlar istemezdim." O diye bahsettiği kişi Bejna'ydı. Benim Agâh'ı terk etmemden bir yıl önce ansızın ortadan kaybolmuştu. Mahir'in onu her ülkede arayıp bulamadığına o zamanlar hepimiz şahit olmuştuk.

"Beni başka bir adama mı tercih etti yoksa birilerinin zoruyla mi gitti bilmiyorum. Ve bunu bilmemek, üzerinden üç yıl geçse de kafayı yememe sebep oluyor. Agâh'ı anlayabiliyorum, seni de anlamak istiyorum." Bejna'nın gidişini atlatmış gibi gülüyor, hiçbir şeyi kafasına takmayıp her şeyi alaya alıyordu ama içinde fırtınalar kopuyordu. "Beni anlamana ihtiyacım yok." Anlamak isteyen en başında da anlardı. "Bazen keşke bir mezarı olsa diyorum. En azından nerede olduğunu bilirdim."

"Bir mezarı olsaydı da yanına gitmezdin. Cihan abim Xezal'in nerde olduğunu biliyor da ne oluyor? Bir kere bile gitmedi Xezal'in mezarının başına. Cihan Milan şuan nerde? Xezal'in mezarının nerede olduğunu bilmenin rahatlığıyla kendine yeni bir hayat mı kurmuş? Hayır, yıllardır dönüp dolaşıp Xezal'in kendini attığı uçuruma gidiyor." Yirmi dokuz yaşında kaybettiği Xezal'inin intihar ettiği uçuruma otuz sekizinci yaşında da gidiyordu ve son nefesine kadar da o uçuruma gitmekten vazgeçmeyecekti. "Bir mezar her sorunu çözmez. Önemli olan gittiğin yerden dönebilmektir. Ölüler dönemez ama en azından bir mezarı olsaydı dediğin kadın üç yıl sonra da on yıl sonra da dönebilir."

Gözlerini zemine dikmiş beni dinliyordu. Geçmişe dalıp gittiğini anlamak zor değildi. "Bejna bir gün dönerse eğer, kimsenin bana söylediklerini ona da söylemelerine izin verme. Bazı insanların gitmek için sebepleri vardır. Bazı insanlar yaşadığını hissetmek için giderler." Bejna'nın ne için gittiğini bilmiyorum ama o öyle güçlü bir kızdı ki ne olursa olsun Mahir'den gidecek biri değildi. Bu yüzden bütün kalbimle onun da gitmek için geçerli bir sebebinin olduğuna inanıyordum. Neticede gidenleri sadece gidenler anlardı.

Bir süre ikimiz de konuşmadan, ortamın sessizliğini bozmadan öylece durduk. Bu konuşma ne kadar ikimizin de canını yakmış olsa da aynı zamanda ikimize de iyi gelmişti. Mahir bir anda ayağa kalktığında bakışlarımı yüzüne çevirdim. "Gerçekleri Agâh'a söylemekten asla korkma. Kavuşmak bazen dudaklarının arasından çıkacak iki kelimeye bağlı olabilir." Burukça gülümsedim. "Bazen de dudaklarının arasından çıkacak o iki kelimeye lâl olabiliyorsun işte."

Yüzünde benimkinden farksız olmayan buruk bir gülümseme belirdi. Ardından hiçbir şey söylemeden odadan çıkıp gitti. Yaptığımız konuşma beni biraz da olsun rahatlatmıştı. Benim yanımda olduğunu açık açık söylemese de yanımda olduğunun farkına varmıştım, bu iyi hissettirmişti. Başımı yatağın başlığına yaslayıp rahat bir nefes aldığım esnada odanın kapısı tekrardan açıldığında bakışlarım tekrardan kapıya yöneldi. Agâh'ın geldiğini görünce bir süre onu süzdükten sonra bakışlarımı ondan çekmiştim. "Bu kadar uzun bir konuşma yapacağınızı tahmin etseydim bu konuşmayı başka zamana ertelerdim."

"Bir hastane odasında bir saat yalnız kalmaktan daha iyiydi." Dediğimde yanıma yaklaştı, elinde tuttuğu deri ceketi yeni fark etmiştim. Ceketi kucağıma bıraktıktan sonra geri çekilmişti. "Şu ceketi giydikten sonra hastanenin bahçesinde hazır ol." Deyip odadan çıktığında istemeden de olsa kendimi onu taklit ederken bulmuştum.

✶✶✶

Agâh'ın bana giymem için verdiği deri ceketi giymiş ve hastaneden çıkmıştım. Beyefendinin kendisiyle zaten yeterince aynı havayı solumuyormuşum gibi bana verdiği cekete sinen sıcak kahve kokusu yüzünden neredeyse bayılacaktım. Arabasıyla önümde durduğunda hiçbir şey yapmayıp öylece durmuştum. Arabanın sağ camını açıp, "Ne zaman arabaya binmeyi düşünüyorsun?" Dediğinde onu umursamadan omuzlarımı silktim. "Bugün bana yeterince yardımcı olduğun için teşekkürler ama ben Azad'ı bekleyeceğim, sen gidebilirsin."

"Kuzeninin senin onu beklediğinden haberi var mı?" Şarjım bitmeseydi haberi olacaktı. "Haberi olmasına gerek mi var? O beni almadan bir yere gitmez. Gelir birazdan." Yani umarım gelirdi. "En son doktora uyandığını haber vermeye gidip bir daha geri dönmediğine göre seni pek umursadığı söylenemez değil mi?" Ona bir cevap vermek yerine arabanın kapısını açıp arabaya bindiğimde söyledikleri işe yaradığı için yüzünde memnun bir ifade belirmişti. "Mühim bir işi çıkmıştır. Yoksa beni almaya gelirdi, üstelik seninle aynı havayı solumamı istemediği için uçarak geleceğinden de emin olabilirsin. Sadece önemli bir işi çıktığı kesin." Arabayı sürmeye başladığında başımı cama yaslayıp yolu izlemeye başlamıştım.

"Kuzeninden önemli ne gibi işleri olabilir Azad Ağamızın?" Sinirini bozarsam arabayı şu an hiç düsünmeden bir uçuruma sürükleme ihtimalinin olduğunu bilsem de geri adım atmaya niyetim yoktu. "Kendin de söylüyorsun ya ben onun kuzeniyim, sevgilisi değil. Tabi ki de benden önemli işleri olabilir. Mesela en basitindan ilgilenmesi gereken bir kız arkadaşı olabir değil mi?" Yolu takip ederken kaşlarını çattı. "O kuzenine bakacak kıza acıyorum. Çok büyük yoklukta olmalı." Kendi kız kardeşine acıdığını bilse ne yapardı acaba? Düşünmesi bile gerilme yetmişti.

"Sen benim kuzenime tipsiz mi diyorsun?" Sanırım öyle demişti. "Evet bir sorun mu var?" Bu konuşmanın onu eğlendirdiği ses tonundan belliydi. "Yok canım ne sorun olacak ki, sen çocuğa tipsiz dedin diye tipsiz olacak değil ya?" Bana cevap vermeden önce telefonunu alıp bir kaç tuşa bastıktan sonra yerine koydu. "Öyle mi dersin?"

"Öyle derim." Saniyeler sonra arabanın içinde çalmaya başlayan şarkı sayesinde az önce telefonunu arabaya bağladığını anlamıştım. Xece Herdem'den Canın Olayım şarkısı arabanın içinde sakin bir melodiyle yayılmaya başlamıştı.

Kader vurdu şu canıma

​​Ciğerim yandı.

Gidişinle güneş söndü,

Günüm karardı.

Araba bir anda durduğunda bir uçuruma geldiğimizi henüz yeni fark etmiştim. Agâh şarkının sesini biraz daha yükselttikten sonra bana bir şey söylemeden arabadan inip kapısını kapattı. Ben ne olduğunu daha anlamamışken Agâh arabın etrafından dolanıp kapımı açtığında şaşkınlığımı ondan gizlemeyerek ona boş bir ifadeyle baktım. Yüzünden yumuşak bir ifadeyle elini bana uzattı. Ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu ama elini tutma fırsatım varken bu fırsatı kaçırmak istemeyip elini tuttum. Arabadan onun elini tutarak çıktığımda benim kapımı da kapattı.

"Neden buraya geldik? Konağa döneceğimizi sanıyordum." Bana cevap vermek yerine elimi bırakıp önce cebinden sigara paketini çıkardı sonrasında paketten çıkardığı bir dal sigarayı dudaklarının arasına yerleştirden sonra zipposuyla sigaranın ucunu yaktı. "Beni bu uçurumdan atıp kurtulmayı mı düşünüyorsun? O yüzden mi geldik buraya?" Dudakları gülecekmiş gibi kıvrılsa da gülmedi. "Sana bir şiir borcum vardı. Onu ödemeyeyim mi?"

"Ne şiirinden bahsediyorsun?" Dediğimde bana doğru yaklaşıp aramızda az bir mesafe bırakacak şekilde karşımda durdu. Xece Herdem'in Canın Olayım şarkısı tekrardan başa sardığında bana bakarak sigarasından bir duman çekti. "Henüz gitmeden bir kaç gece önceyi de mi hatırlamıyorsun be kadın? O kadar mı bir hiçim senin için?" Dediğinde kalbimin üzerine yine aynı ağırlık çöktü. Ne demek istediğini anlamıştım.

Agâh'ı terk etmek zorunda kalmadan önce son günlerimi onunla geçirmek istemiştim. Onu bir daha hiç göremeyecek olmama kendimi o kadar çok inandırmıştım ki bir an olsun yanından ayrılmak istemiyordum. Şans işte o hafta da şirkette ki işler o kadar yoğundu ki benimle doğru düzgün vakit bile geçiremiyordu. Gitmeme üç gün kala Agâh'la yalnız vakit geçirdiğimiz bir gece Agâh'a sıkıca sarılıp ağlayarak bana bir şiir söylemesini istediğimi hatırlıyordum. O zamanlar babamın yine kalbimi kıracak bir şey söylediğini düşünmüş olacak ki neden ağladığımı hiç sorgulamadan beni teselli etmişti.

Ağlamamı en sonunda durdurabildiğimde ondan tekrar bana bir şiir söyle demiştim ki telefonuna gelen arama bütün hevesimi kursağımda bırakmıştı. Agâh her ne kadar beni o halde tek bırakmak istemese de "Sana bir şiir borcum olsun unutmam ama unutursam hatırlat." Dedikten sonra beni İzol konağına bıraktıktan sonra şirkete gitmişti. Sesi çok güzeldi, çok güzel şiir, çok güzel şarkı söylüyordu. O gün söyleyemediği o şiir içimde bir ukde olarak kalmıştı. Titreyen sesimle, "Dinliyorum." Dediğimde son bir kez sigarasından bir duman aldıktan sonra sigarasını yere atıp ayağıyla ezdi. Bakışlarını yüzüme çevirdi ve bakışlarımız birbirine kenetlendi.

"Go ha?"(Dedi efendim?)

"Min go li ber çavên min diyar dibe him şêv û roj"(Dedim ki gözlerimin önünde belirme ne gece ne gündüz)

"Ez ji te memnun im"(Ben senden memnunum)

"Ez ji te memnun im li derdore konê min negere"(Ben senden memnunum ama çadırımın etrafında gezme)

"Gaziya neke gula nefiroş"(Çağırma ve güller satma)

En sevdiğim şiir onun dudaklarından yıllar sonra tekrardan döküldüğünde huzurla gözlerimi kapattım.

"Ji ber ku iro ez penaber im"(Çünkü ben bugün mülteciyim)

"Ez muhacîrim"(Ben göçebeyim)

"Qufken gulan ji pêşiya çavê min reben neke gulfiroş"(Bi çare gözlerimin önünde güllere kilit vurma gül satıcısı)

"Naxwazim lê binêrim"(Bakmak istemiyorum)

Şiirin sonlarına doğru şiiri beraber söylemeye başlamıştık;

"Naxwazim lê binêrim ji ber ku îro ez penaber im"(Bakmak istemiyorum çünkü, ben bugün mülteciyim)

"Ez dikarim tovên gulan li gulistane xurbetê biçînim"(Gurbet ellerde gül tohumlarını gurbetin gulistanlarında ekebilirim)

Nefesini yakınımda hissetsem de kıpırdamadım. Alnını alnıma yasladığında içimi hiç olmadığı kadar bir huzur kaplamış, dudaklarımda huzurlu bir tebessüm oluşmuştu.

"Lê îro ez li virim"(Lakin bugün ben buradayım)

"Sibe kî zane ez li kuv im"(Yarın kim bilebilir ben nerde olacağım)

Şiirin bittiğini bilsem de gözlerimi açmadım. "Ben seni görünce, mültecin olurdum." Dediğinde gözlerimi istemeden de olsa açtım. Alnını alnıma yaslamayı bırakıp yavaşça geri çekildi. "Gönlüne sığınır

iltica ederdim ama sen gönlünü başkasıyla mühürlemişsin. Bize mi kıydın yoksa bana mı?" Sevdamıza kendi ellerimle mi kıymıştım? Zorunda kalmıştım ama ikinci bir yol hep vardır dememiş miyidi Cihan abim. Ben hiç ikinci bir yola başvurmamıştım ki. Sadece korkmuştum ve gitmiştim. Yine olsa yine giderdim ama böyle bir kaderi ikimiz de hak etmiyorduk.

"Ben sana borcumu ödedim. Sıra sende bana gerçekleri söyle ki borcunu ödeyesin." Sessiz kaldım. "Gitmenin altında başka bir sebep mi vardı söyle ki eğer öyle birşey varsa seni yine sorgusuz sualsiz kollarımın arasına eskisi gibi alabileyim. Elzem söyle ki o küçük sabi bir yuva sıcaklığı bulsun kollarımızda." Ne söylemeliydim ki? Gerçekleri mi? Söylemeye dilim varsaydı evet belki bugün burada bütün gerçekleri ona söylerdim ama dilim varmadı.

"Elzem söyle ki kızın bu topraklarda baskı altında olmadan yaşasın. Annesini iyi bilsin, kötü değil." Söyleyemezdim, bunu kendime yapamazdım. Onca mücadeleden sonra herkesin beni farklı farklı kalıplara sokmasından ziyade gerçekleri söylersem kirli olarak bilinmek istemiyordum. Bundan delicesine korkuyordum, aklımı bu yüzden kaybetmekten korkuyordum. "Konağa dönelim. Benim sana söyleyecek bir gerçeğim yok. Nasıl bir gerçek bekliyorsun ki?"

"Mahir'le ne konuştuysanız hepsini duydum. Sakın bana inkar etme sözlerinden belliydi bir şeyler sakladığın. Gerçekleri söyle, ikimize yeni bir yol göster." Hangi gerçeğe yetişecektim ki? İki yıl içinde tek bir doğrum olmamıştı ki şimdi ona gerçekleri anlatayım. "Qibleya dilê min, ji min re rêyeke bibine ku ez disa weka bere destê te bigirim." (Kalbimin kıblesi, bana bir yol bul ki ben yine eskisi gibi ellerini tutayım.) Ayakta duracak halim kalmamıştı. Dizlerimde derman bitmişti sanki susmayı bıraksa yere yığılıp kalacaktım. Belki de şu ana kadar kullandığı hiç bir kelime şu an kullandığı Kürtçe sözler kadar ağır gelmemişti. Hiç bir şey belki de bu sözler kadar beni yaralamamıştı. Belki de...

Bana hep, "Tu qibleya dilê minî" (Sen kalbimin kıblesisin.) Derdi. İki yıl sonra bana söylediği bu iltifatı yine bana karşı bu denli ağır bir cümlede kullanacağını tahmin bile edemezdim.

Bana tekrardan yaklaşıp aramızdaki mesafeyi kapattığında gözlerimin içine yoğun bir özlemle baktı. Kalbim acıdan hızla atarken bir andan da heyecanın ritmine kapılmıştı. "Elzem'im, vazgeçilmezim. Şu söz dinlettiremediğim kalbimi bir kere de olsun haklı çıkar be güzelim." Dediğinde yine gerçekleri söylememi isteyeceğini biliyordum ki Agâh ağzını açmadan ellerimi boynuna dolayıp onu kendime çekmiş, boylarımızı eşitledikten sonra dudaklarımı onun dudaklarının üstüne örtmüştüm.

❀❀❀

Bu arada bölümde geçen Safran Karası adlı kitap arka planda yazdığım kurgumun adı bilginize.

❀❀❀

Instagram; kitaplardanbeyazbirsayfa

Tiktok; kitaplardanbeyazbirsayfa

❀❀❀

 

 

 

 

Bölüm : 16.01.2025 03:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...