1. BÖLÜM: Felaketin Ayak Sesleri
“Koşarak terk ettiğim bu sokaklardan geçiyorum şimdi. „
Felaket... Yaşadığım şeyin yegâne açıklaması buydu. Miles ile, tam olarak karşımda klasik erkek oturuşu ile beni bu felaketten nasıl kurtulacağını, paçayı nasıl kurtaracağımı, düşünüyorduk. Bozuk bir aksanla "Bu halt yayıldı mı yani ülkene?" diye sordu. Başımı aşağı yukarı sallamakla yetindim. Konuşmaya bile mecalim kalmamış gibiydi. Adeta hayat enerjim sömürülmüştü.1
Odaya elinde iki bardakla Ivy girdi, bana buruk bir gülümseme gönderdi. Buğday tenine yakışan karamel rengi saçları, açık kahve gözleri, bazen ela rengi oluyordu, ile cıvıl cıvıl biriydi Ivy. Yarı Letonyalı Yarı Yunan biriydi ama doğma büyüme Amerikalıydı. "Hadi biraz enerji ya! Ruhunu toprağa vermiş yaşlı mısınız siz?" Ivy 'ye ters bir bakış atıp ofladım. Başıma gelen olayı adeta bir eğlence aracı olarak görüyordu, hatta onun için önemsizdi.1
"Ivy, saçma saçma konuşup kızı daha fazla germe!"
Evet, Miles beni tek anlayan kişiydi. Miles, hep beni anlamıştı, hep beni savunmuştu, sanırım ona minnettardım... Kömür karası gözleri benim gözlerime denk düştüğünde gözlerinde bir pırıltı görmüştüm. Bana gözleri ile gülümsüyor ve beni rahatlatıyordu. Gözleri ile aynı renk saçları, kirpiyi andırıyordu ve esmere çok yakın ten rengi ile Brezilyalı olduğunu belli ediyordu. Ve ona en çok beyaz renk yakışıyordu.1
Gözlerimi kırptım, minnettarca, beni anladı ve dudakları yukarı doğru kıvrıldı.
"Selam brom!" diyerek tek omuzundaki çantasını yere attı Felix. Üç numaraya vurulmuş sütlü çikolata rengi saçlarını da gri bir bere ile kapatmıştı. Sağ kaşındaki çizik 'Kızım, ben belalıyım, hatta direkt bela benim.' imajı yaratsa dahi içindeki prensi ne Miles'ta görmüştüm ne de David’de. Bana dudaklarını büzerek üzgün kedi bakışı attıktan sonra kendini tekli koltuklardan birine attı. Beni bu duruma sokan iki kişi hâlâ yoktu, saatlerdir kayıplardı. Sinirimi yansıtarak, "Amaya ve David neredeler hâlâ?!" diye bağırdım ortaya doğru. Felix ve Ivy bakışırlarken kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. Ağzımın içinde homurdandım.
Gözlerimi yumdum ve vücudumdaki sinir akımını yok etmeye çalıştım. Ama, yaşadıklarım aklıma geldiğinde delirecek gibi oluyor ve içimde yanan öfkenin ateşine bir parça daha ekleniyordu. Başıma örülen çorabın iplikleri olan Amaya ve David hâlâ ortalarda yoktu ve biraz daha ortaya çıkmazlarsa girdikleri yerin dibinden ben onları sökerek çıkartacaktım.
Ani bir hareketle ayağa kalktığımda gözlerin üzerimde olduğunu hissediyordum. Dişlerimi sıktım, yeni ve son çektirdiğim yirmilik dişimin acısıyla mırıltıyı andıran bir sesle inledim. Acıyı es geçerek bulunduğum odadan çıkmak için hareketlendim. Elimi havaya kaldırıp sağa ve sola salladım. "Biraz hava alacağım," Ve ardından odayı terk ettim. Yavaş ve uyuşuk adımlarla bulunduğum evden de dışarıya çıktım. Gözlerimi etrafta gezdirdim. Sokakta; köpeğini dolaştıran bir kadın ve çimleri kesen görevli dışında kimse yoktu. İşte bu içimi ürpertmişti. Evin minik bahçesinden çıkarak sokakta yürümeye başladım. Yeni kesilmiş çimen kokusu hep ülkemdeki cacığı bana hatırlatıyordu. Alelade bir iç çekişin ardından sokağın başına gelmiştim.
Hayatın ne getireceği belli olmadığı gibi ne götüreceği de belli olmuyordu. Dün geceye kadar, hatta sabaha kadar, gayet mutlu, gözlerden uzak bir hayatım vardı. Ancak şu andan itibaren ülkemde tekrar ünlenme adımları atıyordum. Bu hayattan kaçmış ve tekrar bu hayata dönmüştüm. Bir bumerang gibi. Evet, beni tanımlayan şey buydu, bumerang. Başladığı yere geri dönen, bir oyuncaktı, benim de hayatım oyuncak olmuştu. Ancak, hayatımın oyuncak oluşuna neden olan herkese bir sürprizim vardı, hem de çok güzel bir sürpriz!
🔥
"Çisel Duruhan sevgilisini aldattı mı?"1
"Çisel Duruhan'ın Eiffel'in altında dans ettiği adam kimdi?"
"Çisel Duruhan'ın göğüs arasındaki dövme yeni sürprizi miydi?"
Artık daha fazla Çisel Duruhan adını duymak istemiyordum. Ve ben istemedikçe bu sorular karşıma çıkıyordu. Sinirle bağırıp elimdeki telefonu karşı koltuğa fırlattığımda bana acıyan bir bakış hissettim üzerimde. Ivy. Benim minik kelebeğim... Bana acıyor, benim acıma acıyor.
"Ah, tatlım bunlar geçici şeyler, üzme lütfen kendini!" diyerek yanıma yaklaşsa bile ayaklarımı sallayarak onu geri püskürttüm.
Geçmezdi, bu zihindeki acı geçmezdi. Kalp yarası bile geçerdi ama zihin yarası geçmezdi... Düşünmek... Çok düşünmek. Çok çok ve çok düşünmek. Delirecekmişçesine düşünmek. Zihindeki yarayı açan ilk darbeydi. Zihne açılan ilk savaştı. Savaş için her şey hazırdı ve ilk darbe girişimi de gerçekleşmişti. Çok fazla düşünmek, her zaman olmasa da çoğunlukla delirerek son bulurdu. Ve bu gidişle delirecek ve kendimi yüksek bir yerden atacaktım.1
Ayaklarımı öne doğru uzatıp başımı da yere doğru eğdim. Ellerimin avuç içleriyle başıma baskı uyguladım. Düşünmekten artık başım öyle bir ağrıyordu ki ağrımayı geçmişti zonklama evresine geçiş yapmıştım. Sizin hiç düşünmekten beyniniz zonkladı mı? O evreyi yaşayanlar bilir ki, hayattaki çoğu şeyden bile çaresizsinizdir. İlaç içersiniz geçmez, başınıza bir şey bağlayıp onun baskı yapmasını sağlar ve beklersiniz geçmez. Eski bir televizyona çalışması için vurursunuz ve çalışmaz ya öyle bir his.
Canın yanması, bir süre sonra gerçekten iğrenç bir şeye dönüşüyor. Ve siz, siz çok iyi bilirsiniz o can yanmasını, çünkü sizin de çok canınız yandı... Canım çok yandı. Öyle bir yandı ki nefes alamadım. Öyle bir yandı ki kelimelerimde boğuldum. Ve öyle bir yandı ki gözlerimden yaş dahi akmadı. En ağlamak istediğiniz anda akmayan yaş ve salak saçma bir şeye döktüğünüz yaşlar ölümüne kapışır. İki tarafta da çaresizsin sonuç olarak.
Huzur ne demekti? Ben ülkemde huzuru unutmuştum. Burada, bulunduğum noktada, gerçekten huzurluydum. Nefes alıyordum, en azından boğulacak gibi olmuyordum.1
"Şimdi gidecek misin Türkiye'ye?" diye sordu içli içli Ivy. Kafamı evet der gibi aşağı yukarı salladım. "Peki geri dönecek misin?" diye sordu bu sefer, dudaklarını büzdüğü için küçük bir kız çocuğunu andırıyordu.
"Başıma örülen çorabı söküp geri geleceğim, merak etme Ivy!" dedim, sesimi yüksek çıkararak. Elinden şekeri alınmış bir kız çocuğundan hiçbir farkı yoktu ve bir tek ayaklarını yere çarpmadığı kalmıştı. İçimdeki derinden gelen ses, Masaya çık tepin istersen, diye bir cümle kurduğunda içten içe kendime kızdım.1
Avuç içlerimi üst bacaklarıma sürtüp ayaklandım oturduğum yerden. Üst kattaki odamdan eşyalarımı toplamam ve bilet alarak ülkeme dönmem gerekiyordu. "Ben toparlanayım..." Ayağım istemeye istemeye merdivene ilerledim. Merdivenin başında yurt dışına geldiğim ilk andan itibaren bana arkadaşlık eden Lola da bana bakışlarını sundu. Ona içten ve en az tüyleri kadar sıcak bir gülümseme gönderdim.
"Sende benimle birlikte geliyorsun Lola!" dedim. Bana sadece miyavladı. Sapsarı tüyleri bir güneşi anımsatıyor yeşil gözleri de güneş ışığından faydalanıp büyümüş bir ormanı…
Odama geçtim, şampanya rengindeki duvarlara, çift kişilik bazama, gece mavisi yatak örtüsünün üzerindeki minik yıldızlara, çalışma masama, dönen çalışma sandalyeye, makyaj masama ve pudra rengi taburesine, üç kapaklı bir kapağı boydan boya ayna olan gardırobuma, yıldız ve ay şeklindeki avizeme içimi çek çeke baktım.
Hepsine gözlerimi değdirdim, hepsiyle vedalaştım, hepsine onları özleyeceğimi söyledim içimden, onlar; her anıma şahitlik edip susmuşlardı. Bir vefayı hak ediyorlardı. Hem de en içten bir vedayı…
Gardırobumun üzerindeki gece mavisi bavulumun büyük olanını indirmek için makyaj taburemi çekip üzerine çıktım. Dikkatli bir şekilde büyük olan bavulu indirdim, orta boy olanı da indirdim. Ardından tabureden atladım. Evet, atladım. Gürültülü bir şekilde...
Atlarken sol ayağım biraz burkulmuştu ama sorun değildi. Keşke hayat, bir ayak burkulması acısı kadar acı tattırsaydı insana... Keşke hayat, acıyı herkese eşit dağıtsaydı… Gözlerim doldu ben eşyalarımı toplarken, boğazıma bir yumru yerleşti, burnumun ucu kızardı. Ağlamamak için sarf ettiğim üstün çabaya rağmen tutamamıştım sol gözümden akan ilk damla yaşı. Ardından da bu firarı fırsat bilen göz yaşlarım kaçmıştı hapishanelerinden.
Elimi sol göğsümün üzerine götürdüm ve bavulumun dibine çöktüm. Durmasını bilmez göz yaşlarım yanaklarımdan çeneme doğru bir yol haritası çizmişlerdi kendilerine ve benim o yolu bozacak bir el darbem dahi yoktu.
Lola, yaşadığım acıyı hissetmiş gibi tam olarak karnıma oturmuştu ve ön patileriyle, benim için bir insan elinden farksızdı, gözlerimden kaçan yaşları silmek için bir çabaya girmişti. O da ağlamamamı söylüyor, miyavlıyor, ama göz yaşlarımın akmasına da dayanamıyordu.
Tekrar miyavladı, bu seferki ciyaklamaya doğruydu, bana kızıyordu, ağlama diyordu, acı çekme diyordu, bana bak, acın geçer diyordu.1
Ağlayan halimle ona gülümsedim. Ve akan göz yaşlarımı sildim. Tekrar miyavladı. Kısık sesli bir kahkahanın ardından Lola'nın çenesini okşadım. Başını öptüm. O olmasaydı ne yapardım acaba? Yaşayabilir miydim? Akli dengem nasıl olurdu ki? Düşünmesi bile korkunçtu.
Bavullarımı hazırlayıp odamdan alt kata indirdim. Ardından Lola 'nın çantasını hazırladım ve en sonunda da ayakkabı çantamı. Lola'yı taşıma kutusuna koyup, sırt çantama gerekli olabilecek her şeyi attım. Diş macunu ve fırçası, kullandığım saç bakım ürünleri, kullandığım makyaj ürünlerim, birkaç mide ilacı ve ağrı kesici ve iki yarım litrelik pet şişe su.
Hazırdım. Tek eksiğim uçak biletiydi. O da hallolurdu.
Dudaklarını büzmüş bir şekilde bize, bana ve Lola'ya, bakan Ivy arkasını dönerek mutfağa girip kapısını kapatmıştı. Miles, duygu yüklü olduğu belli olan bir ifadeyle bana yaklaştı ve sarıldı. Elleri, uzun saçlarımı okşadı. Ellerim sırtında yerini aldı ve başım omzunda yerini aldı. "İhtiyacın olduğu an bir aramaya ya da mesaja bakar gelmemiz Çingi, biliyorsun." Duraksadı. Biliyordum. Ona bir mesaj atsam koşarak, yüzerek gelirdi, biliyordum. Titrek bir nefes verdiğini duydum ve burnunun saçlarıma değdiğini. "Her zaman yanındayım, yanındayız Çingi. Ve seni seviyoruz..."1
Daha fazla cümle kurmasına izin vermek istemediğim için ondan ayrıldım ve Felix'e sarıldım. Ensemden tutup beni üst gövdesine yapıştırdı. "Ah, kızım, Miles'a katılıyorum. Özletme kendini ve iner inmez ara!" Acısını gömdüğü için yüksek sesle konuştuğuna adım kadar emindim. Usulca kafamı salladım. Felix’ten ayrılır ayrılmaz arkamı dönüp mutfağa doğru ilerledim. Kapı kapalıydı ve Ivy kesinlikle kapının önünde oturup ağlıyordu. Belki bir umut, diyerek kapıyı açmayı denedim ve umudum beni bırakıp gitti. Derin bir nefesi ciğerlerime sığdırmaya çalışarak mutfak kapısına tıkladım. Sesimi alçak tonda tutmaya özen göstererek, "Ivy, bebeğim lütfen aç kapıyı..." diye mırıldandım.
Nazlı... Ivy, hayatım boyunca gördüğüm en nazlı kişiydi. Karamel rengi saçlarını savurarak dolaşırdı evde. Çikolata ve lolipoplar hayatı gibi bir şeydi, kitap okumayı çok severdi ve tam bir kültür aşığıydı. Aynı Felix gibi. Kapının arkasında hissettiğim hareketlenme ile gözlerimi acıtan yaşları sildim. Onun karşısında ağlamayı sevmiyordum, gerçi ben insanların önünde ağlamayı da sevmiyordum... Ivy, kapının ardından bana sulu gözlerle bakarken yüzüme yerleşen kocaman gülümsemeyle ona doğru yaklaştım. Hatta sarıldım, kocaman.
"Gitmek zorundayım Ivy, döneceğim ama. Bak bu sefer gerçekten söz!"
"Gerçekten mi?" Burnunu çekti. Gülümsemem daha da yüzümde büyürken bende burnumu çektim.
"Gerçekten. Çıngı Duruhan sözü!"
Ve dananın kuyruğunun koptuğu yer. Böyle söylememle burun çekişlerinin yanına şiddetli bir ağlama krizi geldi.
🔥
Çıngı, ayağa kalktığında biraz başı dönse de umursamamıştı. Üzerindeki straplez yaka, büzgülü kollu, siyah, dar ve mini elbisesini düzeltti Çıngı. Giydiği gümüş rengi parlak topuklu ayakkabıyla zorlanarak da olsa Eiffel'in altındaki çimlerde oturan bir adama doğru yaklaştı.
Güneşi anımsatan saçlarını geriye savurup adama doğru ilerlemeye devam etti.
Arada arkasına bakıyor ve arkadaşlarına ileride zar zor hatırlayacağı şebeklik yapıyordu. Çimlerin üzerinde oturan adam, arkasından yaklaşan kadından bihaberdi.
Koyu kahverengi saçlarının arasından parmaklarını geçirdi. Saçları yeni yeni uzamaya başlamıştı. Üzerindeki siyah gömleğin düğmesinden birini açtı. Bacağının birini kırıp kendine çekti, diğerini uzattı.
Arka tarafından gelen bağırma ile kafasını o yöne çevirdi adam.
Karşısındaki kız ona pişmiş kelle misali sırıtıyor ve el sallıyordu. Ve İngilizce bir şekilde ona bir şeyler söyledi.
"Hey! Adamım, kalk, dans edeceğiz!"
Adam, kendisine denmemiş gibi önüne dönüp elindeki konyağı kafasına dikmek için eli havalanmıştı ki, güneşi andıran kız koluna yapıştı. Nefesinden içtiği viski-votka karışımını aldığı an adamın burnu kıvrıldı. Kız, ısrarlarına devam ediyordu. En sonunda kız adamı şaşırtan bir cümle kurdu. Hem de Türkçe. "Eeeeh! Sana kalk dedim! Dans edicez!"
Adam, anın şoku ile kıza teslim olurken kız halinden gayet memnundu. Adam, kızın teklifine karşılık verdi, onunla dans etmek için ayağa kalktı. Kendine çeki düzen verdi ve kızın ellerini omuzlarına koyup iki elini de kızın incecik beline sardı. Videoya alındığından bihaberdi ikisi de. Adam, kızın göğüs arasındaki dövmeye takılı kalmıştı. Aynı daldan dünyaya gelip farklı iki dalda çiçek açan bir bitkinin üzerinde minik bir kalp vardı. Sanki o iki çiçek kalbi koruyordu. Yukarıdan gelen bıçak ise kalbi her an paramparça etmeye hazırdı ancak önce çiçekleri kesmesi gerekiyordu…
Adam kızın yeşil gözlerinden, sarı saçlarından ve göğüs arasındaki dövmeye odaklanmaktan sarhoş olmuş gibiydi. Kız çok güzeldi adam için, bu kız bu adama bakmazdı ona göre. Ancak adam, bu kızı ister olmuştu gördüğü ilk dakikadan.2
Adam, 'Fevzi yanımda olsa vurulmuşsunuz abi, derdi kesin." dedi içinden. Gerçekten de Fevzi öyle derdi. Diyecekti lakin adamın şu an bilmesine gerek yoktu.
Çıngı, kendini adamın kollarında huzuru bulmuştu sanki. Dans ederken de adamın yüzünü incelemeye çalışıyordu, sarhoş olduğunu bilerek, ilerde hatırlamak için. Çıngı ve adamın dans videosu çekildi, arkasına bir müzik eklendi ve hatta sosyal medyaya atıldı.
Çıngı ve adamın bundan haberi yoktu, ta ki Türkiye gündemine girene dek...2
🔥
Havaalanına gittim, kendime bilet aldım- ne zaman döneceğimi bilmediğim için dönüş bileti almamıştım- , uçuş saatini bekledim, sıradan geçtim, uçağa bindim, koltuğumu buldum ve kucağımda Lola ile beraber bir vedaya hazırlandım. Yazması, anlatması hatta okuması bile çok kolaydı, basitti. Ama yaşaması? Yaşaması dakikaları ve saatleri aldı.
Nasıl ki insan dışarıdan okunamazdı hayatı da öyleydi. Kim bilir önümden geçip giden insanlar nelerden kaçıyordu ya da kaçtıkları yere geri dönüyordu... Belki de bazılarının hayatı normaldir... Benimkimin şu aralar normal olmadığı kesindi.
Tam tamına üç buçuk saatin ardından buradaydım. İstanbul Havalimanı'nda. İki bavulum, sırt çantam ve Lola ile Gelen Yolcu kısmından çıktım. İyi ki topuklu ayakkabı giymemişim, dedim içimden. Gözümle görmediğim halde kâkülümü düzelttim. Güneş gözlüğümü olmadı gereken yere, başımın üstüne, yerleştirdim.
Günün yarısında tam tepede olan güneşle karşılaştım ve gözlerimi kıstım. Sol tarafımda oluşan hareketlilikle birlikte o yöne baktığımda bir sürü halinde olan magazin muhabirlerini ve kameramanlarını bana doğru koşarken gördüm. Beyaz, korseli ve kalın askılı crop topumu düzelttim. Siyah kumaş pantolonumu da düzelttikten sonra gözlüklerimi gözüme geri indirdim. Ve gözüme görünen ilk taksiye doğru hızla ilerledim. Madem bir kaosa yol açmıştım, biraz da peşimden koşabilirlerdi. Taksici genç elimden bavullarını alır almaz bagaja yerleştirdi. Bende arka koltuğa tünedim. Kucağıma Lola'nın kedi pusetini yerleştirdim. Taksici genç sürücü koltuğuna geçip bana doğru döndüğünde zoraki bir şekilde yutkundum.
"Swissotel The Bosphorus'a lütfen. Biraz da hızlı olursak sevinirim!"
Genç, kafasını sallayıp sürmeye başladığında telefonumu uçuş modundan çıkarttım. Yurt dışı hattımı Türk hattımla beraber kullanıma açtım.
Trafikle birlikte bir saatlik bir yolun ardından otelin önüne gelmiştim. Bavullarını indirmiş ve ödeme yapmamı bekliyordu. "İki bin üç yüz elli tele, efendim." Başımı sallayıp cüzdanımı çıkarttım. Yetmiş beş euro çıkartıp verdim, kocaman bir gülümsemeyle "Küsuratını bilmem, hayırlı işler." Genç şaşkınlıkla elindeki Euro'ya bakıp bana baktığında tekrar minik bir gülümseme yerleştirdim dudaklarıma.
Otelin önündeki vale bana gülümsediğinde bavullarımı çoktan aldığını görmüştüm. Peşinden ilerledim. Sol tarafta kocaman daire şeklinde herkese açık bir yüzme havuzu vardı. Botanik bitkilerle süslenmiş olan otel içimi açmıştı. Girişten resepsiyona ilerlerken vale bana bakmıştı. Ona da on Euro bahşiş verdikten sonra resepsiyona döndüm.
Kadın görevli bilgisayardan kontrollerini yapmış ve bana gülümseyerek dönmüştü. "Hoş geldiniz Çıngı Hanım, oda numaranız 39, kat dört." Oda kartımı bana teslim ettikten sonra Lola'yı görmüştü. "Yalnız, evcil hayvan kabul etmiyoruz." dedi kadın yargılar bir sesle. Derin bir nefesi dışarı bıraktıktan sonra kadına döndüm. Kendimden emin duruşumu bozmadan kadına doğru yaklaştırdı yüzümü. "O zaman otel yöneticiniz Emin Karapınar ile görüşmek istiyorum."2
Kadın apışıp kalırken kendimi dikleştirdim. Yan tarafındaki görevli adam ise telsize bir komut gönderdi: "Emin Bey ile görüşmek isteyen bir müşteri var." Çok geçmeden karşıma Emin Karapınar gelmişti, beni localara yönlendirirken eşyalarımın odama çıkartılması emrini vermişti.
Ahbap biriktirmek önemliydi. "Nasılsın Çıngı? Vallahi özledik seni!" Localardan şarap kızılı rengindeki koltuğa yerleştim, Lola'yı da kiremit rengi ayakları olan cam sehpanın üzerine dikkatle yerleştirdim.
Yanağını işaret ve baş parmağı arasına sıkıştırıp dirseğini koltuğun kenarına yerleştirmişti. "Çok şükür, yuvarlanıp gidiyoruz," dedi ve bir es verdi. Kızım Lola'ya minik bir gülümseme gönderdikten sonra bana döndü. "Tekrar dönmenin şerefine eski dostları topluyorum bu gece, umarım müsaitsindir?"
"Kızımı odaya alabilirsem müsait olacağım Emin," diyerek danışman kadına ters bir bakış attım.
Gözlerini yumdu ardından da bana ışıldayan gözlerle baktı. Sarıya çalan kahverengi gözleri doğal taşlardan kaplan gözünü canlandırıyordu gözümde. Doğuştan uçları sarı dipleri ise sarı-kahve saçlarını saç spreyi ile geriye taramıştı. Şık bir giyim tarzı vardı.
"Normalde ya-" Diyordu ki lafı ağzından aldım. "Yasak, evet. Ama ben kızımdan ayrı kalamam Emin. Beni bilirsin, tabii takıntılarımı da..." Bulunduğum imayı tabii ki çakmıştı ve yanımızdan geçen bir valeyi durdurdu. "Çıngı Duruhan'ın odasına evcil hayvan izni verdiğimi söyle resepsiyona."
Emri alan vale hemen resepsiyona koşar adım gidip emri ilettiğinde resepsiyondaki kadın ve adamın suratlarındaki ifadeyi gördüğümde gülmeden edememiştim. Dudaklarım arasından kaçan kıkırdama Emin'in dikkatini çekmişti. Bana doğru eğildiğinde bende ona doğru hafifçe eğilmiştim. Gözleri saniyelik de olsa yüzümden aşağıya kaymıştı ama hemen kendini toparlamıştı. Boğazımı temizledim. "Eh ben kalkayım, malum yol yorgunuyum..." deyip ellerimi kumaş pantolonumun üzerine sürdüm. "Ah, tabii," diyerek ayağa kalktı ve bana yolu gösterdi.1
Başımı, eyvallah, edasıyla salladım ve Lola'm ile bana tahsis edilen odaya gitmek için asansörlere yöneldim. Emin'in benim için hazırlayacağı Hoş Geldin, partisi için dinlenmeli ve hazırlanmalıydım.
Kimlere haber vereceği hakkında en ufak bir fikre sahip değildim ancak eski arkadaşları benim sayemde bir araya getireceği için heyecanlı olmalıydı. Asansörden inip odamın hangi tarafta olduğunu anlamak için sağa ve sola bakınırken Lola huysuz bir miyavlama ile artık bulunduğu yerden çıkmak istediğini belli etmişti.
"Şşşt, tamam kızım, şimdi odamızı bulup çıkartıyoruz seni oradan."
En sonunda sol tarafta kaldığını kabaca anladığım odama doğru ilerledim. Odamdan çıkan görevli ile bakıştık ve bana eğilerek selam verdi. Ona tebessümle karşılık verdikten sonra odaya dalıyordum ki görevli beni durdurdu.
"Kızınız için hangi marka mamayı kullanıyorsunuz Çıngı Hanım? Hemen tahsis edelim..."
Tam cevap vermek için ağzımı açmıştım ki odamın yan tarafındaki odanın kapısı şiddetli bir gürültü ile açılıp duvara çarpıldı. Görevli ile bakışlarım o tarafa dönerken odadan yaka paça çıkan bir kadın vardı. Kadın, iç çamaşırıylaydı.
"Sevgilini aldattın! Hem de benimle!" diye bağırdı kadın.
Adamın sesini duymamıştım ama iç çamaşırlı kadın inatla elinde tuttuğu el çantasını adama doğru sallamaya devam etti. "Seni bitiricem Göktuğ! Seni bitiricem!" Ve kapıyı bu sefer gerçekten kırmak için çarpmış ve bakışları bize dönmüştü. Bize dönmesiyle bacak bağlarının çözülüp, güçlü duruşunun ardındaki kırgın kız çocuğu ortaya çıkmış ve ağlamaya başlamıştı.
İçimde karşı konulamaz bir hisle kadına ilerledim. Simsiyah ve uzun saçları şimdi yeri süpürüyordu. Güzel yüzünü görmemiştim ancak şimdiden güzel olduğuna kanaat getirmiştim. Kadının yanına çömelip saçlarını okşamak için saçlarına dokundum. Kadın, kafasını hızla kaldırdığında şokla yüzüne bakmıştım, elimi itmek istedi ve ben onun elini tuttum.
"Seni tanımıyorum ama acı çektiğini biliyorum, gel odam hemen yan taraf, burada ağlamak bir prenses için onur kırıcı bir şey olmalı..." Kadının ağlamaklı ifadesi şaşkınlığa dönerken ben iki elinden de tuttum ve ayağa kaldırdım. Ayakkabıları bile içerdeydi muhtemelen.
Odama geçip görevliye marka ismi verdikten sonra ağlamaya devam eden kadının önünde dizlerimin üstünde oturdum. Büküştükçe büküşmüş anne karnına geri girmek istiyor gibi bir hali vardı.
"Hadi gel, seni duş aldıralım," dedim ve onu oturduğu tekli koltuktan kaldırdım. Yavaş adımlara banyoya ilerledim. Etrafı taradığımda küvet olduğu için içimden binlerce şükür yolladım.
Dikkatli bir şekilde kadını küvete oturttum, rahatsız olabilir diye düşünüp iç çamaşırlı ile küvete oturtmuştum. Suyu ılık bir seviyeye ayarlayıp kadının sırtına doğru tutmaya başladım.
"Ben Çıngı, Çıngı Duruhan." Bir yandan da saçlarını ıslatmış ve vücudunu köpürmüş lifle yıkıyordum. Hâlâ ağlıyordu. Gördüğüm ilk şampuanı elime alıp birazcık avucuma sıktım ardından da saçlarını yıkadım yavaş yavaş. "Korkulacak hiçbir şey yok, bana inan," diyerek teselli etmeye devam ediyordum ya da çalışıyordum, emin değildim. İçini çeke çeke ağlarken konuşması zordu. "Konuşmana gerek yok, şimdi durulanıp seni havluya sarıp uyutucaz." Hemen dolaptan bir saç havlusu bir de normal vücut havlusu alıp onu küvetten çıkarken sardım. Saçlarının ıslaklığını alıp sardım ve yavaş adımlarla banyodan çıkarttım. Kadını yatağa oturtup bavullarıma yöneldim, kendi kıyafetlerimden ona verecektim.
"Gerek yok, o.…ondan alırım ben eşyalarımı. Zahmet ettiniz zaten."
Cıklayıp ona çıkarttığım ince tişörtü, kot şortu ve iç çamaşırlarını uzattım. "Umarım bedenlerimiz aynıdır," diye mırıldanıp bir de ona ayakkabılarımdan birini verdim. Bana kırmızı gözlerle minnettar gibi bakıyordu. "Ahu, Ahu ben." dedi sesini kontrol etmeye çalışarak. "Ahu Dumankaya," Kaşlarımı hafifçe çattım, bu soyadı hatırlıyordum. Ancak Ahu bana kendisi hatırlatmıştı. "Babam Veli Dumankaya, ünlü bi’ inşaat firması var." diye mırıldandı.
Demek Veli Dumankaya, babasıydı. Kafamı yavaşça aşağı yukarı salladım. Babası yurt dışında da birkaç iş yapmıştı ama en büyük işi kesinlikle yarı özel kız yurtları açmasıydı ülkenin çoğu şehrine.
"Memnun oldum Ahu," dedim fazla kendi kendime düşündüğümü düşünerek.
Ahu'nun yüzüne baktım. Su gibiydi. Su gibi dupduruydu. Bembeyaz tenine zıt siyah kaşları ve koyu kahverengi gözleri vardı. Biçimli ve orta kalınlıktaki dudakları kiraz rengindeydi. Burnunun ucu havaya doğru kalkıktı, muhtemelen estetikti, kaşları gayet düzgündü ve üst dudağı kalp şeklini andırıyordu. Minyon vücut hatları Türk olduğunu belli ediyordu. Ayva göbeğini içine çekiyordu ama yapmasındı, zararlıydı. Utana sıkıla ayağa kalkıp banyoya gitmişti.
Lola'yı taşıma kutusundan çıkarttığımda bana kızgındı. Çok uzun süre taşıma kutusunda olmayı sevmiyordu. Ahu, üzerinde benim kıyafetlerimle banyodan dışarı çıktığında ellerini suçlu bir kız çocuğu gibi önünde birleştirmişti. Suçu vardı tabii ki ama yandaki ahlaksız herifin sevgilisi olduğunu bilemezdi. Yine de bu onun suçlu olduğunu değiştirmiyordu zannımca.
"Şey, ben gideyim, sana da rahatsızlık verdim..." dedi Ahu utana sıkıla. Onu işaret parmağımı kaldırarak durdurdum. Komodinin üzerindeki mini not kağıtlarından birine numaramı yazdım ve eline tutuşturdum.
"Ne zaman istersen arayabilirsin, sana yardım ederim."
Başını tamam der gibi sallayıp kapıya doğru ilerledi tek koluna astığı çantayla. Kapıyı açıp bana döndü, "Teşekkür ederim, iyi ki varsın." Ardından odadan çıkıp kapıyı kapatmıştı. Lakin odadan çıkmakla iş bitmiyordu. Koridorda yükselen seslerle koşar adım kapıya ulaştım. Bir herif, Göktuğ denen it olduğunu düşünüyordum, Ahu'ya bağırıyordu.
Hızla cüzdanımı, telefonumu ve oda kartımı cebime atıp kapıyı kapattım. Ahu'nun önüne geçtiğim sırada herifin yüzünü daha net görmüştüm. Orta uzunlukta yukarı kıvrılmış dalgalı kestane rengi saçları, kısık gözleri, beyaz tenini örten kirli sakalı ve bıyığı, orta büyüklükteki burnu ve uzunca boyuyla bir herif vardı. Sakalının uçları kırmızıya çalıyordu, sakalının ucundaki kırmızıların hakikisi saçları ile aynı renk olan gözlerinden çıkıyor gibiydi.
Beni gördüğünde oluşan kaş çatılması ve yüzüne yayılan şaşkınlık ifadesiyle ona aval aval bakma isteğimi bastırmak zorunda kaldım. Adam, kesinlikle Göktuğ’uydu, dut yemiş bülbüle dönmüştü. Ahu'nun kolundan tutup çekiştirerek asansöre ilerlemiştim. Bana bakmaya devam eden adama da nezih bir şekilde orta parmağımı kaldırdım. Asansörden iner inmez Ahu, bana bir şeyler anlatmaya çalışmıştı ama dinlememiştim.
"Araban var mı?" diye sordum bir tek. Başını beni onaylamak için sallamıştı. Dışarı çıktığımızda ise yerini gösterdi. Ondan anahtarı alıp sürücü koltuğuna ilerledim.
Bu cevap karşısında gözlerimi yumdum. Yakındı en azından otelime. İstanbul trafiğini hesaba katmazsak yakındı. Arabayı çalıştırdım ve Arnavutköy'e doğru ıssız yolları hatırlamaya çalıştım. Zihnim unutmak istemediği için mi hazırlamıştım bilmiyorum ama hatırlatmıştım. Ara sokaklardan ve ara caddelerden geçerek evinin yakınlarına ulaşmıştım. Her şey için bana teşekkür ederek arabasını almıştı benden, bense yavaş adımlarla ondan uzaklaşmıştım.
Felaketin ayak seslerini, sadece ben duymuyorum öyle değil mi? Sadece ben hissetmiyorum iliklerime kadar ve sadece ben öngörmüyorum değil mi hayatlarımızın mahvolacağını?
🔥
Gidiyorum, iki kapılı bir handa, diyor Aşık Veysel. Doğum ve ölüm arasında yürüyorum diyor. Bende diyorum içimden, bende. Doğum ve ölüm arasındaki hayatta ip üstünde yürüyorum. Düşme riskim var, düşme riskim hep var. Bir insan düşe düşe yürür, düşe düşe öğrenir oyun oynamayı ve düşe düşe sever. Düşe düşe yürüdüm, koştum. Düşe düşe oyun oynadım ve düşe düşe sevdim ben bu sokakları. Her kaldırımını, her taşını, her toprağını. Hep düştüm ama hep de kalktım. Saçlarım çamur ola ola düştüm ve saçlarımı suyla yıkayıp kalktım ayağa. Annem kızdı en çok düştüm diye, babam kızdı hemen saçlarımı kirlettim diye... En çok bu topraklarda çamur oldu saçlarım, en çok bu kaldırımlarda kanadı dizlerim ve en çok bu sokaklarda yandı canım…
Şimdi acılarımın, çamurlarımın ve kanlarımın üzerine basa basa geçiyorum bu sokağın. Hâlâ eski günlerdeki gibi soğuk, ıssız ve karanlık.
Bir çocuk kahkaha atıyor, sesin geldiği yöne bakıyorum, kimse yok, kahkaha atan çocuk benim, küçük Çıngı. Neşeyle saçlarını savurup kaçıyor birinden. Bir çocuk ağlaması duyuyorum, bakıyorum, yere düştüğü için ağlayan bir Çıngı. Bir çocuk bağırıyor ileride, bakıyorum, Çıngı yine birini delirtmiş ve hunharca gülerek delirtmeye devam ediyor, sonra da delirttiği kişiden terliği yiyor…
Gözlerimi yumdum. Anılar her bir hücreme nüfuz etmiş ve etrafımı sarmıştı. Çıngı, bir zamanlar çok mutluydu. Mutluymuş yani... Unutmuşum...
İlerliyor adımlarım sokak boyunca. Ve bir ağlama sesi daha işitiyor kulaklarım. Dönüp bakmak istemiyorum. Ama gözlerimin önüne geliyor anı. Bu sefer tek değilim, Çisel de var, ikiz kız kardeşim, saçımı çekiyor ve sonra da ben ona çelme takıyorum. Ağlayan bu sefer Çıngı değil; Çisel.2
Yıllar sonra yeniden bu sokaklardayım.
Yeniden, koşup oynadığım sokaklarda.
Koşarak terk ettiğim bu sokaklardan geçiyorum şimdi.
Bu sefer ağlamıyorum, aksine daha güçlü adımlarla inletiyorum sokakları.
İsmim gibi etrafa 'Ateş Parçaları' dağıtmaya geldim.
"Çisel Duruhan havaalanında yakalandı."
"Çisel Duruhan, havaalanından çıkarken görüntülendi."
"Çisel Duruhan'ın sevgilisi onu karşılamaya neden gelmedi?"1
"Çisel Duruhan'ın hareketlerinin olağandışı olmasının sebebi ne?"
Kahverengi saçlarının arasına daldırdı parmaklarını Aytuğ Hancızadeoğlu. Sabahtan beri önüne çıkan her magazin haberi, her X bildirimi buna benzerdi ve artık nefes alamaz haldeydi. Normalde rahat olan sandalyesi bile şu an bir yerlerine batıyordu. Stresten burun kemiği bile ağrımıştı. Burun kemerini sıktı baş ve işaret parmağıyla. Gözlerini birkaç saniye kapattığında ise gördüğü yüz onu şoka uğratmıştı.1
Eiffel'in altında dans ettiği sarışın afet...
Gözlerini ateşe dokunmuş gibi hızla açarken kafasını hızla sağa sola salladı. Sadece çakır keyifti kendisi ama karşısındaki zil zurna şeklinde sarhoştu, hatırlıyordu, unutması mümkün değildi. Birkaç gün geçmesine rağmen hâlâ yüzünü gözünü hatırlıyordu. O güneşi andıran ipeksi saçları, bir orman gibi derin yeşil gözleri, dolgun dudakları, kavisli burnu ve minicik suratıyla bir çocuk gibi gelmişti onun gözüne.
Sosyal medyaya düşene kadar kızın yengesine, kuzeninin sevgilisine, ne kadar benzediğinin de farkında değildi açıkçası. Zihninin hatırladığı kadarıyla ikisini yan yana getirdiğinde ise küçük dilini tutacaktı.
"Vay anasını avradını..." diye mırıldandı sessizce. Gerçekten vay anasını avradınıydı. Birbirlerine aşırı benziyorlardı ve bu benzerlik hayra alamet de değildi. Kapı çalınmadan bodoslama dalındığında ise dikkati dağılmıştı. Kapıdan içeri beklediği kişi sonunda girmişti. Kuzeni; Göktuğ Mirzan. Telaşlı hâli, gömleğinin yanlış iliklenmesi, saçının başının dağınık olması onu kuşkulandırmıştı ama ilk söze de başlamak istemiyordu.
Göktuğ, nefesi götünden alır bir haldeyken etrafta gözünü gezdirdi ama aradığı şeyi bulamadı. Mecbur oturdu kuzeninin en rahat tekli koltuğundan birine.
"Çisel... " diye mırıldanıp soluklandı. Ardından kuzeninin masasının üzerinde duran dolu su bardağını alıp kafasına dikti. "...Çisel beni yakaladı!" dedi heyecanına yenik düşüp yüksek bir sesle. Aytuğ kaşlarını çatmış onu dinlerken Göktuğ kendisini nereden atsa ölürüm diye düşünüyordu. "Ama beni tanımadı, yoksa ben sadece hayal mi gördüm?" diye kendi kendine konuştu.
"Anlamıyorum seni Göku." dedi net bir şekilde Aytuğ. Kafası karışmıştı.
"Ya! Ben Çisel'i aldatıyorum." dedi, bir anda her şeyi açığa dökmek istedi. "Tek biriyle de değil onlarca kızla," gözleri fır dönerken telefonunun ekranını açıp kapattı. "O hep işte, bende kendimi durduramıyorum!" Sonunda ettiği itirafla rahatlamış ve koltukta da yayılmıştı. Aytuğ, bu öğrendiklerini midesi kaldırmaz bir şekilde yüzünü buruştururken bunları kuzeninin yapıyor olması daha da midesini bulandırmıştı. Boka bakar gibi baktı Aytuğ, kuzenine.
"Ne demek istiyorsun?" dedi iğrene iğrene Aytuğ.
"Diyorum ki, ya Çisel değilse o kadın? Ama ona çok benziyor? Ama kendisi bugün akşam dönüyor? Kız beni daha bir saat önce gördü?" Kuzeni kendi kendine konuşurken kapı üç kere tıklatılmış ve içeri Aytuğ'un sağ kolu olan Fevzi girmişti. Elindeki tableti dikkatli bir şekilde masaya bıraktı ve minik bir baş selamından sonra konuşmaya başladı.
"Efendim, kendisi Çıngı Duruhan. Çisel Duruhan'ın ikiz kız kardeşi. On dokuz yaşından sonra yurt dışında yaşamaya başlamış ve bu öğlen saatlerinde de ülkeye giriş yapmış. Kendisi Çisel Duruhan'ın tıpatıp benzeri olduğu için bayağı bir ilgi odağı şu an." Uzun bir konuşmanın ardından bakışlarını tablette resmi olan Çıngı'dan çekerek karşıya baktı Fevzi.
Göktuğ, tableti kendine çevirir çevirmez gördüğü manzara karşısında küçük dilini yutacaktı. Bu kadın aldattığı sevgilisinin tıpatıp aynısıydı. "Hassiktir..." nidası dudaklarından dökülmüştü ve buna engel de olmamıştı. Gerçekten de hassiktirlikti çünkü.
Aytuğ, fotoğraftan bile belli olan derin gözlerine bakakalmıştı. Fotoğrafta sadece kendisi yoktu. Beş kişi daha vardı ve üç kız üç erkektiler. Ortalarında güneşin en güzel tonunu taşıyan ve derin bir ormanı andıran gözlere sahip, yüzündeki çocuksu kocaman gülümsemeyle poz veren Çıngı ve hemen solunda kirpiyi andıran saçlara sahip esmer bir erkek vardı.
Lanet olsundu ki erkeksi duyguları ilk görüşte beğendi kadının yanında, hatta dibinde, bir erkek gördüğü için dürtülmüş ve gerilmişti. Aytuğ söylemese bile Fevzi patronunda bir şeyler olduğunu anlayacak kadar zekiydi.2
"Anasını yani! Oğlum bunların gen havuzu mükemmel!" Sapık düşüncelerini asla saklamadan aldattığı sevgilisinin ikiz kız kardeşine sulanmıştı Göktuğ Mirzan. Başına geleceklerden habersizdi tabii ki, her zamanki gibi… Aytuğ, kuzeninin kafasına silindir yaptığı bir dosyayı geçirdiğinde ancak dünyaya dönmüştü Göktuğ.
"Ne?" Ellerini havaya kaldırıp resmi gösterirken. "Yalan mı?" Yalan değildi, ancak sapık düşüncelere de gerek yoktu.
"Sen iflah olmaz bir orospu çocuğusun." dedi, halasına de laf etmişti ama yapacak bir şey yoktu. Fevzi, Aytuğ'un elinden tableti alıp tekrar minik bir baş selamından sonra hareketlenerek odadan çıktı. Aytuğ, sandalyesine yaslanırken bunu da beklemiyordu açıkçası. En azından ikizinin tanıdık olmasını beklemiyordu.
Kendisi neden terk etmişti ki ülkeyi?
Kendisinin kim olduğunu biliyor muydu?
Kimdi bu Çıngı Duruhan hakikatten?2
Hepinize merhaba, ben Cemooyos, yeni bir hikayeyle karşınızdayım. Çıngı size de ateş parçaları dağıttı mı? :)1
Yeni hikayemde bana destek olmayı, satır aralarına yorumlarınızı bırakmayı unutmayın lütfen...
Biz Ateş Parçaları dağıtmaya 07.02.2025'te başladık. Bir sonraki Ateş Parçaları dağıtmamız 21.02.2025 te yine aynı saatte yani 20:00'da olacaktır, sevgiyle ve sağlıkla kalın. Çıngı ve Aytuğ'u sevin <31
Okur Yorumları | Yorum Ekle |