2. Bölüm
Yosun Cemre / 𝔸𝕥𝕖𝕤̧ ℙ𝕒𝕣𝕔̧𝕒𝕝𝕒𝕣ı / Kurucu

Kurucu

Yosun Cemre
cemooyos

2. Bölüm: Kurucu

"Ben Çıngı Duruhan. Çisel Duruhan'ın ikiz kız kardeşiyim."

 

Hayat, zordu. Hele ki, bir çıkmaza girmişsen… İkizim olduğum iddia edilen fotoğraflar basına çıkmıştı bile ve kötü haber şu ki ikizim daha ülkeye giriş yapmamıştı. Beni kesecekti zannımcaOtelin lobisinde oturup kara kara düşünüyordum ve evet bir çıkmazdaydım, nerden geldiğimi de unutmuştum. Deyim yerindeyse tarlası yanmışlar gibiydim. Ne halt edeceğimi bilmiyordum. Ve bana akıl veren bir Miles'ım da yoktu! Kahrolsun Amerika!

İçimde neler yaşadığımı sorgulamayın deyip bana uzatılan bir kokteyli aldım. Sehpaya koyup ellerimi başımın iki yanına koydum. Susmuyordu içi, sürekli konuşuyordu, yeter ne demek bilmiyordu. Fıttıracaktım. Kelimenin tam anlamıyla fıttıracaktım. Delirmenin bir üst safhası.

İçten içe izlendiğimi hissetsem de oralı olmak istememiştim. Oteldeki insanlar beni ikizim sanıyordu. Maalesef.

Bana doğru yaklaşan adımları kesti gözlerim. Yavaşça yukarı doğru kaydırdığım bakışlarım gördüğüm çehre ile deyim yerindeyse mal gibi kalmıştım.

Bu sabah gördüğüm biriydi. İsmi neydi ya herifin? Hah! Göktuğ! Tam önümdeki tekli koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. Neydi bu gevşeklik? Ya da kendine hak mı görüyordu bütün bunları? Sert bakışlarım buzdan bir ok gibi gözlerimden çıkıp herifin gözlerinin içine batıyordu ve herifte hiçbir değişme yoktu. Korkutucu bir şekilde gülmesi dışında... Sırtımı koltuğa yaslayıp tek kaşımı yukarı kaldırdım. Onu taklit ettim; önce bacak bacak üstüne attım ve ardından da yüzüme bir gülümseme yerleştirdim. Eminim ki onunki gibi korkunç bir gülümseme yapamazdım.

"Çıngı Duruhan..." diye mırıldandı. Bendim o, buyurun. Ben olduğumu belirten bir mırıldanma sesi çıkarttım. Lanet olsundu köylü genlerim. Korkunç gülümsemesi daha büyürken elindeki kartların tamamını açmak ister gibi bir hâli vardı.

"Tanıştığıma memnun oldum, ben Göktuğ Mirzan," deyip elini bana doğru uzattı. Kibirli bir burun kıvırmayla elini reddettim. Tırnaklarımı çıkartıp ona batırmak için saniyeler sayıyordum ki telefonumun görüntülü arama uygulamasından bir arama sesi yükseldi.

Telefon ekranıma "Babe 🩷" şekilde kayıtlı olan Ivy'nin araması düştü. Yüzümde saçma bir gülümsemeyle hızla ayağa kalkıp otelin bahçesindeki özel localara doğru hızlı adımlarla ilerledim.

Peşimden hala geldiğini tahmin ettiğim bir adam vardı ama umursamadım. Bahçeye çıkar çıkmaz telefon araması kapandı, yetişememiştim, ancak saniyeler sonra tekrar bir arama düştü. Hızla açıp telefonu kendimi güzel görünecek bir pozda ayarladım. "Bebeğim!" Bir çığlık bu kadar mı ağlamaklı olurdu, bu kadar mı masum olurdu ey Rabbim! Ivy'nin bu tepkisine kocaman bir sırıtmayla karşılık verdim.

"Balım! Nasılsınız?" Sesimdeki titreme arama kapandıktan sonra hüngür hüngür hatta zırıl zırıl ağlayacağımın bir işaretiydi…

"Biz bıraktığın gibiyiz, asıl sen nasılsın?" Felix'in güven veren gülümsemesi dudaklarındayken gözlerini ekranda çok da tutmuyordu.

"İyiyim, merak etmeyin... Birkaç gün otelde kalacağım şu an için ev tutmak istemiyorum."

"Sana bir sürprizimiz var..." diye mırıldandı Ivy. Kaşlarım çatılırken kamerayı çevirdi ve sırt sırta sandalyeye oturtulup iple birbirlerine bağlanmış David ve Amaya'yı gösterdi. "Kaçakları yakaladık." diyerek net bir açıklama yapmıştı Miles

Şaşkınlıkla ekrana bakarken tam olarak arkamda hissettiğim beden ve enseme doğru üflenen nefesle refleks olarak dirseğimi arkamdaki bedenin karın boşluğuna geçirdim.

"Aaah," diyen bir feryat döküldü dudaklarından ve arkamı döndüğümde peşimde kuyruk gibi dolanmış olan pezevengi gördüm.

"Bi' siktir git amına koyayım!" diyerek bütün hanımefendiliğimi bozdum.

Telefon ekranı bu sefer sadece Miles'ı gösterirken benim gözlerim Göktuğ Mirzan'dan başkasını görmüyordu. "Kör müsün, telefon görüşmesi yapıyorum!" diye de zeytinyağı misali üste çıktım. Sahibi tarafından azarlanmış yavru köpek gibi kafasını eğip büktü ve sağ olsun beni saldı. Telefon ekranıma geri dönüp kocaman gülümsedim.

"Resepsiyondaki görevliler salmıyor da..." diye bir açıklama yaptığımda çatılı kaşlar normal halini almıştı.

"Biz bu ikisine gayet iyi bakıyoruz güzelim sen orda tatil yapıyormuş gibi rahat olabilirsin." Felix'in güven veren sesi içime bir su serpmişti serpmesine ancak David ve Amaya ikilisinin de burnundan getirmezsem Çingi değildim.

Çingeneyiz kızım n'oolllduuuu?!!

Kocaman bir gülümseme ile ekrana bakarken gözüm saate takılmıştı. Çisel Duruhan'ın uçaktan iniş saati yaklaşmıştı. Gözlerimin içinde belirdiğini hissettiğim parıltılar eşliğinde ekrana bakmaya devam ettim.

"Sizi sonra arayacağım, öptüm, bay!" diyerek telefonu alelacele kapattım.

İkizim geliyordu. Ve ben elbette onu karşılayacaktım. Koşar adım odama çıktım ve Lola'nın kafasını okşayıp valizini açtım.

Kaia marka olan kırmızı straplez önü degajeli ve belime doğru korse olan askılı cropumu üzerime giydim. Altına da buz mavisi bir şort geçirdim. Ayakkabı olarak kırmızı beyaz renk bir Jordan geçirdim, beyaz omuz çantamı da omzuma taktıktan sonra aynada kendi görüntüme baktım. Bir şeyler eksikti, tabii ya; koyu kırmızı bir ruj! Makyaj çantamdan kırmızı rujumu dudağıma sürdüm. Kremsi yapı öyle hoştu ki dakika başı ruj sürebilirdim. Maskaramı tazelemeden önce kirpik kıvırıcı aparatla yukarı doğru iyice kıvırdım ve sonra volümü yüksek olan maskaramı sürdüm.

Tekrar boy aynasının karşısına geçtiğinde gördüğüm manzara en sevdiğim manzaraydı. Ve evet; işte şimdi tam anlamıyla hazırdım.

Lola'ya havadan bir öpücük atarak odadan çıktım. Seke seke asansöre bindim, sonra da seke seke lobiden otelin dışına çıktım. Etrafta taksi görünmüyordu, bu dudak büzmeme sebepken tam önümde bir taksi durdu. Bir iki adım gerilerken içimden bir ses bunun bir tesadüf olmadığını fısıldıyordu ancak başka çarem yoktu.

Taksiye bindikten sonra taksicinin suratına dahi bakmadan "Havaalanına lütfen," diye mırıldandım. Adamın kafasını hafifçe salladığını gördükten sonra gözlerimi yola sabitledim. Yolculuk, taksinin radyosundan yükselen Türkçe bir şarkı ile devam ediyordu.

İstanbul trafiği bırakıp gittiğim gün gibiydi, yoğun. Bu trafik yüzünden uçağı kaçırmıştım mesela. Yolları dolandıra dolandıra sürüyordu arabayı. Bir boklar çevirdiğini anlamam uzun sürmemişti. Adeta beni bir yem gibi kullanıyordu ancak yemezlerdi.

"Çek sağa!" Sesimin yüksek tonu şoförü korkutsa dahi bana dahi bakmadan gaza basmıştı. Bu beni daha da çok sinirlendirmişti. Çantamın içinde olan biber gazını yokladım yanında da elektro şok vardı. Biber gazını elime alıp arkadan yüzüne doğru püskürttüm. Sağ gözünü acıyla kapatmaya çalışırken sakin olmaya ve direksiyon hakimiyetini korumaya çalışıyordu.

Şok cihazını da kaslı koluna yaklaştırdığımda acı içinde bir çığlık attı ve direksiyonu siktir ederek bana doğru döndü. Şok cihazını çalıştırmaya çalışırken kolları bana doğru uzandı ve saçlarımdan çekerek öne doğru çekti. Can havliyle attığım çığlık umursanmamıştı bile.

Saçımı kurtarmaya debelleşirken sola kırdığını hissediyordum. Acıyla bir çığlık daha attığımda araba durdu ve hatta adam çıktı taksiden, yüksek sesle birine bir şeyler söyledi.

"Bu orospu karı beni sapık zannetti amına koyayım! Elimde kalacaktı! Çabuk götürün şunu!"

Saçlarımı düzeltmek için kafamı kaldırıp salladığımda sol kapı açıldı. Ve beni biri kolumdan tutarak çekiştirip taksiden çıkartmaya çalıştı. "Sikerim o elini, çek elini benden!"

Adamın umursamaz ve donuk bakışları bana döndü ve dudağının sol kenarı yukarı kıvrıldı. Kulağındaki kulaklığı fark ettiğimde yutkunmak istemiştim ama boğazım düğüm olmuştu.

"Fevzi abi, zorluk çıkartıyor, ne yapalım?" Karşı tarafı dinledi ve sonra taksinin kapağını kapattı. Kurtulduğumu düşünürken taksinin sürücü koltuğuna oturdu. "Tamam abi, tamam, bırakıyorum." Cümlelerinden hiçbir şey anlamazken gözlerim ellerime kaydı. Tırnaklarımı fark ettim, uzun ve ojeli tırnaklarımı…

Hiç düşünmeden tırnaklarımı adamın boynuna geçirdim. Acı içinde bir çığlık attığı sırada direksiyon hakimiyetini korumak için çaba sarf ediyordu. Ağzının içinden küfürler ettiğini hissettim anneme edilen küfürlerdi, ezberim olan küfürler…

"Uslu uslu otur yerinde be kadın!" diye soludu.

"Karşındakini çocuk olarak görüyorsan o senin bileceğin iş ama ben tam şu an inmek istiyorum, indir beni!"

Bir elini havaya kaldırdı, dur demek ister gibi. "Sus, gözünü seveyim. Karımın dırdırı bana yetiyor." Kaşlarımı çattım, uçları neredeyse birbirine değecekti. O kimdi ve bana emir verme yetkisini kendine hak görüyordu?

Tam ağzımı açacaktım ki gazı kökledi, hiçbir şey diyemedim. Beni duymamak için müziğin sesini yükseltti. Kız KYK yurtlarının önünden son ses müzikle geçen kekoların arabasının içinde hissettim kendimi. Son ses müzik eşliğinde beni duymazdan ve görmezden gelerek ilerledik. En sonunda durup bana ters bir bakış attığında camdan dışarıya baktım, havaalanına gelmiştik. Bir hışımla taksiden kaçar gibi indikten sonra taksi benden hızla uzaklaştı.

"Tövbe estağfurullah ya," diye kendi kendime söylendiğim esnada magazin muhabirleri yine öğlenki yerlerindeydiler ve beni görünce küçük dilleri biraz tutulmuş gibiydi. İkindin güneşi güzele vururdu sonuçta…

Bana doğru hareket edecekleri esnada beklediğim ses duyuldu. "Fransa- Türkiye uçağı havaalanına iniş yapmıştır."

Güneş gözlüğümün çantamda olmasını umarak çantamı karıştırdım, içindeydi. Gözlüğü alıp taktım, havalı olduğumu düşündüğüm, mankenlerin yürüdüğü gibi, bir yürüyüş tutturarak magazin muhabirlerinin önünden geçmeyi planlıyordum. Yaklaşık bir yarım saat kadar pasaport sırası bekleyecek olan Çisel Duruhan için elbette ki üzgündüm ama bende yaşamıştım yani, daha birkaç saat önce hem de…

Ve Çisel Duruhan; nam-ı diğer "Ünlü Manken Çisel Duruhan." İkiz kız kardeşim. Aynı anadan aynı babadan gelme olduğum aramızda sadece bir dakikanın olduğu ikiz kız kardeşim.

Yarım saatin ardından ikizimi bana doğru sinirle yürürken görmüştüm. Yüzümde oluşan kocaman gülümseme elbette ki onu özlediğim için değildi. Yurt dışındaki defilelerine katılmıştım.

Omzumu neredeyse yarıp gecen cüsseli bir herife tam sövüyordum ki adamın tanıdık sesi donup kalmama sebep olmuştu.

"Sevgiliiiiimmmmm!"

Göktuğ Mirzan.

Benim, kız kardeşimin sevgilisi, öyle mi?

Buna bir taraflarımla beraber anırarak gülecektim ki magazin muhabirleri onlara doğru yaklaşmıştı.

"Hayatım," kız kardeşimden çıkan tek kelimelik bu ithaf beni yerlerden yere vurmaya yetmişti. Üstelik kendisini aldatan adama da sarılmıştı!

"Efendim bu görüntüler gerçek mi?

"Göktuğ Mirzan’ı gerçekten aldattınız mı?"

"Öğlen uçağı ile gelen siz değilseniz kimdi?"

"Kendinizi mi klonladınız?"

Sorular saçmalığa doğru yol alırken ikiz kız kardeşimin gözlerinin içine bakmak için güneş gözlüğümü çıkardım. Bana şaşkın ve sinirli bakıyordu. Onlara yaklaştım, magazin kameraları bana dönerken öksürdüm burada olduğumu belirtmek için.

Ve o kaçınılmaz sonu yazdım. Kendi cümlelerimle. Hem de sekiz kelimelik bir cümleyle.

"Ben Çıngı Duruhan. Çisel Duruhan'ın ikiz kız kardeşiyim."

🔥

Geçmiş, doğum sancısıydı ve beş dakikada bir kendisini hissettirmeyi seviyordu. Geçmiş, insanı geleceğin doğumuna hazırlıyordu. Gelecek, geçmişten doğardı ve şimdi ise geçmişin doğum sancısı çekmesinden oluşuyordu. Tarih, insanların geçmişlerinin doğum sancıları ile doluydu. İnsan, ne yaparsa yapsın geçmişinden ha deyince kurtulamıyordu. Geçmiş senin doğumdan ölümüne kadar peşindeydi. Hatta geçmiş, ana rahmine ilk düştüğün andan başlıyordu. Her bir an geçmişin çektiği doğum sancıları son bulup geleceği doğuruyordu ve bu döngü böyle devam ediyordu. Geçmişimin çığlık çığlığa çektiği doğum sancıları her an önceden geleceğim olan şimdiyi doğuruyordu.

Ben Çıngı Duruhan olmayı seçtim. Geçmişim beni doğurdu ve ben Çıngı Duruhan oldum.

Geçmişimin çektiği her sancı bir diğerinden beter bir acıydı. Benim geçmişim nasıl bir geçmişti ki böyle sancılar çekti?

Gözlerimi kısa süreliğine kapatsam da gözümün önüne gelen çocukluk anılarım aslında geçmişinin en sancılı halleriydi. Aslında ben orda Çıngı olmuştum, o sancılı anılarda. Sancıların dozajının düşük olduğu dönemde annem vardı çünkü, saçımı okşayan, elime kalem ve beyaz kâğıt tutuşturan, arkamda duran. Sancıların şiddeti arttıkça annem yok oldu, babam kabuslarımı ve sancıları süsledi. Kız kardeşim? O hep setlerdeki gözdeydi. Suratsız oluşum insanların gözdesi olamamama sebepti. Ben hiçbir zaman gözde olmak istememiştim oysa, bir tek annem anlamıştı, bir tek annem.

Çisel ‘im, kız kardeşim, insanların gözdesi, ekranların aranan yüzü, en iyi Türk mankenlerde Çağla Şikel'den sonraki o isim...

Muhabir ve kameramanların şaşkın yüz ifadeleri, Göktuğ Mizan’ın şaşırmış gibi yapması, Çisel’imin ne aradığımı merak eden ifadesi... Ne kadar da yabancıydım bu dünyaya. Bir o kadar tanıdık ve bir o kadar yabancı…

Oysa ne kadar da sarılmak istiyordum kız kardeşime... Kokusu nasıldı ki? Değişmiştir parfümünü, bir şeyi uzun süre kullanmayı sevmez ki o, en son yasemindi kokusu, şimdi neydi? Hâlâ en sevdiği yemek içli köfte midir? Dolabı kırmızı ağırlıklı mıdır acaba?

Bunun adı özlemek. Hem de iliklerine kadar özlemek. Siz hiçbirini iliklerinize kadar özlediniz mi?

Gözleri doldu. Yeşil gözleri, doğa ananın gözlerinin rengi olan yeşil gözleri sulandı. Beyaz teninde belirdi hemen kırmızılıklar, burnunu çekti, ağlayacaktı. Onun geçmişi şimdinin sancılarıyla birlikte doğmaya geleceğini yazmaya hazırlanıyordu.

Ona doğru büyük bir adım attım. Onun tam bir adım önünde durdum. Gözlerine, gözlerimin yansıması, aynası, olan gözlerine baktım. Sulandıkça sulandı ve en sonunda hapishaneden bir gözyaşı firar etti. Boğazından bir hıçkırık kopup geldi. Kollarımı açtığım anda kollarını boynumda hissettim. Gözyaşları boynuma aktı.

Hıçkırıklar, burun çekmeleri, gözyaşları omuzumda yaşandı. Bense sadece onun kokusunu içime çektim. Bunun adı kavuşmaydı, hasretin bitmesiydi, özlemi ezip geçmekti. Kokusu yasemindi, gittiğimde olduğu gibi... Boynuma bıraktığı öpücük içimi titretirken ona daha güçlü sarılmaktan başka çarem yoktu…

Etraftaki bütün sesler, insanlar ve her şey sustu. Dünya; bir sarılmaya değil kavuşmaya tanık oldu ve bunu sadece ikimiz bildik. Sevmezdi beni, yani eskiden... Şimdi sever mi bilmem ama sevsin istemiştim, beni annemden sonra en çok o sevsin istemiştim… Ayrıldığımızda ince uzun parmakları omuzlarımı tutup sarstı beni. Herkesin içinde kavga eder miydik? Ederdik.

"İsmime leke sürdün!" Ve evet başlamıştık. Magazine bomba gibi düşmüştü hanımefendi. Özlemi sarılıp ayrılana dekti. Ve omuzlarımdan ittirdi. Sendelemedim.

Ben, güçlüydüm. Yere zamk gibi yapışmıştım, kıpırdamazdım. "Bana ve şanıma sürdüğün lekeyi düzelt!"

"Sevgilim sa-" Ağzını açtığına bin kez pişman olmuştu Göktuğ Mirzan. Çünkü ikizimin şirret yüzünü ilk kez gördüğü açıktı. Hırslıydı, başarıya açtı, takıntılıydı ve eğer ona bir laf söylersek söylediğimiz şeyi bir yerlerimize sokardı. Göktuğ da bundan nasibini almıştı.

"Kes sesini! Önce o konuşacak!" Boğazı yırtılacakmış gibi kızarmıştı. Boynundaki yeşil damarları görebiliyordum. Göz altlarındaki morluklar da uykusuz kaldığı içindi.

Yüzüme yerleşen acı dolu ifade kendisine acıdığım içindi. Yüzde bin aldatılıyordu.

Beni muhabirlere döndürdüğünde ise yüzüme bir gülümseme oturdu. Belki ilk basın açıklamam olacaktı ancak asla son olmayacaktı.

Boğazımı temizledim, muhabirler pür dikkat beni izliyorlardı. "Ben Çıngı Duruhan," diye başladım cümleme. "Çisel Duruhan'ın ikiz kız kardeşiyim. On dokuz yaşımdan itibaren yurt dışında yaşıyorum ve Fransa'ya arkadaşlarımla bir aylık bir tatile çıktık. Ve eğlenmeyi hak etmiştik." Gözlerimle tepkilerini ölçerken minik bir es vermiştim. "Ve tabii ki de sarhoş olana kadar içtik, bende içtim. İnkâr etmiyorum. Arkadaşlar arasında bir iddiaya girdik ve ben kaybettim. Cezam tanımadığım birini dansa kaldırmaktı. Videoya çekeceklerini düşünmüştüm ama sosyal medyaya yansıyacağını bilmiyordum. Adamla dans ettik ama ben internete düştüğünü ayıldıktan saatler sonra öğrendim. Kız kardeşime benzediğim için beni onunla karıştırdılar; ancak o, o saatlerde bir defiledeydi. Kaia'nın defilesinde. Yani; Çisel Duruhan sevdiği adamı aldatmamıştır."

Açıklamam bittiğinde nefesimi verirken muhabir o lanet soruyu sordu. "Yani siz sarhoşken Çisel hanımın sevgilisinin kuzeni; ünlü iş insanı Aytuğ Hancızadeoğlu ile mi dans ettiniz?"

Ebesinin kör nikahı! Ben ne bok yemişim böyle! Tedirgin bakışlarımı etrafta gezdirirken yutkunamamıştım.

"Kim olduğunu bilmiyorum," diyerek kendimi ifade eder etmez Çisel sırtıma elini yasladı ve beni iterekten özel aracına doğru ilerletti. Bu ne biçim bir geometri sorusuydu böyle? Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık.

Arabaya bindiğimde Çisel de hemen yanıma binmişti. "Açıklama yapmak için gelmemi mi bekledin? Öğlen inmişsin zaten yapsana açıklamanı! İnanamıyorum sana bir de beni karşılamaya gelmişsin! Bu üzerindekiler hi-" Beni azarlarken duraksadı, üzerimdeki crop-topa hayretler içerisinde bakarken ön koltuğa sevgilisi oturmuştu. "Sen bunu alabilecek maddi güce sahipsin yani?" dedi şaşkın şaşkın.

Tatlım, bu ne ki!

"Kendi çapımızda var bir şeylerimiz." diye mırıldandım. Şoföre doğru "Swissotel The Bosphorus'a lütfen." dediğimde Çisel'in gözleri fal taşını andırır cinstendi.

"Oha kızım! Daha ben gitmedim oraya!" Şoför ve Göktuğ minik bir bakışsalar da umursamadım. Omuz silkip; "Gitseydin, parasıyla değil mi?" dedim. Bana yan gözlerle baktı, bir süre sessizce ilerledik. En sonunda dayanamamış gibi konuşmaya başladı.

"Ölmüş,"

Tek kelimelik bir cümle hayatımı oynatırdı, oynatmıştı. Kimden bahsettiğini çok iyi biliyordum, sonundaydı.

"Öldürülmüş, yani tekrar içeri girdiğinde..." Anlatamadığı içine attığı sıkıntısını en sonunda döküyordu. "On beş yaşındaki bir kıza tecavüz etmiş..."

Vuruldum. O cümleyle beynimden âdeta vuruldum. Nasıl bir pislikti ki hâlâ peşimizi bırakmıyordu. Gebertildiği iyi olmuş.

"Zaten hapisten kaçmış, birkaç defa geldi yanıma kabul etmemiştim ama sonuncusunu kabul ettim, ağlıyordu ve ben onun kaçtığını o an öğrendim. Sonra şikâyette bulundum zaten. İşlediği ikinci suçu da öğrenince…"

Daha fazla konuşamadı, gözleri yeniden sulandı. Onu kanatlarımın altına alıp korumak istedim, tıpkı annemizin bizi ondan korumaya çalıştığı anlardaki gibi. Koltukta ona yaklaştım ve saçlarını okşayarak göğsüme yasladım. Bu anı bekler gibi salıverdi kendini. Kim bilir ne kadardır içinde tutuyordu? Biliyordum; biz hâlâ yedi yaşındaki kız çocuklarıydık. Biz büyüyememiştik ve birbirimize muhtaçtık. Biliyordum; o da beni özlemişti. O da onu anlayan, geçmişinden bir parça istemişti, yıllardır reddetsek de sonuç buydu.

Şimdi kavuşmuşken tekrar ayrı düşmek olur muydu?

 

 

 

★★★

İ

Aytuğ Hancızadeoğlu; magazin sitelerine, bütün sosyal mecralara düşmüştü. Yeni yapılan, Çıngı Duruhan'ın açıklamalarını tekrar ve tekrar izliyor, kızın yüzünü zihnine kazımak istercesine ezberlemeye çalışıyordu. Sanki kuş olup uçacakmış gibi, sanki her an ortadan kaybolabilirmiş gibi…

Aklına tekrar ve tekrar dans ettikleri an düşmüştü. Ve ister istemez dudağının kenarları yukarı kıvrıldı. Güneşi anımsatan saçları bir deniz dalgası gibi rüzgârda dalgalanmıştı, alnını kapatan kâkülleri de uçuşmuştu biraz, derin bir orman olan gözleri sanki kendini en derine davet etmişti. Güneş ışınlarının hüzmelerinin değdiği yerler açıklaşmış derin bir ormanı anımsatan gözleri daha da derinleşmişti.

Burnunun direği sızladı. Asistanının getirdiği sıcak kahve kokusu burnunun direğini sızlatmıştı.

Fransa'dan döndüğünden beri burnunun direğini sızlatan bu koku daha yeni zihnine düşmüştü. Bu koku; Çıngı Duruhan'ın ten kokusuyla aynı kokuydu. Ağır ama bir o kadar da hoş olan koku tenine ne de güzel gitmişti…

Burun kemerini baş ve işaret parmağı ile sıkarken gözlerini açmamak için yummuş gibiydi.

Daha tanımadan böyle bir yakınlık hissetmesi normal değildi. Bu durum; insanlar için dış görünüşe kapılma, olarak adlandırılıyordu. Ancak bu his Aytuğ için pek de öyle değildi. Görür görmez hissettiği yakınlık duygusu, onun sürekli beyninin içinde dolaşmasına izin veriyor hatta beyninin içindeki demir kapıların anahtarının kendisinde olduğunu düşünmeden ettirmiyordu.

Deliriyorsun sanırım, dedi içindeki ses. Ya da siz insanlar için buna 'tutulma' diyor, diye devam etti. İçindeki sesin bir robot olduğunu düşünmeden edemiyordu. Hayalinde iç sesi, sesini dışarı vursa bir robot gibi konuşur gibi geliyordu. İkinci seçenek daha baskın gibi, değil mi Aytuğ?

Gözlerini açarsa belki de içindeki bu ses susardı? Bu sesle yaşanır mıydı? Gözlerini açtığında ilk gördüğü şey beyaz büyük fincanın içindeki sıcak bir kahveydi. Derin bir nefese sığdırmaya çalıştı kokuyu ancak olmadı. Bu koku bir fincanın içindeydi, ama koklamak istediği koku bir bedene aitti.

Oflayarak sandalyesinden kalktı. Fevzi ortalıklarda görünmüyordu, burnuna pis kokular gelmişti bile. Ara ara ortadan kaybolur ve kesinlikle paçaları boka batarak geri gelirdi. Adamını tanıyordu. Odasında volta atma işini es geçerek asistanının odasına bodoslama bir şekilde daldı.

Gözlük camını temizleyen kadın irkilerek gözlüğünü masaya düşürdü. "Bir şey mi oldu Aytuğ Bey?" dedi içindeki telaşı bastırmaya çalışarak. "Kahveyi mi beğenmediniz? O kadar da söyledim başka marka kahve almamaları için! Toplantımıza geç mi kaldım? Aytuğ Bey iyi misiniz?" Kadın adam bir şey söylemedikçe strese girip telaşlanıyordu.

Kadının telaşının aksine gayet sakin bir şekilde kadına cevap olarak; "Bana Çıngı Duruhan'ın kaldığı oteli bul." dedi. Kadın, başını tamam der gibi sallamış ve gözlüğünü temizleyemeden gözüne takmıştı.

Araştırmaya koyulmuştu ve Aytuğ da şirketten çıkmak için hazırlanma aşamasına geçmişti bile.

Telefonunun melodisi kulağını tırmalarken cebinden telefonunu çıkardı ve arayanın kim olduğuna baktı. Annesi, görüntülü arıyordu, bu çağrıyı cevaplamazsa annesi onu Amerika'dan başlayarak kovalayabilirdi. Aramayı açmadan kendine çeki düzen verdi, aramayı açtı.

"Oğluşuuummm!" Ahizeden yükselen dinç ses kameradan da olsa oğluna moral oluyordu.

"Sultanım, nasılsın?"

"İyiyim oğluşum, iyiyim ama seni çok özledim çoook!"

"Bende seni özledim annem benim, nasıl gidiyor dersler?" Kadın soruyu yanıtlamadan önce iç çekmeden edemedi.

"Hâlâ en iyi öğrencimi arıyorum oğlum, sağ olsun Göktuğ da çok yardım ediyor ama yok. Kızcağızı bir türlü bulamıyorum. Eh, onun gibisi de bir türlü karşıma çıkmadı. Amerika'yı bıraktım Avrupa'da aramaya başladım. Olmadı Asya'yı da sorduracağım." Konuşmasının arasında bir nefes molası vermiş burnunun akmasını bir peçeteyle engellemişti. "Kız sırra kadem bastı, yer yarıldı yerin dibine girdi sanki... Bulamadım oğlum, bir de sen aratsan Fransa da falan..."

Kadının çaresiz bakışları oğlunu üzüyordu. Üç yıl önce öğrencisi olan kız gerçekten hiç var olmamış gibi ortadan kaybolmuştu.

Oğlu düşünürken kadın konuşmaya devam etti; "Olmadı Müge Anlı 'ya çıkacağım! Çok çıtı pıtı, güzel mi güzel, tatlı bir kızdı. Annesi babası bizlere ömürdü... Oğlum, n'olur bulalım, ben ona ana da olurum baba da!"

"Annem, kız dediğin de yani o zamanın yaşıyla 24-25 yaşlarında bi’ kız! Allah'ını seversen vazgeç, kendi başının çaresine bakmıştır o."

Kadın, oğlunu dinlememiş ve başka bir şeyden bahsetmeye başlamıştı. "Dört yıldır moda ödülü kazanan ve yılda dört kez defile düzenleyen altı yıllık bir marka şirketi var. İsmi neydi ki şimdi... Hah! Kaia, o şirkete bile gittim, kurucuyla tanışmak görüşmek istediğimi söyledim, çalışan ne dese beğenirsin!" Kadın oğluna biraz anlama molası vermiş ve tekrar konuşmaya devam etmişti. "Kurucu'yu daha biz bile görmedik hanımefendi siz nasıl göreceksiniz? bana aynen böyle dedi oğlum. Kurucu, anonimmiş, ah bir görsem benim kız mı değil mi bakacağım ama göremedim yok ortalıkta..."

Aytuğ, annesinin taramalı silah gibi takır takır konuşmasına alışıktı ama baygınlık geçirtir cinsten olduğu için şimdiden başı dönmüştü. Kaia, isimli şirketi biliyordu, hatta kendisinin ortak olduğu Fransız bir marka Avrupa'da şirketi alttan destekliyordu. Toplantılara kurucu değil şirket avukatı olan Matilda Sofia Venarova, denen kadın katılıyordu. Kadın Rus asıllı bir Azerbaycan Türk'ü olduğunu söylemişti. İlk karşılaştıklarında. Kurucu sektörde bir süre anonimliğini korumak istediğini belirttiği için şirketin çalışanları ile Avukatının ilgilendiğinden bahsetmiş toplantıya geçmişti.

Aytuğ, o zaman da bu anonimlik olayını anlamamıştı. Aklına üşüşen anılarla annesinin konuşmasına ortak oldu. "Matilda Sofia Venarova ‘ya ulaşmayı dene anne, belki de şirketin kurucusu ile iletişime geçmeni sağlar." dedi.

Kadın, aydınlanma yaşar gibi gülümsediğinde ekrandan fırlayıp oğlunu sulu sulu öpecek bir edayla telefona sarıldı, oğluna sarılır gibi.

Kapının tıklatılıp açılmasıyla Aytuğ'un gözü asistanı olan kadına döndü.

"Swissotel The Bosphorus'ta kalıyor efendim, hatta otel sahibi kendisi için akşam küçük bir eğlence düzenleyecekmiş davetli listesinde sizin de isminiz yazıyor."

"Benim bundan neden haberim yok peki İlayda?"

"Efendim, davetiye az önce geldi, buyurun."

Uzattığı gümüş renk davetiye zarfını hızla elinden alıp açtı. Emin Karapınar, her davetiyesini özellikle altın ve gümüş zarflarla süslerdi. Zarfın içindeki siyah renk davet kartındaki gümüş renk yazılar ise Aytuğ'u daha da heyecanlandırmıştı. Davetliydi. Ve en çok görmek istediği kadın içindi bu davet.

Ahizeden annesinin sesi yükseldi. "O kim oğlum? Sevgilin mi? Nişanlın Miray'a ne oldu?"

"Anne sonra konuşalım, acilen bir yere gitmem gerekiyor." Kadına görüşürüz bile demeden telefonu suratına kapattı. Askılıktan ceketini alırken soru sormayı da ihmal etmiyordu.

"Bugün akşam için planım var mı? Varsa iptal et, bu davete mutlaka katılmam gerekiyor."

"Ama efendim..." Mırıldanmadan öteye geçemedi, nişanlısı Miray Tolunoğlu ile bir akşam yemeğine davetliydi ancak bunu hatırlatamamıştı bile…

 

★★★

 

Kızıl saçlarını sımsıkı bir hostes topuzu yapan Miray Tolunoğlu, yakın arkadaşı ve eşi ile davet masasında boy gösteriyordu ancak nişanlısı ortalıklarda görünmüyordu. Sürekli saati kontrol ediyor ve çaktırmamaya çalışarak mekânın giriş kapısına bakıyordu. Fakat Aytuğ Hancızadeoğlu'ndan bir rüzgâr bile yoktu.

İçi içini yemişti Miray'ın. Aramak istemiyordu, içinden türlü türlü duygular geçse de yüzüne yansıtmıyordu. Rol kesmekte üstüne yoktu. İçinden; belki de acil bir işi çıktı haber veremedi, diyerek kendini avutuyordu.

Gündeme düşen haberlerin hesabını da sormamıştı zaten, fırsat olmamıştı. Çıngı Duruhan'ın konuşmasını izlemişti. Kızın zümrüt gibi parlayan gözleri içindeki ateşi gizleyen bir maskeydi Miray'a göre. Herhangi biri kızın gözlerine on saniyeden fazla bakarsa büyüsüne kapılıp gidecekti sanki. Aytuğ kim bilir ne kadar bakmıştı, kaç saniye, kaç dakika veyahut? Miray, kızın hakkını yiyemezdi, saf bir güzelliği vardı. Yiğidi öldür hakkını yeme, demişti atalarımız sonuçta. Miray; daha önce hiçbir kadını rakibi olarak görmemişti ancak Çıngı Duruhan onun için isminin anılmasıyla bile rakipti. Miray için bugünkü açıklaması sadece onun içinde gizli olan Pandora'nın Kutusunun anahtarıydı, kilidi açmıştı.

Düşünceleri yüzünden kafasını saniyelik salladı. Yüzü adeta sirke satıyordu. Ve Miray ilk defa hayatında kıskançlıkla beraber korkuyordu.

"Tatlım bir sorun mu var? " diye sordu Feride Mahiran. Ünlü bir ailenin kızıydı ve kendisi de iyi bir diyetisyen olma yolunda başarı merdivenlerini hızla tırmanıyordu. Eşi; Sonat Yiğithan ise son yıllarda adını sıkça duyuran bir otomotiv zincirinin sahibiydi.

Feride Mahiran; katran karası saçlarını sımsıkı bir atkuyruğu yapmış, boynunu da tanışma yıl dönümünlerinde Sonat'ın hediyesi olan gümüş ve zümrütten oluşan bir kolye ile süslemişti. Açık kahve hatta bal rengi olan gözleri katran karası olan saçlarına tezatken öyle güzel bir uyum içerisindeydi ki âşık olmamak elde değildi.

Ofladı Miray Tolunoğlu. "Aytuğ hala gelmedi, neden gelmediği çok merak ediyorum. " derken gerdanını kaşıyordu.

"Miraycığım, elbet gelecektir, sabredelim. Mutlaka bir sebebi vardır, haber verir birazdan. " Feride Mahiran'ın Miray Tolunoğlu'nun ellerini tutarak destek vermesi ve gülümsemesi gerçekten iç ısıtan cinstendi.

Aynı dakikalarda Aytuğ Hancızadeoğlu; Çıngı'nın oteline doğru arabasını kullanmakla meşguldü. Nişanlısı Miray Tolunoğlu aslında hiç nişanlısı olmamıştı. Nişanlı olmaları bir sözleşmeden ibaretti. Aytuğ, aşka hiçbir zaman gerçek anlamda da inanmamıştı zaten. Ve Miray’ı da hiç sevmiyordu. Aşka olmayan inancı Çıngı ile denk gelene kadardı.

Çıngı için düzenlenen Hoş Geldin Partisine daha vardı ancak kendisi erken gelmek istemişti. Nedenini bilmiyordu. Sanki kendisini biri bekliyordu, sanki birine yetişmesi lazımdı... Hiç Aytuğ'luk hareketler değildi ama içinden böyle yapmak gelmişti. Yetişmesi gereken biri vardı, şimdi olmasa da ileride yetişmesi gereken biri hatta birileri olacaktı. Bu sadece bir ön hazırlıktı. İçerisindeki çocuksu heyecanını durduramıyordu bir türlü, gömleğinin kol düğmesiyle oynayıp duruyordu üstelik. Emin Karapınar ile karşılıklı localarda oturmuşlar ikram edilmiş olan kokteyllerden yudumluyorlardı.

"Gelmesi şerefine düzenlediğim kutlamaya geldiğin için tekrardan teşekkür ederim Aytuğ. Doğrusu kendisini bile zor ikna ettim. " Emin'in sözlerinden sonra sinir bozucu bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirmesi Aytuğ'u rahatsız etmişti.

"Odasında herhalde? " dedi sorar gibi Aytuğ. Yanlış anlaşılmak istemiyordu.

"Ah, hayır değil. Kızı Lola ile bahçedeler şu an. "

Aytuğ, duyduklarına inanamaz bir ifadeyle adamın yüzüne bakakalmıştı. Diline gelen harfler kelime olup dışarı kendilerini atamıyorlardı. Lal olmuştu. Ne diyeceğini, nasıl tepki vereceğini bile şaşırmıştı. Emin Karapınar, onun bu tipine koskocaman bir kahkaha atmıştı. "Sakin ol, kedisinden bahsettim, salak! " demişti kahkahasının arasında.

Aytuğ, çaktırmadan derin bir nefesi dışarı bırakırken alnındaki ter izlerini siliyordu. Rahatlamıştı. Hafif çıkan sakallarını kaşıdı. Evli ve bir anne olması ihtimali onu korkutmuştu. Böyle konularda onun için bir sorun yaratmasa da Çıngı için bu sorun gibi hissetmişti. Herkes elbette özgürdü, isteyen istediğini yapabilirdi ama niyeyse Aytuğ bu ihtimalin gerçek olmasını istememişti, kaldıramaz gibiydi.

Bahçe kapısından içeriye kucağında güneşi anımsatan saçları gibi sapsarı tüyleri olan ve ormanı hatırlatan gözleri gibi yeşil gözleri olan bir kediyle girmişti içeriye Çıngı Duruhan. Aytuğ'un gözleri bir elmas görmüşçesine parıldamaya başlamıştı. İçine tatlı bir meltem gibi esen bu kadına çekiliyordu, farkındaydı. Onu tanımak tanımaktan da öteye geçmek istiyordu.

Üzerindeki eşofman takımıyla bile gözlerin onun üzerinde olmasını sağlayan bir güzelliği vardı. Dupduru bir güzellik.

"Kendi 'Hoş geldin' kutlamana katılmamayı aklından bile geçirme Çıngı! " dedi Emin Karapınar.

"Tüh, katılmamakta kararlıydım oysaki! " dedi gülerek Çıngı. "Katılmasam beni çarmıha gereceğine kalıbımı basarım Emin, herhalde geleceğim, eseceeeeeez! " dedi ardından.

Emin Karapınar bu sözlere yine yüksek sesle bir kahkaha atmıştı. Aytuğ'a dönerek, "Çok sempatik değil mi bu kız ya? " diye sordu gülmesini durdurmaya çalışırken.

"Bir masaldan fırlamışçasına, " diye mırıldandı. Aytuğ kendi kendine. Sanki bir masaldan fırlamış gibi, sanki bir sanat eseri gibi…

"Efendim? " Anlamamıştı Emin Aytuğ'un sözlerini. O esnada resepsiyondaki yoğunluğa göz atmakla meşguldü ve dikkatli dinleyememişti.

"Öyle, gerçekten de enerjisi yüksek biri, " diyerek lafı kıvırmayı başarmıştı Aytuğ. Emin gülümserken aniden locadan kalkmış v resepsiyona doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. Aytuğ, ceketinin cebinden telefonunu çıkartmış kurcalamaya başlatmıştı. Ve nişanlısı Miray Tolunoğlu'ndan bir mesaj gelmişti. Kaşlarını çatarak mesajı açmıştı.

Miray Tolunoğlu:

Bugün, Sonat ve Feride ile akşam yemeği yiyecektik beraber Aytuğ. Ama sen ortalıklarda yoksun. Ne kadar zoruma gittiğini tahmin dahi edemezsin Aytuğ. Onların karşısında küçüldüm un ufak oldum resmen! Sana çok kırgın ve kızgınım. En azından bir mesajı bana çok görmeseydin ama gördün. Senden sadece bir mesaj beklemiştim ama o mesaj bana ulaşmadı! Bu saatten sonra da gelsen fayda etmez, yemeği kısa kestik onlar da evlerine gittiler zaten. (20:17)

Saate baktığında saat dokuzu çeyrek geçiyordu. Mesajın atılmasının üzerinden bir saat geçmişti ve Aytuğ yaklaşık bir buçuk saatini yolda yarım saatini de otelde geçirmişti. Miray'ın aklına gelmemesi kamera şakası da değildi, gerçekti. Daha Çıngı ile olan olayları bile konuşma fırsatı bulamamışlardı şimdi de yemeğe gitmemesi sözleşmeli de olsa ilişkilerinde çatırdamalara hatta büyük çatlaklara neden olacaktı.

Miray'ı arayarak ayağa kalkmış otel lobisinde volta atıyordu. İçinden açması için dua ediyordu. Telefon ahizesinden gelen 'Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor' sesiyle çağrıyı kapattı. Belli belirsiz küfürler ederek kalktığı localaya geri oturdu.

Emin Karapınar, localar kısmına geri gelirken yüzündeki endişe bulutları bazı durumların ters gittiğini belli ediyordu. Aytuğ, kaşlarını çatmış bir şekilde Emin'e bakıyordu. "Hayırdır? " dedi sorar gibi Aytuğ. Ağır abiliğini konuşturmuştu. Ters giden her ne ise kendisini de rahatsız edecekmiş gibiydi.

"Hayır, hayır. Çıngı'nın kız kardeşi ve sevgilisini davet etmeyi unutmuşum, sorun olmaz diye düşünüyorum sonuçta Göktuğ Bey daha öğlen saatlerinde burada- "

Aytuğ, duyduklarıyla beraber kan beynine fırlamıştı. Ve sözünü kesmişti. "Ne diyorsun sen? Şaka mı yapıyorsun? "

Yükselen sesine hâkim olması zor olmuştu ama yumruklarını sıkarak hâkim olmayı başarmıştı. Ya da asansörden inen bir melek kendine hâkim olmasına sebep olmuştu.

Çıngı, asansörden inmiş Emin ve Aytuğ'a doğru emin adımlarla ilerliyordu.

Üzerindeki kelebek şeklindeki büstiyer parlak ve yanardöner bir kumaşa sahipti. Kelebek kanatları, ortada parlak taşlarla süslenmiş bir şekilde birleşmiş, taşlar büstiyere ekstra şıklık katmıştı. Boyun kısmındaki inci taşları ince şeritler halinde ve çapraz şekilde boyundan gövdeye- kelebek kanatlarının birleşim noktalarına- iniyordu. Üst o kadar feminen ve şaşaalıydı ki göz yormaması için fildişi rengine sahip vücudu saran mini bir etek tercih etmişti. Fildişi renginde bi’ stiletto tercih etmiş star parçasını adeta patlatmıştı. Bileğinde kelebek motifli bir şahmeran vardı ve eklem yüzüklerindeki parıltılar şıklığına şıklık katmıştı.

Aytuğ, yutkunamamıştı. Dili yeniden lal olmuştu. Yüzündeki sade makyaj ve saçını atkuyruğu yapması en önemli parçalarının üzerinde olduğunu insanlara söylüyordu. Lobideki insanlar Çıngı'ya bakıyor, önlerine dönüyor ve sonra tekrar bakıyorlardı.

"Ben partiye hazırım Emin!" diye şakıyarak yanlarına geldi. Emin, ağzına sinek kaçmaması için kapatırken dilini yutmuştu.

Böyle bir şey beklemiyordu, şimdi de söyleyecek kelimelerini yutmuştu. "E ama bana böyle bak diye hazırlanmadım canım, bak yoksa gider herhangi bir kulüpte çılgınlar gibi eğlenirim. " diye tehdit savurmuştu ama gitmezdi. Ülkesinde çok arkadaşı yoktu. Gözleri Aytuğ'a kaydığında ise bu sefer lal olan Çıngı'ydı.

🔥

 

Hazırlanıp aşağıya inmem yaklaşık yarım saatimi almıştı. Zaten kombinimi hazırlamıştım ve geriye giyinip süslenme işi kalmıştı. Onlar da yarım saatimi almamıştı. Asansörden inip Emin'in yanına ilerlerken iki şaşkın adamın bana karşı dilleri tutulmuş gibi bakmaları benim gururumu okşuyordu. Emin ve yanındaki adamın yanına yaklaştım, eğlenmekse dibine kadardı!

Emin'in bakışlarına gülerek; “E ama bana böyle bak diye hazırlanmadım canım, bak yoksa gider herhangi bir kulüpte çılgınlar gibi eğlenirim. " diyerek yapmayacağım bir tehdit savurdum. Burada çok arkadaşım yoktu ve en azından kaldığım otelde sarhoş olmayı tercih ederdim. Diğer adama döndüğümde gördüğüm yüz dilimi uçuklatacak cinstendi. Adeta konuşmayı unutmuş gibiydim.

Karşımdaki adam, Eiffel'in altında dans ettiğim adamın ta kendisiydi.

Aklıma gazetecilerin söylediği isim düştüğünde dehşete düşmüş gibiydim. Aytuğ Hancızadeoğlu. Zihnimin tam ortasına düşen isim şoktan şoka geçmeme neden oluyordu. Tam karşımda o da bana dilini yutmuş gibi bakıyordu. Aklım bütün pılını pırtını toplayarak uzaklara kaçmıştı çünkü hiçbir emir vermiyor bana adama dik dik bakmamamı bile söylemiyordu. Emin Karapınar olmasa beynimin kaçma girişimi gerçekleşmiş olacaktı.

"Çıngıcığım, tanıştırayım; Aytuğ, Aytuğ Hancızadeoğlu. " Bir yandan da elini Aytuğ Hancızadeoğlu'na doğru uzatmıştı. Bakın görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok, edasıyla.

Yeni çıkmaya başlamış sakalları, hafif dağınık ve biraz uzun saçları kara gözü kara kaşı derken adama doğru çekiliyormuş gibi hissetmiştim. Esmerlik bir erkeğe hiç bu kadar yakışmamıştı daha öncesinde... En sonunda beynim bana bir emir vermiş ve gülümseyerek adama elimi uzatmıştım. Beynim tekrar bir emir verdiğinde dilim çözülmüştü.

"Memnun oldum, bende Çıngı Duruhan. "

Adamla tokalaşırken ondan gelen koku aklımı yeniden bulandırmak üzereydi. Acı bir çikolata kokusu buram buram burnuma dolarken otelin girişinden bir ses yükselerek tanışmamıza sızdı.

"Herkes yerinde kalsın, size zarar vermeyeceğiz, Çıngı Duruhan'ı alıp gideceğiz!”

 

 

BÖLÜM SONU

 

Hepinize yeniden merhabaaa, iki haftanın ardından yeniden bir aradayız.

Bölüme yorum ve vote atmayı unutmayın!

Bölüm hakkındaki düşünceleriniz neler? Bir sonraki bölüm sizce neler olacak!?

14.03.2025 saat 20:00'da yeniden bir arada olmak dileğiyle, sağlıcakla kalın! 🪄💐

​​​​​​

​​​​

 

 

 

 

 

Bölüm : 28.02.2025 19:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yosun Cemre / 𝔸𝕥𝕖𝕤̧ ℙ𝕒𝕣𝕔̧𝕒𝕝𝕒𝕣ı / Kurucu
Yosun Cemre
𝔸𝕥𝕖𝕤̧ ℙ𝕒𝕣𝕔̧𝕒𝕝𝕒𝕣ı

5 Okunma

3 Oy

0 Takip
2
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...