2. Bölüm

1_Başlangıç patlaması

cennet
cennomi

Umut dolu okumalar🧭

Tıp. Tıp. Tıp.

Göz kapaklarından kalma sancı şimdi zihninde.

"Vınn! Vınn!"

Kapat ellerinle kulaklarını, ne değişir? Duyacaksın aynı uğuluyu yine sessizlikte.

"Abi!"

Gökyüzüne bak. Çünkü geriye bakılmaya değer her zaman bir o kalıyor.

"Abi! Canım acıyor!" Küçük kız çocuğunun ağlamaklı sesiyle göz kapaklarım aralandı. Oturduğum çatıda dizlerimi kendime çekmiş ve bugün açık olan havadan yararlanarak biraz olsun nefes almak istemiştim. Ne kadar olabilirse artık. Çünkü ne doğru dürüst havamız ne de oksijenimiz vardı. Her an asit yağmurlarına karşı hazırlıklıydım.

"Eflal, düştün mü yoksa?" Kızın abisi de kendisinden en fazla üç dört yaş büyüktü. Ama yerde düştüğü belli olan ve dolu dolu gözlerle abisini çağıran kızdan oldukça kalıplıydı. Onları biliyordum. Annelerini doğumda kaybetmiştik, Tunç'un babasını kaybetmiş, Eflal'in babasını ise zorla annelerine dokundu diye kendi ellerimle öldürmüştüm.

Adalet kavramımız kaybolalı yıllar olmuştu.

"Evet," dedi Eflal mahsun bakışlarını abisine dikerek. Burnunu çekti. "Sen bana güçlü ol diyorsun ama çok acıyor, abi."

Tunç iç çekti. Dolu gözlerle ona bakan kardeşine dayanamadı. Yere eğilip ona sarılırken aynı zamanda da alnına dudaklarını bastırdı. "Tamam, öptüm. Geçti mi?"

"Abi ya," diye sızlandı Eflal. "Ben kafasımın üstüne düşmedim! Dizim acıyor benim!"

Tunç'un dudaklarında haylaz bir tebessüm belirdi. "Kafatası o akıllım. Hem say bakalım beynini koruyanları."

"Kafası var işte!" Diye çığlık attı Eflal. Elimde olmadan gülümsedim onları izlerken. Çocuklara okulda gibi her şeyden sınava tabii tutmuyorduk. Gün içinde doğadan geriye kalanlarla ve bizden ne varsa öğretici ve eğlenceli bir şekilde akran paylaşımıyla öğretmeye çalışıyorduk.

Bizden geriye kalan ne varsa, onlara aitti.

Ayağa kalkıp zaten tek katlı olan çatıdan aşağıya atladım. Az ilerideki çocuklar beni gördüğünde utangaç bir tebessüm gönderdiler. Alışmıştı herkes benim olur olmadık yerlerden çıkmama.

İlerleyip çocukların önünde diz çöktüm ve Tunç'un saçlarını karıştırdım. Dudaklarımda haylaz bir tebessüm vardı. "Sözlüye ben de katılabilir miyim, Tunç bey?"

"Haksızlık ama Sera abla, sen bilim insanısın."

"Ben zaten cevaplayacağım demedim ki," eğilip Eflal'in yarasına baktım. Dizini iki elim arasına aldım. "Bakalım sıyrıklarımız ne durumda. Mikroplar yayılmadan temizleyelim hemen!"

Her zaman belimde olan bir alet kemerim vardı. Son zamanlarda üretilmiş yaranın kapanmasını hızlandırmak için hücreleri etkileyen bir ilaç vardı. Hem mikroplardan deriyi koruyor hem de yapım aşamaları hızlanıyordu o bölge için. İlacı tahta kaşığın ucuna alarak yaraya dokundurdum. Hafifçe yaydığım an dokudaki hasarı tanıdı, üzerine kendi kendine yayılarak tüm hasarı kapattı, kendini katılaştırdı. Böylece ne onun haraketini kısıtlayacaktı ne de bir yere bulaşıp gidecekti.

Ayağa kalktım. Onlara elimden geldiği kadar içten ve geniş gülümseyerek arkamı döndüm. Gülümsemem kayboldu. Bir görevdi, bitti. "Dikkatli olun çocuklar, yağmur başlamadan içeriye girin. Dışarıda da bir büyüğünüz olmadan dolaşmak yok."

Dış dünya, eskisi gibi değildi. Tehlikelerle doluydu ve bu mecazi bir insan kötülüğü değildi.

"Tamam!" Diye şakıdı küçük kız. Eflal'in acısı şimdiden hafiflemiş olmalı ki sesi mutluydu. İç çektim.

Yağmur böyle bir şey değildi ki. Huzur vermeliydi. Sakince damlalarını dökmeli, bazen öfkelenmeliydi ama bu kadar acıtmamalıydı.

Ellerimi üzerimdeki gri takımın ceplerine yerleştirdim. O yirmi birinci yüzyıldaki kıyafetler yoktu artık. Bedenimizin dünyaya ayak uydurabilmek için bunlara ihtiyaçları vardı. Tek başına hemeostaziyi sağlayamıyordu. Kararlı iç dengemiz olsa bile yaşamak için her zaman daha fazla çabalamamız gerekiyordu.

Küfrettim. Bu da bize reva gördükleri şeydi işte. Bize böyle bir dünya bırakmışlardı.

"Çok yüklü bir öfke tespit ediyorum," kolyemdeki yapay zeka arkadaşımın bir insankinden farksız sesi kulaklarıma ulaştı. "Senin için ne yapabilirim?"

Sanki bunun için tasarlanmamış da bir arkadaşmış gibi davranması da sinirlerimi bozuyordu.

"Mümkünse sus," diye tersledim. Ellerim ceplerimde tesisteki odama girdim. Yer altına gömülü kocaman bir tesisimiz vardı, Asit yağmurları yüzünden aşınmalardan korunmalıydık. Yapay ışıklar etrafı aydınlatıyordu. Vitamin takviyelerine çok ihtiyacımız oluyordu. Çok büyük bir topluluk değildik, anneannemin zamanında büyük bir grup buradaymış ama o zamanlar henüz tesisler ya da burada bırakılan teknolojiler yeterli değilmiş. Bizi burada bırakırken dünyada geberip gitmemizi istemişler, onları bulabileceğimiz her yolu kapatmışlar.

Hikaye böyleydi. Tüketici, üretici ve yıkıcı toplum.

Sadece bilmedikleri bir şey vardı. Arkalarında bıraktıkları isyankar bilim insanları harikalar yaratmışlardı. Herkes kendi canının derdine düşmüşken dünyada kalan iki insan.

Nora Noyan.

Ural Noyan.

Anneannem ve büyükbabam.

Ben burada kalan herkesin kurtarıcısıydım. Ben geriye kalanlara öncü olan soydandım. Soy kimseyi belirlemezdi ama bu dünyada teknolojiyi ve bilimi kullanarak halkı kurtaran bizdik. Benim ebeveynlerim ve onların ebeveynleri.

Annemin anlattığı masalda dedem muhteşem bir adamdı. Bana gösterdiği videolarda o mükemmeldi. Yüz hatları sert, bakışlarıysa bir o kadar otoriterdi. Ama çocuklarına ve karısına bakarken öyle bir parlardı ki gözleri işte bu derdim. O muhteşem birisi. Yakışıklıydı. Halka ve ailesine kendisini adamıştı. Elinden geleni yapmış birçok can kurtarmıştı. Teknoloji onun ellerinde hayat bulmuştu yeniden.

Çok uzun sürmüştü ve belki hepi topu bin kişi kalmışlardı ama o ikisi sonunda başarmışlardı. Elde kalanlarla tesisler kurmuş, yer altında sebze yetiştirmeye çalışmışlardı. Işık toplayan monitörler kurmuş, güneşten bize kalanları kullanmıştık. Yer yüzünde içilmeye dair su kalmayınca yer altına yönelmiştik.

Hep daha fazlasını istediğimiz için elimizde her zamankinden daha azı kalmıştı.

Tesise girdiğimde tüm gözler beni buldu. Girişte çocuklar için bir oyun alanı ve eski zamanlardan esinlenerek kurduğumuz gelişmiş bir park vardı.

Kocaman gülümsedim. Parkta oynayan çocuklar beni mutlu ediyordu. Bir süre etrafta gezinip çocukların ve yetişkinlerin bir ihtiyacı olup olmadığını sordum. İhtiyaçları ve istekleri kayıt altına aldım. Bunu elektronik yolla bana iletebilirlerdi ama zaten kısacık bir zaman dilimi içinde bunu ben kendim halledebilirdim. Uğraşacak bir şeylerimin olması iyiydi, aksi halde geçmiş yüzünden kendimi yiyip bitiriyorum.

Olabildiğince oyalanıp herkesle uzun uzun sohpet etmiş, çocukların oyunlarına katılmış ve onların da iyi hissetmelerini istemiştim ama en sonunda odama dönme vaktim gelmişti.

Odamın önüne geldiğimde duvardaki deliğe elimi soktum. DNA'm bilgisayarda saniyeler içinde onaylanırken kapılar açıldı. İçeridek robotik iki kol labaratuvar kıyafetimi çıkarınca hızlıca üzerimdekini çıkarıp onu giydim. Odama bakmadan labaratuvara girdim. Son deneyin üzerinde geceye kadar çalışacaktım büyük ihtimalle. Elektro-kimyasal eldivenlerimi ve gözlüklerimi takarak masama geçtim.

Geçmişe dönmenin yollarını arıyordum. Bu dünydada daha fazla yaşayamazdık. Oksijen azalıyordu, yapay tohumlar bizi bir yere kadar idare ederdi belki ama o ağaçları besleyecek suyumuz da toprağımız da yoktu. Okyanus sularını arıtsak getirmesi zahmetli olacaktı ki bunu yapmaktan asla gocunmazdım. Ama toprak her geçen gün devamlı olarak kimyasal yüklenmesi yaşıyordu. Asit yağmurları durmak bilmiyordu. Yer altında bir ağacı en fazla ne kadar yaşatabilirdik?

Bizi bırakıp gittikleri gezegene gidebilir miydik peki? Gereken malzemeleri ve bilgileri bulsak bile benim dışımda kimse uzay gemisi bullanmaktan anlamazdı. Oraya gitsek bizi öldürmeyecekleri ne malumdu? Zaten ölüme terkedilmiş milletlerdik.

Geçmişe gitsek bu günü değiştirebilir miydik?

Yapabilir miydim?

"Geçmişe gitmenin bir yolu var mı Ellen?" Dedim karmakarışık bir sesle. Çok mu uçuk bir hayaldi? Zamanı bükecek bir makine yapabilir miydim?

"Atalarınız bu günün geleceğini bilemezdi," dedi Ellen. Kolyemde değildi artık, karşımdaki ekranda yüzü vardı. Güzel bir yapay zeka kadınıydı. Onu bedene geçirmeyi hiç istememiştim çünkü böyleyken uzak bir yerdeki arkadaşımla konuşuyor gibi hissediyordum. Bir metal yığınıyla konuşmaktan her zaman daha iyiydi. "Hiç kimse bunu bilemezdi. Büyük zekalar tahmin etti, kimse inanmadı. Filmlerle gösterdiler ve uçuk kaçık bilim kurgu filmleri olarak gördüler. Ama en sonunda o kadere tabii oldular. Sadece otuz yıl içinde bile en uçuk kaçık şeyleri yaşadılar. Başarabilirsiniz, sizden öncekiler çok daha imkansız görünen şeyleri başardılar."

Karamsardım. "Zamanı bükmekten bahsediyoruz, kimsenin inanmadığı bir dönemde telefon icat etmekten ya da elektriği bulmaktan değil. Hayatı pratikleştiren elektronik aletlerden değil. Ya da dedem gibi tüm dünyayı baştan kurmaktan değil."

"Neden olmasın?" Ekrandaki yansıması gülümsedi. Bugün canı kızıl olmak istemişti. İstediği zaman saç rengini değiştirirdi. "Bunu zaten yapmadılar mı? Solucan delikleriyle evrenin bir ucundan diğer ucuna gidiyorlar. Neden bir tanesi sizi geçmişe götürmesin? Ya da siz neden buna benzer bir şey keşfetmeyesiniz?"

Gözlerim ekrandaki yansımasında kaldığında daha da yumuşaklaştı gülümsemesi. Çıkmaza girdiğimi anladı. "Yıl 1923, Türkiye'de cumhuriyet ilan ediliyor. Ülke işgalden kurtulmuş. Binlerce şehit vermişler ama mutlular çünkü artık bir cumhuriyetler. Şehitlerin ve ilk başkanlarının kanı o bayrakta. Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Ne diyor biliyor musun, Sera? Dinlemek ister misin?"

Ekrandaki görüntüsü gidip yerine o güne ait çözünürlüğü düşük bir görüntü geldi.

"Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur."

Gözlerim doldu ekrana bakarken. Yıllar önce insanlara çok şey söylenmişti. Belki bir kısım korumaya çalışmıştı ama sonumuz belliydi. Biz bizim için savaşılan hiç bir şeye sahip çıkamamıştık. Aslında savaşmasak bile asla kimse bunları esirgememişti ki. Bunu yapan yine insanlardı. Sınırlar koydular. Doymadılar.

Daha fazla, diye fısıldadı zihinlerinde ki aç şeytan. Daha fazlası, neden daha azına tahammül edesin ki?

Ona uydular. Ona uyduk.

El birliğiyle yok ettik.

Canım çok acıyordu. O günleri görmeyi çok istiyordum. Bu yıkımın ortasında olmaktan nefret ediyordum. Çok acıyordum. Hangi milletten olduğumu bile anlayamıyordum artık. Babamı tanımıyordum hiç, kim bilir nereliydi.

Geçmişini bilmeyen toplum, yok olmaya mahkumdur.

Evet, öyleydi. Yok olmuştuk. Bize yönelen aynaları kırmıştık. O ayna geçmişti.

Mezopotamya'dan, Osmanlı'ya ve Osmanlı'dan Türkiye cumhuriyetine dönüşen bu topraklarda bir biz kalmıştık. Yaşanabilecek en makul topraklar olarak burası kalmıştı. Asırlar boyunca savaştıkları o verimli topraklardan geriye bir hiç kalmıştı. Kanlar akıtılmış, insanları korumak için, daha fazla toprak almak için ve daha bir çok gözü karartan tüm o sebeplerden dolayı bize kalan bu olmuştu.

Savaşmışlar, bir şeyler kazanmış ya da kaybetmişlerdi ama biz bununla doğmuştuk. Bize bir yıkım bırakmışlardı.

Seçme şansım olsaydı geçmişte yaşamayı çok isterdim. On asır ve belki de çok daha öncesindeki bir zamana ait olmak isterdim.

Bunun için vardım. Geçmiş olmak için. Bu işin sonunda ölsem bile gecmişe gitmenin bir yolunu bulacaktım. Gözlerimi kapattığımda yanağımdan bir damla yaş süzüldü.

Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Özür dilerim ama hiçbiri benim suçum değildi ki.

"Bir mesajınız var," Ellen'ın otomatik sesiyle gözlerimi daldığı yerden çektim. Önümde net bir görüntü oluştu. Anneannem Nora yirmili yaşlarında bir şekilde karşımda hologram olarak duruyordu. Narin ve asil bir ifadeyle bir sandalyede oturuyordu. Vücudu dik, bir ayağı alışkanlık haline diğerinden birazcık öndeydi. Yüzyıllar ötesinden kalan bir asilzadeydi.

"Gelecek, bizlere vaadedilmiş en karanlık yanımızdı. Benim soyumdan gelen sense bunu gayet iyi biliyorsun, değil mi Sera? Geleceği bilmek tatlı bir yemek gibi gelebilir ama telaş dolu mideni bozan bir şeydir aslında. Çok fazla zamanım olduğunu sanmıyorum," saki bir ifadeyle ama tezatlık oluşturan telaşlı gözlerle kol saatini konrtol etti.

"Fazla uzatmayacağım. Sen doğduğunda yanında olacağım ve bunu görmeni sağlayacağım. Zamanı geldiğinde sen bir var oluş olacaksın. Seninle sakladığımız defteri hatırlıyor musun, Sera? O defteri bul. Tüm sırlar orada yazıyor. Aradığın geçit orada. Sana güveniyorum, benim güzel ay ışığım. Sen geçmiş, gelecek ve şimdisin. Sen bu dünyadaki her şeysin. Evrenenin kökleri sensin, Sera. Var oluşuna karşı çıkamazsın. Sen kurtarıcısın."

Ayağa kalktı. Beni şaşkınlık içerisinde bırakarak piksel piksel kayboldu. Gözlerim onun ardındaki boşluğa takılı kaldı.

Evet. Kitabın yerini biliyordum. Ardımdaki kurumayan tek ağacın köklerine saklıydı.

Peki tüm bunların anlamı neydi?

 

🌍


AYLAR SONRA.

​​​​"Dünyanın sonuna doğmuşum," kafamı kaldırdım ve 21.yüzyıl şarkılarından birine eşlik ederken vücudumu kıvırdım. İzlediğin gibi Sera, insanlar böyle dans eder. "Ya da ölmüşüm de haberim yok! İyi bilirdik derler elbet ardımdan, bundan büyük bir yalan yok!"

Manga şarkı sözlerini yazarken o zamanın dünyasından esinlenmiş olabilirdi ancak o zamanın dünyası bu zamanı yok etmişti. Dedikleri gibi, dünyanın sonuna doğmuşum.

Şarkı sözleriyle hırsla son kez kontrolleri yaptım. Önümdeki devasa çembere bakarken istediğim tek şey büyükannemin haklı çıkmasıydı. Sen geçmiş, gelecek ve şimdisin Sera. Sen bu dünyadaki her şeysin.

Son nefeslerini beni sevdiğini söylemek yerine bunu söylemek için harcamasına inanamıyordum. Onun için kolay olmayabilirdi ama ben hiçbir şeyin yapı taşı olmak için doğmamıştım. Öyle değil mi? Bunu kendim mi seçtim nereden bilebilirdim ki?

Bugünler için büyütülmüş bir silah olabilir miydim?

Ardında bir defterle çekip gitmişti. Bu dünyada fazla bile yaşamıştı. Altı yaşımda kaybettiğim kadının defterini nereye sakladığını bulmak zor olmamıştı ama evet, tahmin ettiğim gibiydi. Defter olmasaydı şuan burada olamazdım. Hâlâ deneyler yapıyor olurdum. Belki aylarımı almıştı ama buradaydım.

Neden zamanı bükmekle uğraşacaktım ki? Tüm dünyayı geriye dönderemezdim. Ama buradaki insanları oraya götürebilirdim. Bu bir geçitti. Solucan deliklerinin görevini gördüğünü yazmıştı Nora. Büyükannem zeki bir kadın olmaktan çok daha fazlasıydı. O bir dehaydı. Bu defteri benim gözümün önünde saklamasının ve ölürken bile bana kim olduğumu fısıldarken bu günlerin geleceğini biliyordu. Geriye dönmemi istiyordu. Her şeyi düzeltebilirdim, ve o da bunu yapabilecek tek kişinin ben olduğumu biliyordu.

Bende bir şey vardı. Büyükannemin Lara yerine beni seçmesinin bir sebebi vardı. Kuzenimde olmayıp bende olan bir şey vardı. Ve bu her neyse, öğrenmeden durmayacaktım. Ne olduğumu çok duymuştum ama hiç öğrenememiştim.

Ben gerçekte kimdim?

"Hareket izni veriyor musunuz?" Ellen'ın sesiyle kendime geldim. Dev daireden uzaklaştım ve panellerin yanına geldim.

"Her şey yolunda mı Ellen? Bir şey unutmadık değil mi?"

"Taramalarıma göre hayır," diye cevapladı. Gülümsedim. İşte şimdi hayalimi gerçekleştirebilirdim. Geçmişe gidebilir, canlı konserlere katılabilir, binlerce insanla normalmiş gibi aynı şey için sevinebilirdim.

Normal olabilirdim.

"Tüm izinler onaylanmıştır," kararlı gözlerimi karşımdaki panele diktim. Deneye özel tasarladığım kıyafetin koruma başlığını kafama geçirdim. Bu deney için tek güvencem, tek dayanağım anneannemden kalma bir deney defteriydi.

Ve bildiğim tek bir şey varsa, o da o çatlak cadıya kendimden daha fazla güvendiğimdi. O bunağı seviyordum. Her haliyle.

Çemberin içindeki delikler tek tek dönmeye başladı. Saniyeler geçtikçe ivme kazanarak hızlandı. Her geçen saniyeyle gözle görülemez bir hale geldiğinde etrafında sarı kıvılcımlar oluşmaya başladı.

"Aşırı yükle-" Ellen'ın sesi cızırtılar eşliğinde gidip gelmeye başladı. Kollarımı etrafıma sararak yoğunlaşan havadan kendimi korumaya çalıştım ama nafileydi, nefesimi zorlukla alabiliyordum.

"Hadi," diye fısıldadım. Dönen keskin taraklar etrafında ne varsa yerle bir eden bir akıma yol açarken sulanan gözlerimi kırmıştırarak açıp oraya baktım. Tam ortada beliren altın sarı ve gümüşi kıvılcımlarla parlayan ışık demetine. Kalbim hızla çarparken o an ölebilecek olmam umrumda olmadı. Tek istediğim bunu görmekti. Başardığımı bilmeliydim. Kanım olağandışı bir epinefrin ve dopamin artışı yaşarken gözlerimi inatla oraya diktim. "Lütfen," fısıltım acıklı bir yakarışa ve belki de sessiz bir ağıda yaklaştı. Tüm kalbimle dilediğim tek şey buydu.

Lütfen bana normal olabilmek için bir ihtimal verin. Kendimden bile daha fazla bu ihtimale muhtacım. Bir umut ver ne olur, tutunacak son bir dal.

Artık bana durum bilgisi veren bir yapay zekam yoktu. Panelleri yoğunlaşan hava yüzünden göremiyor, gözlerimi zorlukla açık tutarken nefesimi bile kesik kesik alıyordum. Olduğum yerde iki büklüm hale geldim. Kulaklarım uğuldarken ne olduğunu anlamadan yere yığıldım. Bu makine her ne yapıyorsa bir canlı için tehlike arz ediyordu. Ani ortam değişikliğine duyarlı giysimden elektrik kaçağı algılıyordum.

Durmadım. Duramazdım. Artık istesem bile yapamazdım.

Artık çemberin içinde dönen keskin tarakları göremiyordum. O kadar hızlanmışlardıki zamanın içinde kaybolmuşlardı. Tam ortadaki yarın genişledi, genişledi ve tam benim için bir umut gerçekleşiyorken den bir patlama oldu. Olduğum yerden metrelerce savrularak panele çarptım. Tüm kemiklerim iç içe giriyormuş gibi haykırarak bedenime kapandım.

Var olan acının bir tarifi yoktu.

Bedenim çarpmanın etkisiyle kemiklerime kadar yanarcasına bir acıyla kavrulurken kafamda iğneler batıyorcasına bir sızı baş gösterdi. İniltiler eşliğinde tek yapabildiğim olduğum yerde bedenime sarılmaktı. Bu patlama bir bomba patlaması gibi değildi. Bir tür elekrtiksel patlama yaşanmıştı. Enerji patlaması. Beni savuran şey resmen enerjiydi.

Zihnim bulandı. Uzunca bir süre kendimi toparlayamadım. "Ellen," dedim güçsüz bir sesle. Dahası olmadı. Gözlerim yorgunca kapanıp açıldı. Vücudumun etrafına sarılı kıyafetimden bedenime akan sıvıyı hissettim. Kıyafetler olası her türlü kazada bizi en kısa sürede iyileştirmek için tasarlanmışlardı. Emir beklemez, vücudun iyileşmesi için gereken şey her neyse yerine getirirlerdi.

Emir verecek durumda değildim.

Dakikalarca öylece yattım. Ve merhemler beni daha zinde bir hale getirene kadar uzanmaya devam ettim. Gözlerim sürekli deneyimdeydi ama panellerin arkasına savrulmuştum ve önümde orayı görmemi engelleyen lanet olası demir yığınları vardı. Kendimi daha iyi hissedebildiğimde Ellen kendine geldi.

"Sistem yeniden başlatılıyor. Acil durum analiz raporu çıkartılıyor."

Ayağa kalktım. Elektriksel enerji Ellen'ın kapanmasına benim ise savrulmama neden olmuştu. Panellerden tutunarak ayağa kalktığımda gözlerim parçalara ayrılan deneyimle kesişti. Gözlerimin ardı sızlarken parmaklarımı panele sürttüm.

"Hayır," inkar içinde başımı iki yana salladım ama oradaydı işte. İnkar edilemez bir biçimde boşlukla karsi karşıyaydım. Deney parçalanmış, ben kaybetmiştim. Anneannem yanılmıştı. Bizim için asla bir umut yoktu. Kurtarılamazdık. Dünyada yapayalnızdık.

"Hayır!" Diye haykırdım vücudumda kalan son öfke kırıntılarına tutunarak ellerimi bulduğum her yere vurmaya başladım. Sinir krizim beni oradan oraya sürüklüyor, derman kalmamış vücudumda adrenalinin etkisiyle son bir güç ışığıyla parlatıyordu. "Hayır! Olamaz, hayır! Her şey bitemez! Aylarımı verdim, anlıyor musun!? Aylarımı! Ömrümü adadım!"

​​​​Her şey bir yalan olamazdı. Bir umut uğruna bunca zaman kendimi tüketmiş olamazdım.

​​​​​Başım yorgunca önüme düştü. Ellerim sıkıca panele tutunmuştu ama her an bunu da bırakabilirlerdi. Tüm hayatımı bomboş bir hayal uğruna nasıl da feda etmiştim böyle? Kurtulması imkansız ölüme terk edilmiş bir ırktık artık. Yüzyıllar sonra belki dünya yaşanabilir bir hale geldiğinde onlar da olmayacaktı, biz de. Ama bu iknasızdı öyle değil mi? Dengeyi öyle bir bozmuştuk ki, bunu artık doğa ana bile toparlayamazdı.

​​​​​Tüm umutlarım ve ben artık kayıp bir uygarlıkta sönen son ışıktık.

"Tanrı aşkına Nora! Bizi ne zaman çağıracaktın!" Tiz ve öfkeli bir kadın sesi kafamı kaldırmama neden oldu. Şaşkınlıkla dev panelin önündeki alanda duran bedenlerde gözlerimi gezdirdim. Onlar da nereden çıkmıştı? İki binli yıllardan fırlamış gibiydiler. Sarışın kız kafamı kaldırır kaldırmaz beni göstererek çığlık attı. "Eva bu Nora değil!"

Eva olduğunu tahmin ettiğim bir esmer ona gözlerini devirdi. İkisi de çok güzeldi. Eva'nın üzerinde eskiden giyilen mavi bir kot şort ve oversize denilen beyaz bir tişört vardı. Uzun siyah saçları beline geliyordu. "Tahmin edebiliyorum aptal. O tabii ki Nora değil," yutkundum. Dağılmış saçım başım, öfkeyle oraya buraya vurduğum için kanayan elim ve kızaran yüz hatlarımla pek seyirlik birisi olmadığımın farkındaydım.

Eva bana baktı. "Kimsin sen?"

"Benim adım Sera," diyebildim ama sanki otomatikmiş gibi çıkmıştı sesim.

"Aman Tanrım, şimdi tanıdım seni!" Diyerek kahkaha attı. Ardından ciddileşerek bana baktı. "İyi misin kızım sen? Hangi yılda ve hangi evrendeyiz? Senin işlevin ne tam olarak?"

Her kim olurlarsa olsunlar benimle bu şekilde konuşamazlardı. Şaşkınlığımı üzerimden atarak davetsiz misafirlerim yüzünden sinirlerimi yatıştırıp gülümsedim. "Ellen," diye seslendim. "Mavi kod."

Odanın duvarlarından fırlayan mavi ışık demetleri onlara ne olduğunun farkına varma fırsatı vermeden sarılarak hareket imkanlarını kısıtladı. Kolları mavi elektriksel iplerle bedenlerine bağlanmışken ayaklarının altından çıkan ışınla dondular. Hepsi şuanda saydam işkence kapsüllerinin içinde tıkılı kalmışlardı.

Erkeklerden temiz küfürler duydum. Kafamdaki çarklar dönmeye başladı. Büyükannem o defteri boşuna bırakmamıştı değil mi? Bu günün geleceğini biliyordu. Onlar bana geçmişten ya da başka bir evrenden gönderilmişlerdi.

Gelir gelmez büyükannemin ismini söylemişlerdi. Onlar her kimse artık benimdi. Onlar benim dünyayı kurtaracak olan biletimdi. Onlar bu kıytırık kapıyla bana gelen umuttu.

Ellerimi iki yana açarak gözlerimi onlara diktim. Dudaklarımda rahatsız edici bir gülümseme varken başımı omzuma eğdim. "Tekrar tanışalım mı? Ben geçmiş, gelecek ve şimdiyim. Bu evrendeki tüm kavramlar benim. Yapabiliyorsanız hareket etmeyi deneyin, parçalanmanızı zevkle izlerim."


Vay beeee neler oldu öyleeeeee.

Karakterlerimiz de geldiğine göre başlasın mı cümbüşşş! Bir süre buralarda takılalım diyorum.

Ee nasılll?

Bölüm : 25.11.2024 00:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
cennet / Umut Bekçileri / 1_Başlangıç patlaması
cennet
Umut Bekçileri

13 Okunma

6 Oy

0 Takip
2
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...