
Banu, kollarını göğsünde kavuşturmuş, yaprak döken ağacın altında duruyordu. Rüzgâr hafifçe saçlarını savuruyor, yüzünün etrafında dağılan o dağınık saçlar güzelliğine hüzünlü bir hava katıyordu.
“Daha ne kadar bekleyeceğiz?” dedim. Adeta Mayıs ayının en güzel günlerindeydik; bahar esintisi yüzümüzde hafifçe geziniyordu. Yanımda telefonuyla meşgul olan Banu’ya baktım.
“Banu?” dedim, sesimde bastıramadığım bir isyanla “Daha ne kadar bekleyeceğiz diyorum.”
“Bilmiyorum, bir on dakikaya gelirler” dedi küçük bir hapşırıkla “Yani, inşallah,” cebinden çıkardığı ipek mendille burnunun ucunu sildi.
“Keşke otobüse binseydik,” dedim. Başımı sağa çevirdiğimde, parkta oynayan küçük kız çocuklarını fark ettim. Ufak elleriyle birbirlerine su atıyor kahkahalarıyla havayı ısıtıyorlardı. “Şimdiye varırdık en azından.” Banu’ya doğru döndüğümde, hâlâ telefonuna bakıyordu.
“Ben kime ne anlatıyorum?” dedim küçük bir sinirle.
Banu hâlâ sessizdi, ama bu durumdan hoşnutsuz olduğu belliydi. En sonunda dayanamayıp, “Sıkıldım!” diyerek bana döndü.
“Cemre, bir baksana… Otobüs ne zaman geliyormuş, olmadı ona binelim,” dedi. Telefonunun arama kısmına girip birkaç tuşa bastı; parmakları hızla hareket ediyordu.
Kulağına doğru götürdüğünde, “Ben de Sinan’ı arayayım,” dedi. Sesindeki o boğukluk, sinirle harmanlanmıştı.
Arkasını dönüp konuşmaya başladığında, ben de telefonumu çıkarıp otobüsün ne zaman geleceğine bakmaya çalıştım. “Beş dakika yazıyor,” dedim, Banu’ya bakarak.
O ise, sinirle telefonun diğer ucundaki Sinan’a bağırıyordu. Uzakta değildi, ama hemen yanımdaydı; söyledikleri buz gibi çarpıyordu kulağıma.
“Sinan, hemen geliyorsun! Sizi bekleyene kadar sıcaktan buharlaşacağız!”
Daha Sinan’ın konuşmasına bile izin vermeden, “Sinan, ya gelirsin ya da bitersin!” deyip telefonu kapattı.
Ardından bana döndü. Yüzünde hâlâ öfkenin donuk kalıntıları vardı. Sinirle nefes alıp veriyor, sakinleşmeye çalışıyordu.
“Ne oldu?” dedim sakin bir tavırla.
Telefonunu küçük, siyah deri çantasına koyduktan sonra, “Yok, efendim karşıdaki araba kaza yapmış. Özgür de 'Kazaya bakalım' demiş,” sinirle etrafa baktığında, gözleri Sinan’ı arıyordu.
Dudaklarım hafifçe kıvrıldı, gülmemek için kendimi zor tuttum. Küçük bir kahkaha patlattığımda, Banu bana dönüp kös kös baktı.
“Ne gülüyorsun?” diyerek sinirle bana doğru döndüğünde, yüzündeki ifade daha çok gülememe sebep olmuştu.
“Bu kadar sinirli olmana,” dedim, son kahkahamı atarken. “Çok âlemsin Banu.” Yanına doğru yürürken, gözlerim yola takıldı. Farların arasında bir araba ağır ağır yaklaşıyordu. “Geldiler,” dedim işaret ederek.
Sürücü koltuğundaki kişiye gözüm ilişti. Camdan yansıyan o yeşil gözler... Sanki ormanın ta kendisiydi.
İçimde bir yerlere dokundu, yıllardır kurumuş toprağa düşen ilk yağmur gibi. Özgürdü gelen.
Gözlerimi kaçırdım, elim refleksle enseme gitti. “Hadi gidelim,” dedim Banu’ya dönerken. Ama Banu çoktan sevgilisiyle ağız dalaşına girmişti. Sesler yükseliyor, dudaklarından öfke damlıyordu. “Niye geç kaldınız?” dedi trip atar bir tavırla.
“Dedim ya, kaza oldu diye,” dedi Sinan. Sesi hâlâ biraz gergindi ama tonu daha savunmacıydı.
Yavaşça kafasını, arabanın içindeki Özgür’e çevirdi.
“Özgür durdu, benim suçum yok,” diye ekledi.
Ardından Banu’nun yanına yaklaşırken yüzüne yumuşakbir ifade yerleşti. Sanki az önceki gerilim hiç yaşanmamış gibiydi.
“Hadi gidelim,” dedi ve koluna girerek ona arabaya kadar eşlik etti.
Ben ise hafif bir gülümsemeyle onları izledim. Ardından adımlarımı hızlandırarak peşlerinden yürümeye başladım.
“Cemre, sen öne binsen?” Sinan bana döndüğünde yüzünde garip bir ifade vardı ne tam bir rica ne de açıklama.
Kaşlarımı kaldırıp hafifçe başımı eğdim. “Tamamda, neden?” dedim, sorgulayıcı bir tonla.
“Biz... Banu’yla oturalım,” dedi. Gözlerini kaçırdı o an.
İçimden bir şey hafifçe çekildi, belli belirsiz. Ama yüzüme yansıtmamaya çalıştım. Sadece başımı salladım ve ön kapıya yöneldim.
Hepimiz arabaya bindiğimizde, gözlerim istemsizce Özgür’e kaydı. Öylece yola bakıyordu; ifadesi çözülemeyen bir sakinlik taşıyordu. Sol kolu direksiyona yaslanmıştı, sağ eli ise viteste hareketsiz duruyordu.
Sanki her şey olması gereken yerdeydi, ama bir şey eksikti.
Derken yavaşça başını çevirdi ve bana baktı.
O an, kalbim hızla çarpmaya başladı. Göğsümde yankılanan ritim sanki sadece bana ait değildi; sanki biriiçeriden cevap veriyordu. Nefesimi tuttum. Göz göze geldiğimiz saniyeler uzadı, sonra o tekrar önüne döndü.
Ama o bakış, bir yere saplandı ve orada kaldı.
Belki bakışmamız bir dakikadan kısaydı fakat bana bir ömür gibi gelmişti o an. “Gidelim mi?” dedim hafif kekeleyerek.
Ardından bakışlarımı hızla kaçırdım. Gözlerimi cam kenarına dikip derin bir nefes aldım. Emniyet kemerime uzandım; tokayı kendime doğru çektim. Fakat bir anlığına takıldığında, “Neden gelmiyor?” dedim fısıldayarak. Parmaklarım biraz daha sertçe çekti ama nafile. Sanki o da benim gibi direniyordu. İleri gitmekte, yerine oturmakta, sabitlenmekte.
Boynumda hissettiğim sıcak nefesle irkildim. Refleks olarak o tarafa döndüğümde, karşımda duran Özgür ile göz göze geldik.
Yüzü fazlasıyla yakındı, dudakları aralanmış, bir şey söyleyecekmiş gibi. Ama sustu. Gözleri gözlerime değdiğinde zaman bir anlığına gerildi, sanki içimdeki her şey sessize alındı. Nefesimi tuttum. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki bu kadar sessizliğin içinde sadece onun duyulmasından korktum.
“Kemer takılmadı mı?” diye sordu alçak bir sesle.
O an sanki kemeri değil, kendimi çözmeye çalışıyordum.Yavaşça kemeri kendine doğru çekip tokayı yerine taktı.
Anahtarı kontağa takarken yeniden bana baktı.
“Orası bazen takılıyor da,” dedi, sesi düz, ifadesi neredeyse donuktu. Ardından boğazını temizledi. Bir şey söylemek isteyip de vazgeçmiş gibiydi.
Sonra gözlerini hızla yola çevirdi ve vitesi ileri alıp aracı sürmeye başladı.
Arabanın içi bir anda sessizliğe büründü.
Ama içimde bir şey hâlâ konuşuyordu. “Sakin ol!” dedim kendime, dişlerimi hafifçe sıkarak. Utancımı bastırmaya çalışırken, neyin neden böyle hissettirdiğini çözmeye uğraşıyordum.
Niye böyleydim?
Sadece bir anlığına çok yakındı. Hepsi bu. Nefesi tenime değdi diye kalbim bu kadar mı çarpıyordu?
Kendime kızar gibi oldum, ama bu his… Geçmiyordu.
Arka koltukta Sinan’la Banu’nun sesleri yükseldiğinde, o tanıdık tartışma tonu havayı kesip geçti. Cümleleri duymuyordum, ama gerilimleri arabanın içine yayılıyordu.
Yine de asıl huzursuzluk, bizim sessizliğimizdi.Tüm yol boyunca sadece sessizliğimizle yetindik.
Ne bir cümle, ne bir kelime... Arada sırada boğazını temizleyen Özgür’e kayıyordu gözlerim. Her seferinde, fark edilmekten korkar gibi hemen önüme dönüyordum.
Ellerim istemsizce eteğime kayıyor, kumaşı avuçlarımın içinde sıkmakla yetiniyordu. Bu sessizlik boğazıma düğüm olmuştu artık.
“Ne zaman bitecek bu yol?” dedim sonunda, içimdeki isyanı saklayamayan bir ses tonuyla.
“Efendim?” diye sordu bana dönerek. “Bir şey mi dedin?”
Göz göze gelmemeye çalışarak başımı ön cama çevirdim.
“Gelmedik mi hâlâ?”
“Geldik,” dedi sade bir sesle. Sonra elini kaldırıp ön tarafı işaret etti. “Şurası değil mi, Sinan?”
Dikiz aynasından Sinan’a baktı. Ben de onunla birlikte arkaya döndüm. Banu, telefonunun ekranını Sinan’a doğru uzatmış, bir şey gösteriyordu. İkisinin de yüzleri ciddiydi.
Sinan başını kaldırıp dışarı baktı. “Evet, evet!” dedi heyecanla. “Şurası.”
Banu telefonu kapattı, Sinan’la birlikte gözlerini karşıya çevirdi. “Ne kadar güzelmiş,” dedi, gözleri parlayarak. Onların bu hâli beni gülümsetti. Küçük bir çocuk gibi her şeye sevinmeleri... Bu saflık, bir yandan içimi ısıtıyor, bir yandan da kendimi garip bir şekilde dışında hissettiriyordu.
“Çok eğleneceğiz,” diyen Sinan, heyecan ve beklentiyle şoför koltuğuna doğru uzandı. Gözleri hafifçe kısılmış, tanıdık atmosferi inceliyordu.
"Eğleniriz," dedi Özgür. Sesi kısa ve netti. Bir yandan da arabayı park edecek yer arıyordu.
Camdan dışarı bakarken. Tabela gözüme çarpmıştı.
Trickshot Bilardo. Işıklı tabela, gündüz gözü olmasına rağmen parlıyordu. Dışarıda birkaç adam sigarasını içerken sohbet ediyor, kahkahalar atıyorlardı.
Şehrin canlılığı, küçük bir an için bile olsa yüzüme yansıdı.
Özgür, yavaşça köşede, gölgede kalmış bir yere arabayı park etti. “Hadi," dediğinde hepimiz arabadan inmiş ve mekâna doğru ilerlemiştik.
Banu ve Sinan el ele tutuşmuş, çocukça bir heyecanla mekâna doğru adımlarını hızlandırıyordu. Onların enerjisi havaya yayıldı, etraflarındaki dünyayı aydınlatıyor gibiydi.
Biz ise Özgür’ün arkasından daha temkinli ve biraz mesafeli yürüdük.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |