29. Bölüm

29.

Maia
cileklerveyoon

İyi okumalarr

 


Tüm bunlara yalan demek istiyordum. Ama yapamıyordum. İçimden bir ses bunun yalan olmadığını, onun ölmüş olduğunu söylüyordu fakat kendime yediremiyordum. Ölmüş olamazdı.

Onsuz geçen, yokluğuna alışmaya çalıştığım bu iki ayda o kadar çok duygu yaşamıştım ki, artık hislerimin köreldiğini düşünmeye başlamıştım.

Kalbimde uzun bir yürüyüşe çıkmıştım. Adım attıkça cam parçaları ayaklarıma batıyordu. Canım çok acıyor, her bir kesikten akan yaş mutluluk denizime karışıyordu. Başımı yerden kaldırıp önüme baktığımda taehyung'u görüyordum. Tüm acılarıma rağmen seviniyordum onu gördüğüme. Fakat birden arkasını dönüp gittiğinde kahroluyordum. Onu tutmak istiyordum. "Gitme!" diye bağırıyor, adımlıyordum ona yetişmek için. Her bir yalvarışla attığım adımda, can kırıklarımın açtığı yaralar beni engelliyordu. O, hızla elimden kayıp giderken ben sadece yalpalıyor, haykırışlarla yere düşüyordum.

Buydu. Sürekli tekrarlayıp duran ve ayıkken bile zihnimi meşgul eden rüyam buydu. Düşününce aslında onu terk etmeyi isteyen de bendim. Belki de onu paramparça edip, ardından böyle bir olaya sürükleyen ruh hali de benim eserimdi.

Aynadan kendimi görebilecek bir hizada yatağımda oturuyordum. Dizlerimi kendime çekmiş, uzamış olan saçlarıma bakıyordum. Elim hareketlenip saç tutamlarıma karıştığında yüreğim burkuldu. O geldi aklıma.

Görevden alındığını öğrendiği gündü. O kadar kahrolmuştu ki, saçlarını kesmek için tereddüt etmemişti. Üstelik birazını kesmek yerine tümünü kesip, hayattan artık iyi bir şey beklemediğini göstermişti.

Böyle bir halde komik gelmesi gerekirdi fakat gözümün önüne sürekli son bakışmamız geliyordu. Onun sert tarafının yanı sıra kırılgan, hatta paramparça hallerine tanıklık etmek beni mahvediyordu.

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Onu bırakma fikrini nasıl bulduğum konusunda öfkeli bir şekilde düşünmeye başladım. Böyle bir şey nasıl olur da aklıma gelmişti? Yaşadığımız tüm yıkımlara karşı birbirimize bu kadar bağlanmışken onu nasıl bırakabildim?

Düşüncelerim bir an olsun ağırlığını koymaktan çekinmemiş, başımın dizlerime düşmesini sağlamışlardı. Dizlerimdeki daha da taşlaşmış olan kemiklerim alnıma batıyordu. Nefeslerin göğsümü kabartıyor olmasına rağmen sanki aldığım nefesleri saklayacak yer kalmamıştı içimde.

Kapı çalındı. Başımı daha demin yasladığım dizlerimden kaldırdım. Doğrulurken yerinde, "gel!" dedim. Kapı açıldığında içeri bryan girmişti. Bana bakıp sakince, "müsait misin? Gelebilir miyim?" diye sormuştu.

Bana rahatsızlık vermek istemiyor oluşundandı çekingen halleri. Yoongi hyung'un bile taşıdığı mesafeyi, bryan bana karşı hiç göstermemişti. Sürekli yanımda oluşu, şuana kadar yanımda olan tek dostum dememe sebebiyet veriyordu.

"Evet gel." diye onu içeriye davet ettiğimde kapıyı ardından kapatıp usulca yanıma geldi. "Otursana." diye uyardım onu. Bazen benim yanımda oturmayı, konuşmayı bile unutuyordu.

Evcilleştirilmişçesine davranıp söylediklerimi harfiyen yerine getirmeye alışmıştı. Oturduğu sırada bakışları üzerimdeydi. "Nasılsın?" diye sordu. Yüzüne bakarken soruyu düşündüm. Omuzlarımı silktim, bilmediğimi ima edercesine. "Aynı." dedim.

Ruh hali beni görünce yine düşmüş gibiydi. Bu beni rahatsız ederken, "sen nasılsın asıl?" diye sormuştum. Düşündü bu soruyu. "İyiyim." dedi laf olsun diye. İnanmadım. Sorunları vardı ve bunu bana göstermek istemiyordu.

Uzatmak istemedim. Belli, bana anlatmak istemiyordu henüz. Sustum. Ona bakarken aslında kendimi görür gibi oldum. Parmaklarını dudaklarının üzerinde gezdiriyor, gözlerini benden çekmiyordu.

Bir şeyler söylemek istiyor ama çekiniyor gibiydi. Tabii bende merak ettim o an. "Ne oldu?" diye sordum. Dudaklarını birbirine bastırdı. "Jungkook..." dedi. Yaşının henüz on dokuz olması onu kardeşim gibi görmeme yetiyordu. Sahi, bende yirmi iki olmuştum geçen günlerde.

"Anlat." dedim. İçinde tutamayacağının o da farkındaydı. Bakışlarını gezdirdi etrafta sıkıntıyla. Kalktı yerinden. "Ben bugün patronla arthur'un konuşmalarını duydum." dedi. Kaşlarım hafifçe çatıldı. İyi şeyler duymayacağımı biliyordum.

"Çiçekleri göndermemişler mi?" diye sordum kısıkça. Başını salladı. "Hayır, göndermişler." dedi. Anladım ki konu başkaydı. "O adam," diye başlayınca durdum. "Taehyung mu?"

Gözleri gözlerimdeydi. "Ölmemiş." dedi. Derince bir nefes aldım. Yutkundum. "N-ne demek ölmemiş?"

Yüreğim sıkıştı. Boğazım düğümlendi. Gözlerim yaşardı. Dudaklarım kurudu ve ne kadar ıslatsam da işe yaramadı.

"Ölmemiş işte! Komadaymış. Yalan söylemişler sana." diye bana tüm gerçekleri söylediğinde, başım dönmüştü. Kaşlarım çatılmış, gözlerim kısılmıştı kalbimde hissettiğim acıyla.

Dudaklarım ağlama isteğiyle titrediğinde birbirine bastırmıştım. "Bunu sana söylediğimi öğrenseler beni kovarlar. Ama yapamazdım. Seni bu halde bırakamazdım." diye söylenmeye devam ediyordu.

Göz yaşlarım bulunduğu yerden taşarken bende yerimden kalkmıştım. "Nerede?" diye sordum. Anlamadı. "Yoongi hyung nerede?" diye ikinci kez sorduğumda bağırmıştım. Dehşete düşmüştü sanki. Kargaşa çıkarmamdan korkuyordu.

Ağzında bir şeyler gevelediği için onu dinlemeyi kesmiştim. Arkamı dönüp kapıdan çıkarken yoongi hyung'un odasına doğru gidiyordum. Bizim kaldığımız odaları geçerken üst kata çıkıyordum.

Bryan beni korkusuyla takip ederken durmam için ağzında bir şeyler geveleyip duruyordu. Oysa ben, koridorda koşar adımlarla ağlamaya devam ediyordum.

Üst katı bulduğumda doğrudan karşımda olan yoongi hyung'un odasına dalmıştım, kapıyı çalmadan. Çalışma masasının önünde oturmuş, muhtemelen işleriyle uğraşıyordu ve kapı hızla açılınca bakışları beni bulmuştu.

Anlık olarak durmuş, söyleyecek tek bir kelime dahi bulamamıştım. "Jungkook?" diye adımı sayıklarken aslında soruyordu. Kaşları çatılmıştı yavaştan. "Neler oluyor?" diye sormuştu, ağlayışlarıma hitaben.

Adımlarımı içeriye doğru atmış, onun yerinden kalkışıyla, "ölmemiş," demiştim kısıkça. Bir an gözleri açılmış, arkamdaki bryan'a bakarken nereden öğrendiğimi anlamıştı. Derin bir nefes almıştı, sanki tüm acıları o yaşamış gibi. İğrendim ondan.

"Neden?" dedim, "bunu bana neden yaptın ki?". Boğazım düğümlendi. Ona doğru ilerlerken, "oysa ki sana anlatmıştım her şeyimi. Beni anlarsın sanmıştım.".

Onun karşısında durduğumda kendini savunmak için ağzını araladı. "Şuan bana asla inanmayacaksın ama senin içi-"

"Lütfen sus!" diye bağırdım, konuşmasını bölerken. Sustu. Bakışlarım onda değildi. "Ne kadar yıkıldığımdan haberin var mı? Sana söylemiştim benim ondan başka kimsem olmadığını."

Başını kaldırmış, "öyleyse neden onu bıraktın? Madem bu kadar seviyordun onu neden terk ettin? O gün görmedim mi sanıyorsun birbirinize nasıl baktığınızı? Birbirinizi ne kadar sevseniz de beraber olamazsınız. Birbirinizi kırıp döken sizsiniz. Sırf onu tamamen hayatından çıkar diye yalan söyledim sana!" diye bağırmıştı bana. Ağzımı açamıyordum karşısında.

Gözlerine öylesine bakmıştım ki, sözlerinin bana keskin bir diken gibi batıyor oluşunu algılayabilmişti. Yine de durmadı. "Evet, bana her şeyini anlattın. Doğru, bana onun sana nasıl davrandığını anlattın. Seni bırak adamdan saymayı, bir paçavra gibi gördüğünü anlattın. Bana sen söyledin. Sana yaptıklarını, yaşadıklarını bana kendin anlattın, jungkook. Şimdi bana sor tekrar, sana neden bunu yaptığını?"

Kulaklarım sağırlaştı. İçimden defalarca kez durmasını söyledim fakat dilime ulaşan tüm yollar kapalıydı. Duymadı beni. Sadece konuştu kendi kendine.

Onun bakışları altında ezilirken kaçtım. Bakışlarımı ondan çekerek kaçtım. Bacaklarımda oluşan ağırlık bana fazla gelmişken yere oturdum hızla. Ellerimi kulaklarıma kapatırken dizlerimi kendime çektim. Bir kirpi misali içime çekildim.

Olduğum yerde sallanıyor, ağlıyordum hıçkırıklarla. Hiç gücüm kalmamıştı. Bir tek ben miydim hayatın elinin tersinde olan? Arka arkaya vuruyor, sarsıyordu beni. Şu kocaman dünyada yapayalnızdım. Daha öncesinde başkalarının hayatlarına üzülürken şimdi başıma çok daha kötüleri geliyordu.

Beynimin içinde bir silgi bulunuyordu. Ben her kime güvensem, kime yanımda olduğunu düşündüğüm için yönelsem o silgi onu acımadan siliyordu. Her bir isim silinirken ötekine koşuyordum silinmesin diye. Olmuyordu. Bu kara kalpli silgi tutunduğum herkesi siliyordu. Kimse, hiçkimse kalmamıştı elimde avucumda.

Nerede yanlış yapmıştım ki? Sırf acı çekmek için mi doğmuştum?

"Dışarı çık ve kapıyı kapat hemen!" diye bir bağırış duyduğumda tüm bedenim titremişti. Öylesine korkmuştum ki, taehyung'un yokluğunu daha çok hissetmiştim. Ağlamamı bastırmak istediğim bu anlarda daha çok ağlamamı sağlamıştı.

Başımı dizlerime ne zaman gömdüğümü hatırlamıyordum bile. Kapının kapanmasının hemen ardından benim sesimden başka bir ses çıkmamıştı. Sessizliği bozan yine benim ağlayışlarımdı.

Başıma değen el ile duraksayacak gibi olmuştum. Başımı kaldırmıştım hemen. Yere eğilmiş, benim hizamda duran yoongi hyung'a bakmıştım. Bir eli omzuma oturmuşken, öteki eli de saçlarıma çıkmıştı.

Bana acıyan bakışları karşısında kendimi ölmeye değer görmüştüm. Saçımdaki elini tutmuştum. Olduğu yerden indirirken, "ona götür beni." demiştim. "Hyung, sana yalvarıyorum. Bir kerecik onu göreyim."

Söylediğim bu sözlerden sonra gözlerime baktı uzunca. Ardından yerinden kalktı. Masanın üstünde duran telefonunu aldığında, çıtım çıkmadan onu izliyordum. Telefonunu kulağına götürmüştü zaman geçmeden. Ve o an anlamıştım birini aradığını.

"Kore'ye iki bilet ayarla bize." dedikten sonrasında her şey çorap söküğü gibi gelmişti. İkimiz de en erken uçuşta gitmek için hazırlanmış ve çok geçmeden de yola çıkmıştık aslında.

Uçakta, oturduğum koltukta o kadar çok senaryo geçmişti ki gözlerimin önünden, hangisinin daha olası olduğunu kestiremiyordum. Tek isteğim, bir an önce onu görebilmekti.

Onun komada olduğu detayı beni yerden yere vuruyordu. Bu kadar mı yıkılmıştı gidişimin ardından? Böyle olacağını bilseydim yine de gider miydim diye soruyordum kendime. Yine de onu ölüme sürükler miydim?

Uçaktan indiğimizde taehyung'un nerede olduğu hakkında en ufak bir bilgim dahi yoktu. Aklıma gelen tek yer kim ailesinin köşkü iken orada olup olmadığı bile şüpheliydi. Fakat oraya gidecektim. Başka çarem yoktu.

Yanımda kimin olduğunu asla düşünmeden hareket ediyordum. Sanki tamamen yalnızmışım gibi. Ki aslında öyle olmak benim için çok daha iyi olurdu.

Yoongi hyung, benim taksi çağırma müsaade etmemişken ayağımıza gelen aracı ile gideceğimizi söylemişti. Bu benim için çok daha iyi olurken ses etmedim. Aklım bir karış havadaydı.

Göz yaşlarım dinmişti çoktan. Şuan sadece onu düşünüyordum. Kötü şeyleri değil de, onun hayatta olduğu gerçeğini düşünüyordum.

Arabaya binip benim yöneltmem sonucu köşke doğru yola çıktığımızda, kalbimin duracağını hissediyordum. Baştan aşağıya titremeye başlamış, korku, heyecan, üzüntü gibi duyguları aynı anda yaşamanın karmaşasındaydım.

Zaman çok hızlı geçerken, bir o kadar da yavaş geçiyordu aslında. O kadar ki, zaman kavramının anlamını bile unutuvermiştim. Bakışlarımı camdan çekmemiştim ama ne gördüğümü de bilmiyordum. Biri bana sorsa dilim tutulur, cevaplayamazdım da.

Sonunda o tanıdık yere geldiğimizde gerçekliğe girmiştim. Araba kısa sürede durmuş, aslında hemencecik inmem gereken zamanda, bakakalmıştım köşke. Titremelerim dışında bir hareketlenme yoktu bedenimde. Ve bu iyi mi yoksa kötü bir şey miydi, emin değildim.

Yoongi hyung bana arabanın kapısını açtığında hareketlenmek zorunda kalmıştım. Ayağımı arabanın dışına çıkarıp da zeminle temas ettirdiğim de, adımım hiç de sağlam değildi.

Kendimde bulduğum güçle arabadan inmiş, köşke doğru adımlamaya başlamıştım. Burnuma gelen tanıdık hislerin kokusu beni ürkütmüş, buna rağmen evime gelmişim gibi hissettirmişti. Buraya aitmişim gibi bir duygu beni baştan aşağıya boğmuştu.

Adımlarım aslında çok yavaştı ama kapıya varmıştım bile. Bahçeyi hangi ara geçtiğim hakkında bir fikrim yoktu. Kapının önünde durduğunda tüylerim ürpermişti. Derin bir nefes alıp kapıyı çalmıştım.

Kısa sürede kapı açılmış, soo hyun teyze kapıda belirmişti. Beni görür görmez gözleri irileşmiş, "oğlum," derken neredeyse kekelemişti. Söyleyecek bir şeyim yokken başımı etmiştim. Tam bu sırada soo hyun teyzenin bakışları arkamda duran yoongi hyung ve sobin'e kaydığında, "sen burada ne arıyorsun?" diye sormuştu merak ve şaşkınlıkla.

Sanki konuşmayı unutmuşum gibi oldukça alçak çıkan sesimle, "soo hyun teyze, yüzbaşı" derken durmuştum. Ne soracağımı dahi bilmiyordum. "Yüzbaşı nerede?"

Kenara çekilip kapıyı daha geniş açarken, "odasında." demişti. Adımlarımı emin olmadan atıyordum. İçeriye doğru giriyorken yoongi hyung beni takip etmeye devam ediyordu. Bakışlarım etrafta geziyorken henüz hiçbir şeyin değişmemiş olması aslında şaşırmamam gereken birşeydi.

Salona doğru geçtiğimizde gözlerim kısa bir süreliğine tanıdık yüzler aradı. Çok geçmeden min jae'yi görmem ile tedirginleşmiş, yanında duran annesi ile de fazlasıyla çekinmiştim. Bu durumda beni suçlayabilirlerdi.

Beni görür görmez ayaklanmaları korkmam için çok yeterli bir sebepti. Adımlarım durmuş, "jungkook?" diye benim adımı söylemeleriyle de bakışlarım kaçınmıştı.

Hemen gelip önümde durduklarında yoongi de bir adım atıp arkamdaki yerini yanımdaki yeriyle değiştirmişti. Dönüp ona baktığımda ellerini arkasında birleştirmiş, çenesi yukarıdayken de tek kaşını kaldırdığını görmüştüm. Bu dik duruşu, görenleri ürkütecek türdendi.

Bakışlarım karşımda duran min jae'ye döndüğünde bana bakışları her zamankinden farklı değildi. "Nerelerdeydin sen?" diye sormuştu. Dudaklarımı birbirine bastırmış, diyecek birşey bulamamıştım. "Hiç mi merak etmedin taehyung'u?"

Bakışlarımı kaldırdım, ağzımı araladım konuşmak için. "Ben bilmiyordum!" diyebilmiştim. Kendimi savunuyordum bu anlamsız durumda.

Kulağıma ilişen "bırakın da yüzbaşını görsün! Size açıklama yapmak zorunda değil." sözlerinin sahibi, yoongi hyung'dan başkası değildi. Ona doğru dönmüş ve "hyung, lütfen!" diye surturma çabasına girmiştim.

Min jae buna karşı tepki göstermiyorken aslında öfkeli olmadığını fark ettim. Ortamın sessizliğinde yararlanıp da, "taehyung'un yanına gideceğim..." demiştim fısıltıyla karışık. Buna bir itiraz beklerken, min jae'ye fırsat geçmeden annesi konuşmuştu.

Bunca zaman ses etmeyen kadının, "yukarı çık ve ona hayat ver. Yaşamayı bu denli reddederken, senin sesini duyunca umutlanacaktır. Onu bulunduğu cehennemden bir tek sen çıkarabilirsin, jungkook." diye söylediği sözler yüreğimi burkmuştu. Aklımdan bir saniye olsun çıkmayan gerçekleri yüzüme vurmuştu.

Çenem titremişken başımı eğmiş ve elimi yüzüme kapatmıştım. Gözlerimden bir iki yaş damlarken yüzümü silmiş ve burnumu çekmiştim. Başımı kaldırmış ve ıslanmaya fırsat bulamamış yanaklarımı tekrar tekrar silmeye devam etmiştim. Min jae ve annesinin yüzüne ufak bir bakış attıktan sonra onları arkamda bırakıp üst kata çıkmak için adımlamıştım.

Tüm yorgunluğuma rağmen basamakları koşar adımlarla geçmiştim. Gözlerim doğrudan taehyung'un odasına döndüğünde nefes alış verişlerim düzensizleşmişti. Adımlarımın sarsaklaşmasına rağmen hızla ilerleyip kapının önüne varmıştım.

Kapıyı açmak için elimi kola koyduğumda, içerideki manzaranın ne olacağı hakkında endişelenip duruyordum. Dudaklarımı ısırıyor, gerginliğini atmaya çalışıyordum. Ve sonunda bir cesaretle kapıyı açtığımda, gözlerim sabırsızca odada gezindi.

Onu orada, yatakta makinelere bağlı bir şekilde gördüğümde kapıyı kapatacak olan elim havada kalmıştı. Bir kaç saniye durduğum yerde kalakalmış, öylece bakmıştım ona. Kapıyı zorla kapatmış, ona doğru ilerlemiştim.

Yüzünü en net şekilde görebiliyorken, görüşümü bulanıklaştıran şey göz yaşlarım olmuştu.

Helloo!!!

Ben geldim, özlediniz
değil mi?

Bölümü beğendiniz mi?

Bu bölüm baya uzun sürdü ama
beğenmişsinizdir umarım.

Bir sonraki bölüm için net bir tarih söyleyemeyeceğim
ama beklemede kalın lütfen.

Maia ile kalın,
beklemede kalın.

🪄💗✨

 

Bölüm : 05.12.2024 02:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...