
Merhabalar canlarım yeni bölümle karışınızdayım. Bölüme geçmeden önce size bir şeyler söylemek istiyorum.
Bu zamana kadar hiç vote ve yorum atın diye belirtmediğimi biliyorum.
Ama son zamanlarda kitabımın gelişmesi ve benim motive olmam açısından belli sınırlar koymam gerektiğini düşündüm. Yaptığınız her yorum ve attığınız her oy beni inanılmaz motive ediyor ve daha fazla bölüm yazmak istememe neden oluyor. Okurken bol bol yorum yapın ve oylayın lütfen.
Bu yüzden belirlediğim sınırlar geçmediği takdirde bölüm atmayacağım.
-Şimdilik 20 yorum ve 20 oyla başlayalım.
Herkese iyi okumalar canlarım.💐
28.Bölüm
...📖...
Boy boy kavanozları ve üzerlerindeki yazıları incelerken bir yandan elimle kavanozları açıyor, içlerini kokluyor, koku burnumu delip geçince hızla böğürerek geri koyuyordum.
Birinin kokusu rahmetli karşı komşumuz Hamdi Amca gibiydi. Rahmetli dediğime bakmayın, adam yaşıyordu. Sadece eşi Meltem Teyze, "Beni aldattığı günden beri benim için rahmetli!" dediğinden, tüm mahallede adı rahmetli diye kalmıştı. Başta kavanozun kokusuna ben de inanamadım ama cidden Hamdi Amca'nın ayakları gibi kokuyordu. İşin ilginç yanı ise bu koku tanıdık gelince duygulanmış olmamdı.
Hiç hayatımda Hamdi Amca'nın ayak kokusunu özleyip duygulanacağım aklıma gelmezdi. Elimle kavanoza biraz daha baktım. Neredeyse kavanozu okşayıp, "Ah, Hamdi Amcam!" diye sayıklayacaktım.
Gözlerim onun yanındaki büyük kavanozun içindeki tarantulalara kaydı. Anında tüylerim diken diken oldu ve o kavanozu hızla atladım. Ne kadar zaman geçtiği hakkında bir fikrim yoktu ama ihtiyar bizimle kavga edip bizi kapı dışarı etmesi gerekirken kendisi gidince, durumun anormalliğinden olsa gerek, herkesin suratında bir soru işareti belirdi.
Bu garip atmosferden ilk topuklayan ben olmuştum. Etrafı inceleyip sessiz kalışımdan olsa gerek Isaac da sessizdi.
Gözleri arada bir bana dönüyor, soru soracak gibi bakıyordu ama benim başka rafın arkasına kaçmamla birlikte susuyordu.
Hele Nilvera'yı söylemiyorum bile... Gözlerim yine onun olduğu yere kaydı. Periyi önüne oturtmuş, saçlarını örüyordu. Noli ise heyecandan kıpırdamıyordu bile, yavrum.
"Evet, Noli. Sana aynı hemcinsin olarak ilk tavsiyem: Erkekler güvenilmezdir," diye başlayan konuşmanın nerelere gideceğini düşünmek bile istemiyordum.
Tekrar rafların arasını karıştırırken ihtiyarın bahsettiği "ruh kırılması"nı düşünüyordum. İlk söylendiğinde elimiz ayağımız titremişti. Ama sonrasında burasının bir roman dünyası olduğunu bir kez daha hatırlamanın verdiği rahatlıkla, Nilvera bir köşeye geçip oturmuştu. Ben de onun kadar rahat olmak istiyordum ama bir türlü kafamın içindeki düşünceleri susturamıyordum.
İhtiyarın dediğine göre ve İlia'nın zihninde gördüğüm anılara göre, bizi buraya getiren ilk kişi, Isaac'ın ofisindeki o odayı kullanan adamdı. Hâlâ o adamı nasıl bulduğumuzu bilmiyordum ama anladığım kadarıyla o adamı bulduktan sonra o da bizi bu ihtiyara getirmişti.
Çünkü ihtiyar, o defteri ona verdiğinde "Çok acil olmadığı müddetçe kullanma," demişti ve o da aynısını Isaac'a diyerek gitmişti. Isaac, onun neredeyse üç aydır ortalarda olmadığını söylemişti. Daha doğrusu, ihtiyara söylerken bunu duymuştum. Sonuç olarak, onu ararken Isaac'i bulmuştuk ve bu sayede de ihtiyarı bulmuştuk.
Asıl şaşırdığım nokta, aradığımız kişinin bu hikâyenin dört kahramanından biri olmasıydı.
Yani, Isaac Duncan'dan sonra diğer kahraman Loid Sean Order'dı.
Romanda kısaca bahsediliyordu ama okurken onun dört kahramandan biri olduğunu bilmiyordum. Diane ve Hector'un bulmaya gittiği demirci, Loid'in amcasıydı. Bu sayede Diane, Loid'in fotoğrafını ilk kez orada görüyordu. Bunun dışında, tapınağı deviren kahramanlardan biri olduğunu da bilmiyordu.
Onların onuru adına, dört kahramanın kimlikleri hiç açıklanmamıştı. Halk arasında onlar hayalet kahramanlardı.
Sanırım bir şeyler yavaşça kafamda şekilleniyordu. Bir kere, Loid gayrimeşru bir çocuktu. Bu yüzden babası soylu bile olsa onu kabul etmemişti. Kardeşinin aksine soyluluğu bir kenara atan Parsis, yeğenini kendisi büyüttü. Ama hikâyenin akışına göre, Loid öldüğünde Parsis demirciliği bırakıyordu. Bu yüzden Diane ve Hector çok zorlanıyordu.
Tam on sekiz gün boyunca Parsis'e, kutsal ışığı taşıyacak bir kılıç dövmesi için yalvarmışlardı. On sekizinci günün sonunda Parsis ikna olmuştu ve onların isteği üzerine, istemese bile, kılıcı dövmüştü. Ama asıl sorun kılıcın işe yaramamasıydı.
İşte kilit nokta tam olarak buydu: Ya Loid ölmezse ve Parsis demirciliği bırakmazsa?
O zaman kılıcı gerçekten kendisine güvenerek yapar ve bu sefer iyi bir iş çıkarma şansı elde ederdik.
Normalde, romanın ilerleyişi boyunca Diane'nin karşısına çıkacak zorlukları görmezden gelme kararı almıştık. Çok fazla karışıp başımızı belaya sokmayalım, demiştik. Ama bu gidişle, romandaki kaderlerimizi değiştirsek bile bu imparatorlukta çıkan savaşta başımıza neler geleceği belli değildi.
Öyleyse, ölecek olan tüm karakterlerin kaderlerini kökünden değiştirsem nasıl olurdu?
Bu koca kıtanın da kaderini değiştirir miydim?
Kaderinde ölüm olan karakterlerin ölmesini engelleyip hepsini bir araya toplayarak tek bir amaç uğruna savaşmalarını sağlasam nasıl olurdu? O zaman ikinci kıtada çıkacak 2. Kan Savaşı'nı engelleyebilir miydim ki?
Derin bir nefes alarak alnımı ovaladım. Şimdi bir düşünelim: Loid bir soylu değil. Bu yüzden eğer soyluların arasına girip bilgi almak isterse başka bir soylunun ona yardım etmesi gerekiyor.
Eğer durum böyleyse, Loid İlia'yla bir anlaşma yapmış demektir. İlia, Lenora'yla arasındaki bağı kimse fark etmeden koparmak için Loid'i buldu. Loid, onu ihtiyara getirdi. Karşılığında ise İlia, onun soylular arasına girmesine yardımcı oldu. Yani bir çeşit ikinci kimlik oluşturdu diyebiliriz.
Loid bu sayede soyluların arasındaki tapınak üyelerini bulmayı başardı. Bu da onu tarikata bir adım daha yaklaştırdı. İkisinin anlaşması sadece bundan ibaretti. İlia, Loid'in neden soyluların arasına sızdığını hiç sorgulamadı ya da karıştırmadı.
Çok ilginç bir şekilde, tüm karakterler birbirleriyle bağlantılıydı. Bu da işleri daha fazla karıştırıyordu.
Peki ya şimdi Loid neredeydi?
Neyi araştırıyordu ve ne bulmayı hedefliyordu?
Bundan sonra yapmam gereken tek şey, en hızlı şekilde ruh kırılmasını engellemekti. Lenora ve İlia'nın ruh kırılması yaşayacaklarını bilmelerine rağmen neden aralarındaki bu bağı bozduklarını anlamıyordum. Ama asıl soru şuydu: Bağı oluşturan şey ya da her ne haltsa, neden böyle bir bağ oluşturulmuştu?
Ve bu bağ nasıl bir şeydi ki sonunda ölecek ya da kafayı yiyecek olmalarına rağmen bu bağı bozmak istememişlerdi?
O an, aklından ne geçiyordu İlia?
***
"Baksana, sence bu ihtiyar nereye gitti?" Nilvera, kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş, bir yandan Noli'yle beraber yaptığımız kurabiyeleri yiyor, bir yandan da rafların arasında bulduğu efsanevi yaratıkları inceliyordu.
Kafalarının üzerinde boynuzları olan iri adamlarla dolu sayfayı bana doğru çevirdi. Parmağıyla özellikle çizimdeki adamın karın kaslarının olduğu kısımda gezdirdiğinde, Noli bakmasın diye elimle sayfayı kapmaya çalıştım.
İhtiyar gideli oldukça uzun bir zaman olmuştu. İşin sinir bozucu kısmı ise bizim burada sıkışıp kalmış olmamızdı. İlk üç saat ihtiyar gelsin diye beklemiş, sonrasında ise gelmeyeceğini fark edince Noli'ye sorarak çıkışı bulmaya çalışmıştık. İşin trajikomik kısmı, Noli'nin çıkıştan hiç haberi yoktu çünkü doğduğundan beri dışarıya hiç çıkmamıştı.
Onun bizden başka hiçbir canlıyla konuşup irtibat kuramamasına mı üzülsem, yoksa içinde bulunduğumuz bu karanlık geçitten çıkışın olmayışına mı üzülsem, karar verememiştim.
İlk başta gergin olan herkes şimdi biraz daha sakinleşmişti. Isaac, raflarda bulduğu her kitabı inceliyor ve okuyordu. Az önce Glen'in garip bir tarif kitabı bulduğunu ve onun yemek kitabı olduğunu düşündüğü için yapmaya çalıştığını görmüştüm. Başta ona itiraz eden Isaac, sonunda onun ısrarlarına dayanamamıştı. Şimdi ikisi de kazanın önünde durup, Glen'in elindeki kurbağa kafalarıyla dolu kavanoza attığı bakışları izliyordum.
"Bunun yemek kitabı olduğundan emin misin, Glen? Anlarsın ya, kurbağa kafasıyla yemek yapıldığını hiç görmedim. Tabi senin zamanında yapılıyorsa orası tartışılır." Glen, bir elindeki tarif kitabına, bir de Isaac'ın elindeki kurbağa kavanozuna bakıp sonraki sayfayı çevirdi.
"Hiç kurbağa yemedim diyemem ama bu kavanozdakiler zehirli. Yani zehrini arındırıp kurbağayı yemekte kullanabiliriz," dedi. Glen, kendi söylediği kendi kulağına saçma gelmiş gibi kaşlarını çattı.
Glen, "Gelinim Mutfakta" mı çekiyoruz Allah aşkına?
Isaac da benimle aynı fikirdeymiş gibi ona doğru döndü. "Dalga geçiyorsun herhalde dostum. Bu kurbağayı zehirden arındırsak bile bununla yemek falan yapılmaz. Hatta buradaki hiçbir şeyle yemek yapılmaz."
Bize doğru dönerek az önce yaptığımız ve Nilvera'nın hala yemeye devam ettiği kurabiyelere baktı. "Umarım o kurabiyelerden zehirlenmezsiniz," dediğinde nedense ona içten içe katılıyordum.
Tam da bu yüzden ağzıma bir tane bile sürmemiştim.
Nilvera ona dik dik bakarak, "Neden ki? Bence tadı gayet güzel," dedi. Isaac ona dönüp, "Cidden mi? Fark etmediysen diye söylüyorum; peltek konuşmaya başladın," dediğinde hızla Nilvera'ya doğru döndüm.
Lan oğlum, ben demiştim en sonki kavanozu boşaltma diye.
Sanırım yine zehirlenmişti.
"Noli kurabiyeyi sevdi," dedi Noli. Bu, biraz da olsa Nilvera'ya teselli vermiş gibi görünüyordu. Nilvera, onun yumuşacık yeşil saçlarını okşadı. "Kurban olduğum çim kafalım, hep benim tarafımda," diye Türkçe mırıldandığında hızla koluna vurarak onu susturdum.
Gözlerim duydu mu diye Isaac'a döndüğünde, hiçbir şey duymadığını ve hâlâ önlerindeki kazanla uğraştıklarını görünce rahatladım.
Noli ise söylediğimiz birçok şeyi zaten anlamadığı için az önceki garip dili de çok kafaya takmamıştı. Nilvera onun saçlarını okşadıkça, Noli kızarıp duruyordu.
Açıkçası küçük fino köpekleri gibiydi. Sadece sevilmek istiyordu. Onu sevdiğiniz müddetçe her şeyi yapabilir gibiydi.
Ah, yavrum! İhtiyar gerçekten çocuk büyütmekte berbattı.
Bu şekilde oturmamanın bize çokta bir faydası yoktu. Bu yüzden cesaretimi toplayarak Isaac'a doğru ilerledim. İkiside hala sorgular gibi tarif kitabına bakıyordu. Onların yanında durarak çekingen bir şekilde bekledim.
Bana herhangi bir şey demelerini bekledim ama beklediğimin aksine Isaac Glen'in elindeki kitabı alarak benim eline tutuşturdu. "Bir baksana burada ne yazıyor sence?"
Isaac sanırım sen olayı çok yanlış anladın ya, benim bu kitapta yazanları anlayacağımı düşünmen cidden ironik.
Kitabı kaldırarak ilk sayfasına baktım. Yazılar gözümün önünde yer değiştirerek türk alfabesine döndüğünde yüzümde oluşan zort ifadeinden olsa gerek Isaac ve Glen be olduğunu anlamak için eğilerek kitaba baktılar.
"Hey kitabın üzerindeki harflerin değiştiğini sizde görüyor musunuz?" İkiside öyle mi oluyor der gibi kitaba baktıklarında hiç bir halt göremediklerini anlamış oldum.
Ulan İlia google çeviri misin sen?
Gerçekten bu da kahin güçlerinden biriyse inanılmaz yardımcı olmuştu. Artık kitaptaki her şey türkçe görünüyordu. Bu da bu dünyada anlayamayacağım bir dilin olmadığını gösteriyordu. Kaçamak bir bakış attım ikisinede, merakla bana bakıp bir şey dememi bekliyorlardı.
Neden bilmiyorum ama bu kötü hissettirdi, Isaac'ı kandırmıştım ve o bunu biliyordu ama hiç bir şey söylemedi.
Mesela sen kimsin?
Neden yüzükle kendi görünüşünü değiştirdin?
Loid'le nereden tanışıyorsun?
En önemlisi bu ihtiyar ne ayak?
"Neden hiç bir şey sormuyorsun?" Dediğimde ikisinin kitaptaki gözleri bana doğru döndü. Glen sanki bizim bir şeyler konuşmaya başlayacağım anlamış gibi kazanın olduğu tarafa giderek bizden bir tık uzaklaştı ama bizi net duyabilirdi.
"Sorsam cevap verir misin emin olamadım hem benim gibi birine de açıklama yapmak zorunda değilsin?" Yani detay vermesem bile büyük ihtimalle bir şeyler anlatırdım.
Kendini bu kadar alçak görme Isaac.
"Neden denemiyorsun?"
"Leydi İlia tabi gerçekten isminiz buysa bana çok tanıdık geliyorsunuz sizinle daha önce tabi bu gerçek bedeninizse karşılaştık mı?" Isaac maşallah seninde imalı konuşmalarına kimse su dökemez.
"Birincisi ismin gerçek görünüşümde." Diyerek devam ettim. "Ben ve Leydi Lenora da akademi öğrencisiyiz büyük ihtimalle sizinle akademide karşılaştık." Bu söylediğim biraz daha mantıklı gelmiş gibiydi.
Düşünceli yüzüyle bana doğru döndü. Büyük ihtimalle bizi çok hatırlamıyordu sonuçta akademide insanlarla konuşmaya ve arkadaş eşinmeye hiç fırsatı olmamıştı.
Koca bir akademi yılı boyunca o zorbalar tarafından ne yaşadın Isaac.
Sana neler yaşattılar kendini bu dünyadan soyutlayacak ve yapyalnız kalacak kadar sana ne yaşattılar.
"Ben akademi yıllarımı pek hatırlamıyorum yüzün tanıdık ama seni seçemiyorum kusura bakma." Mahçup olmuş gibi gözlerini kaçındığında gözlerindeki hareket eden renklere baktım. Hepsi çok koyuydu ve ilk defa birinin gözlerinde bu kadar çok rengi bir arada görüyordum. Tüylerim diken diken oldu. Isaac sen ne yaşadın?
"Sorun değil aslında bakarsan senin son senende ben akademiye başladım bu yüzden beni hatırlamaman normal." Diyerek onu rahatlatmaya çalıştım. Yüzündeki ifade beni endişelendirmeye başladı sanki ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi.
Isaac anılarını unutuyordu ve bunun farkında değildi. Büyük ihtimalle bu zamana kadar hiç fark etmemişti. Beyni yaşadığı kötü şeyleri hatırlamasın diye her şeyi bir yere hapsediyordu ama bu tehlikeliydi.
Unuttuğu her şeyi bir anda tekrar hatırlarsa bunun onda yaratacağı şey çok ağır olacaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.84k Okunma |
783 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |