30. Bölüm

^1.29.BÖLÜM^: ‘Gölgesinden kaçmaya çalışıp düşlerindeki krallığa sığınan çocuk’

Cornephelia
cornelianews

Sınırımız 20 oy 20 yorum

 

Isaac Duncan

 

 

29.Bölüm

 

 

...📖...

 

Uzun, karanlık koridorda ilerlerken dördümüz de bu koridorun nereye çıkacağını sorguluyorduk. Bundan daha da önemlisi, herkesin zihni, problemlere çözüm üretmek için çarklı bir makinenin gürültüyle çalışması gibi düşüncelerle doluydu.

 

Daha iki saat önce ihtiyarın anlattığı şeyler kafamda dolaşıp duruyordu.

 

Tekrardan ihtiyarın anlattıklarını düşündüm.

 

Elindeki kitabı masaya koyarak, üzerindeki daha önce hiç görmesem bile bir şekilde tanıdık gelen çeşitli çizimleri önümüze doğru itti.

 

"Bu, büyükçe bir avuç içi kadar olan taş, aranızdaki bağı koparmakta en önemli rolü oynayan şeylerden biri. Aynı şekilde, bağı tekrar oluşturmakta da çok önemli bir rol oynuyor. Bu yüzden tekrar soruyorum: Bu sefer bağı oluşturmakta emin misiniz? Başka şansınız olmayacak. Daha önce, ne olursa olsun, bu bağı koparmak istemiştiniz. Şimdi ise tekrar birleştirmek istiyorsunuz."

 

Gözlerim, sayfadaki resimde gezindi. Kan kırmızısı taş, simsiyah dumana benzer bir yaratığın tam kalbinin içindeydi.

 

Sormayayım diyorum ama... Bu taşı nereden alacaktı? İhtiyar bu yaratığın içinden değildir umarım?

 

"İhtiyar, çok az zamanımızın kaldığını sen söyledin. Ne kadar hızlı yapabilirsen o kadar hızlı yap," dedi Nilvera, kararlı olduğumuzu göstermek için kendinden emin bir şekilde. Ben ise hâlâ bu bağı oluşturduktan sonra ne olacağını düşünüyordum.

 

Romanın sonunda İlia vahşice katlediliyordu ama hiç ruh kırılmasından bahsedilmemişti. Öyleyse Lenora nasıl kaçırılmıştı? Ve en ilginç olanı, İlia ve Lenora, ruh kırılmasını bilmelerine rağmen aralarındaki bağı, ölecek olsalar bile bozmuşlardı. Bu bağ gerçekten bir tanrının sembolü müydü yoksa bir çeşit şeytanın sembolü mü?

 

Görüdeki beni kovalayan o yaratığı düşündüm. Ya aslında bu bağ onlara zorla işlenmişse? Bir çeşit ritüelin kurbanıysak? Bu sembol üzerimizde olduğu ve aktif olduğu sürece biz bir çeşit şeytana yaklaşıyorsak? İlia ve Lenora bu yüzden, ölecek olsalar, ruhları kırılsa bile bu bağı bozmayı kabul ettiyse?

 

Yine de İlia ve Lenora'nın aksine biz, burasının bir romanın iç dünyası olduğunu biliyorduk. Bu yüzden bir şekilde çözüm bulabileceğimizden emindik. Ama onlar bilmiyordu; bu yüzden ellerinden gelen tek seçeneği yerine getirmişlerdi.

 

Bu bağın ne olduğunu bilmiyordum ama yine de içimden bir his, bu bağın başımıza çok iş açacağını söylüyordu.

 

İlk önce yaklaşan ruh kırılmasından kurtulmamız gerekiyordu. Bu yüzden de en hızlı şekilde tekrardan bağı oluşturmalıydık ki güçlerimizin kontrolünü kaybederek delirmeyelim.

 

"Taşı nereden bulacaksın?" Nilvera, tek kaşını kaldırıp ihtiyara baktı.

 

"Önceki taş, elime birçok kişi aracılığıyla el değiştirerek gelmişti. Ama tekrardan elime geçme olasılığı sıfır diyebilirim. Bu yüzden taşın doğduğu yere gitmeliyim."

 

"Bu taş nerede doğuyor?"

 

"Sence nerede doğuyor olabilir? Karanlık tarafta doğuyor. Sizin gidip hayatta kalma ihtimaliniz sıfır olduğu için ben gidip taşı ve gereken diğer malzemeleri alacağım. Bu süreçte sen de Noli'ye göz kulak olacaksın." Gözlerini doğrudan bana diktiğinde, neden dede, neden ben diye bağırmak istedim.

 

"İhtiyar, onu dışarıya nasıl çıkaracağım? Hem burada da uzun süre kalamam," diyerek ikna etmeye çalışmıştım. Ama beni zerre kadar takmayıp dördümüzü de kapının önüne koymuştu.

 

Bizim kaç kere önünden geçmemize rağmen hiç fark etmediğimiz kapıyı açıp, uzun koridora bizi "defolun" der gibi fırlatmıştı. Evet, doğru okudunuz, fırlattı. Kendisinin her şeyi halledeceğini söylemişti ama benim bir periye bakabileceğim konusunda kendime olan güvenim sıfırdı.

 

Böylelikle sessizce koridorda yürümeye başladık. Isaac yine sessiz kalarak hiçbir soru sormadı. Arada bir bana doğru bakıyordu ama hiçbir şey söylemiyordu.

 

Bana öyle bakmandansa sormanı tercih ederim, Isaac.

 

"Bu koridor ne zaman bitecek?" Sonunda aramızdaki sessizliği bozan kişi Nilvera oldu. Glen ona katılıyormuş gibi, "Ne zaman biteceğinden ziyade, koridorun sonu nereye açılacak, onu merak ediyorum," dedi.

 

İkisi bir anda konuşarak önden gitmeye başlayınca, Isaac'la ikimiz arkada tek kalmış olduk. Isaac bana kaçamak bir bakış attığında, yakasına yapışıp, merak ettiğin şeyleri sor lan artık, diye bağıracaktım neredeyse.

 

"Isaac, sormayacak mısın?"

 

"Sormaya iznim var mı, emin değilim."

 

"Merak ettiğin bir şeyi sormak için izin istemene gerek mi var? Üstelik biz arkadaşız, yani söyleyebileceğim kadarını söylerim," dediğimde, sessiz kalarak duvarları inceledi.

 

Ya, bu çocuğun error vermiş gibi bir şeyleri saatlerce izlemesi normal miydi?

 

Bir şey mi yükleniyordu anlamıyorum ki.

 

Benim açılmak için saatlerce dönen bilgisayarımın ekranındaki yüklenme şeyi misin sen, yeter artık. O kadar sinir olmuştum ki kolumla omzuna vurmaktan kendimi alamadım. Isaac sonunda dalmış gözlerini duvardan çekerek bana çevirdi. Göz göze geldiğimizde, diyeceğim şeyleri unuttum.

 

Of abi, bu çocuk niye bu kadar yakışıklı?

 

Gerçekten sormak istediğim ve merak ettiğim o kadar çok şey vardı ki...

 

Sorsam kabalık olur muydu ki? Birincisi, BL romanlarının yazarı o muydu?

 

İkincisi, cidden erkeklerden mi hoşlanıyordu?

 

Ay, yok sormayacağım.

 

"Arkadaşlar birbirine bu kadar uzun bakar mı?" dediğinde, arkadaşlar neler neler yapar der gibi yüzüne baktım. Ah yavrum, ah. Bu çocuğa öğreteceğimiz şeylerden biraz da olsa endişelenmeye başlamıştım.

 

"Isaac, arkadaşlardan biri güzelse, diğeri bundan çokça gurur duyar ve bununla övünebilir."

 

Isaac gözlerini kırpıştırarak şaşkınca, "Güzel mi? Ben mi?" dediğinde panikle, "Güzel derken yakışıklı anlamında güzel," dedim. Nasıl sıçılırda, bu gün benimleydik, merhabalar.

 

"Yani, demeye çalıştığım... Isaac'ın kar tanesi gibi saçları cidden çok güzel. Diğer erkeklerden farklı olman seni özel kılıyor. Bu, kusur değil; sadece senin ne kadar mükemmel olduğunu gösterir," dedim. Nefes nefese sustuğumda gözlerimi yerde gezdirmeye başladım.

 

Of, U dönüşü yapayım derken daha da sıçtım galiba.

 

İkimiz de olduğumuz yerde durmuş, hiç konuşmuyorduk. Ay, çocuk şoktan kendine gelemedi galiba. Yüzüne bakmaktan aşırı çekiniyorum şu anda.

 

Korka korka ona baktığımda Isaac'ın yüzü kıpkırmızıydı. Elinin tersini kızarmış yanaklarına yaslayarak bana bakıyordu. Mavi gözleri, utançla kısılmıştı. Gözlerini benden kaçırdığında, suratımda beliren soru işaretiyle ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.

 

Yav, ben kızar sanmıştım; adam kızarmış.

 

Böyle deyince de garip bir cümle oldu.

 

"Ben gerçekten yakışıklı manasında güzel miyim?" diye mırıldandığında, zorla yutkundum. Yazar, bilerek mi yapıyorsun?

 

Niye tüm karakterler bu kadar güzel?

 

Niye hiç çirkin karakter yok?

 

"Daha önce hiç böyle bir şey duymamış gibi davranıyorsun. Eminim, bir sürü kişi söylemiştir," dediğimde gözlerini kaçırarak tavana baktı. Tıpkı Elien gibi domatese dönmüştü.

 

Elimle alnıma vurmamak için zor durdum. Cidden, akademide ya da yolda yürürken de kimse onun güzel gözüktüğünü söylememiş miydi?

 

Tamam, bu devirde bunun bir hastalık olduğunu bildiklerinden şüpheliydim. Ama yine de ona cidden lanetli gibi davrandıklarına inanmıyordum. Büyücüler bunun bir çeşit hastalık olduğunu söylemişlerdir ama yine de bu, lanetli ya da kusurlu gibi davranılmasını engellememiş anlaşılan.

 

O cidden çok güzeldi. Bembeyaz saçları, sanki bir gecede her yeri sarmış bembeyaz karı gördüğünde hissettiğin o duyguyu hissettiriyordu. Ona bakmak... Masmavi gözleri, dışlanmışlığın onda bıraktığı kusurlu olduğunu kabullenmişlikle mahcup ve buruk bakıyordu.

 

Oysa o açık masmavi gökyüzü gibi, baktıkça iyi hissettirecek gözlere sahipti.

 

Bir insan, iltifat aldığında bu kadar mı mutlu olurdu? Mesela, bu romanın arka planında kalan karakterler öyle yaralıydı ki...

 

Okurken haberimin bile olmadığı, öylece öldüğünde çok da umursamayacağım o karakterlerden birinin karşımda durmasının boğazıma dizdiği ağırlıktan kurtulamadım.

 

"Leydi İlia, ben teşekkür ederim," dedi mahcupça, gözlerini kaçırarak. İçi kıpır kıpır olmuş küçük bir çocuk gibi yerinde hafifçe hareket ederek, benden kaçar gibi hızla kapıya ulaştı. Kapıyı "Önce sen aç," diyerek tartışan Lenora ve Glen'e doğru koşmaya başladı.

 

Başka zaman olsa onun bu haline gülerdim ama şu anda içimden gülmek hiç gelmiyordu.

 

Ne demiştim ben? Kendi hayatım için buradaki karakterleri harcamam gerekirse çekinmem, harcarım mı demiştim?

 

Başta öyle düşünen ve kendinden çok emin olan ben, şimdi o karakterlere baktıkça kendimi kötü hissediyordum. Siz hiç, ölecek bir insanın gözlerinin içine bakarak hiçbir şey bilmiyormuş gibi güldünüz mü?

 

Ben başta yapabiliyordum. Ama şimdi, roman ilerledikçe, sadece bu romanın figüranları olmalarına rağmen acı çeken, mutlu olan ve yapayalnız kalan bu karakterlere baktıkça kendimde onlardan bir parça görüyordum. Ve fark ediyorum ki bu evrenin en büyük kötüsü benim.

 

Görmeme rağmen görmemiş gibi davranıp, duymama rağmen duymamış gibi davranıyordum.

 

Ben gerçekten bu evrenin en büyük kötüsü sayılırdım.

 

Derin bir nefes alarak, değiştirdiğim onca kader ve hayatın bana geri dönüşünün nasıl olacağını düşündüm. Ben, bu romanın içinden çıkıp eve dönmenin bir yolunu gerçekten bulabilir miydim ki?

 

****

 

Elimdeki tatlıya benzer, ilginç mavi renkli şeyden yavaş yavaş yerken zehirleniriz diye tereddütlü bakışlarla Isaac’a bakıyordum. Nilvera da benim gibi düşünüyor olmalıydı ki, önce Isaac’ın yemesini bekledi.

 

Isaac, tadının güzel olduğunu söylemiş ve bizi ikna etmek için çok uğraşmıştı, ama asıl sorun bizim zehirlenme fobimizdi.

 

Bak, zehir deyince yine hatırladım.

 

Düşes Pamila’nın davet gecesi.

 

Gözlerim kaçamak bir şekilde etrafta gezindi. Acaba burada istediğim tarzda eşyaları alabileceğimiz bir yer var mıydı ki?

 

“Hey Isaac, burada sihirli eşyalar satan bir yer bulmak mümkün mü?”

Elindeki son mavi renkli tatlı parçasını ağzına atarak bana doğru döndü.

“Burası Variesta. Burada her türlü şey var.”

 

“Almak istediğimiz bazı eşyalar var. Bildiğin iyi bir yer varsa tarif edebilir misin?”

 

Isaac söylediklerimi düşünürken, Nilvera kaşlarını havaya kaldırarak, “Bizim almak istediğimiz eşya mı var?” der gibi baktı. Glen ve Isaac fark etmeden böğrüne doğru uyarır gibi vurdum.

 

Uyarı fazla sert olmuş olacak ki, eliyle karnını tutarak ters ters bana baktı.

 

“Şu an bulunduğumuz yerin iki sokak aşağısında, zaten çok dikkat çeken bir yer olduğu için çabuk bulursun.”

Onu kafamla onaylayıp yavaşça ona doğru yaklaştım.

 

Isaac, benim ona doğru tatlı tatlı gülümseyerek yaklaştığımı görünce, “Ne istiyorsun?” der gibi baktı.

Utanmış gibi, “Tatlılar cidden hoşuma gitti, biraz daha alır mısın? Ben seni burada bekleyeceğim, çok yoruldum. Lenora da gitmek istediğimiz sihirli eşyalar satan yere kadar gidecek. Almak istediğimiz bir şeyler var,” dedim.

 

Lenora, tek kaşını havaya kaldırarak, “Bundan benim niye haberim yok?” der gibi baksa da hızla toparlanıp Isaac’ı ikna etmeye çalıştı.

 

Isaac, ikimizin yüzüne baktı. Bir şeyleri anlamış gibiydi ama sorularını kendine sakladı. Sanırım yine çekinmişti. Bir gün bize çekinmeden soru soracağı günler gelir miydi acaba?

 

“İyi, ben giderim. Burada bekle o zaman,” dediğinde onu onayladım.

Nilvera’yla arkasından el sallayarak ikisinin uzaklaşmasını bekledik. Isaac gittiğinde, ikimiz de derin bir nefes alarak birbirimize döndük.

 

“Ne eşyası ya? Nereden çıktı bu?”

 

“Aklıma bir şey geldi. Hani ihtiyar demişti ya seni zehirlemek için zehir almışım. Biraz düşündüm de, zehri algılayabilecek bir çeşit büyü var mıdır?”

 

Nilvera, söylediklerim ilgisini çekmiş gibi düşünmeye başladı. Davet gecesine iki gün kalmıştı. Zamanın bu kadar hızlı geçmiş olması iyi miydi kötü müydü bilmiyorum, ama yavaş yavaş birinci romanın sonuna doğru ilerliyorduk. Önümüzde hâlâ daha çok bölüm vardı.

 

“Düşes’e bir hediye versem mesela, üstündeki elbiseye takabileceği bir broş. Zehirli bir şey ona yaklaştığında tepki verse, o zaman müdahale etmek daha kolay olmaz mıydı?”

 

Düşes ve İlia’nın arası iyiydi. Hatta İlia’nın arasının iyi olduğu sayılı insanlardan biriydi düşes. Bu yüzden ona ne hediye verirsem vereyim kabul edecektir. Eğer ısrar edersem ve elbisesiyle uyumlu bir aksesuar olursa üzerine takmasına da izin verirdi. Bu da içeceğin hangisinde zehir olduğunu anlamayı kolaylaştırırdı.

 

Birimiz düşese göz kulak olurken, diğerimiz büyücüyü bulmak zorundaydı. En kötüsü ise bir fırsat bulup aynı zamanda Diane’ye yetişmekti.

 

Bu bölümde düşesin düşük yapmasını ne olursa olsun engellemek zorundaydım.

 

Ve Diane’nin tacize uğramasına izin veremezdik. Bu yüzden iş bölüşümü yapmıştık. Düşese daha yakın olduğum için ona yakınlaşma işi bendeydi. Nilvera ise davette oluşan her türlü sorunu rayına oturtacaktı.

 

Bu süreçte, ikimizden hangimiz yetişebilirse Diane’ye ulaşacaktı. Nilvera, Diane’yi benim kurtarmamın onunla aramızdaki bağı daha da kuvvetlendireceğini söylüyordu. Lenora ve Diane arasında herhangi bir olumsuz ilişki yoktu. Hatta hiç ilişki yoktu diyebilirdik. Ama romanın akışı için benim Diane’nin kurtarıcısı olmam zorunluydu.

 

Kendimi tamamen kötü kadın kategorisinden çıkarmam lazımdı. En azından onun için kötü kadın ya da zarar verecek bir faktör olmamalıydım.

 

“Büyük ihtimalle işimizi çok kolaylaştırırdı. Böyle bir büyü var mı ya da bir nesneye kazınır mı bilmiyorum ama öğrenebilirim. Biliyorsun, ikna etmek benim işim,” dedi. Gülerek onun omzuna vurdum, “Yaparsın sen!” der gibi. Nilvera, omzunu tutarak, “Canıma mı kastın?” der gibi homurdandı.

 

Eliyle kızıl saçlarını geriye savurarak, “Mekânda yargı dağıtacağım, bak izle!” der gibi havalı havalı yürümeye başladı. İçimden, “Başına bir şey gelmez inşallah,” diye dua ettim. Çünkü onu yalnız bırakmaya hiç gelmiyordu. Hâlâ köle tacirlerinin eline nasıl düştüğünü sorguluyordum.

 

Derin bir nefes alarak, bir anda tek kalmanın verdiği durgunlukla köşedeki evin duvarına yaslandım. Gözlerim, gitmeden önce Noli’nin hediye ettiği bilezikte gezindi. Çok ilginç bir şekilde ihtiyar bile şaşırmış gibi Noli’ye bakmıştı. Bu yüzden istemeden bileziğe kaçamak bakışlar atıyordum.

 

İnşallah saatli bomba vermemişsindir Noli.

 

Zaten başım beladan kurtulmuyor, bir de sen patlamalı, zıplamalı bir şey verdiysen işim bitmişti.

 

Gözlerim etrafta gezindi; uzun koridorun sonundaki kapı, bizi kalabalık bir caddeye çıkarmıştı. İnsanlar hiç sorgulamıyordu. Ben olsam, “Bu insanlar ve bir anda beliren bu kapı ne ayak?” diye düşünmeden edemezdim.

 

Öylece kapıdan çıkmıştık; üstelik kapı sonra yok olup geriye boş bir duvar bırakmıştı.

 

Bu Türkiye’de yaşansaydı, var ya, o duvarla beraber iki üç evi daha delip geçmişlerdi şimdiye kadar.

 

Beklemekten çok sıkıldığım için, “Acaba Isaac’ın peşinden gitsem mi?” diye düşündüm. Derin bir nefes alarak sokakta ilerlemeye başladım. Benim kararlı adımlarım, birinin bana çarpmasıyla sarsıldı.

 

Az daha yeri yalayacakken son anda kendimi tutmuştum.

 

“Seni var ya…” diye bağırmaya hazırlanıyordum ki, benim gibi yere düşmüş, hatta benden daha iyi bir açıyla düşmüş çocuğa baktım.

 

Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleri benimle kesişti. Üstü başı yırtık pırtık olan çocuğun yanaklarından süzülen yaşlara bakakaldım. Sanki etrafımdaki hava ağırlaştı; göğsümde bir hava kütlesi yerleşmiş gibi nefes almak zorlaştı.

 

Titreyen, yara bere içindeki ellerini yere yaslayarak kalkmaya çalıştı. Elleri o kadar çok titriyordu ki, gözlerim istemsizce bacaklarındaki morluklara kaydı.

 

Sokağın karanlık ucundan gelen ayak sesleri, çocuğun yerinden sıçrayacak kadar irkilmesine neden oldu. Zar zor ayağa kalktığında, koşarak diğer sokağa doğru kaçtı.

 

Yerde düzgün bir şekilde oturarak elimle dizlerimi ovaladım. Gözlerim, çocuğun arkasında takılı kaldı. Çok garip bir şekilde zihnimin derinlerinde, sanki bir saat tik tak diye ötüyordu. Ama bu ses o kadar kısık ve belirsizdi ki, kulak yanılması olduğunu bile düşündüm.

 

Hemen yan tarafımdan, elinde odun benzeri ama daha ince desenli bir sopayı, parmak boğumları beyazlaşacak kadar sıkarak koşan adama baktım.

 

O kadar öfke doluydu ki, yerde duran beni bile görmeden koşmaya devam etti. İnsanlar ise görmemiş gibi, kısa bir bakış atıp yollarına devam ettiler. O adam, küçücük çocuğun tüm kemiklerini kıracak kadar dövecekti belki. Ama kimse dönüp göz ucuyla bile bakmadı. Sanki az önce önümüzden geçmemişler gibi yollarına devam ettiler.

 

Neredeyse, çocuğun bana gerçekten çarpıp çarpmadığını bile sorgulamaya başlamıştım.

 

Derin bir nefes aldım. “Yapma Ayliz,” dedim kendi kendime, “onlar sadece bir kitap karakteri.”

 

Gerçek bile değiller. Senin ona, onun da sana hiçbir faydası dokunmaz. Kaderindeki ölümü engellesen bile, o akışın dışında kalan bir karakter olarak tekrar başına daha kötüsü gelebilir. Bu roman dünyasındaki herkesi kurtaramazsın.

 

Biliyorum.

 

Biliyorum.

 

Ama bu gerçek tüylerimi diken diken ediyor. Sadece bir roman karakteri öyle içli içli ağlar mı?

 

Dizlerindeki yara için acı çekme fırsatı bile bulamadan korkuyu ensesinde büyüten bir çocuğa, “Gerçek değil,” diyerek sırtımı dönebilir miydim cidden?

 

Zor yutkundum. Ağır hareketlerle ayağa kalkıp üzerimdeki tozları silkeledim. “Karışma, Ayliz,” diye tekrar ettim. Sokakta yavaşça ilerleyip Isaac’ın tatlıyı aldığı mekâna doğru bir adım attım. İkinci adımım, ilk adımımı zar zor takip etti.

 

Gözlerim yanıyordu. Ağlama, Ayliz. Sana bir faydası olmayan birini kurtarmak, sadece daha fazla belaya neden olur.

 

Ama o bir çocuk.

 

Sadece bir hayal ürünü. Bu dünya ve içindekiler gerçek değil.

 

Ama o kadar gerçekçi ki… Düştüğümde dizlerim nasıl ağrıyorsa, avuç içlerim de öyle. Nasıl bir hayal bu kadar acıtabilir? Nasıl bir roman bu kadar can yakabilir?

 

“Affedersiniz?”

 

“Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim, Leydim? Bir şey mi alacaksınız?”

 

“Hayır, ilerideki ara sokakta bir adam küçük bir çocuğu dövüyor. Şövalyeleri çağırır mısınız?”

 

Adam ağzını açtı, ama ona nasıl baktıysam sözleri geri yuttu. Beni reddedecek gibi göründüğünde, masanın üzerine küçük bir para kesesi attım. Gözleri kesede dolaştı; sanki “Yaparım,” der gibi başını sallayıp hızla keseyi aldı.

 

Arkasından iğrenir gibi bakarak tatlıcıya doğru ilerledim. O çocuk ha ölmüş, ha dayak yemiş… O adamın umurunda bile değildi.

 

“Leydi İlia.”

 

Gözlerim Isaac’ı buldu. Bakışları üzerimde gezindi, şaşkınca bana baktı. Hızlı adımlarla bana doğru gelip üzerimi süzdü.

 

“Bu hâliniz ne?”

 

Biliyorum, Isaac. Tüm evin tozunu süpürmüş yorgun bir paspas gibiyim.

 

“Halkı kışkırtan isyancıdan soylu Leydi’ye, oradan da toz tanesine geçiş mi yapmaya karar verdiniz?” Glen, sabit bir ifadeyle beni baştan aşağı süzdü. Dik dik baktım ona.

 

Komik mi, lan?

 

Isaac, endişeyle elindekileri Glen’in eline tutuşturdu. Bana doğru eğilip dizlerime baktı. “Dizleriniz kanıyor. Hemen temizlememiz lazım, mikrop kapabilir.”

 

Az önce açılan yara hemen mikrop kapar mıydı, bilmiyorum. Ama o küçük çocuğun vücudundaki her bir yara çoktan mikrop kapmıştır, değil mi?

 

“Şuraya oturun, hemen bir koşu krem alıp geliyorum.” Daha ben konuşamadan ilaç bulmaya giden Isaac’ın arkasından gözlerimle takip ettim. Beyaz saçları, rüzgarın eşiğinde sağa sola dalgalanıyordu.

 

Şimdi bir duvar kenarındaki merdivene oturmuş, Glen de yanımda elindeki tatlı poşetleriyle dikiliyordu. Dizlerimdeki yaraya baktım. Etim kalkmıştı, kanıyordu. Ama acıyan dizlerim değildi. Kendimi hiç olmadığım kadar kötü hissediyordum.

 

“Ağlamak istiyorsanız yüzüğü kullanarak görünüşünüzü değiştirip ağlayabilirsiniz.”

 

Kafamı çevirip dizlerime bakan Glen’e baktım. Yüzü yine sabitti; hiçbir şey düşünmüyor gibi görünüyordu.

 

“Ağlamak istediğimi nereden çıkardın?”

 

“Leydi İlia, ağlamak için gözden yaş mı akmalı? İnsan gülümseyerek de içten içe ağlayamaz mı?”

 

Zorla yutkundum. Kafamı kaldırıp ona bakamadım. Gözlerim dizlerimdeki yarada gezindi.

 

“Ağlayabilir miyim?”

 

“Bu, genelde Isaac’ın soracağı tarzda bir soru. Sizden böyle bir şey sormanızı beklemezdim.”

 

Doğru… Şu an Isaac gibi izin istiyordum.

 

Ağlamaya hakkım var mı?

 

İnsanlar ölecek, Glen. Ve ben bunu bilen, bu romandaki iki kişiden biriyim. Eğer ben böyleysem, Nilvera nasıldır acaba? Ne düşünüyordur, nasıl hissediyordur?

 

“Leydi İlia.”

 

Kafamı çevirip ona bakmadım. Pes etmeyip bana doğru eğildi ve zorla göz göze gelmemizi sağladı.

 

“Ağlamak için izin almanıza gerek var mı, cidden?”

 

Tıpkı benim Isaac’a dediğim gibi, bastırarak söylemişti. Küçük bir çocuğa bakar gibi baktı yüzüme.

 

“Dışarıdan nasıl göründüğünüzü biliyor musunuz?”

 

Gözlerimi kaçırıp yere baktım.

 

Korkutucu görünüyorum.

 

“Yüzünüz çok tepkisiz. Gözleriniz çok soğuk bakıyor, çok az mimik oynatıyorsunuz. Ama gözlerinizin içinde, buz gibi bir nehrin içinde sıkışmış, çaresizce çırpınan bir çocuk var. O siz misiniz, yoksa başka biri mi? Bilmiyorum. Bence siz de bilmiyorsunuz.”

 

İlk kez kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım.

 

Glen… Beni görebiliyor musun?

 

Ben… Beni cidden görebiliyor musun?

 

Benim adım Ayliz. Ama zaman geçtikçe bu isim bana yabancı geliyor. Kim Ayliz, kim İlia, artık anlayamıyorum bile.

 

O nehrin içinde boğulan çocuk hangimiz?

 

Gölgesinden kaçmaya çalışıp düşlerindeki krallığa sığınan çocuk hangimiz İlia?, biraz sen, biraz ben miyiz?

Bölüm : 28.12.2024 13:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Cornephelia / Gölgesi̇z Düşler Kralliği•( Kırılma Serisi-1 )-'Mücadele' / ^1.29.BÖLÜM^: ‘Gölgesinden kaçmaya çalışıp düşlerindeki krallığa sığınan çocuk’
Cornephelia
Gölgesi̇z Düşler Kralliği•( Kırılma Serisi-1 )-"Mücadele"

4.84k Okunma

783 Oy

0 Takip
38
Bölümlü Kitap
《Giriş》^1.1.Bölüm^ : 'Kaderi Belirlenmiş Yolculuk'^1.2.Bölüm^ : 'Aynadaki Yansımam'^1.3.Bölüm^ : 'Mühür'^1.4.Bölüm^ : 'Kaza Mı, Suikast Mi.?'^1.5.Bölüm^ : 'Başbüyücü'^1.6.Bölüm^ : 'Elwestar Ailesi'^1.7.Bölüm^ : 'Akşam Yemeği'^1.8.BÖLÜM^ : 'Kavuşma ve tartışma'^1.9.BÖLÜM^ : 'Ormandaki tehlike'^1.10.BÖLÜM^ : 'Şüphe ve karar'^1.11.BÖLÜM^ : 'Ana karakterin doğuşu'^1.12.BÖLÜM^ : 'Olumsuz duygular'^1.13.BÖLÜM^ : 'Döngü akademisi'^1.14.BÖLÜM^ : 'Zorbalara karşı'^1.15.BÖLÜM^: 'Görünenin arkasındaki görünmeyenler'^1.16. BÖLÜM^: 'Satırlar arasında'^1.17.BÖLÜM^: 'Diane'nin Peşinde'^1.18.BÖLÜM^ : 'Görülerin Başlangıçı'^1.19.BÖLÜM^: 'Akademi toplantısı'^1.20.BÖLÜM^: 'Kötü kadın şüpheli'^1.21.BÖLÜM^: 'Sadakat yemini miydi şimdi bu.?'^1.22.BÖLÜM^ : ‘Elwaster Dükanlığı’^1.23.BÖLÜM^: 'Yabboz parçalarını birleştir'^1.24.BÖLÜM^: ‘Festival Operasyonu’^1.25.BÖLÜM^: 'Azıcık damardan milliyetcilik verelim dedik'^1.26.BÖLÜM^: ‘Cesaretten doğan kahramanlar’^1.27.BÖLÜM^: ‘Akşın dışında kalanlar’^1.28.BÖLÜM^: ‘ Nesli tükenmiş yaratıklar ve kafa karıştırıcı gelişmeler’^1.29.BÖLÜM^: ‘Gölgesinden kaçmaya çalışıp düşlerindeki krallığa sığınan çocuk’^1.30.BÖLÜM^: 'Köle tacirinin inine nasıl girilir adlı çalışma'^1.31.BÖLÜM^: 'Baskın basanındır'^1.32.BÖLÜM^ : ‘Ufak bir zihin yolculuğu’^1.33.BÖLÜM^ : ‘Öldürülecekler listesi mi yok daha neler’^1.34.BÖLÜM^: ‘Kaleyi içten fethetmeliyim’^1.35.BÖLÜM^: ‘Geçmişin parçaları’^1.36.BÖLÜM^: ‘Döngünün Eşiğinde’^1.37.BÖLÜM^: ‘Titrek Eller, Sessiz Çığlıklar ve Nefessiz Anlar’
Hikayeyi Paylaş
Loading...